@ebrumelek
|
Göktürk komutanın tahsis ettiği odada Dougal ile kısa bir süre dinlendikten sonra kapı tekrar çalındı. Kapıyı açtığımda Göktürk komutanın ciddi bakışlarıyla karşılaştım. "Tuğra, biraz konuşabilir miyiz?" diye sordu. Omzumun üzerinden arkamı döndüğümde yatakta uzanan Dougal'la göz göze geldim. Dougal, başıyla onaylayınca tekrar önüme dönüp komutanıma baktım ve odadan dışarıya çıktım. Yarım saat kadar önce Rob'un ameliyatını yapan doktorlar ameliyattan çıkmış ve Rob hakkında bilgi vermişlerdi. Rob'un durumunun şu an stabil, ama ciddi bir kan kaybı yaşadığını söylediklerinde korkuyla onları dinlemiştim. Acil olarak üç ünite kan verdik ve ameliyatı başarıyla tamamladık dediklerinde ilk işim kan grubunu öğrenmek olmuştu. Rob'un kan grubu 0 negatifti, bunu aklımın önemli odasına yazdım. Bir de önümüzdeki 24 saatin kritik olduğunu ve onu yoğun bakımda gözlem altında tutacaklarını söyleyerek yanımızdan ayrılmıştı doktorlar. Birazdan onu görmeye girecektim. Koridorda yürürken, Göktürk komutanın arkasında sessizce ilerledim. Konuşmak için uygun bir yer bulduğunda durdu ve bana döndü. Koridorlarda eski Pençe timimin yeni askerleri nöbet tutuyorlardı. Sude, Hasan ve Efe bizi görünce yerlerinde dikleşmişlerdi yine de gözleri açık bir şekilde beklemeye devam ediyorlardı. Yeni üyeler oldukça dsiplinliydi ve gerekmedikçe konuşmuyorlardı. Sohbet genelde Yusuf abi, Kadir abi ve Emir arasında dönüyordu. "Babana haber vermeyi düşünüyor musun?" Göktürk komutanın doğrudan sesi ile bakışlarım anında ona döndü. Gözlerimin içine bakarak hemen cevap bekliyordu. Bu soru beni hazırlıksız yakalamıştı. "Babamla çok sık konuşuyor musunuz?" Diye sordum tebessüm ederek ben de. Göktürk komutan cevap vermek yerine aceleci bir hımm sesi çıkardı ve kollarını göğsünde kavuşturarak az önceki sorusuna cevap vermemi beklediğini belli eden bir bakış attı. "Şu an onlarla iletişime geçmek istemiyorum. Durum yeterince karmaşık" dedim. Aslında ailemle Dougal'ı ve gerçek babamı tanıştırmayı çok istesem de Rob Hakkari'de bu hastanede yatarken onu bırakıp İstanbul'a gidemezdim. Arasam babamlar işini gücünü bırakıp buraya gelirdi biliyorum ancak onlara daha fazla yük olmak ve düzenlerini bozmak da istemiyordum. Birde tekrar ayrılmak zor geliyordu. Göktürk komutanın yüzünde anlayışlı, hafif bir tebessüm belirdi. "Anlıyorum, ama babanların burada olduğundan haberdar olması gerekli bence. Seni çok özlediler Tuğra." Keskin sesiyle başımı eğdim ve düşündüm. Ben de onları çok özlemiştim. Öz babamla da tanıştırmayı gerçekten çok isterdim ama şu an çok zordu. Onlarla görüşürsek magazin tarafında çok dikkat çekerdik. Annemin her adımı sayfa sayfa haber yapılırdı. Giydiği kıyafetler, renkler bile yılın modasına yön verirdi. Kızlarını yani beni de herkes yurt dışında sanıyordu. Şimdi ortaya çıkarsam Hamdi albay da benimle görüşmek isteyebilirdi. Ortalığı karıştırmak istemiyordum. Ancak, Göktürk komutanın sözlerinde doğruluk payı da vardı. "Ailemin durumu daha karmaşık hale getireceğinden korkuyorum," dedim sessizce, tüm düşüncelerimi kafamda yerli yerine koyarken. "Tuğra," dedi Göktürk komutan, elini omzuma koyarak. "Onlar seni önemsiyor. Seni korumak için elinden geleni yapacaklardır. Gizliliği ben sağlarım. Onlarla iletişime geçmezsen, bu fırsatı kaybedebilirsin." Derin bir nefes aldım ve komutanın gözlerine baktım. "Tamam," dedim sonunda. "Bunu düşüneceğim komutanım." Göktürk komutan başını sallayarak hâlâ omzumda olan elini sıktı. "Düşün bakalım Tuğra komutan." Gözlerimi büyüterek Göktürk komutana baktım. "Tuğra komutan mı?" dedim hafif tebessüm ederek alıngan bir yüzle gözlerine bakarken. Şu an resmi bir görüşmede değildik. "Göktürk komutan mı?" dedi beni taklit ederek. Sorusuyla dudaklarım iki yana kıvrıldı. "Uzun zamandır uzağım Göktürk abi" dedim, 'abi' derken daha geniş gülümseyerek. Omzumdaki elini çekerek tekrar göğsünde kavuşturdu ve iç çekti. "Onlar," dedi arkasında kalan yeni askerlerini işaret ederek. "İyiler, disiplinliler ve aslan gibiler. Ama sizi çok özledim çocuklar. Keşke hiç gitmeseydiniz. Keşke sana Abdi'nin peşinden mağaraya git emrini hiç vermeseydim diye sürekli düşünüyorum. Tüm bunları ben başlattım ve kendimi sorumlu hissediyorum." Bu defa da tek elimi ben Göktürk komutanın omzuna koydum ve gülümseyerek cevap verdim. "Böyle düşünme abi. İyi ki bana o emri verdin. Bunun için minnet ediyorum. Ben bu sayede hayatımın aşkını buldum, Ailemi buldum. Öz ailemi..." "Ha o konu! Nedir bu aile meselesinin aslı Tuğra?" Göktürk komutan hiç beklemeden sormuştu. "Anlattığımız gibi. Ailem sarayda bir iftiraya uğramış. İdam cezası almışlar ve İskoçya'ya kadar kaçmışlar. Mağaradan geçip İstanbul'a gelmişler. Geleceğe geldiklerini bile anlamamışlar, babam farklı bir dünya sanmış." Dedim omuzlarımı kaldırıp indirirken. "Kaçtıkları askerlerden biri de onların peşinden buraya gelince beni yetimhaneye bırakıp izlerini kaybettirmeye çalışmışlar ancak beni alamadan geri dönmüşler. Biliyorsun Cem babamlar beni evlat edindi. Ben orada kolyem sayesinde onları buldum çünkü kolyenin arkasındaki desen babamın şahsi imzası." "Bu gerçekten sıradışı bir hikaye Tuğra. Senin o zamanda doğduğuna hâlâ inanamıyorum. Kader seni bir şekilde ailene geri döndürdü demek ki. Ayrıca saray halkından olmana bizimkiler hâlâ inanamıyor ve sürekli bunu konuşuyorlar." Son cümlede kaşlarını şaşkınca havaya kaldırmıştı. "Buna ben de hâlâ şaşkınım fakat benim açımdan değişen bir durum yok. Babam taht hakkını reddediyor. Aldığı iftiranın asılsız olduğunu da kanıtladı yıllar sonra. Bundan sonra neler olacak ben de bilmiyorum." Dedim ellerimi eşofmanın fermuarlı cebine koyarken. İşte en çok bunu özlemiştim, cebime ellerimi sokmayı. İskoçya'da giydiğim elbiselerle bu mümkün olmuyordu. Göktürk abi elini kendi cebine uzattı. Telefonunu çıkartırken bakışları bendeydi. "Al abicim" dedi telefonu uzatarak. "Babanla görüşmek istersen arayabilirsin." Uzattığı telefona önce tereddütle baktım ancak ısrarla havada tutmasıyla alıp kendi cebime koydum. Tekrar Göktürk komutana bakarken hafif tebessüm etmiştim. "Çavuş Melek ve albay Onur'da oraya geri dönmek istiyorlar sanırım?" Kafamı olumlu anlamında sallarken ellerimi tekrar cebime koyarak etrafıma baktım. "Evet bizimle dönecekler," dedim kesin bir dille. Göktürk komutan kafasını sallarken bir adım geri attı. "Onları ara Tuğra," son cümlesini cebime bakarak telefonu kastedip söyleyerek bana arkasını döndü ve yürümeye başladı. Arkasından bakarken cebimdeki telefonun ağırlığını hissediyordum. Koridorda duran askerlerine kafasını hafif eğerek yanlarından geçti ve asansörün düğmesine basıp bekledi. Ardından birkaç saniye daha bekleyip az önce çıktığım odaya doğru yürüdüm. *** Steril önlükleri hemşirenin yardımıyla giyerken içimdeki endişeyi bastırmaya çalışıyordum. Derin bir nefes alıp kapıyı açtım ve Rob'un kaldığı yoğun bakım odasına girdim. Oda, antiseptik kokusuyla doluydu ve sessizliği bozan tek şey, Rob'un bağlı olduğu cihazların çıkardığı hafif bip sesleriydi. Rob, yatakta hareketsiz yatıyordu. Vücudu kablolarla çevriliydi, göz kapakları kapalıydı ve uzun kirpikleri yanaklarına değiyordu. Göğsü yavaşça inip kalkıyor, hayatta olduğunun tek işareti buydu. Bandajlarla kaplı kesiğin olduğu yerde, çıplak kalan cildinde eski kılıç ve bıçak yaralarının izleri belliydi. "Rob," diye fısıldadım, yatağının yanı başına yaklaşırken. Elimi serum takılı koluna hafifçe dokunup parmaklarına doğru kaydırdım. Onun sıcaklığı, zayıf fakat çok şükür ki hala oradaydı. "Bundan daha beter yaraların üstesinden geldin sen." Sessizce oturup onunla konuşmaya başladım, zihnimde anılar canlanıyordu. Rob her zaman güçlüydü, her zaman bir savaşçıydı. Onu bu haliyle görmek beni mahvediyordu. "Hatırlıyor musun? Önceki seferde kötü yaralandığında gözünden tek bir damla yaş bile akmamıştı. Sen inadına hayata tutundun. 'Birlikteysek yenilmeziz,' demiştin." dedim hafif tebessüm ederken gözümden yaş akmaya başladı. Tuttuğum elini hafifçe sıktım. "Ateşler içinde yanıyordun, yaran mikrop kapmıştı. O halde bile benimle Connor'un kalesinden kaçtın Rob. Direndin. Sen her zaman cesurdun. Her zaman güçlü. Bu yaranın seni yenmesine izin vermeyeceğini biliyorum. Küçüklüğünden beri kimsenin dayanamayacağı acılara dayandın. Senin içinde bir savaşçı ruhu var, kardeşim. Şimdi de o ruhu ortaya çıkarma zamanı." Islak yanaklarımı omzuma silerken burnumu çektim. "Rob. Seninle geçirdiğimiz her anı, her savaşı bizzat yaşadım. Ve biliyorum ki, sen bu savaşı da kazanacaksın. Hepimiz sana inanıyoruz. Uyan ve bize geri dön. Birlikte yine yenilmez olacağız. Bu savaşı da birlikte kazanacağız, Rob. Gözlerini açmanı bekliyorum. Daha yapacak çok işimiz var. Sana ihtiyacımız var. Sensiz olmaz lütfen, dayan." Kapının tıklatılmasıyla birbiri ardına akan yaşlarımı tekrar omzuma sildim ve tuttuğum elini bırakmadım. Sürem dolmuştu ve Emir'dr içeriye girmek istiyordu. Tüm vakti ben alamazdım çünkü yoğun bakımda görüş süresi vardı. Yavaşça ayağa kalkarken Rob'un temiz kalbinin yansıttığı yüzüne bakıp tebessüm ettim. Gözyaşlarımdan biri dudağıma akarken dilimle tuzunu hissettim. "Sana inanıyorum can dostum. Seni seviyorum." Elini hafifçe sıkıp arkamı döndüm ve kapıya yürüdüm. Kapıdan çıkarken hâlâ Rob'a bakıyordum. *** Hastanede geçen ikinci günümüzdü. Zihnim uykudan uyandı ancak gözlerim hâlâ kapalıydı. Bedenim yorgun düştüğü için yatakta birkaç dakika daha uzanmaya karar verirken belimde hissettiğim sıcak kolla dudaklarımda tebessüm belirdi ve aniden bu tebessüm kayboldu. Çünkü yanımda yatan kocamın kolu değildi. Gözlerimi bir anlık panikle açıp bana ahtapot gibi sarılmış Melek'i görünce önce ne olduğunu anlamayıp aval aval baksam da, geceki görüntüler zihnime yüklenip gözlerimi tekrar kapattım. Çünkü benim sevgili kocam hastanedeki hiçbir yatağa sığmamıştı. Bu sebeple bırakın onunla aynı yatakta yatmayı, adam tek başına bile yatamamıştı. İki kişilik bir odadaki yatakları birleştirip Dougal için uygun hale getirirken Emir sürekli söylenmişti. Dougal ise ona ters ters bakıp gitmesini, yardıma gerek olmadığını söylese de Emir eşofman takımına laf sokarak "bu kılığını biraz daha görmek için tüm gece çalışırım" deyince Dougal artık dayanamayarak onu ciddi ciddi kovalamıştı. Emir de elbette kaçmıştı. Koridora koşan ikiliyi gören Yusuf abi silahını çekince tüm askerler silah çekmiş ve ortalık karışmıştı. Albay Onur kendini gizlediği için babamla birlikte odada kalsa da kapıdan şamatayı izlemekten geri kalmamışlardı. Melek'le ben araya girip onları ayırmaya çalışmıştık. Emir ensesine tokat yediğinde sanki kurşun yemiş gibi bağırmıştı ve ortalık tekrar ayağa kalkmıştı. Ki biliyorum Emir kurşun yediğinde bile gıkını çıkarmayan insandır. Dougal o sinirle koridorun ortasında eşofman takımını çıkarıp soyunmaya kalkınca bu sefer de ben bağırmaya başlamıştım çünkü tüm hemşireler film izler gibi kocamı izlemeye başlamıştı. Alt takımı çıkarmadan Dougal'ın sırtına zıplayıp onu durdurmayı başarmıştım. Bu olaylardan sonraki birkaç saat Emir'in ensesine buz torbası koyması ve buz sayesinde kızarttığı ensesi hakkında sert yakınmaları ile ve benim Dougal'a zorla eşofman üstünü giydirme çabamla geçmişti. Bir yandan Melek sürekli Ewan Ewan diye dırdır ederken albay ve babamın telefonda haberleri izlemeleri ve babamın hayret nidalarıyla geçen şaşkınlık sesleriyle nöbet bekleyen askerler hangimize bakacaklarını şaşırmıştı. Herkes yatmaya çekildiği zaman tuvalete girip cebimdeki ağırlık yapan telefona elimi uzatmıştım. Saat çok geç olmasına rağmen Cem babamı aramaya karar vermiştim. Çünkü biliyordum ki şu an bu kararı verdim ancak yarın olduğunda vazgeçebilirdim. Göktürk komutanım birçok konuda haklıydı yine. Onları aramam gerekiyordu. Arama tuşuna basıp telefonun çalma sesini dinledim. "Göktürk Komutanım bir sıkıntı mı var bu saate?" Babamın korku dolu sesini duyunca büyük bir iç çektim. Arkadan annemin uyku mahmuru sesi endişeli geliyordu. Saat çok geçti. "Baba, benim!" dedim usulca karşımdaki aynada kendimi izleyerek. "Tuğra?" Babamın fısıltısıyla aynı anda annemin "nee, kızım mı o? Ver bana!" Diyen zarif sesini duyup gülümsedim. Babam da ona cevap olarak, "bir dur Serpil çekme telefonu, Tuğra sen misin kızım?" Dediğinde tekrar gülümsedim. "Baba benim Tuğra. Geçici olarak geldim sizi aramak istedim" dedim. Umutlanmamaları için geçici geldiğimi belirtme gereği duymuştum ki hışırtı seslerinin ardından annemin sesi duyuldu. "Tuğra, annecim neredesin. Hemen geliyoruz neredesin?" Ardından tekrar hışırtı sesleriyle annemin yataktan çıkıp giyinmeye başladığını da anladım. Vicdanım sızlarken onları aramakta doğru karar verdiğimi de anladım. "Annecim saat çok geç dur. Bir süre daha buradayız, Hakkari'deyiz. Rob,..." dedim ancak Rob'u bu zamana ait olmadığı için unuttuklarını fark ederek cümlemi değiştirdim. Tıpkı Emir'in İskoçya'da hâlâ unutulduğu gibi. "...Bir arkadaşım yaralı şu an hastanedeyiz." diye bitirdim cümlemi. "Nee, neyi var sen iyi misin yaralı değilsin değil mi kızım bak doğru söyle. Hemen oraya geliyoruz, Cem..." Annem son kelimede babama seslenirken onun bu haline tebessüm ettim. Eskiden daha despot daha disiplinli bir ebeveynken ben asker olduktan ve uzun yıllar görüşmedikten sonra bana daha yumuşak davranmaya başlamıştı. Belki de bunda geçmişe gitmemin de etkisi vardı, bilemiyorum. "Anne ben iyiyim endişelenme. Arkadaşım bir kazaya uğradı," dedim endişe edecek bir tehlikeye atlamadığımı bilsinler diye. Halbuki hayatımda tehlikenin olmadığı bir an bile olmamıştı ama bunu onların detaylı bilmesine gerek yoktu. "Ben, eğer müsaitseniz yarın sizi aray..." Sözümü tamamlamama izin vermeyen babamın sesi araya girdi. Sanırım annem beni hoparlöre almıştı. "O nasıl söz kızım senin için tüm işlerimi iptal ederim." Dedi ne diyeceğimi ben tamamlamadan anlayarak. "Hangi hastane bana konum at kızım. Yarın sabah oradayız. Hatta şöyle yapalım, dur Serpil panik yapma," babam anneme de laf yetiştiriyordu arada. "Şöyle yapalım kızım, ben jeti hazır edeyim doktorlarla. Neredeysen yaralı arkadaşını da alıp İstanbul'da Mahmut amcanın hastanesine sevk edelim. Türkiye'nin en iyi hastanesi hem arkadaşının durumu daha iyi olabilir." Aslında bu fikir çok mantıklıydı. Buradaki hastane ve doktorlar çok iyi ve ilgili olsalar da ailemin eski dostu Mahmut amca dünyaca ünlü bir hastaneler Grubu yönetiyordu. Tüm cihazları da son teknoloji ürünleriydi. Rob'un daha iyi şartlarda iyileşme süresi kısalabilirdi. "Bu kararı tek başıma veremem baba," dedim. "Burada benimle gelen birileri daha var," derken dudağımı ısırmıştım. Kocamla tanışmalarını çok istiyordum tabii bir de gerçek babam da yanımdaydı. Ailemin onunla tanışmalarını da istiyordum. "Tamam kızım sen ne dersen hemen yapılacak. Bana haber ver yeter" babamın sesiyle tekrar gülümserken annem araya girdi. "Kaç kişisiniz kızım kimler var. Emir kesin yanındadır" annemin sesiyle kafamı sallasam da beni göremeyeceklerini hatırlayıp onu onayladım. "Emir ve yaralı olan Rob dışında üç kişi daha var. Şey, anne, ııı," dedim lafı heceleyerek. Telefonda sessizlik oluşmuştu. "Ben evlendim," dedim pat diye. Ardından dudağımı ısırdım. Benim şu pat diye söyleme huyum yok mu! "Nee!" Babamın gür sesine zıt olarak annemin sesini hiç duymamıştım. "Ne demek evlendim! Ne zaman, nasıl?" Babamın sorusuna kahkaha atasım geldi çünkü aslına bakarsak 300 sene önce evlenmiş oluyordum. Harbi ben şu an 300 senelik evliydim ya. Kaşlarımı çatarken kendi kendime de gülmeye başladım. "Yüz yüze konuşuruz baba" desem de annemin keskin sesiyle tekrar gülümsedim. "İskoçya 1. Kralı Dougal Mclenan mı? Hani şu deli gibi araştırdığın?" Tekrar kafamı sallamıştım ama hemen kendimi düzeltip evet diye onayladım. Demek annem ben gittikten sonra İskoçya tarihine hiç bakmamıştı. Büyük ihtimal benim tarihime bakıp nasıl öldüğümü veya neler yaşadığımı görmek onları üzebileceği için kendilerine bunu yasaklamış olmalıydılar. Annemi çok iyi tanıyordum. "Dougal Mclenan yani kral şu an seninle mi yani? Burada?" Annemin tekrar sorusuyla babamın hayıflandığını duydum. "Evet anne," dedim gözlerimi devirerek. Bir de babam da burada gerçi ama onu yüz yüze söylemek istiyordum. "Cem kalk hazırlan ara uçağı doktorları herkesi ayağa kaldır, kalk!" Annemin telaşlı sesiyle babamın sakin ol uyarıları yarışıyordu. "Anne sakin olur musun?" dedim ben de onun gibi keskin bir sesle. "Burada olduğumuzu kimse bilmemeli. Medyaya yansımak istemiyorum çünkü gizliliğe sahip iki kişi daha yanımda. İstanbul'a gelirsek bile her şey sessiz olmalı. Geçen seferki gibi değil. Bizimkilerle konuşayım Rob için karar aldığımızda siz de ayarlamaları yaparsınız. Hakkari'de kalmaya karar verirsek de sadece siz gelirsiniz olur mu? Ben şimdi bu saatte size geldiğimi haber vermek için aradım. Göktürk komutanımın telefonu bende. Yarın sizi tekrar arayacağım." Kesin bir dille konuşmamın üzerine telefonda telaşlı sesler kesilmişti. Annemin sertçe nefes aldığını hissettim. Disiplinli insanlar disiplini görünce tanırlardı. Eee, ailem de beni böyle büyüttüğü için şu an bana kızamazlardı. "Hakkari'desin yani, Tamam kızım," dedi annem kabullenişle. "Seni çok özledik kızım," babamın araya girmesiyle aynadaki yansımama bakıp tekrar tebessüm ettim. "Ben de sizi baba" dediğimde annem konuştu. "Yarın erkenden aramanı bekliyoruz canım. Şimdi yat uyu saat çok geç oldu." "Annee!" dedim tebessüm ederken sitemle. Annem de bu sitemime şen bir kahkaha attı. "Yetmiş yaşına da gelsen hâlâ benim minik çocuğumsun sen. Seni çok özledim canım kızım. Yarın haberleşiriz, öpüyorum" annem sözlerini söylerken burukça gülümsedim. Ben de onları çok seviyordum. Özellikle son görüşmemizde sevgilerini daha iyi hissetmiştim. Çocukluğumda bunu açık açık bana söylemezlerdi. Babam zaten hep yoğun olurdu annem de öyle. Ben hep öğretmenlerimle zaman geçirirdim. "Ben de sizi, yarın görüşürüz, arayacağım. Unutmayın burada olduğumu kimse bilmemeli." Diyerek telefonu kapattım ve aynadaki yansımama tekrar baktım. Telefonu cebime koyup ellerimi mermere yasladım ve yansımama gülümsedim. *** "Tuğra!" Göktürk komutanın sesiyle ısırdığım simidi poşedin üzerine bıraktım. Saat sabahın 5'iydi ve hepimiz çoktan uyanmıştık. Az önce askerler kendi aralarında nöbet değişimi yapmışlardı ve Kadir abi ile Yusuf abi, Sude ve Efe'nin yerini almıştı. "Misafirlerimiz var." Kaşlarım çatılırken Göktürk komutanın söylediğini anlamayan Dougal'ın da kaşları çatılmıştı. İngilizce konuşulmadığı sürece konuşulanları anlamadığı için ben ona sonradan çeviriyordum. Bendeki gerginliği anlayan Dougal ayağa kalkarken dizlerine yapışan eşofmanını aşağıya doğru sıyırdı ve sessiz bir küfür savurdu. "Ne misafiri?" Emir araya girip konuşurken aklıma bir tek annemler geliyordu. Ancak onlara beklemelerini söylememiş miydim ben? "Tuğra'nın ailesi," Göktürk komutan haberi verirken, albay Dougal'a kimin geldiğini Gaelce olarak sessizce fısıldamıştı. Dougal'ın bakışları bana dönerken ben de ona bakmıştım. "Gazeteciler etrafta mı?" Sorduğum soruyla Kadir abi ve Yusuf abi yerinde dikleşirken, Emir pencereye yaklaşıp perdenin kenarına parmağını takıp aşağıya göz atmıştı. "Etrafı taradık, tek bir gazeteci bile yok. Baban işini şansa bırakmamış." Derin bir nefes verirken Rob meselesini daha arkadaşlarımla konuşmadığımı hatırladım. Aileme dediğim gibi çoğunluk onayı olmadan İstanbul'a gelemezdim. "Şu an neredeler?" Melek'e ve Emir'e bakarken sormuştum. Ailemi aradığımı Dougal'a bile bahsetmemiştim daha. "Hastanenin bahçesinde bir arabada, senin onayın olmadan yukarı çıkmak istemediler." Ah, onlara benden haber almadan gelmeyin derken bundan bahsediyordum işte. "Onları yukarı çıkarmamı istiyor musun?" Göktürk komutanın sorusuyla bakışlarım hiçbir şeyden habersiz oturan babama kaydı. Ne konuştuğumuzu anlayamamıştı ve tebessüm ederek beni izliyordu. Ona bakarken cevabımı verdim, "çok sevinirim komutanım." Göktürk abi kafasını sallayıp asansöre geri binerken bakışlarım kapanan asansör kapısına kaydı ve yüzümde bir tebessüm belirdi. "Seni burada yetiştiren ailen mi?" Dougal'ın sorusuyla tebessümüm genişleyerek ona döndüm. "Evet, ben dün gece onları aramıştım. Bu kadar erken gelmelerini beklemiyordum." "Bizim hızımıza göre epey erken, o uçan aracı gördükten sonra artık hiçbir şeye şaşırmayacağım." Dougal'ın sözlerine Emir alaycı bir kahkaha attı. "Seni şaşırtacak o kadar çok şey biliyorum ki sayın kralım." Dougal sadece Emir'e ters ters bakmakla yetinirken ayağa kalkıp babamın yanına gittim ve elini tutup hemen yanına oturdum. Babamın boyu uzun ancak hafif kambur duruyordu. Yine de hastane sandalyesinde otururken bile bir tahtta oturuyormuş gibi heybetli bir havası vardı. "Kızım?" dediğinde gülümseyerek az önce Göktürk komutanın gittiği asansör kapısını işaret ettim. "Baba, beni burada büyüten ve yetiştiren ailem beni görmeye geldiler." Babamın kıvrılmış dudağının kenarları önce yavaşça daraldı. Kapanan dudaklarıyla asansörün kapısına baktı, ardından bana bakmaya geri dönerek tekrar tebessüm etti. "Öyle mi? Onlarla tanışacağım için mutlu olurum Balca'm." "Ben de onlarla tanışmana çok mutlu olurum baba. Benim için önemliler. Sen ve buradaki herkes de benim için çok önemli. Bir daha görüşemeyecek olsanız dahi hepinizin birbirini tanıması beni heyecanlandırıyor." Babam elimi hafif sıkarak dudaklarına götürdü ve elimin üstünü öperek diğer eliyle kendi eli arasına sıkıştırdı. Hemen ardından asansörün ışığının yanmaya ve yukarıya çıkmaya başladığını anlayarak ayağa kalktım. Ayağa kalkarken babam da ardımdan ayaklanmıştı ve benim gibi asansöre bakıyordu. Emir, hızlı adımlarla pencereden uzaklaşırken Yusuf abiler de onu takip etmişti. Albay, Melek ve Dougal oldukları yerde durmaya devam ederken adımlarım beni kapıya ilerletti. Asansörün önüne geldiğimde babam beni takip ederek birkaç adım ardımda beklemeye başladı. Asansör, beşinci kata geldiğinde nefesimi tuttum. Kapının yavaşça açılmasıyla tüm yüzümü kaplayan gülümsememle açılmakta olan kapıya baktım. Annem, babam ve artlarında Göktürk komutan gözüktüğü an üzerime renkli ve şifon kumaşlarla örtülü bir yığın atladı. Tanıdık özel üretim parfümü burnumu doldururken annemin 'Tuğra' diyerek hıçkırmasıyla anneme sarıldım. Hemen ardında babam, yüzündeki hafif kırışıklıklara işlem yaptırmış yüzüyle bana gülümsüyordu. Normal zamanlara göre takım elbise dışında golf kulübüne gider gibi giyinmişti. Annemin de babamın da kafalarında şapkalar vardı. "Annecim," dediğimde annem boynumda hâlâ hıçkırıyordu. Bakışlarım ve gülen suratım babama kilitliyken, o uzanıp annemin sırtını sıvazladı ancak annem bir mengene gibi beni sıkıyordu. Gülümsemem daha da genişledi. "Serpil izin verirsen eğer?..." Babam imayla anneme konuşurken göz devirmişti. Annem, sanki babama inat bana daha sıkı sarılırken babam iç çekti ve ben daha fazla gülümsedim. Asansör kapısı sürekli kapanıp babamın eli ile tekrar açılıyordu ve onlar hâlâ içerideydi. "Kızım, canım çok özledim." Annem konuşurken asansör kapısı tekrar kapanmaya yeltenmişti ki Emir gülerek asansörün düğmesine basınca kapı geri açıldı. Göktürk komutan en arkada kaldığı için asansörün içindeydi hâlâ. "Serpil!" Babam anneme seslenirken bir yandan da arkamda kalan insanlara bakıyordu. "Ay ne var Serpil Serpil? Bırak da kızımla hasret gidereyim, buna bile karış!" Annem boynuma doğru homurdanırken babam bizi ittirerek yandan dışarı çıktı ve ben düşmemek için dengemi korumaya çalıştım. Bunda babamın yanımızdan geçerken beni kavraması da etkili olmuştu elbette. "Güzel kızım. Seni çok merak ettik" Babam bana bakıp kollarını iki yana genişçe açarken annemi de içine alarak bana sarıldığında ufak bir kahkaha attım. Açılan boşluktan Göktürk komutan geçemeyecekti ve Emir'e asansörün düğmesine basmaması ikazını yaparak kapının kapanmasını bekledi. Sanırım asansörle bir alt kata inip merdivenleri kullanacaktı çünkü buradan kımıldamayacağımızı anlamış olmalıydı. Kapılar tam kapanırken Emir asansörün düğmesine bastı ve kapı geri açılınca Göktürk komutanın sert bakışlarıyla karşılaştı. Göktürk komutan sinirle kolunu uzatıp Emir'i yakalamaya çalışsa da uyanık Emir hızlı refleksle kendini geriye çekti ve tutuştan kurtuldu. "İki dakikaya geliyorum bekle Emir'cim," Göktürk komutan sertçe konuşurken, Emir Dougal'ın yanına kadar kaçmıştı. Kapılar kapandığında ben hâlâ babam ve annem tarafından kuşatılmış durumdaydım. Bir süre öyle sarılmaya devam ederken arkadan bir öksürük sesi geldi. Sesin kimden geldiğini bilmiyordum ancak bu ses Cem babamı harekete geçirmeye yetti. Ellerini benden çekerken nazikçe annemi de benden ayırmaya çalışmıştı. "Serpil bırak kızımı artık da yüzünü göreyim!" Annem burnunu çekerek kafasını boynumdan kaldırdığı an arkasına öyle hiddetle döndü ki babam onun ifadesini görüp bir adım geri atarak ellerini havaya kaldırdı. Annem ardından bana dönüp benden biraz uzaklaştı fakat elleri hâlâ omzumdaydı. "Kızım, sen gelme dedin ama biz dayanamadık. Merak etme buraya geldiğimizi kimse bilmiyor ve baban da tüm önlemleri aldı. Arkadaşın için olur da İstanbul'da ki hastaneye gitmeye karar verirsiniz diye uçağı hazır tutuyoruz." "Merak etme kızım gelmek istemezseniz de bir sorun olmayacak" babam annemin cümlesini devam ettirirken annem kafasını sallamıştı. "Sorun değil, burada olmanıza sevindim." Dedim ikisine de bakarak. "Ne zaman geri döneceksiniz?" Annem soruyu sorup sanki nerede olduğunun yeni farkına varmış gibi omzumun üzerinden arka tarafa etrafa baktı. "Arkadaşımız iyileşir iyileşmez," Emir arka taraflardan konuşurken annem başını sesin geldiği yöne çevirdi ve Emir'i görünce yüzü aydınlandı. "Emir, seni de ne çok özledim oğlum!" Annem benden ayrılıp Emir'e koşarken babam bıkkın bir nefes vermişti. Göz göze geldiğimizde ona gülümsedim. Annem her olayda babamın çok üzerine giderdi ve o bıkana kadar dediği şeyi yaptırmak için uğraşırdı. Tutkulu, coşkulu ve istediğini koparan bir kadındı. Babamın bakışları benden ayrılıp tam arkamda dikilen ve varlığını hissettiğim gerçek babama kaydı. Ben de yan dönerek ikisini görüş açımda tuttum. Kısa bir an Dougal'a da baktım. Sakince sandalyenin önünde ayakta bekliyordu. "Merhaba," dedi Ali babama doğru ancak babam onu anlamadığı için kaşları havaya kalktı. Şu an burada baba dediğim ne çok insan vardı! "Baba o seni anlamaz" dedim hafifçe tebessüm edip dudağımı ısırarak. Cem babam, anlayışlı bir şekilde başını salladı. Bu esnada onları nasıl tanıştıracağımı düşünerek dudağımı ısırmıştım ki ayak sesleri geldi. Göktürk komutan merdivenden çıkıp koridora girmiş ve Emir'e kötü kötü bakmıştı. Emir, onun bakışını görüp anneme bir daha sarıldığında Göktürk komutanın dudağında tebessüm hızla belirip kayboldu. "Kızım, arkadaşlarınla bizi tanıştırmayacak mısın? Onlarla nasıl iletişim kurabiliriz?" Annemin sorusuyla Cem babam kolunu omzuma atmıştı. Bakışlarım Ali babama dönerken o, omzumdaki ele bakıyordu. "Şey," dedim ve Ali babamın eline uzanıp onu tuttum. Yürümeye başladığımda iki babamı da beraberimde getirdim. Dougal bendeki sıkıntıyı anlamış gibi yanıma doğru yaklaştı. İki babamın da ortasında kalmıştım ve albay bana ileriden hafif imalı bir tebessüm ediyordu. Hayır, Ali babama bakıp tebessüm ediyordu. "Size onları tanıtayım. Albay ve Melek de bizim gibi bir zaman yolcuları" dedim arkadaşlarımı gösterirken. Annemin ağzı kocaman açılırken bakışları Melek ve albayda gezindi. "Siz de mi?" dedi şaşkınlıkla. Albay kafasını sallarken, "çok iyi bir evlat yetiştirmişsiniz, sizlerle tanıştığıma memnun oldum" dedi beni işaret ederek. Sözleriyle utanarak gözlerimi kaçırdım. "Hoş geldiniz" dedi Melek de hemen ardından. Annem ona genişçe gülümsedi. "Sizi tanıyor muyum?" Cem babamın albaya sorusuyla, albayın tebessümü silinip anında gerildi. "Yüz yüze hiç tanışmadık. Sizi bilmem ama ben sizin isminizi çok duydum. Zamanında markanızdan çok alışveriş yaptığım olmuştu." Albayın sözleriyle Cem babamın bakışları yumuşarken annem heyecanla Dougal'a bakıyordu. Aslında sürekli bakışları Dougal'a kayıyor desem daha doğru olur. Hayranlıkla karışık bir merakla Dougal'a bakarken tanıştırılmayı bekliyor gibi duruyordu. "Anne, baba" dedim hala Ali babamın elini tutmaya devam ederken. Ailemin bakışları bana dönerken ikisi de kısa bir an babamla kesişen ellerimize dönmüştü ve neden yaşlı bir adamın elini tuttuğumu sorguladıklarını anlayabiliyordum. Ancak babamı en sona bırakacaktım. Babamın elini bırakıp Cem babamın da tutuşundan sıyrılıp hızlı adımlarla Dougal'a doğru yürüdüm. Yanına geldiğim an sanki bir mıknatısın demire yapışması gibi Dougal'ın kolu bedenimi sarıp beni kendine yapıştırmıştı. "Evlendiğimi size söylemiştim. Kocam, Dougal Mclenan. Onunla İngilizce konuşabilirsiniz," babam Dougal'ı uzun uzun süzerek kendi kafasında ölçüp tarttığını hissettim. Benden hayatı boyunca beklediği damat adayı görünümünde olmadığını tahmin ediyordum. Daha çok iş insanı görünüşlü, takım elbiseli bir damat karşısına çıkaracağımı hayal ettiğini de kestirebiliyorum. Son dönemlerde ki asi tavırlarım ve evi terk etmem sonucu askeriyeye girince o hayalleri bozulsa da uzun saçlı, devasa bedenli, mavi eşofman takımlı bir adamı beklemediği bakışlarında çok belliydi. Annem ise hayranlıkla Dougal'ı süzmekle meşguldu. Babama nazaran annem kral Dougal hakkında daha çok bilgiye sahipti. "1. Kral Dougal, sizinle tanışmak bir zevk. Hem de biricik kızımın kocası olarak. Bunu hayatım boyunca cümle içinde kuracağımı asla düşünmezdim ama ben şimdi kraliçe annesi mi oluyorum?" Cem babam tekrar göz devirirken Emir ve Melek gülmüştü. Dougal uzanıp annemin elini alırken, üstüne nazik bir öpücük kondurdu ve bir leydiyi selamlar gibi önünde reverans yapınca annem suratını yelleyerek kıkırdadı. "Şövalye gibi bu ne böyle?" Annem bunu Türkçe söylerken babam homurdanmıştı ve sertçe Dougal'ı incelemekle meşguldu. Dougal, selamlamayı bitirip "sizinle tanışmak bir onur leydim," dediğinde annemin yüzü kıpkırmızı oldu ve uzanıp çantasından yelpaze çıkarttı. Yelpazenin rüzgarıyla şapkadan çıkan saçları uçuşurken, Dougal babama dönerek elini uzattı. "Demek kral ha?" Diyen babam da elini uzatmıştı ama Cem babamın boyu hayli kısa olduğu için Dougal'a bakarken kafasını kaldırmak zorunda kalıyordu. Annem, babamdan birkaç santim daha uzundu. Bir de topuklu giydiği için iyice uzun duruyordu. "Sizinle de tanışmak bir onur lordum" Dougal, babamla el sıkışmaya devam ederken, ettiği hitapla babamın çatılan kaşları düzeldi. "Annem Serpil, babam Cem," dedim Dougal'a isimlerini söyleyerek. Dougal elini babamdan çekerken yeniden beni kollarına almıştı. "Tuğra bu adam gökdelen gibi kızım," annem kendini hızla yellerken konuşmuştu. "Manken olmadığına eminsin değil mi güzel kızım," babamın Dougal'ı inceleyerek sorduğuyla annem tekrar araya girdi. "Cem sen o kadar şirketi nasıl yönetiyorsun acaba? Adam kral kral, heybetli olması doğal değil mi?" "Hayatında kaç kere canlı kral gördün acaba Serpil? Ben göbekli bir kralın resmini gördüğüme çok eminim de. Hatta dur nerede gördüğümü de söyleyeyim, senin bilmem kim arkadaşına hava atmak için müzayededen satın aldığın ve salona astığın bir resimden elbette." Annem göz devirirken ellerini beline yaslayarak babama dönmüştü. İşte yine başlıyoruz. "O tablo, Rönesans döneminin zenginliğini ve bu dönemdeki sanatın detaycılığını çağrıştırır Cem. Böyle bir tablo sanat piyasasında nadirdir. Tarihsel derinlik, sanatsal ustalık ve kültürel önem kombinasyonu ile saygın bir koleksiyon için aranan bir parçaya sadece 'göbekli kral' diyemezsin!" Babam gözlerini devirirken, "göbeği var mı yok mu şimdi?" diye sorduğunda salonda gülme sesleri duyuldu. Annem iç çekerek gözlerini büyütürken, "seninle sanat hakkında tartışmayacağım ve tabloları duvarlara asmaya da devam edeceğim." diyerek tekrar Dougal'a döndü. "Kusura bakmayın majesteleri. Size birkaç soru sormamın sakıncası var mı?" diyerek heyecanlı bakışlarını Dougal'a sabitlemişti. "Elbette leydim." Dougal hafif gülümserken ben de babam gibi göz devirerek konuşacakları konuyu sonraya ertelemek için söze girdim. "Aslında anne," dedim annemin ilgisini çekerken. "Sizinle tanıştırmak istediğim biri daha var. Kocamla sohbetinizi daha sonra yaparsınız." Annem bana gözlerini büyütürken isteksizce beni onayladı. Dougal'ın kollarından uzaklaşıp Ali babama doğru yürüdüğümde artık herkesin meraklı bakışları bizdeydi. Babamın koluna girerken bedenimizi annemlere doğru çevirdim. "Beni yetimhaneden aldığınızda bir eşyam vardı biliyorsunuz" dedim boştaki elimi boynuma götürüp kolyemi açığa çıkartırken. Bu sözlerimle annem de Cem babamda ciddileşmişti. Cem babam kafasını onaylar anlamında salladı ve gergince yumruklarını sıkıp açmaya başladı. "Şu an söyleyeceğim şey size çok saçma gelebilir ama gerçek bu. Ben aslında 1676 yılında İngiltere'de doğmuşum." Cümlem bittiğinde bunu sesli söylemenin şaşkınlığını ben de onlar gibi yaşadım. Annem her an bayılacak gibi duruyordu. Babam da bir bana bir Ali babama bakıyordu. "Nasıl yani?" Annemden gelen tepkiyle anlatmaya devam ettim. "Beni dünyaya getiren ailem bir sebepten kaçmak zorunda kalmışlar." Dedim üstünkörü anlatarak. "İskoçya'da benim geçtiğim mağaraya benzer başka bir mağaradan günümüze gelmişler. Beni orada kaybetmişler ve ben de yetimhanede kalmışım. Onları buldum." Tüm bunları İngilizce olarak anlatmıştım ki Ali babam da ne anlattığımı anlasın istemiştim. "Bu mümkün değil!" Cem babamın itirazıyla Ali babamın kolunu hafif sıktım. "Balca bizim öz kızımız, ben onun öz babasıyım. Sizlere onu bu yaşa kadar göz kulak olduğunuz için minnettarım. Çok teşekkür ederim ikinize de. Balca bize sizden çok bahsetti. Tanışmak nasipte varmış demekki." "Balca mı?" Annemin kısık sesiyle kafamı salladım. "Evet bana Balca ismini vermişler," dedim. "Buna nasıl emin oluyorsunuz? O kolyeden yüzlerce olabilir. DNA testi yaptıralım" Cem babamın sözlerini anlamayan diğerleri birbirlerine bakmışlardı. "Buna gerek yok baba, onlar benim öz ailem. Bu sembolden dünyada yalnızca iki tane var. Biri benimle, diğeri Brad denilen bir aile dostunun oğlunda. Zaten ailemi bulmamda o yardımcı oldu sayılır." Babamın gerginliğini almak istesem de kesinliğe önem veren biri olduğunu da biliyordum. DNA testi yaptırmadan asla emin olmayacaktı. "Bu sembol neden bu kadar özel ki?" Annem farklı bir noktaya takılmıştı. Bakışlarım Ali babamla kesişirken bana hafif tebessüm ederek gözlerini kapatarak onayladı. "Çünkü kolyemdeki sembol hakkını kaybetmiş bir şehzadenin şahsi imzası," dedim, annemin ağzı yuvarlak şeklinde açılırken. "Bu da ne demek?" Babam kaşlarını çatarak açıklaması için anneme bakmış ardından bana geri dönmüştü. "Ali babam, padişah Kürşadın ilk oğlu," der demez annem babamın kollarına yığıldı. ♥️
|
0% |