@ebrumelek
|
Hastanede geçen günlerden sonra ailem geldiği gibi bizimkileri ikna edip Rob'u İstanbul'a sevk etmek için hazırlıklara başlamıştı. Herkes hemen razı olmuştu. Gerçi bizim bu hazırlıklara pek bir yardım ettiğimiz söylenemezdi. Cem babam ve Göktürk komutanım birkaç telefonla her şeyi halletmişlerdi bile. Bir saat boyunca süren koşturmaca sonunda nihayet özel jete binip İstanbul semalarına varmıştık. Bu sürede ne annemle ne Cem babamla yalnız kalamamıştık ancak ikisinin de bunun için fırsat kolladığını biliyordum. Düşündüğümün aksine Ali babamın gerçek ailem olduğunu ve onun bir Osmanlı şehzadesi olduğunu öğrendikleri andan itibaren soru sormamışlardı. Baygınlık geçiren annem hemşirenin serum vermesiyle kendine gelmiş, ardından Cem babamla aralarında sessiz bir anlaşma yapmış gibi ikisi de suspus olmuşlardı. Bakalım annem ne kadar daha sessiz kalabilecekti? Havaalanında indikten sonra yine babamın ayarladığı büyük minibüslere binmiş ve Üsküdar'da ki hastaneye doğru yola çıkmıştık. Albay, Emir ve Melek öndeki arabada Rob'la birlikteydi. Göktürk komutanım ve tim Hakkari'de kalmıştı. İzin alıp geleceklerini söylemişlerdi. Gerçi gelmeseler bile Rob iyileştiği an dönüş için tekrar Hakkari'ye, oradan da sınır ötesine yani şimdiki Suryak şehrine geri dönecektir nasılsa. Yani elbette tekrar görüşecektik. Arabada Ali babam ve Dougal yanımda otuturken, Cem babam ve annem karşı koltuğumuzda oturuyordu. Akşam olmasına rağmen ikisinin de kafasında şapka, gözlerinde gözlük vardı. Annem, bana da bir şapka vermişti. Ali babam ve Dougal sessizce camdan dışarıyı izlerken benim bakışlarım şoförle bizi ayıran limuzinin paravanındaydı. "DNA testini de aradan çıkartalım." Babam sessizliği bozarak konuşurken bakışlarım paravandan ayrılıp ona döndü. Kısa bir bakışla Dougal ve babama dönüp tekrar Cem babama baktım. İkisi de Türkçe bilmiyordu ancak Dougal'ın artık bazı kelimeleri bildiğini biliyordum. Konuştuklarımızı anlamasa da kelimeler ile konu hakkında çağrışım yapabilirdi. "Buna gerek yok baba," dedim Ali babamın anlamadığını bilerek. Yine de yanlarında bilmedikleri bir dilde konuşup saygısızlık etmek istemediğim için sözlerime ingilizce devam ettim. "Bilmem gerekeni biliyorum zaten." Babam ingilizce konuştuğum için huzursuz olmuştu. Bakışları Ali babama kayıp tekrar bana döndü ve ısrarla Türkçe devam etti. "Geri döneceksiniz kızım. İçimin rahat etmesi için bu testi ben yapmak istiyorum. Dilersen sen sonuçlara bakmayabilirsin." Göz devirirken annem orta yolu bulmak için araya girdi. Temkinli bakışları Dougal'ın üzerindeydi. "Baban haklı Tuğra. Kolyede bir karışıklık olmuş olabilir. Emin olmanın yolu bu test biliyorsun. Birbirinize bağlanıp sonrasında üzülmenden daha iyi değil mi, şimdi gerçeği öğrenmen? Ya gerçekten de bir yanlışlık olduysa ve onların gerçek kızı buralarda bir yerdeyse?" Annemin sözleriyle derin bir nefes aldım. Ben, onların kızı olduğuma emindim. "Bu konuyu kapatalım mı?" dedim isteksizce. Babam yeniden bir şey söyleyecekken annem onun dizine dokunup susturdu. Babamın ağzı açılıp kapanırken tekrar arkasına yaslandı ve şapkasını düzeldip dışarıyı izlemeye devam etti. Arada bakışları Ali babama yöneliyordu. Canımın sıkıldığını anlayan Dougal dizini sallayarak akan trafiği izlemeye devam etti. Ne konuştuğumuzu anlamasa da sesimdeki endişeyi yakalamıştı. Hava karanlık olduğu için şehrin güzelliği belli olmuyordu. Tekrar camdan baktığımda, otobanda yanımızdan geçip giden araçlar ve far ışıkları gözüküyordu sadece. Limuzin oldukça hızlıydı ve etrafa durup bakacak fırsat vermiyordu. Sonunda araç çevre yolundan çıkıp Altunizade sapağından girince tanıdık yollara uzun uzun baktım. Tanıdık ancak bir o kadar uzak. Her yer oldukça değişmişti sanki. Bir o kadar da aynıydı. Daha da kalabalık gibiydi. Ezbere bildiğim yollarda şimdi tek başıma olsam hangi sapaktan gireceğimi karıştırabilirdim. Araba kullanabilir miydim ona bile emin değildim. İlk başta bocalayacağım kesindi. Çok uzun zaman olmuştu buralardan geçmeyeli. Araba hastanenin otoparkında durana kadar yolları izleyip aklımda Nico ile ilgili bilgilerin üzerinden geçtim. O çok başka bir mevzuydu. Kısa sürede halletmem gereken bir mevzu... "Geldik." Babamın sesiyle düşüncelerime ara verip hastanenin tenha otoparkına göz attım. Gözlerim kuytu köşelerde gezerek herhangi bir kameralı muhabir aradı. Ortalık sakin gözüküyordu. Şoför kapıların kilidini açmadığı için beklemeye devam ettik. Ardından arabanın içindeki çalan telefona uzandı Cem babam. Telefonda şoförün söylediği sözleri dinleyerek, "tamam burada beklesinler. Hastaneye girip çıkan herkes uzaktan izlensin." dedikten sonra telefonu kapattı. Açılan kapı kilidiyle şoförü beklemeden elimi uzatıp kapıyı açtım. Dışarı çıktığım an etrafa detaylıca göz attım. İleride bekleyen ve babama ait bir başka araç, koruma doluydu. İçinde 5 takım elbiseli vardı. Otoparkın girişinde de sivil gibi taklit yaparak sohbet eden biri kadın, iki koruma vardı. Benim onları fark ettiğimi fark etmemişlerdi. Adamın elinin duruşuna baktığımda her an belindeki silaha dokunacakmış gibiydi. Acemiydi. Rob ve Emir'ler ise çoktan gelmişlerdi. Araçları iki sıra ileride park edilmiş duruyordu. Herkes arabalardan indiğinde babam bu sefer de cep telefonunda konuşuyordu. Bir şey söylemeden telefonu kapatıp önden ilerlemeye başladı. Dougal ve Ali babam iki yanıma geçerek etraftaki lüks arabalara baktılar. Ardından Dougal'ın da ilerideki arabada bekleyen beş korumaya kısa süre gözü takıldı ancak bana bir şey söylemeden kafasını onlardan çevirdi. "Arkadaşını odaya almışlar," arkasına bakmadan konuşmuştu Cem babam ama muhattabı bendim. Cevap vermeden peşinden ilerlemeye başladık. Dougal oldukça gergindi. Şehrin göbeğine ilk defa geliyordu ve etrafı alıcı gözlerle izliyordu. Büyük hastane binasına bakarken kaşlarını neredeyse alnı ile birleşene kadar kaldırmıştı ama yine de yürümeye devam ediyordu. Hastanenin döner kapısından girmeden önce annem çantasından başka bir güneş gözlüğü çıkartıp bana uzatmıştı. Akşam vakti güneş gözlüğü takarak bence daha çok dikkat çekiyorduk ama bunu ona söylemedim. Uzattığı gözlüğü aldım ve gözüme taktım. Dougal'ın bakışlarını üzerimde hissetsem de döner kapıdan girmek için adım attım. Dougal, bakışlarını benden ayırıp kapıya bakmış ve nasıl döndüğünü anlamak ister gibi ilerisine bakmaya çalışmıştı. Birinin kapıyı döndürmediğini fark ettiği anı tam olarak yüz ifadesinden seçebilmiştim. Ardından benim yaptıklarımı yaparak kapıdan içeri girmiş, karşısına bakarak hastanenin içinde yürümeye devam etmişti. Babam da aynı şekilde bizi taklit ederek kapıdan geçmişti. Hastane son derece lükstü. Gri beyaz renklerle dekore edilmiş ferah bir alanı vardı. Çok kısık tonda klasik müzik çalıyor ve steril kokuyordu. Bekleme koltukları bile oldukça geniş ve konforlu duruyordu. Salıncak tarzı koltuklarında ayak uzatma kısımları dahi vardı. Hastanenin otel konseptine göre hizmet verdiğini biliyordum. Hasta yakınları için ayrıca konfor düşünülmüştü. "Burası dünya, değil mi?" Ali babamın sesiyle dudaklarım iki yana kıvrıldı. Dougal ve annem de dönüp ona bakmıştı. Cem babam resepsiyonu es geçerek asansöre yönelince biz de peşinden ilerledik ancak asansöre ulaşmak bile çok uzun sürüyordu. Asansöre giden yolda yan koridorda çocuk oyun alanı görmüştüm. Orası direkt çocuk hastalıkları bölümü olmalıydı. Yerler pırıl pırıl üzerinde de harika bir park alanı vardı. Masada boyama yapan bir çocuk görmüştüm. Anne ve babası ayakta doktorla sohbet ederken yüzleri endişeyle kaplıydı. "Sen sarayda büyümedin mi baba?" dedim bakışlarımı aileden çekerek. Yürümeye ve etrafı izlemeye devam ediyordum. "Sarayda doğup büyüdüm elbet ancak burası beni biraz korkuttu" babam yüzünde alaycı bir mimikle konuşurken bakışlarım ona dönmüştü. Elbette korkmadığını, lafın gelişi böyle söylediğini biliyordum. Ne tehlikeler görüp geçirmişti. Belki de hayatı boyunca en çok güvende olduğu yerdeydi şu an. Burada kimse kılıçla üzerine saldırmazdı en azından. Hayatı boyunca saklanmak zorunda kalmış, Galler de kimlik değiştirip yaşamıştı senelerce. Geniş asansöre bindiğimizde tekrar sessizlik oluştu. Benimkiler artık asansörlere aşina olmuştu en azından. Üst kata çıktığımızda kapı açıldığı an karşı duvarda bekleyen Emir'i gördüm. Tam asansörün karşısında bekliyordu. "Rob'u kontrol ettiler. Durumu iyiymiş. Yarın sabah uyandıracaklar." Duyduğum sözlerle rahatlatarak nefes verdim ve asansörden çıktım. Annem de gülümsemişti. Emir kolunu omzuma atarken Dougal hemen ardımda duruyordu. "Görmemize izin veriyorlar mı?" Emir soruma olumsuzca kafasını iki yana salladı. "Kanında bir enfeksiyon varmış. Hakkari'de başlamışlar tedaviye ve burada da devam edeceklermiş. Doktorlar o enfeksiyonla nasıl ayakta durduğuna şaşırdılar. Tamamen iyileşene kadar ziyaretçi kabul etmiyorlar, onun iyiliği için." Bu enfeksiyon olayını önceki hastanede de duymuştum. Rob gayet sağlıklı gözüküyordu. Üstad meselesi yüzünden endişeliydi sadece. Çocukken onu kaçıran ve albaya satan adamın peşine düşmüştü, onu araştırıyordu. O esnada bir şekilde hastalanmış veya yaralanmış mıydı yani? Ben bunu nasıl fark edememiştim? Üstad meselesi yüzünden kafam o kadar doluydu ki sevdiklerimin sıkıntılarını bile fark edemiyor muydum artık? *** "Rob'u yalnız bırakmak hiç içime sinmiyor." Annemin zoruyla biraz hava almak için dışarıya çıkacaktık. Dün gece hastanede verilen odalarda konaklamış, sabah doktorlardan Rob hakkında bilgi almıştık. Bugün tekrar bir kan testi yapılacaktı. Yarası da iyi durumdaydı. Vücudunun dinlenebilmesi için hâlâ uyutuyorlardı ancak doktor akşam beş gibi uyandıracaklarını söylemişti. "Yalnız değil ki! baban, albay ve Melek hastanede kalacaklarmış ya!" Biliyordum yalnız değildi ama yine de buradan ayrılmak istemiyordum. Annem hepimizin çıkıp biraz hava almasını söylemişti, Emir de hemen atlayarak onu onaylamıştı. Günlerdir hastanede aynı kıyafetler içindeydik. Beni de bu dışarı çıkma işine sürükledikleri için otomatik olarak Dougal da geliyordu. Albay ve Melek çıkmak istememişlerdi. Babam da albayla ilk defa aynı fikirde olarak kalacağım demişti. Sanırım ikisi de Cem babamla aynı ortamda olmak istemiyordu. Ortak noktada buluşmaları beni şaşırtmıştı. "Üzerimize bir şeyler de alırız, değil mi Serpil anne?" Annem şapkasını düzeltip çıkan yeni boyattığı sarı saçlarını havalı bir şekilde geriye atarken bileğine taktığı çantasının sapı aşağı düşmüştü. "Tabii Emir'cim. Koskoca İskoçya kralını eşofmanla gezdirecek değiliz." Dougal'ın göz devirdiğini hiç görmezdim ama buraya geldi geleli sürekli bu hareketi yapıyordu. Kafasını aşağıya indirip dudaklarını buruşturarak mavi eşofman takımına bakmıştı. Kısa gelen paçalarının altında buraya gelirken giydiği kendi botları vardı. Gerçekten Emir'in alay ettiği kadar komik duruyordu ama bunu Dougal'a söylemedim elbette. Yoksa bir soyunma vakası daha yaşayamazdım. "Bu tuhaf şapka şart mıydı?" Dougal'ın kafasına taktığı siyah, üzerinde kaplan resmi olan spor şapkaya baktım ve dudaklarımı gülmemek için birbirine bastırdım. "Tanınmamamız lazım Dougal" Emir ona cevap verirken kendi şapkasını düzeltmişti. Dougal'ın şapkasının aynısıydı ve onun üzerinde büyük bir kartal resmi vardı. "Burası çok kalabalık. Nasıl tanıyabilirler ki?" Otoparkta ilerlemeye devam ederken güneş gözlüğümle etrafa baktım. Dün akşam bekleyen koruma grubu değişmiş, yeni kişiler devralmıştı. Bize uzaktan kısaca bakarak kendi içlerinde ikiye ayrıldıklarını anladım. Sanırım bir grup bizim peşimizden gelecekti. Diğeri de hastanede bekleyip hastaneye gazeteci girmesini engelleyecekti. "İnan bilmek istemezsiniz majesteleri," annemin sesiyle bu defa da ben göz devirdim. Dougal'a sürekli majesteleri diye hitap ediyordu. Onun yanında hâl ve hareketlerine dikkat de ediyordu. Konuşması bile daha kibardı sanki. Soracak o kadar çok sorusu vardı ki eminim çekindiği için soramıyordu. Bir başlasa durmayacaktı. Dougal'dan en ufak ışık görse sabaha kadar susmazdı. "Rob'a da kıyafet almamız şart zaten. Gelmişken hamburgerciye de gidelim. Bir de Dougal'a bir sürprizim var oraya da gideceğiz." Ama Emir hiç susmuyordu. Dougal'a ne sürprizi olabilirdi ki? Bakışlarımı görünce hince bir gülümseme belirdi yüzünde. Gözlerimi ona büyütürken artık durmasını anlatmaya çalışmıştım ama Emir'in içine yaramaz bir çocuk kaçmış gibiydi. Geldiğimizden beri Dougal'la uğraşıyordu. Gerçekten dayak yiyecekti sonunda ve ben bu sefer araya girmeyecektim. "Bana bir sürpriz yapmazsan sevinirim Emir, yani canını seviyorsan!" Dougal onu uyarırken arabanın önüne gelmiştik. Cem babam ortalıkta yoktu, neredeydi bilmiyorum. Bizi gören şoför hemen hareketlendi ve kapımızı açtı. Dougal adama uzun uzun bakarak araca bindiğinde peşinden hepimiz içeri girdik. Yol, Emir'in etrafı izleyerek yorum yapmasıyla geçmişti. Geçtiğimiz yerleri Dougal'a göstererek kendince bir şeyler anlatıyordu. Dougal sessizce onu dinliyor ve gösterdiği yerlere bakıyordu. Annem de hevesle konuşmaya ve Emir'e ayak uydurmaya başlamıştı. Dougal'ın bu sessizliğini anlayabiliyordum. İskoçya'ya ilk geldiğim zamanlar aklımı kaybedecek gibi olmuştum. Üstelik ben yalnızdım. Araba durunca kafamı çevirip etrafa baktım. Çekmeköy'de bir alışveriş merkezinin önündeydik. Çok bilindik bir yer değildi burası, zaten hayatımda hiç buraya gelmemiştim. Annem açıklama yapar gibi, "tanıdık birine rastlamamak için buraya geldik. Bizi idare eder diye düşündüm," dedi. "İyi düşünmüşsün anne. Küçük bir mağaza bile yeterdi," dedim zaten ben kendime çok bir şey almayacaktım. Arabadan inip alışveriş merkezine girdik. Dougal hâlâ sessizdi. Yürümeye başladığımız an bile dikkatleri üzerimize çekmiştik çünkü tuhaf bir gruptuk. İki metre boyunda, uzun saçlı, şapkalı ve her an herkesi öldürecek gibi bakan mavi eşofmanlı bir Dougal, suratında muzip gülümsemeyle siyah eşofman takımlı, uzayan saçları şapkanın altından çıkmış bir Emir, uzun örgülü saçlı ve elbette yine eşofman takımlı ben ve süslü renkli bir elbiseyle oldukça klas duran annem. Annem hariç hepimizin ayağında buraya ait olmadığı çok belli olan büyük, kaba botlar. Hepimizin kafalarında şapka ve Dougal hariç güneş gözlüğümüz vardı. Güvenlik bile bizi içeri hemen almamış, birkaç defa üzerimize cihaz tutmuştu. Toplu hapishaneden kaçmış gibiydik bence. Annem topuklu ayakkabılarıyla öne geçerken her şey normalmiş gibi anında gözleri mağazalarda dolaşmaya başlamıştı bile. "Burayı çarşı gibi düşünebilirsin. İnsanlar ihtiyaç duydukları hemen hemen her şeyi böyle binalarda bulurlar." Dougal'ın elini tutarken ilgisini üzerime çekmiştim. "Her yerde kıyafetler var. İnsanların kıyafete bu kadar ihitiyaç duyması garip." Dedi analiz edercesine. Ayrıca yanımızdan geçen kadın, erkek, yaşlı, çocuk herkes dönüp bir daha bize bakıyordu. Dougal da gözlerini onlara dikerek bakışlarını acilen çekmelerini sağlıyordu. "Burada insanlar dış görünüşlerine önem verir. Yiyecek ve barınacak bir yer bulma telaşı eski dünyaya göre çok daha zor aslında. İnsanlar çok stresli. Yine de konfor daha fazla. Bu sebeple önemli sorunlarını çözdükleri anda toplumda bir yer edinme telaşına gireriz. Bunun en iyi yolu düzgün görünmek." Emir cevap verirken annem gözüne kestirdiği orta sınıf bir mağazaya girmişti bile. Tabii biz de peşinden. Annem bence hayatında ilk defa bu klasmanda bir mağazaya adım atıyordu. Erkek bölümüne ulaştığımızda Dougal oldukça çekingen kalmıştı. Kıyafetlerden çok insanları inceliyordu. Annem de kıyafetlere kısaca dokunup ardından beğenmeyerek yüzünü buruşturuyordu. Emir ise askılardaki ürünlere sanki indirimde kapışan teyzeler gibi saldırmıştı. Her şeyi sırayla inceliyor, bazılarını Dougal'ın üzerine tutuyordu. Dougal tuhaf bulduğu her kıyafeti eliyle ittiriyordu. Buradaki mağazada bizi satış görevlisi takip etmediği için rahatlamıştım ama etraf da oldukça kalabalıktı. "Bu ceketi döndüğümüzde klan toplantısında giysene!" Emir, Dougal'a siyah harika bir deri ceket uzatmıştı. Dougal elini uzatıp ceketin kumaşında gezdirip incelemişti. Sanırım ilk defa bir şeyi beğenmişti. Merakla onlara yaklaşırken göz uzuyla annemin bir yığın kıyafeti eline aldığını gördüm ve anında ondan uzaklaştım. "Bu bir hayvan derisi değil?" Dougal kumaşı incelerken Emir bilmiş bir gülümsemeyle ceketi Dougal'a giydirmek için kaldırmıştı. "Gerçek deri giymek etik değil. Onca hayvan katlediliyor bunun için." Dougal kolunu uzatıp ceketi giyerken yanlarına varmış ve hayran hayran kocama bakıyordum. Zaten çok yakışıklıydı ama deri ceketle görünce gözlerimi alamamıştım. Havası o kadar değişmişti ki etrafta birçok kadının da benim gibi ona kitlendiğini anlamak için gözlerimi zar zor ayırabilmiştim. "Bu gayet normal değil mi? Hayvanlar olmasa aç kalırız?" Dougal konuşurken üzerindeki cekete ardından bana bakmıştı. Gözlerimdeki beğenme ifadesini yakalayarak dudağının yan tarafı yukarı kalkmıştı. Ardından "bunu alıyorum," diyerek havalı bir şekilde ceketi çıkartırken, Emir bizden kopup çoktan başka kıyafetlere odaklanmıştı bile. Dougal'la gözlerimiz birbirine kilitli kalarak aramızdaki mesafeyi tamamen sıfırladım ve ellerimi Dougal'ın omuzlarına koydum. "O ceketi dışarıda giyemezsin." "Hmm, nerede giyebiliyorum?" Dougal'ın mırıldanmasıyla derince yutkunmadan önce dudaklarımı ıslatmıştım. "Bence senin bunu gitmen yasaklanmalı," dediğimde göğsünden gelen hafif derin bir sesle güldü. "Kalede odamızda giyebilirsin" diye devam ettiğinde bakışlarının kararmasını an ve an izleyerek tekrar yutkunmak zorunda kaldım. Dougal minik bir adım atarak kafasını daha da aşağıya eğerek bana bakmaya devam etti. Nefes alışı bile hızlanmıştı ki, "yatak odamızda giysiler pek üzerimizde durmuyor," dedi. Yemin ederim kalbimin çarpıntısını Emir bile duyacaktı. "Öhöm öhöm," ah canım arkadaşım adını düşündüğüm anda kendini belli ederek Dougal'la göz bağımızı kesti. Kendimi yana atarak Dougal'la aynı yöne bakacak şekilde döndüğümde annemin elindeki saçma sapan bir kazağı detaylıca inceleyip bize bakmamaya çalıştığını fark ettim. Emir onun hemen yanında kafasını iki yana saklıyordu. Dougal'la tekrar göz göze geldiğimizde birbirimize tebessüm ettik. *** Alışveriş merkezinde birkaç mağazaya daha uğrayarak çıkmıştık. Melek, Rob, albay ve babam için de kıyafetler almıştık. Hepimizin ellerinde poşetlerle otoparka gelmiş ve poşetleri bagaja yüklemiştik. Doğruca hastaneye gideceğimizi düşünürken Emir yolda gördüğü bir kafede durmamızı söylemişti. Annem de ona uyarak durmamız için beni ikna etmeye başlamıştı. "En fazla yarım saat," diyerek girdiğimiz kafede şu an tam bir buçuk saattir oturuyorduk. Minik sevimli ve sıradan bir kafe olmasına rağmen gözlerim etrafta tetikte geziyordu. Annem ve Emir yarınlar yokmuşçasına sohbet ederken Dougal içtiği kahvenin tadını çıkartıyordu. Sessis kaldığı için annem onu sohbete çekmeye çekiniyordu. Yine de masada dönen sohbet İngilizce konuşuluyordu. "Soylularla akşam yemeği yediğinize inanamıyorum. Gerçek leydilerle mi tanıştın?" Emir yaşadığımız her tuhaf anıyı anneme anlatıyordu. "Hemde ne yemek. Muhabbetleri aşırı sıkıcıydı. Kraliçenin kardeşiyim diye kaç tane kont tarafından damat adayı olarak görüldüğümü hiç anlatmayayım. Bunların yanı sıra Galler harika bir yerdi. Tabii o zamanlar Tuğra ailesinin gerçek ailesi olduğunu bilmiyordu. Kendi çapımızda onların açıklarını arıyorduk işte." Emir'in söylediği son sözlerden sonra annemin yüzündeki gülümseme silinmişti. Bakışları benimle buluştuğu an kendini zorlayarak tekrar gülümsedi. "Demek bir kız kardeşin var?" Anneme tebessüm ederken Estelle'yi düşündüm. O harika bir kızdı. Onu ilk gördüğüm an bir kral ve kraliçenin yanına tek başına ata binerek geldiğinde onun farklı ve özel olduğunu anlamıştım. "Çok güzel bir kız kardeşim var." Annem devam etmemi bekleyerek tebessümü büyütürken gözlerinşn dolduğunu fark ettim. Elimi masanın üzerinde uzatıp onun elinin üzerine koydum. "Karakteri annem Nur'la çok benziyor. Sevecen, özgüvenli, akıllı bir kız. Dış görünüşü ise babam." dediğimde annem içten bir tebessüm etti. "Onunla bakışlarınız aynı," annem farkına vardığı gerçeği dile getirirken oldukça zorlanıyor gibi duruyordu. "Babamla pek çok ortak yönümüz var." Sesimin yumuşak çıkmasına dikkat etmiştim. "Peki," dedi annem ellerini benden çekerek göz altlarını nazikçe sildi. "Demek baban tahtta hakkını kaybetti. Biliyor musun sen o gün gittikten sonra eve gelip bilgisayara koşmuştum. Sizin yaşadığınız zaman dilimini araştıracaktım ancak bilgisayar açıldığı an parmaklarım klavyeye yazıları yazamadı. Çünkü sen o mağaraya girdiğin an aslında bu zamanda çoktan ölmüş olacaktın. Oraya yazarak kendi kızımın nasıl öldüğümü öğrenmek istemedim. Çünkü sen benim için hâlâ yaşıyordun. Zihnimde bunu yok edemezdim yoksa yokluğuna dayanamazdım." Annemi dinlerken buruk bir tebessüm sunmuştum. "Anne," dedim ancak annem sözümü kesti. "Biyolojik aileni bulmana çok sevindim Tuğra. Gerçekten tüm kalbimle çok sevindim ve annenle de günün birinde tanışmak isterim çünkü ben çok güzel bir evlat yetiştirdim. Her şeyiyle bilgili ve donanımlı, herkesin övüneceği bir kadın yetiştirdim. Mesleki olarak tercihine saygı duymadığımızı ve yanlış yaptığımızı biliyorum ve bunun için özür diliyorum. Ancak onun dışında annenin ve babanın yüzüne gönül rahatlığıyla bakabilmenin gururunu da taşıyorum. Sen bize kimsenin sahip olamayacağı bir evlat oldun." Dayanamayarak masadan kalkıp annemin yanına gittim ve ona sımsıkı sarıldım. Annem kafasını boynuma eğerek ağlamaya başladığında dolan gözlerimi saklamak için gözlerimi yumdum. "İlerisi sahil temiz hava mı alsak?" Emir'in sesini duyana kadar annemle sarılmaya devam etmiştik. Annem, Emir'in sorusu üzerine benden ayrılıp yüzünü ve akan makyajını düzeltmeye başladı. Ardından cevap vermeden bana bakınca kafamı onaylayarak salladım. *** Yürüyerek Moda sahile gelmiştik. Hava güneşli olduğu için her yerde yürüyüş yapan veya oturan insanlar vardı. Merdivenlerden inerken her yerde olduğu gibi yine tüm gözler bizim üzerimizdeydi. Yanından geçtiğimiz tüm genç kız veya kadınlar Dougal'a ikinci defa dönüp bakarken artık sinirim tavan yapmıştı. Emir bey de bu bakışlardan nasibini alıyordu elbette ve bunun sebebi hâlâ eşofmanlarla geziyor olmamız değildi kesinlikle. Sahil tarafına inip yürüyüşe geçtiğimiz an annem geniş hasır şapkasını daha da öne eğmişti. Burada tanınma ihtimalimiz diğer yerlere göre daha yüksekti. "Bu toprakların sahibi kim? Serbestçe dolaşmamız sorun olmuyor mu?" Dougal soruyu yanında yürüdüğü Emir'e sormuştu. Annem ve ben kol kola önlerinde yürüyorduk. "Özel mülk değil buralar devlete ait." Emir ona cevap verirken karşıdan gelen kız grubunun bizimkilere bakarak kıkırdadıklarını görüp istemsizce annemin kolunu sıktım. Dışarı çıktığımızda Emir ona aldığı deri ceketi giymesini önermişti ama Dougal bana bakarak kabul etmemiş ve poşete geri koymuştu. Zaten o ceketi giyseydi büyük ihtimal bu grup akşam haberlerine çıkardık. "Orası ne öyle?" Dougal parkta spor aletlerini işaret ederken Emir ona açıklamaya başladı. Dougal'la uğraşır ve onu kızdırır diye düşünüyordum ancak Emir beni şaşırtarak Dougal'a sadece yardımcı olmaya çalışıyordu. Onun gıcıklığı kimse yokkendi sanırım. Yine de arada laf atmayı da ihmal etmiyordu gerçi. Emir spor aletlerini açıkladığında Dougal uzun uzun incelemiş ve orada spor yapan gençlere bakmıştı. Yaptıkları sporları beğenmemiş gibi gözlerini kıstığında Emir onun dikkatini dağıtarak ilerideki satıcıyı işaret etmişti. "Serpil anne pamuk helva alalım mı?" Annem kocaman gülümseyerek arkasını dönmüştü. Emir'in ona çocuksu şekilde yaklaşması sempatisini kazanıp çok hoşuna gidiyordu ve Emir'e bu yüzden asla hayır diyemiyordu. "Al şu parayı istediğin kadar al" annem bir tomar para uzatınca Emir hızla gelip annemin elindeki parayı kapattı ve sağa sola baktı. "Serpil anne ne yapıyorsun öyle ortaya servet çıkartılır mı bir anda?" Annem şaşırarak parayı Emir'in eline tutuştururken eliyle saçını geriye atmıştı. "Ne serveti Emir'cim alt tarafı birazcık nakit çıkardım." "Bu mu birazcık nakit. Bunun yarısı için bile adam doğrarlar" Emir'in sözüyle annemin yüzündeki kan çekilmiş gibi olunca temkinle etrafa bakmaya başladı. Gerçekten çıkardığı nakit pamuk helvaya göre epey fazlaydı. Zaten alışverişten sonra annem her şeyin ne kadar ucuz olduğunu söyleyip durmuştu. "Hem doğrar moğrar ne biçim konuşuyorsun oğlum majestelerin yanında." Annemin cümlesiyle yanımızdan geçen bir adam bize tuhaf tuhaf bakıp yoluna devam ederken kendimi gülmemek için zor tutuyordum. "Pamuk helvacı gidiyor!" Diye onları uyardığım an Emir anneme cevap vermeden fırlamıştı. "Abi hop," diye bağırarak satıcıyı durdurmayı başardı. Emir satıcıyla pazarlık yaparken, "Sizin ülkenizde insanların yaşamları ve geçinimleri nasıl peki?" Annem ilk defa Dougal'a doğrudan soru sormuştu. Dougal duruşunu dikleştirip yumuşattığı yüz hatlarıyla anneme baktı. "Bizim oralarda hemen hemen herkes birbirini tanır, yardım eder. Çifçilik ve avlanma temel geçim kaynağımız. Bir evde bir sorun varsa tüm komşular elinden gelen desteği verir. Kimin evinde hastalık var? kiminde kayıp var? kiminde az erzak var hepsi savaşçılarımın takibiyle bana veya Tuğra'ya iletilir. Bir ev o sene az mahsul mü aldı? Vergisi ona göre yeniden düzenlenir hatta hiç alınmaz. Klanımda ve artık ülkemde bir gece bile olsa hiçbir çocuk aç uyuyamaz." "Tüm ülkeden nasıl haberiniz olabilir ki? Mutlaka sömürülen veya zorbalanan insanlar olmalı, bu her yerde olur!" "Bu dediğiniz olaylardan birini en son Tuğra çözmüştü. Sorumlu leydi Cora da hak ettiği cezayı aldı. Ben tüm klan beyleriyle düzenli görüşmeler yaparak durumu ciddiyetle belirtiyorum ve tüm casuslarımı klanlarına yerleştirdim. Yalan söyleyen liderleri görevlerinden alarak güvendiğim insanlara sorumluluk aldırdım. Şimdilik her şey yolunda. Fakir tek bir insan bile yok." Dougal anlatırken bir kere daha onunla gurur duymuştum. Şu an anneme yumuşatarak anlatmıştı ama klan beylerine nasıl baskı yaptığına bizzat şahit olmuştum. Kaç yaşında adamlar karşısında korkudan titremişti ama tüm ülkede fakirliği böylece yok etmişti. Artık içe göç çok fazlaydı. Çevre ülkelerden birçok tacir ve aile ülkede kalıcı yaşam için mektup gönderiyordu. "Bak şimdi," Emir hızla gelerek elindeki pembe pamuk şekeri Dougal'ın yüzüne doğru uzatıp konuyu böldü. "Bunu bir yiyorsun bir daha başka bir şey yiyemiyorsun" Dougal pamuk şekere tuhaf tuhaf bakarken dişlerini sıkmıştı. "Aynen şöyle," Emir iki parmağıyla büyükçe bir parçayı koparıp kendi ağzına sığdırmaya çalışırken sesi boğuk boğuk çıkıyordu. Annem onun bu haline kahkaha atarken Dougal elinin tersiyle neredeyse gözüne giren pamuk şekeri kendinden uzaklaştırmıştı. "Al hadi sende," Emir'in son cümlesi anlaşılırken parmaklarını şap şap diye yalayınca ben de gülmeye başladım. Ağzından çıkardığı parmakları tekrar pamuk şekere dolayan Emir büyükçe bir parça kopartıp Dougal'ın ağzına doğru uzatmıştı. "Sakın Emir!" Dougal uyarıcı bakışlarla ona ters ters bakarken Emir ısrarla "yav aç bir ağzını sen" diyordu. Bu arada pamuk şeker Dougal'ın kıyafetlerine sürtünüyordu. "Yemeyeceğim" Dougal kafasını uzaklaştırsa da Emir elindeki tükürük yüzünden erimeye başlamış pamuk şekeri ısrarla ağzına uzatmaya devam ediyordu. Dougal şimdi burada Emir'e girişmeden araya girmek adına kendimi ortalarına attım ve aramızda kısa bir arbede yaşandı. Tek eliyle Dougal'ın yakasından yakalayan Emir'i ben yakasından itmeye çalışırken üçümüzün ortasında tükürükten erimeye ve sönmeye yüz tutmuş pembe şeker vardı. Arkadan duyduğum flash sesiyle annemin bizim fotoğrafımızı çektiğini fark ettim ama dönüp bakamadım bile. Biz şu an burada neden böyle bir sahne veriyorduk onu da anlamış değildim. Yine elbette Emir ortalığı karıştırmıştı. Sonunda bir ileri bir geri giden Emir'in parmağı benim ağzıma girince Dougal sinirle gözlerini yumdu. "Emiir!" dedi hırıltılı bir sesle. Tüm yanağıma ve dudaklarıma bulaşan pembelikle Dougal'a bakakalmıştım. Dilimle özlediğim tada istemsizce uzandığımda Dougal'ın sinirleri iyice tavan yapmıştı. "Benim kraliçemin ağzına nasıl parmak sokarsın!" Dougal'ın kükremesiyle çevremizde olan herkes dönüp iyice kulak kabartmıştı. İngilizce bilen kişilerin bu sözle kıs kıs güldüğünü fark edip elimin tersiyle yanağımı temizlemrye başladım ki hiç beklemediğim o an gerçekleşti. Emir hızlı bir haraketle kopardığı büyük parçayı Dougal ağzı açık bağırırken onun ağzına sokmuştu. İşte şimdi ölüm sessizliği oluşmuştu. Dougal'ın gözleri dönmüş bir şekilde bıyık ve sakalları dahil her yeri pembe şeker olmuştu. Tutunamayan kısımlar ise yakasına dökülmüştü. "Amma söylendin tadı süper değil mi?" Emir bence cidden şu an alay ediyordu ama yüzünü ciddi nasıl tutuyordu hâlâ onu çözemiyordum. Dougal, Emir'in yakasına yapışıp onu havaya kaldırdığı an yüzleri birbirine eşit oldu. Emir'in ayakları havada kalmıştı ki annem ince bir çığlık attı. Abartmaya hiç gerek yoktu aslında onların her zamanki haliydi. Tüm bu olaylardan değil, annemin çığlığıyla bir grup erkek kalabalığı bize yaklaşmaya başladığında gözlerimi büyüttüm. İşte asıl şimdi ortalık karışacaktı... *** "Bayan, onlar sizi rahatsız mı ediyor?" Duyduğum sesle etrafımızı saran erkek kalabalığına baktım. Arkalarda olayı izleyen bir iki insan da toplanmıştı. Annem gözlüğünü düzeltip kafasını hafif aşağıya eğerek arkama doğru sindi. Dougal ve Emir duydukları seslerle birbirleriyle kavga etmeyi bırakıp etrafa ilk defa göz attılar. Dougal anında Emir'i yere indirdi. "Hayır biz beraberiz," dedim ama adam kabadayı bir tavır takınarak Dougal'a ters ters bakıyordu. Üzerindeki kıyafet şamatasını inceleyerek kaşlarını çatıyordu. "Duydun işte uza!" Emir'in sözleriyle ona ters ters baktım. Adamları kışkırtmadan buradan uzaklaşmamız gerekiyordu ama Emir ve Dougal yan yana kavgaya hazır duruyorlardı. Adamlar da Emir'den çok Dougal'ın tipine takılmış gibilerdi. "Sırığın dili yok galiba?" adamlardan başka biri Emir'e cevap verirken diğerleri güldü. Emir kafasını yana eğerek sabır çekmiştiğinde onun da dudaklarında tehlikeli bir tebessüm oluştu. "Kendi işinize bakın gençler!" Gür sesle araya girdim ama adamlar beni takmadı. Benden tarafa dönüp bakmadılar bile. Annem telefonunu çıkartmış birilerine telaşla mesaj atıyordu. "Sırık?" Emir'in ses tonunu duyduğum an gözlerimi sıkıca yumup annemi bir adım daha arkama çektim. Anlaşılan dikkat çekmemek buraya kadardı. Onların lafını dinleyip sahile hava almaya gelen kafamı... "Sana sırık dedi," Emir adamın söylediği kelimeyi gülerek Dougal'a çevirirken kocamın tek kaşı havaya kalkmıştı. "Kraliçemden bakışlarını çek," Dougal arkalarda bekleyen ve beni süzen bir adama bağırırken adam İngilizce biliyor olacak ki büyük bir kahkaha atıp diğerlerine ne dediğini çevirdi. Kahkahaların ve alayların ardından diğerleri de bakışlarını bana çevirmişti. "Tipe bak," dedi en öndeki gülmelerinin arasından. "Bunlar da bu tiple manitaları kapmış ortalıkta geziyorlar," son duyduğum sözlerden sonra ortalığın karışacağını anladım ama her şey o kadar hızlı oldu ki, en son Emir'i havada uçarken gördüm. Uçarak adama sağlam bir yumruk indirdiği an Dougal'ın eli refleks olarak beline gitti ama orada kılıcını -elbette- bulamayıp diğer adama kafa attı. Dougal'ın kafasını yiyen adam iki seksen yerde baygın uzanırken Emir'in saldırdığı sağlam çıkmıştı. Bir anda ortalık karışıp adamların arkadaşı olduğunu düşündüğüm bir grup daha Emir'in üstüne atlarken Emir yakaladığını indiriyordu. "Hani, burası güvenli bir zamandı." dedi Dougal yumruğu indirip kavgaya devam etti. Ben ellerimi göğsümde kavuşturmuş sinirle olan biteni izliyordum. Çevrede insanların çektiği fotoğraf ve videolar birbiriyle yarışıyordu. Annem yüzünü saklasa da tedirgin bakışları kavgadaydı. Bazıları araya ayırmak için girmeye çalışırken Dougal onları da hırpalamıştı. Kavgayı ayırmak için araya giren bir adamın sendeliyip geri düşmesini izlerken sinirli bir nefes aldım. Bir gün ya bir gün, bir gün biz normal bir şekilde dışarıda gezemeyecek miydik? Bir gün başımızı belaya sokamadan duramayacak mıydık?
|
0% |