@ebrumelek
|
Keyifli okumalar ... Kafamın içinde büyük bir boşluk vardı. Gözlerim kapalıydı ve nerede olduğumu bilmiyordum. Uzaklardan Dougal'ın sesini çok silik bir şekilde duyuyordum ancak gözlerimi açmaya çalışsam da bunu başaramıyordum. Kapalı göz kapaklarımın ortasında kırmızı bir ışık yaklaşıyordu. Sanki gece arabada seyehat ederken lambaların gözlerine yansıttığı ışık gibi, azalıp artıyordu. Kırmızı ışık yavaşça bana doğru yaklaşırken kapalı gözkapaklarım açılmak için direndi. Aynı zamanda uzaktan gelen bir davul sesi duyuyordum. Güm, güm. Ses boğuklaşarak daha yakına geliyordu. Davul sesi sandığımın aslında kalp atışım olduğunu anladım. Ardından Dougal'ın sesini algıladım ve diğer bütün sesler bir anda netleşti. Uyanmam için bana sesleniyordu ancak büyük bir sallantıyı da sırtımda hissediyordum. Leopard askeri tankında, çatışma ortasında yerde yatıyor gibiydim ve bu tank mayınlara basarak ilerliyordu sanki. Elbette böyle bir şeyin mümkün olmayacağını da biliyordum. Bilincim yavaş yavaş yerine geliyordu. Düşüncelerim berraklaşmaya başladı. Etrafımdaki kargaşa içinde, Dougal’ın koruyucu varlığını daha da net hissediyordum. Onun sesi, kulağımda yankılanan tek ses gibi geliyordu şimdi. "Hadi, gözlerini aç!" diye bağırıyordu. Ancak göz kapaklarım sanki tonlarca ağırlıktaydı. Mağara duvarlarının yankıladığı çığlıklar ve derin bir sarsıntı, beni gerçekliğe çekiyordu. Birden, yerin altından gelen uğultular arttı ve arkadaşlarımın panik dolu bağırışları daha da belirginleşti. Gözlerimi bir anda açtım ve etrafımda kırmızı bir ışığın huzmelerini gördüm. Dougal hemen üzerime kapanmış, sıkı göğsünü bedenime yaslamıştı. Beni bir şeyden koruyor gibiydi ve arkadaşlarımın bağırışlarını da duyuyordum. Algım yerine bir saniye içinde gelirken en son hatırladığım şeyi düşündüm. Mağaranın girişindeki sarmaşıkları incelerken arkamda bir varlık ve ardından boynumda bir sızı hissetmiştim. Büyükçe bir nefesi ciğerlerime alırken boynumun kesilmediğini ve hâlâ hayatta olduğuma idrak ederken elimi boynuma götürmemek için direndim. Gerçi istesem de bunu başaramazdım çünkü üzerimde yatan Dougal hareket edecek boşluk bırakmamıştı. Gözlerimi usulca kırptım. Mağaranın derinliklerindeki karanlık, her şeyi yutuyordu. Ay taşı, parıldayan kırmızı ışığını etrafa saçıyordu ve bir an için tüm dünya hızlandı. Ay taşının gücü zamanın dokusunu yırtarak bizi içine çekiyordu. Bir anda, arkadaşlarımın ve Dougal’ın bağırışları duyulmaz oldu. Son gücüne ulaşan Ay Taşının kırmızı ışığı geldiği hızla geri gitti ve her yer karanlığa gömüldü. Zamanın dokusu çözülürken, yer altındaki sarsıntılar yoğunlaştı. Dougal'ın güçlü elleri, beni sarsan dünyaya karşı ayakta tutuyordu. "Sıkı tutunun!" diye bağırdı, sesi zamanın ötesine yankılanıyormuş gibiydi. Karanlık bizi tamamen sardığında zaman ve mekanın anlamı yitip gitti. Ay taşı, bizi bilinmeyene doğru çekiyordu. Birlikte bu karanlık ve bilinmez yolculuğa doğru sürüklenirken içimdeki tek güvence artık sahip olduğum bilgilerdi. Ve böylece gözlerimi sıkıca kapatıp 2026 yılını düşündüm. Mağara duvarları birden yok oldu ve etrafımızda dönen yıldızlar belirdi. Zaman ve mekan kavramları çözülürken, Dougal’ın eli elimdeydi. Neler olduğunu bilmeseler de, birlikte olduğumuz sürece her şeyi aşabileceğimizi biliyorduk. Ayrıca ben taşa dokunmadan bu nasıl mümkün olabilirdi ki! Sonra, her şey bir anda durdu. Sallantı durdu, karanlık gitti ve sessizlik çöktü. Sadece derin nefes alışverişlerimizi duyabiliyordum. Yavaş yavaş gözlerimi açtım ve kırpıştırdım çünkü artık güneş ışığı gözüme vuruyordu. Etrafımı kısaca incelediğimde sınır ötesinde yani artık Suryak şehrindeki mağaranın hemen önünde olduğumuzu anladım. Arkadaşlarım şaşkınca etrafına bakarken dahi hiç ses çıkmıyordu. Kafamda zonklayan bir ağrı vardı ve bedenim bana ağır geliyordu. Yattığım yerden doğrulmaya çalıştım. Dougal, hemen yanı başımda duruyordu ve yüzü endişeyle bana bakıyordu. "İyi misin?" diye sordu Dougal, sesi titrek. "Ah Tanrım iyisin! Bir şeyin var mı?" Sanki son cümleyi kendi kendine soruyor gibiydi. Kafasının yan tarafından yanağına doğru kanlar süzülüyordu. Başımı sallayarak ona yanıt verdim. "İyiyim sanırım," dedim güçlükle. "Ne oldu?" Dougal'ın gözleri etrafı taradı. O kadar sinirliydi ki katliam yapacak gibi duruyordu. "O şerefsiz seni bayılttı. Her şey bir anda oldu" dediğinde kaşlarım otomatik çatılarak etrafımı tekrar taradım. Büyük bir depremin altında kalmışız gibi her yer birbirine girmişti. Etrafıma baktığımda tanıdık yüzler gördüm. Babam, Albay ve Melek, yerden doğrulmaya çalışıyorlardı. Melek'in omzunda ve albayın kaşında kan vardı. Birkaç metre ötede ise Emir ve Rob yan yana uzanıyorlardı. Rob yüz üstü yatarken kıpırdamıyordu. Emir'de yeni yeni kendine geliyormuş gibi yavaşça hareket ediyordu. Ardından hemen yanlarında yatan ve doğrulan bedenle göz göze geldim. Nico? Gözlerime inanamadım. Şok içinde onlara baktım."Nico'nun burada ne işi var?" diye fısıldadım, gözlerim dehşetle açılmıştı. Bana arkadan saldıran Nico muydu? Hâlâ gözlerimiz birbirine kenetliyken Emir ani bir hamleyle ayağa kalktı ve Nico'nun arkadan boğazını tuttu. "Bu bok çuvalı gelecekteki Ay taşıyla gelmiş. Sana arkadan saldırıp taşı sana dokundurmuş olmalı. Biz üzerine saldırınca hep birlikte döngüye girdik" Emir'in sesiyle yutkunup artık baygın olan Nico'da göz gezdirip ardından etrafımı tekrar süzdüm. Emir, Nico'yu bayıltıp yere düşmesine izin vermişti. Sarp dağlar ve kurak arazi... Suryak bıraktığımız gibiydi. Geleceğe gelmiştik, hep birlikte. Lanet olsun! "Yani şu an buradayız ve elimizde iki Ay taşı var" babamın sesiyle bakışlarım ona döndü. Oldukça korkmuş ve yorgun gözüküyordu. Albay, Dougal ve Melek'e göre daha iyi durumda gözüküyordu. Melek anında eteğinin bir kısmını yırtarak koluna sararken gözleri dolmuştu. Etrafına bakarak kolunu sarıyordu. Burada olduğu için mutluluktan mı yoksa Ewan'ı bıraktığı için üzüntüden mi bu haldeydi bilmiyordum. Ancak taş ile geldiğimiz için korktuğu gibi geçmişte unutulmayacaklardı. Dougal'ın yüzüne tekrar döndüğümde yanağındaki kanın daha da arttığını gördüm. Yere doğru hızlı bir şekilde kanı dökülüyordu. Benimse bir çiziğim bile yoktu. Gözlerim korkudan büyürken ona yaklaşıp kafasını ellerim arasına aldım ve yarılan yeri inceledim. Derin olmadığını görüp sevinsem de eteğimin ucundan uzunca kumaş yırtıp kafasına bastırmaktan da geri kalmamıştım. "Sınır ötesindeyiz!" Albay yavaşça ayağa kalkarken hâlâ kanayan kaşı umurunda değilmiş gibiydi. Heyecanla etraftaki dağlara bakarken topallıyordu da. Gözleri her taşta geziyordu. "Geri geldim!" Dedi buruk bir heyecanla. Babamın da ayağa kalkıp yanıma geldiğini gördüm göz ucuyla. Dougal'ın yardımıyla ayağa kalktığımda bedenimde hâlâ bir uyuşukluk vardı. Kafasındaki kumaşı Dougal biraz daha bastırıp kanı temizlemiş ve yere atmıştı. Nico bana bir ilaç vermiş olmalıydı ancak çok kuvvetli bir şey değildi. Hemen uyanmamı istemiş olmalıydı. Emir'in şimdilik onu bayıltmasına itiraz etmedim. Soracak çok soru vardı ama daha sonra. Önce buradan çıkmamız gerekiyordu. Rob ise hâlâ yüz üstü Emir'in yanında yatıyordu. Hareket etmemiş ve ayılmamıştı. Gözüm ona takılırken bir tuhaflık olduğunu idrak ettim. Emir Nico'ya öyle öfkeliydi ki dönüp Rob'u uyandırma zahmetine bile girmiyordu. Diğerleri de olayın şokundaydı. "Nico'yla uğraşıp vakit kaybetmeyelim. Elindeki taşı alıp hemen geri dönelim." Rob'un yanına doğru aksayarak yürürken konuşmuştum. Sözcükler ağzımdan çıkarken Dougal'ın da albay gibi etrafa baktığını gördüm. Fakat onun bakışları daha temkinli ve anlamaya çalışır gibiydi. Gözlerini kısmıştı. Ona zamanımızı anlatırken yüksek binalar ve otomobillerden bahsetmiştim. Etrafı böyle yalın görmeyi beklemiyor olmalıydı ancak burası şehir merkezi değildi. "Evet dönelim" Dougal'ın onayından sonra Melek'in derin bir nefes aldığını gördüm. Ayaklarımda biraz daha güç hissedip Nico'ya doğru yürüdüm ve tam önünde durdum. Nico'nun yüzü son gördüğümden daha da olgunlaşmış duruyordu. "Rob neden uyanmadı hâlâ?" Dedim bakışlarımı hemen yanında yatan arkadaşıma çevirip. Karnının şişip indiğini ilk baktığımda zaten fark etmiştim ama yüzü dönük yattığı için yüzünü göremiyordum. Emir, Nico'yla uğraşmaya ve üzerini aramaya devam ederken Rob'un tam yanına çömeldim. Yanağını tutup "Rob" diye fısıldadım ve kısık inlemesiyle karşılaştım. Anında bedenim kaskatı oldu. "Rob!" Daha yüksek sesle bağırırken herkesin dikkatini çekmiştim. Melek'in koşar adım yanıma geldiğini anladım ve Emir de artık Nico'yu bırakmıştı. İkimiz birlikte onu yüz üstü çevirmeye başlarken hâlâ inliyor ve hızlı nefesler alıp veriyordu. Bakışlarım karnına kaydığında gözlerim yuvalarından çıkmış gibi hissettim. Rob'un karnına büyük bir cam batmıştı. Göbeğinin olduğu kısım kan içindeydi ve yara yeni olmuş gibiydi. "Rob, beni duyabiliyor musun?" Melek anında karnındaki yarayla ilgilenmeye başlarken korku bütün vücudumu ele geçirdi. Allah'ım, ne bitmez bir gündü bu böyle. "O iyi mi?" Dougal, albay ve babam da başımıza toplanırken gözlerim dolmuş ve yaşlar boşalmaya hazır bekliyordu. "Melek durumu ne?" Bağırmamla Melek yaptığı işe ara vermedi ama sıkıntılı nefesini de duydum. Kendi kıyafetinden kopardığı uzunca bir bez parçasını camın battığı yerin altından karnına sarmaya ve kanamayı durdurmaya çalışıyordu. Elimizde başka hiçbir şey yoktu. "Dalağına batmış Tuğra. Camın derinliğini bilmiyorum ama kanamaya ve genişliğe bakılırsa organa zarar vermiş olabilir," gözlerimden anında akan damlaları omzumla sildim. "Ne yapacağız peki?" Dougal sorusunu sorup sinirle Nico'ya yürümüş ve yerdeki baygın bedenine sağlam bir tekme atmıştı. "Bilmiyorum, tek bildiğim camı çıkaramam. Elimde hiçbir şey yok. Camı çıkardığım an ölür. Hemen ameliyata girmesi lazım." Melek'in sesinde umutsuzluk vardı. "Tamam hemen geri dönelim. Geri döndüğümüzde Emir kaleye gidip ilk yardım çantanı getirir" Dougal'ın sözleriyle Melek kafasını iki yana salladı. "Dougal kalede bu tarz yaralanmalarda ameliyat edemediğimi ve savaşçıları kaybettiğimizi biliyorsun. İlaçlarım da zaten bitmek üzere. Rob oraya gidene kadar çok kan kaybedecek. Onu kaybedeceğiz." Rob'un yüzüne doğru eğildim. Kesik kesik nefes alıyordu ancak bilinci de hâlâ yerindeydi. Kulağına doğru yaklaşırken burnumu çektim. "Korkma seni kurtaracağız. Sakın kendini bırakma ve uyuma" diye fısıldadım. Rob, gözlerini hafifçe aralarken Emir'in hızla ilerlediğini gördüm. Yüzü kıpkırmızı olmuştu ve sinirden bütün damarları gözükecek şekilde şişmişti. "Ben ne yapacağımızı biliyorum" diyen Emir, mağaranın girişinden ve bizden biraz uzaklaştı. Molozların arasından atlayarak geçip koşar gibi hızlı adımlarla eğilip büyük kayalara tek tek bakıyordu. Ne yapmaya çalıştığını anlamadan hepimiz ona baktık. Sonunda kayalardan birinin önünde durdu ve eğilip altına elini soktu. Emir oradan bir şey alıp ayağa kalktı. Koşarak bize doğru yürürken elinde bir telsiz olduğunu görüp gözlerimi açtım. Bana açıklama bile yapmadan telsizin antenini çıkartıp birkaç tuşa bastı ve beklemeye başladı. Gelen cızırtıların ardından bir erkek sesi duyuldu. "Şahin 1 burası özel bir hat lütfen numaranızı onaylayınız" Emir bana bakarken telsizin tuşuna basıp konuştu. "Şahin 1, Demir konuşuyor numaram 784682. Göktürk Timur'la acil bağlantı talep ediyorum," Dougal ve babam Emir'i şokla izlerken, ben ve Melek Rob'un yarasına baskı uygulamaya devam ediyorduk. Melek ağlayarak akan gözyaşlarını omzuna siliyor ve elleriyle yaraya benim gibi baskı uyguluyordu. Karşıdaki asker tekrar bir şey söylemedi ve hattı da açık bıraktı. "O gün sen ve Rob'un peşinden mağaraya dalmadan önce Göktürk komutan bu telsizi buraya gömeceğini, olur da birgün dönersek telsizle iletişime geçmemizi söylemişti." Göktürk komutanım yine her şeyi düşünmüştü. Rob'u bu halde geri götüremeyeceğimiz için birkaç gün sessizce burada zaman geçirebilirdik. O da tedavi olabilirdi. Rob kendine gelir gelmez de geri dönerdik. "Şahin 1 konuşuyor, numarayı onaylayın" Göktürk komutanımın tanıdık sesini hattın diğer tarafında duyunca derin bir nefes aldım. Emir telsizin tuşuna bastı. "Komutanım ben Emir. Yaralımız var acil ambulans helikopteri lazım." Emir numara falan onaylamadan konuşmaya başladığında karşı taraf bir süre sessiz kaldı. "Komutanım!" dedim ardından cılız bir sesle bende. Sesimi duyan Göktürk komutanın derin nefes sesinin ardından, "yarım saate oradayım dayanın" dediğini duydum. Yarım saate Hakkari'den buraya gelmesi mümkün değildi ama bunu sorgulamadım. Emir, telsizi kapatıp cebine koyarken Dougal'ın sorgulayıcı bakışlarını üzerimde hissediyordum. "Askerleri çağırmanızı anlıyorum. Rob'un acil tedavi görmesi gerek ancak siz gelene kadar ben mağarada bekleyeceğim çocuklar" albayın sesiyle kafamı hızla kaldırıp ona baktım. Zamanında kayıp haberi tüm medyada ses getiren albay Onur Işık, kimseye görünmek ve tanınmak istemiyordu haklı olarak. "Göktürk komutana güvenebilirsin komutanım. Sırrımızı biliyor ve bizi tedavi bitene kadar saklayacaktır." Emir'in sözleriyle babam da tedirgin duruyordu. "Kimseye sırrınızı söylememeliydiniz. Şu an bir orduyla bizi almak için geliyor bile olabilir." Albayın sesiyle babamın telaşı daha da artmış gibiydi. Buraya son geldiğinde yaşadıklarını düşünürsek bu telaşını anlayabiliyordum. "Benim burada görünmem de sorun yaratacak Tuğra. Ben albayla mağarada sizin dönüşünüzü beklerim" Melek hemen yanımdan konuşurken Rob'un inlemesi sessizliği yardı. "Kimse birbirinden ayrılmayacak. Geride kimseyi bırakmayacağız. Tuğra ve Emir o askerlere güveniyorsa ben de güveniyorum. Rob'un tedavisi bitene kadar birlikte kalacağız. Eh," dedi hâlâ belinde asılı olan kılıcını tutarak. "Bir orduyla gelirse ben de sonuna kadar savaşmaya hazırım" Dougal'ın sözleri biterken yüzümde hafif bir tebessüm oluşmuştu ancak Rob'un karnına bastırdığım elime ulaşan ılık kanın vermiş olduğu hisle tebessümüm soldu. "Rob, dayan. Yarım saat dayan lütfen" Emir anlamış gibi hemen yanıma çömelip ellerini benim elimin üzerine bastırdı. Yaraya daha da baskı uygularken Rob yeniden inlemişti. Bileklerime kadar ulaşan kan tenimi kırmızıya boyamıştı. Çok kan kaybediyordu ve yarım saat hayatta kalması çok zordu. "Olabildiğince yaraya bastırın. Ne kadar az kanaması olursa dayanma süresi artar." Melek'in sesiyle ellerim titreye titreye tüm gücümle bastırmaya devam ettim. Arkadaşımın canı ellerimdeyken düşünmek çok zordu. Dougal ve diğerleri de Rob'u uyanık tutmak için konuşturmaya çalışıyorlardı. Geçen dakikaların ardından bir kulağım sürekli gökyüzündeydi. Helikopter sesini bekliyordum. Göktürk abi yarım saat dediyse bir dakika bile gecikmezdi. Onu tanıyordum yoksa asla zaman vermezdi. Hepimiz yerde yatan Rob'un başında yuvarlak oluşturmuştuk. Emir dolan gözlerini saklama gereği duymadan yaraya bastırmaya devam ediyordu. Sonradan sardığımız kumaşlar yüzünden etek uçlarımız dizlerimize kadar kısalmıştı. "Yakında tekrar görüşeceğiz aşkım" duyduğum sesle irkilerek kafamı kaldırdım. Dougal anında bedenini dikleştirip bizden birkaç metre ötede baygın yatan Nico'ya doğru dönmüştü ancak ani bir kırmızı ışık parlamasıyla Nico'nun etrafını ışık sardı ve geldiği hızla aynı ışık yok oldu. Bir saniye süren olayın ardından herkes büyüttüğü gözlerle az önce Nico'nun durduğu yere bakıyordu. "Siktir, o neydi öyle? Nereye kayboldu bu?" Dougal'ın bağırışıyla gözlerimi sıkıca yumdum. Lanet, lanet olsun! Bunu yapmış olamazdı! Şu an Nico'yla uğraşacak durumda değildim ama bunu yaptığına inanamıyordum. Kardeşimin kanı ve zayıf nabzı ellerimdeyken Nico'nun peşinden gidemezdik. "Üstad o mu yoksa?" Babamın fısıltısıyla kafamı iki yana salladım. Hayır, o üstad değildi ancak yanında taşı harekete geçirecek bir parça olmalıydı. "Tuğra neler oluyor?" Bu sefer herkes merakla bana bakıp bir cevap arıyordu. Sinirden dişlerimi sıktım ve kafamı tekrar beklentiyle gökyüzüne çevirdim. "O taşı sadece Üstad'ın dokunuşu harekete geçirebilir" dedim bulutlara bakarken. Ardından gözlerimi arkadaşlarıma çevirdim. "Bu zamanda başka bir Üstad daha olmalı. Onun kanını yanında taşıyorsa taşı kontrol edebilir." Herkesin gözleri büyümüştü. "İyi de seni bu zamanda üstad olarak yetiştirmedi mi bu adam?" Albay anlamayarak sorarken havada garip bir ses duydum. Bir helikopter sesi değildi. Uçağa benziyordu. Sesi benim gibi herkes duymuş ve aniden gökyüzüne bakmıştı. "Nico'nun sırları çok derin. Koruyucu olarak bu sırları asla kullanmaması gerek ancak Nico kurallara uymuyor. Bana anlattığı kötü kralın yaptıklarını yapmaya başladı bile." dedim tekrar gökyüzüne bakarak. Taşı hareket ettirse bile bu ikinci seferi olduğu için yanında üstad olmadan çok uzağa gidemezdi. Yakında geri dönmek zorunda kalacaktı ve ben Rob iyileşir iyileşmez onun peşinden gidip bu yaptığının hesabını soracaktım. Rob'a bir şey olursa ona en acı ölümü yaşatacaktım. "Geldiler," dedi Emir, sesinde mutlu bir tını vardı. Gök gürültüsü gibi ses çıkartan araç, hemen ilerideki düzlüğe bir helikopter gibi yaklaşıp park etti. Albay, şaşkınlıkla uçak tarzı araca bakarken, "12 yılda her şey bu kadar ilerledi mi?" diye fısıldadı. Ben de bu aracı ilk defa görüyordum ve onun gibi şaşkınlıkla izliyordum. Araç düz zemine sessiz bir şekilde iniş yaparken babam ağzı açık bakıyordu. Aracın kapısı açıldığında, üniforma içinde üç asker sıralı bir şekilde aşağıya indi. Hemen ardından Göktürk komutan kapıda gözüktü. Önce etrafa baktı, ardından dümdüz karşısına bakarak bizi gördü ve adımları kısa bir an duraksadı. Dönem kıyafetleri içinde bir grup insanı görmek herkeste böyle bir tepki yaratırdı. Göktürk komutanın gözleri bizleri taradıktan sonra adımları hızlandı. Uzun süredir görmediğim komutanımla göz göze geldik. O an, tüm dünya durmuş gibiydi. Yolu yarıladığında bakışlarını ben ve Emir'den ayırmadan yanındaki askerlere emir verdi. "Sizi tekrar görmek ne büyük bir mutluluk!" dedi, sesi içtenlikle doluydu. Hâlâ aramızda mesafe vardı. "Tuğra, Emir?" Kadir abinin sesiyle derin bir nefes aldım. Rob'un nabzı artık daha da yavaştı. Araçtan bir sedye ve doktor çantası çıkarıp koşar adımlarla bize yaklaşmışlardı. Dougal tüm bu olanları sessizce izliyordu ve gözlerini araçtan alamıyordu. Eh, ben de öyle... Askerler yanımıza geldiğinde doktor olduğunu anladığım tanımadığım bir asker yanıma çömeldi. Geriye çekilsem de elimi yaradan çekememiştim. "İzin verin bayan," diyen asker, çantasını açarak bir makas çıkardı ve Rob'un kana bulanmış gömleğini alttan kesmeye başladı. Emir de ben de Melek de Rob'un yanından kalkamamıştık ki. "Hoş geldiniz çocuklar," dedi Göktürk komutan. Çevrilen bakışlarım onun ve diğerlerinin mutlu yüzleriyle karşılaştı. Dudaklarım iki yana kıvrılırken ellerimi zor da olsa Rob'dan uzaklaştırdım. Melek kafasını öne eğmiş, doktora yardım ediyordu. Göktürk komutan, merakla etraftaki insanlara bakıyor, kim olduklarını anlamaya çalışıyordu. Yüzünde hafif bir tedirginlik belirdi. Dougal'ın büyük kılıcına uzun uzun baktı. Rob'a müdahale edilmeye başlanmıştı ama çok kan kaybetmişti. Endişeden dudağımı kanatmıştım. "Tuğra, onu kaybetmeyeceğiz, değil mi?" dedi Emir hemem yanımda Rob'u izlerken. "Hayır," dedim. "Kaybetmeyeceğiz. Derince yutkunarak doktorun hareketlerini izledim. O sırada Göktürk komutan etrafımızdaki askerlerle kısa bir talimat alışverişinde bulundu. Gözlerim, bir an için Göktürk komutanın yüzünde durdu; yüzündeki kararlılık, özlem ve sakinlik vardı. Doktor, Rob'un yarasına müdahale ederken diğer askerler de etrafta güvenliği sağlıyordu. Albay kafasını öne eğerek yüzünü gizlemeye çalışıyordu. Babam şaşkınca hâlâ uçağa bakarken Dougal elini omzuma koyarak Rob'u izliyordu. "Tuğra, Emir geri çekilin Hasan işini yapsın. Hasan, o adamı yaşat!" Dougal tüm bunlar olurken gergince birkaç adım gerimde durmuştu. Yusuf abinin de onun kılıcına uzun uzun baktığını yakaladım. Aynı anda Dougal da bakışlarını Yusuf abiye çevirince Yusuf abi bakışlarını kaçırmıştı. "Sivilin kan grubu ne?" Doktordan duyduğum sesle bakışlarım ona çevrildi. Dudağımı ısırırken cevap vermesi adına Melek'e bakmıştım. "Kan grubunu bilmiyoruz" Melek'in hızlı cevabıyla Göktürk komutanın bakışlarının ona düştüğünü fark ettim. Melek'in arkadan profiline bakarken gözlerini kısmıştı. "Sivili hızlı sevk etmeliyiz komutanım." Doktorun sesiyle Kadir abi sedyeyi yaklaştırdı. Emir ve babam da onlara yardım ederken ellerim iki yana düşmüştü. Rob kaldırılıp sedyeye yatırılırken derince inlediğinde ben de nefesimi tuttum. Herkes sedyeyi tutup uçağa doğru taşırken Dougal elini belime indirip ayakta durmayı sağladı. "Tuğra siz de hadi" ilerleyen Göktürk komutanın sesiyle bakışlarım Dougal'a döndü. Göz göze geldiğimizde onun kaçamak bakışlarla arkamızda kalan mağaraya baktığını görmüştüm. "Rob iyileşene kadar" dedi güven verircesine. Hemen yakınımızda bekleyen albay ve Melek'le de göz göze geldiğimde kafamı sallamış ve yürümeye başlamıştım. İkisi de askerdi ve şehit olarak biliniyorlardı. Yolda giderken Göktürk komutanla bu konuyu konuşmamız gerekiyordu. *** Mini uçak diyebileceğim taşıt dışından göründüğünden daha genişti. Kadir abi, Yusuf abi, Göktürk komutan dışında üç asker daha vardı ve biri kadındı. Askerlerden biri de doktordu ve uçağın arka tarafında Rob'un bedenine kablolar bağlamış yaşam fonksiyonlarına bakıyorlardı. "Onu merak etmeyin hastaneye yetişeceğiz" Göktürk komutanın sesiyle uçağın kapısı kapandı ve kalkışa hazırlandı. Dougal, uçağın koltuğuna sığmamıştı ve tam oturamamıştı. Bu yüzden ileri geri hareket ederek rahatsızlığını belli ediyordu. Uçak havalanırken beklediğim gibi Dougal irkilmemişti bile. Sanki uçağa binmek her hafta sonu yaptığı bir etkinlik gibi etrafa bakıyordu. Babam ise koltuğun kollarına sıkıca tutunmuş ve benimle göz göze gelmişti. Ben, Dougal ve Emir yan yana otururken karşımızda Göktürk komutan, Kadir abi ve ismini bilmediğim kadın asker vardı. Başındaki kaskıyla tehlikeli duran kadının bakışları kıyafetlerimizde geziyor ancak hiçbir yorum yapamıyordu. Koridorun diğer tarafında albay Melek ve babam oturuyordu. Melek, sürekli dudağını ısırıyor ve hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Diğer iki asker ve Yusuf abi de Rob'un yanındaydı ve makineden çıkan kalp atışı sesini duyup rahatlıyordum. Sessiz bakışmanın ardından ilk kim konuşacak diye beklerken uçak da artık havadaydı. Sessizliği Göktürk komutan bozdu. Sadece boğazını sertçe temizlemişti. Göz göze geldiğimizde yanında oturan kadın askere bakışımı görüp neden konuşmadığımı anladı. "Sude sen hastaya bak" Sude dediği kadın anında kafasını sallayıp kemerini çözdü ve ayağa kalkıp arka bölüme gittiğinde derin bir nefes aldım. Göktürk komutan kafasını yana çevirip babamların olduğu tarafa kısaca bakmış ardından kafasını çevirip Dougal'a bakmıştı. Bakışları Emir'den bana dönerken yüzünde sıcak bir tebessüm oluşmuştu. "Sizi tekrar gördüğüme sevindim çocuklar." "Biz de sizi gördüğümüze sevindik komutanım ama keşke daha iyi şartlar altında ziyarete gelseydik" dedim sesimdeki endişeyi bastıramadan. "Arkadaşınız iyi olacak" tek cümle cevabıyla Emir'le bakışlarımız birbirine dönmüştü. Göktürk komutanlar Rob'u unutmuş olmalıydı. Kadir abinin bakışları sürekli Dougal'ın üzerindeydi. Gözlerini hiç çekmeden açıkça onu izliyordu. Dougal hiç yabancılık çekiyor gibi durmuyordu. Kendini yine kontrol etmeyi başarıyordu. Babamdaki paniğin yüzde biri bile onda yoktu. Otoritesi ve duruşuyla uçakta olmak bile onda sırıtmamıştı. İlk İskoçya kralının uçağa bineceği kimin aklına gelirdi ki? "Melek Türkmen?" Göktürk komutanın sesi, oluşan sessizliği bölmüştü. Kafasını yan çevirip Melek'e bakarken herkesin bakışları da ona dönmüştü. Melek aniden kafasını kaldırıp bu anı bekliyormuş gibi elini alnına koydu ve tekmil verdi. Eh, bazı şeyler ne olursa olsun değişmiyordu. "Uzman çavuş majör Melek Türkmen, emredin komutanım" eski JÖH askeri Melek, oldukça değişmişti. İlk geldiği zamanlara göre biraz kilo almış ve kıyafetleri yüzünden de farklı bir kadın gibi dursa da Göktürk komutanım elbette onu tanıyacaktı. "Seni de gördüğüme sevindim Melek. Komutanın ve timin senin için hâlâ yas tutuyor" Göktürk komutanın bu serzenişiyle Melek derince yutkunmuştu. Kafasını öne eğerek bakışlardan kaçmaya çalışmıştı. O, hiç gelmek istememişti. Şu an bile burada olduğu için oldukça rahatsızdı ancak içindeki heyecanı da görebiliyordum. Melek'in cevap vermemesi üzerine Göktürk komutan da fazla üstelemek istememiş olacak ki bakışları bu sefer albaya döndü. Albay da bunu anlamış gibi sert bakışlarını Göktürk komutana dikmişti. "Sizi bir yerden tanıyor muyum?" Soru üzerine albay benimle göz göze gelmişti. Gözlerimi kapatıp açarak onay verirken onlara güvenebileceğimizi tekrar belli etmiştim. Albay tekrar Göktürk komutana dönerken uzun bir nefes çekmiş ve ardından söze başlamıştı. "Albay Onur Işık evlat," bu tek cümleyle Rob'un monitörden gelen yaşam fonksiyonları dışında başka ses çıkmamıştı. Karşımdaki eski timim, kafasını yan çevirmiş şaşkınca albaya bakıyordu. Kadir abi sorarcasına ve büyüttüğü gözleriyle bana dönerken kafamı aşağı yukarı sallamıştım. Göktürk komutan hiç tepki vermemiş, sadece albaya bakıyordu. Sonunda kalkık kaşlarını indirip kemerini çözdü ve yavaşça ayaklandı. Bu sırada Dougal'ın eli belindeki kılıca gitmişti. Bunu refleksle yaptığını biliyordum. "Binbaşı Göktürk Timur. Sizi tekrar gördüğüme sevindim komutanım" albayın gözlerinin dolduğunu bakmasam bile biliyordum. İskoçya'da ne kadar sert, otoriter bir lider olsa da her şeyi çok özlediğini biliyordum. Ben ilk geldiğim ve tanıştığımız zamanlar üniformamı yeniden görmek istemişti ve yıldızlarımı öpmüştü. "Ben de tekrar burada olduğuma sevindim asker. Ancak bizim burada olduğumuzu kimse bilmeli" albayın sert sesiyle Göktürk abi bakışlarını bana çevirdi. Ardından kafasını sallayıp koltuğuna tekrar otururken göğsünde sabitlenmiş silahının kayışını düzeltti. "Endişeniz olmasın. Uçak direkt hastaneye iniş yapacak. Sizi de evlerden birine yerleştirim." Göktürk komutanın bakışları Dougal'a kaymıştı. Dougal da ona aynı şekilde karşılık verirken ikisi bakışmaya başlamıştı. Kadir abi de Dougal'ın büyük kılıcına, oradan geniş baldırlarına ve büyük vücuduna bakıp duruyordu hâlâ. Oldukça tehlikeli durduğu için dikkat çekiyordu. Ayrıca Dougal, bu zamana göre gerçekten çok iriydi. Kılıcını bile ortalama bir erkek iki eliyle zor taşırdı. Göktürk komutan ve Dougal bakışmaya devam ederken aralarında bir güç savaşı varmış gibiydi. Merakla bakışlarını ilk kim çekecek diye beklerken herkes onlara bakıyordu. Geçen saniyelerin ardından Göktürk komutan bakışlarını kaçırıp yine yan tarafa dönmüştü. Dougal bir süre daha ona bakmaya devam edip o da bakışlarını bana çevirmişti. O esnada açılan perdeden Yusuf abi de yanımıza gelmişti. "Peki siz?" Göktürk komutan albaylardan tarafa baktığında onun babama baktığını anladım. Babam, camdan dışarıya bakmayı bırakıp bizim olduğumuz yöne dönmüştü. O konuşmadan ben araya girdim. "Komutanım o benim babam" sesim uçakta yankılanırken Kadir abi bir küfür savurmuş, Yusuf abinin yürüyen adımları durmuştu. Emir, az önce Rob'a bakmak için gitmiş ve tam bu an Yusuf abinin peşinden geri dönmüştü. Yusuf abinin omzunu tutup onu ilerletmeye zorlarken tek kaşını kaldırmıştı. Yüz hatları daha rahat durduğu için Rob'un durumunun kötü olmadığını anlayıp rahatlamıştım. Emir, Dougal'ın yanına otururken tek kaşını kaldırmaya devam edip eski timimin şaşkın suratına bakarak dudağının kenarını kıvırmıştı. "Ne demek babam?" Tepki Yusuf abiden gelmişti. Az önce kalkan Sude'nin yerine otururken sormuştu bunu. "Uzun hikaye" dediğimde idrak edememiş gibilerdi. "Orada göze batmamak için baban olarak mı tanıtıldın?" Göktürk abinin mantıklı ancak yanlış sorusuyla kafamı iki yana salladım ve albaya baktım. "Göze batmamak için albay beni kızı olarak tanıttı ve vasisi ilan etti. Ancak şehzade Ali benim öz babam" bu sefer eski timimdeki tüm kafalar hızla bana dönmüştü, senkronize halinde. "Şehzade Ali derken?" Yusuf abinin yüksek desibeliyle Emir öne eğilip dirseklerini dizlerine yaslamıştı. "Ohoo anlatacak çok şey var millet. Bu askerler time bizim yerimize mi geldi?" Emir konuyu değiştirerek merak ettiği soruyu sordu. Göktürk komutan arkasına yaslanırken Emir'e bakmıştı mahçup bir şekilde. "Sizin askerlik pasif hale geldikten ve gittikten sonra çok şey değişti. Tuğra'nın babası sizin yurt dışına çıktığımız söyledi herkese. Basın sizi merak etse de bir haber alamadığı için unutuldunuz. İki ay önce albay Hamdi bana sizi sordu. Tekrar eğitime girmek şartıyla askeriyeye gelebileceğinizi söyledi ancak aktif görevleriniz senede bir olmak kaydıyla dönebileceğinizi söyledi. Size ulaşamadığımı söyledim ve geçiştirdim. Zaman aşımına uğrayınca Pençe timine üç asker atandı." Emir yutkunurken kafasını aşağı yukarıya sallamıştı. Kadir abi hâlâ babama bakıyordu. "Şehzade derken lakap gibi mi? Türk müsünüz?" Kadir abi dayanamayarak az önceki konuyu tekrar açmıştı. Babam küçük pencereden kafasını tekrar çevirip ona soru sorulduğu için bizden tarafa döndü. "Evet Türk'üm" dedi. "Padişah Kürşad'ın büyük oğluyum. Padişah 2. Mustafa'nın ise ağabeyi." Derin sessizlik. "Buraya bir şehzade ile mi geldiniz? Allah aşkına siz orada padişahlarla çay mı içiyorsunuz? Gerçi siz delilerden her şeyi beklerim!" Yusuf abinin isyanıyla Emir gülmeye başlamıştı. "Takıldığın yer burası mı kardeşim? Babam diyor duymuyor musun? Tuğra şehzadenin öz kızı." Emir alayla karışık konuşurken Göktürk abi yüzünde ilk defa gördüğüm bir ifadeyle bana bakmıştı. Kadir abi öksürmeye başlamıştı. "Ayrıca," dedi babam ve direkt tüm ilgiyi üzerine çekti. "Kızım buraya sadece şehzade ile değil bir kralla da geldi" babam da az değildi. Konuyu kendinden uzaklaştırmak için topu Dougal'a atmıştı. Şaşkın bakışlar bu defa da bana dönerken Dougal kolunu omzuma atmış ve oldukça rahat duruyordu. Şimdiye kadar ağzını hiç açmamıştı, tek kelime etmemişti. Kekelememeye özen göstererek eski dostlarıma baktım. Rob'un kalp atışları hâlâ düzenli bir şekilde kulağıma ulaşırken kafamı Dougal'ın omzuna yasladım. "Tanıştırayım, kocam Dougal" Dougal ismini zaten biliyorlardı. Buraya geldiğim zaman az araştırmamıştım ve eski timim de ismine aşinaylardı. Kral olduğunu da biliyorlardı. Evlenmem sürpriz olmuştu. "Dougal Mclenan!" Göktürk abi onaylarcasına fısıldarken bile sesindeki şaşkınlık yansıyordu. "Evlendin mi?" Dedi inanamayan bakışlarla bana dönerken. Tebessüm ederek kafamı salladım. Göktürk komutan tekrar Dougal'a dönmüştü. "İniş izni verildi komutanım" hoparlörden duyulan sesle Dougal birini arar gibi etrafa bakmıştı. Aynı hareketi babam da yapmıştı. Göktürk komutan kulaklığının tuşuna basarak pilota cevap verdiğinde uçak inişe geçti. Aslında bu tam bir uçak değildi. Helikopter ile mini uçak arasında değişik bir araçtı ve içü daha da genişti. Her yer askeri teçhizatla doluydu. Hızına da bakılırsa teknoloji oldukça ilerlemiş olmalıydı. Meraklı bakışlarımı anlayan Kadir abi, "bunun adı Serçe. Biz üretiyoruz. Şu an sadece askeriye kullanıyor," diyerek kısa bir açıklama yapmıştı. Uçak yavaş yavaş aşağı süzülürken Dougal'ın omuzlarının ilk defa gerildiğini fark ettim. İniş tamamlandığında ise ok gibi yerimden fırladım. Uçak tamamen durduğunda pencereye kafamı bir anlık çevirdim. Yere inmemiştik, bir binanın çatısında gibiydik. Kapı açılırken Rob'un yanına ilerledik ve sedyeyi hareket ettirmeye çalıştık. "Geldik Rob iyileşeceksin" diye fısıldadım ancak baygın olduğu için beni duyamadı. Sedyenin tekerlekleri hareket ettirilirken açılan kapıdan içeriye doktor önlüklü bir grup girmişti. Sedyeyle uçaktan indiğimizde asker Hasan doktorlara Rob ile ilgili bilgiler veriyordu. Eh verilecek pek bir bilgisi olmadığı için sadece basit şeyler söylüyordu. Doktor, arkasında asistanları olduğunu düşündüğüm gruba bağırarak acil kan grubunun öğrenilmesini ve üç ünite kanla hazır bir şekilde ameliyathaneye gidilmesini söylemişti. Herkes sedyeyi ilerletirken Göktürk komutan elini omzuma koyup beni durdurdu. "Arkadaşın iyi olacak endişelenme" dedi ve Dougal'a kısa bir bakış atarak arkasını döndü. "Sude, Efe. En yakın mağazaya gidip onlara uygun kıyafetler bulun. Hastanenin önüne asker gelsin ve içeriye basın girmesi engellensin. Gideceğimiz kat da boşaltınsın" Efe dediği asker anında "emredersiniz" diyerek hareketlense de Sude yerinden kıpırdamamıştı. "Asker!" Göktürk komutan uyarır gibi konuşurken Sude bana ve Dougal'a kısa bir bakış atmıştı. Ardından, "Hamdi albaya haber vermeyecek misiniz komutanım?" Diye sordu. Göktürk komutan soğuk tavrını bozmadan devam etti. "Ne zamandır emirlerimi sorgular oldun asker! Hamdi albayın izinde ve karargahın sorumluluğunun da bende olduğunu bilmiyor musun?" Sude anında omuzlarını dikleştirmişti. "Emredersiniz komutanım" dedi ve hızla yanımızdan uzaklaştı. "Başını belaya sokmak istememiştim komutanım" dedim az önce Rob'u götürdükleri kapıya doğru bakarak. Emir ve diğerleri çoktan peşinden gitmişlerdi. "Burada olduğunuz için mutluyum Tuğra sen bizi dert etme," bakışları tekrar Dougal'a dönmüştü. Dougal da ona bakarken kafasını bir kere eğmiş ve belimdeki kolunu sıkılaştırmıştı. Başka bir şey konuşmadan açık kapıdan içeriye girdik. *** Rob ameliyata gireli bir saat olmuştu. On dakika önce de doktorlar dışarı çıkmıştı. Göktürk komutan hastanenin en üst katındaki ameliyathaneyi ayarlatmış, katı da bizim için boşalttırmıştı. Hakkari'de bu özel hastane yeni açılmış olmalıydı ve sahibini de tanıması bizim için iyi olmuştu. En azından yalnız olduğumuz için insanların kıyafetlerimize bakışlarından kurtulmuştuk. Ancak bu durum doktorlar ve hemşireler için geçerli değildi elbette. Özellikle katta bekleyen eski timimin varlığı da kafalarında soru işareti oluşturuyor olmalıydı. Bir de kılıçlar hâlâ üzerimizdeydi. Dougal hastanenin her köşesini uzun uzun incelemişti. Açılan otomatik kapılara bakarken kaşlarını kaldırıp indiriyordu. Babam bir ara eğilip koltuğu koklamıştı. Evet bunu gerçekten yapmıştı ve yaparken kumaşının yapısını merak etmişti sanırım. Kadir abi gülmemek için kendini sıkarken Emir'le göz göze gelmişti eski günlerdeki gibi. Fakat Emir öncekiler gibi ona katılıp gülmeyince bozulmuştu. Bu, Göktürk komutanın da gözünden kaçmamıştı ve Emir'e "büyümüşsün" diyerek takılmıştı. Emir hâlâ eskisi gibi şen şakrak olsa da son yaşadıklarımızdan oldukça etkilenmişti ve sadece tebessüm ederek geçiştirmişti. "Biraz uyu aşkım" Dougal kafamı omuzuna yaslarken fısıldamıştı. O sırada koridordan geçen sarışın hemşirenin yoğun bakışlarını üzerimizde hissetmiştim. "Uyumayacağım. Rob kendine gelsin de öyle" dedim karşılık olarak. "Rob güçlüdür uyanacak." "Ya ona bir şey olsaydı Dougal? Zamanında yetişemeseydik?" Dougal'ın göğsüne sinerken fısıldıyordum. Kafasını eğmiş bana bakıyordu. "Bunları düşünme sevgilim. Kapat gözlerini biraz" kokusunu içime çekerken koridorun kapısı açılıp Sude ve Efe elinde poşetlerle içeriye girdi. Hızlı adımlarla yürürken daha öncede yaptığı gibi bize sırayla uzun uzun bakmıştı. Poşetleri Göktürk komutana uzatırken "bedenleri bilmediğimiz için kafamıza göre aldık. Şu arkadaşa en büyük bedeni aldım" dedi kafasıyla Dougal'ı işaret ederken. Göktürk komutan ona cevap bile vermeden poşetlerle ayağa kalktı. "Tuğra," dedi ayağa kalktığı zaman. Dougal'ın kollarından ayrılıp ayağa kalktığımda komutanım bize doğru yürümüştü. "Şu odalar müsait. Şimdilik idare edin. Buradan çıkınca ben bir şeyler ayarlayacağım." "Teşekkürler komutanım ama gerek yok. Rob kendine geldiği an geri döneceğiz zaten" Göktürk komutanın kaşları bu cümlemle havaya kalkmıştı. Ay taşı hâlâ Dougal'ın cebindeydi ve ara ara yoklayıp varlığından emin oluyordu. "Tutulma olması gerekmiyor muydu?" dedi sesini alçaltarak ancak diğer askerler de onu duymuştu fakat neyden bahsettiğini anlamamışlardı. Büyük ihtimal aramızda şifreli konuştuğumuzu düşünüyorlardı ancak biz tamamen açıkça konuşuyorduk. "Öyle ama uzun hikaye," dedim ve poşetleri elinden aldım. "Uzun hikayeler hiç bitmiyor desene!" dedi imalı ses tonuyla. Evet, gittiğimiz için kırgındı, ne kadar saklamaya çalışsa da... Emir ayağa kalkıp yanıma geldi ve poşetlerin bir kısmını elimden alırken içlerine de bakmaya başlamıştı. Ardından kafasını kaldırıp Dougal'a baktı hadi dercesine. Dougal, bıkkın bir nefes vererek ayağa kalkarken büyük kılıcı koltuğun demirine çarpmıştı. Çıkan sesle tüm gözler ona dönerken tüm askerler yerinde dikleşmişti. Sude, Hasan ve Efe'nin bakışları Dougal'ın kılıcından ve ağır hareketlerinden ayrılmıyordu ve Göktürk komutandan korkularına bir şey soramıyorlardı. Dougal tamamen bir kitaptan çıkmış gibi duruyordu. Albay ve babam da ayaklanırken erkekler odalara dağılmışlardı. Katta tam üç tane dinlenme odası vardı. Birini Melek ve benim için boş bırakmışlardı ki Melek'le aynı anda oraya doğru adımlamaya başladığımızda Sude'nin sesini duydum. "Ben sizi bir yerden tanıyor olabilir miyim?" Melek'le aynı anda durup arkamızı döndüğümüzde Sude'nin bakışları ikimiz arasında gidip geliyordu. Sağ olsunlar basın sayesinde beni elbette tanıyordu ancak Melek'i sanmıyordum. "Eskiden Pençe timindeydi" dedi Kadir abi onun sorusuna yanıt olarak ancak Sude, Melek'e gözlerini kısarak bakıyordu. Ardından bakışları bana dönerken devam etti. "Seni zaten tanıdım. Geçen aylarda tüm ülkede popüler oldunuz Emir'le. Meşhur Cem Duman'ın kızı Tuğra Duman. Ancak ben seni de bir yerden tanıyor olabilirim" Melek tedirgince ayakta beklerken bakışları Göktürk komutana dönmüştü. "Ben sivilim tanımanız mümkün değil" dedi Melek net bir sesle. Ancak Sude'nin gözleri şimdi daha da kısılmıştı. "Bu kadar yeter, Sude size soru sormamanızı söylemiştim değil mi? Bunu çok net emrettiğimi iyi hatırlıyorum!" Göktürk komutan araya girerken derin bir nefes almıştım. Albay veya Melek'i tanıması işlerimizi oldukça sıkıntıya sokardı. Albay son görüldüğü zamana göre oldukça yaşlandığı için tanıdık gelse de kimliğinin belli olması çok zordu. "Üzgünüm komutanım benzettim sanırım" dedi Sude sesindeki inançsızlığı saklamayarak. Melek kafasını bir kere sallayarak arkasını dönmüş ve beni beklemeden odaya girmişti. *** "Ewan çıldırmıştır!" Sude eşofman takımı almayı tercih etmişti ve bundan oldukça memnun kalmıştım. Pantolon alarak bedenimizi tutturması mümkün değildi çünkü kabarık elbisenin altında bedenimizi anlaması imkansızdı. "Kısa sürede döneceğiz. Dougal'ın yokluğunda klanı idare etmekle uğraşacak, vekili o biliyorsun" dedim ama benim de içim hiç rahat değildi. Üstadın ben olduğumu bilmiyordu ve bizim ortadan kaybolmamızla Üstad arasında bağ kuracak olmasıydı. Büyük ihtimal şu an orduyu hazırlamış bizi aramaya çıkmıştı. Sadrazam Bozoklu ve sakallının da klanda olması işleri yokuşa sürüyordu. "Ne hissediyorsun? Yani tekrar burada olmak bana çok farklı geliyor. Ait olduğum yerde hissetmiyorum kendimi. Her şey çok yabancı." Melek dalgınca tişörtünü giyerken uzun uzun üzerine baktım. Melek'i ilk defa normal kıyafetler içinde görüyordum. Gerçekten şimdi çok farklı görünüyordu. "Düşündüğüm tek şey Rob'un sağlığı Melek. Nerede olduğum önemli değil, sevdiklerimin nerede olduğu önemli." Dedim saçlarımı düzgünce toplamaya başlayarak. Melek, iç geçirip yatağın üzerine oturdu ve elini çarşafta gezdirdi. "Nico'nun olayı ne?" dedi odayı incelerken. "Sağ salim klana döndükten sonra onunla ilgileneceğim. Eve geçince her şeyi baştan anlatacağım size. Aslında buraya gelmemiz bir bakıma da iyi oldu. İstihbarat toplayabilirim." Melek'in bakışları bana dönmüştü. "Başka bir Üstad nasıl olabilir ki?" Sorulacak çok fazla soru vardı ama benim buna da bir cevabım vardı. "Ben geçmişe geldiğimde tarihi epey değiştirdim biliyorsun. Dougal'ın en başta o isyanda ölmesi gerekiyordu ama benim sayemde ölmedi, üstüne isyanı kazanıp krallığını ilan etti. Zamanın akışı saptı ve başka bir olasılık doğdu. Bu zaman sapması yüzünden 2000'li yıllarda yeni bir insana Üstad ruhu işlenmiş olmalı." Melek oldukça düşünceli olmuştu sözlerimle. Nico'nun bundaki amacını anlamaya çalışıyordu elbette. Bu bilgi de Nico'ya soracağım kısımdı. Oluşan sessizlik, kapının sesiyle kesildi. Kapımız tıklatılırken ikimiz de giyindiğimiz için ilerleyip kapıyı açtım. Karşımda gördüğüm manzaraya inanamayarak bakakaldım ve dudaklarımı ısırdım yoksa kahkaha atacaktım. Dougal'ın yüzünde oldukça sinirli bir ifade vardı ve burnundan sert nefesler alıp vererek yüzüme bakıyordu. Arkasında ise Emir'in kahkahası yükseliyordu. "Dougal?" Melek oturduğu yataktan zıplayarak inerken Emir gibi kahkaha patlatıvermişti çünkü Dougal, açık mavi bir eşofman takımı giyiyordu. Kenarları beyaz çizgili takımın öndeki fermuarını boğazına kadar çekmişti. Uzun saçları omuzlarından dökülürken gözleri alev alevdi. Kılıcını kınıyla birlikte sol elinde tutarken diğer eli yumruk olmuştu. Sude ona açık mavi bir eşofman takımı almıştı. Bedenine kalıp gibi yapışmış açık mavi bir takım... "Bu kızı çok sevdim!" Emir kahkaha atarken konuşurken Sude denen askerden bahsediyordu. "Sakın güleyim deme Tuğra?" dedi işaret parmağını havaya kaldırırken. Yanak içlerimi ısırıp bakışlarımı kaçırdım. "Bunu giymek zorunda mıyım gerçekten? Kendimi maskot gibi hissediyorum" dişlerini sıkarak konuşurken ben de dişlerimi sıkıyordum ancak gülmemek için. Yine de hakkını vermeliyim adam bu mavi takımın içinde bile göz kamaştırıcı duruyordu. Sadece bize oldukça tuhaf geldiği için yadırgamıştık. "Seninle alay ettiğim her gün için özür dilerim, yeşil kilt" Emir ellerini iki yana açıp tavana bakarak konuşurken tekrar kahkaha atmıştı. Albay da bıyık altından gülüyordu. Onun, Emir'in ve babamın eşofmanları siyahtı. Sude bunu kesinlikle bilerek yapmıştı. "Şimdilik idare et ben sana yeni bir şeyler bulacağım" dedim Dougal'a bakarak. Bu sözlerimle gözleri daha da kararırken sertçe hâlâ gülen Emir'e dönmüştü. "İyi olur yoksa Emir'in katili olacağım!" dedi ve albayın ağzını kapatarak güldüğünü yakaladı. Başını yana yatırıp keskin gözlerini albaya dikerken, "ve Kurt. klanı. reisinin..." dedi tek tek heceleyerek hırıltıyla çıkan sesiyle. Albay anında arkasını dönerek Dougal'a bakmamaya çalışmıştı çünkü ona bakarsa kendini tutamayacak gibiydi. Melek de yanımdaki lavaboya yönelmiş suratına su çarparak kendine gelmeye çalışıyordu. "Dougal bu normal bir kıyafet. Siyah rengini bedenine göre bulamadığı için mavi almışlardır. Dışarı çıktığımızda sen de anlayacaksın." Dedim onu teselli edercesine. "Dışarı çıkmak mı, hiç sanmıyorum!" dediğinde Emir'in gözlerindeki hince parıltıyı yakaladım. ♥️
|
0% |