Yeni Üyelik
83.
Bölüm

83. Bölüm

@ebrumelek

Mağaranın serin havasında yayılan kırmızı ışık kalp ritmiyle yanıp sönerek yavaşça azaldı. Zeminin altından gelen titreşimler de azalarak kaybolduğunda geldiğimizi duyurdum.

"Çıkabiliriz," Emir, emin olmamış bir endişeyle çıkışın olduğu kısma bakarken ilk harekete geçen Melek olmuştu. Onun hareketiyle grupta hareketlendi ve birbirlerinden ayrılıp koridorda yürümeye başladılar. Emir, Rob'un kolunun altına girmişken diğer kolunun altına da ben girerek ona destek oldum. Dougal bizim önden geçmemizi bekleyerek tam arkamızdan hareket ederek yürümeye başladı.

"Gerçekten İnverness'deyiz." Melek'in ileriden sesi gelirken içten içe olan tedirginliği anında silinip yerine büyük bir rahatlamaya bıraktı. Ay taşını cebime koyarak adım adım mağaranın çıkışına ilerledik.

"Bilmeniz gereken bir şey var," dedim ormana adım atıp ağaçlara bağladığımız atlara bakarken.

"Bu atlar neden hâlâ burada?" İlk tepki Dougal'dan gelmişti. Beş gündür ortada yoktuk ve klandakilerin çoktan ortalığı birbirine katmaları, ilk buraya gelmeleri ve atları çoktan çözmeleri gerekiyordu.

"Nico'nun buraya ilk geldiği gündeyiz hâlâ," dediğimde tüm kafalar hızla bana döndü. Kafamda harita çizerken zaman kavramında da bir tarih belirlemiştim. Beş günlük eksikliği ve Osmanlı temsilcilerine bu durumu açıklayamazdık.

"Beş gün hiç yaşanmamış gibi mi yani? Bizim için endişe etmediler öyle mi?" Melek büyüttüğü gözleriyle konuşurken Rob'u hareket ettirip atlara doğru ilerledim.

"Evet aynen öyle. Açıklamamız gereken tek şey kıyafetlerimiz," dediğimde Emir'le birlikte Rob'u ata bindirmeye çalışıyordum. Şaşkınlıklarını gizlemeseler de bu durumu oldukça memnun oldukları yüzlerinden okunuyordu. Rob, ata binince ben de kendi atıma doğru ilerledim. Dougal, Gölge'ye binerken herkes yerleşmişti. Oradan getirdiğimiz bazı eşyaları küçük bir el valizine koymuştuk. Emir, valizi kendi yanına aldığında hepimiz hızla yola koyulduk.

Kalenin surları görüş açımıza girdiğinde yokuş yukarı tırmanmaya başladık. Dougal, atını yanıma getirip benimle aynı tempoda ilerledi. Çalan borazan sesleriyle kapı uzun bir süre açılmadı. Surların üzerinde savaşçı sayısı bir anda çoğalıp tehditmişiz gibi herkes kılıcını çekmiş uzaktan bize bakmaya başladı.

"Atları yavaşlatın," Dougal'ın emriyle hepimiz atları yavaşlattık. Dougal atıyla öne geçerek uzaktan savaşçılarıns bağırdı. Kıyafetlerimiz ve şapkalarımız yüzünden savaşçılar bizi tanımamış olacaklardı.

"Ben Büyük Dougal Mclenan, kapıları hemen açın!" Dougal'ın kendisini değil ama sesi ve havaya kaldırdığı büyük kılıcını tanıyan savaşçılar arasında bir telaşlı hareket başlamıştı. Birkaç dakikanın ardından uzun, geniş kapı sonuna kadar açılırken içeriden Ewan ve Max gözüktü. İkisi de şaşkın gözlerle gelen bizlere bakıyorlardı.

Hızlandırdığımız atlarla surlara geldiğimizde sırayla içeriye girdik. Kapı ardımızdan büyük bir gürültüyle kapanırken klan içindeki tüm gözler bize çevrilmişti; Kadınlar, çocuklar ve savaşçılar ile bir bölük Osmanlı askeri...

Bize bakanlar arasında Esma'yı fark ettim. Rob'un eli karnını tutarken yarası kanamış olacak ki beyaz kısa kollu tişörtünün önü hafifçe kırmızıya boyanmıştı. Çok bir kanama yoktu Melek hallederdi. Annem ve Estelle'nin de telaşla kalenin kapısından çıkıp bir anda durduklarını ve bize baktıklarını gördüm. Nasıl bir açıklama yapacaktık şimdi?

"Herkes dağılsın. Kıyafetleri değiştirin ve kimseye bir açıklama yapmayın"

"Nereye gidersek ilk yargılandığımız şey kıyafetimiz oluyor, peh!" Emir atını hızlandırıp kale yoluna giderken Melek çoktan attan inmiş deli gibi Ewan'ın boynuna atlamıştı. Günlerce onu görmeyip özlemiş gibi sarılırken, ki aslında durum tam olarak bu, Ewan şaşkınca karısının sarılmasına karşılık veriyordu. Ewan'a göre Melek'i en son birkaç saat önce görmüştü.

Herkes bir taraflara dağılırken annem ve Estelle benim yanıma doğru geliyordu. Dougal gelir gelmez savaşçılarıyla ilgilenmeye daldığında babam dahil olmak üzere annemler etrafını sarmıştı.

"Bu kıyafetler de ne?" Annemin şaşkın sorusuyla atımdan nazikçe indim. Estelle de annem gibi babamın siyah Kemerli kot pantolonu süzüyordu.

Bir şey söylemeden anneme ardından Estelle'ye sarıldığımda soruları havada kalmıştı. Açıklama yapmak için babam beni beklerken çevremize kısaca göz attım ve annemlerden ayrıldım.

"Birçok şey oldu. Benim zamanımıza gitmek zorunda kaldık." Annem sözlerimle gözlerini korkuyla açarken elini göğsüne koymuştu.

"Nasıl gidip gelebildiniz öyle? Bu kadar kolay mı yani?" Estelle bunu sorgular şekilde değil merakla sormuştu. Tekrar oraya dönüp onlardan kopacağım için korkuyor olmalıydılar.

"Kızım çok yorgunuz. Sonra konuşsak olur mu? Tuğra'nın da benim de dinlenmemiz lazım." Babam Estelle'nin omuzlarını tutarken annem benim koluma girmişti.

"Ahmet Veli Paşa buradayken nasıl gidersiniz? Ya sizi görselerdi? Ya geri gelemeseydiniz?" Annem konuşurken yürümeye de başlamıştık. Babam nazik bir tonda onların sorularını geçiştirmeye başladığında kalenin içine girmiştik. Merdivenlere yönelirken tüm bakışlar bana daha doğrusu kıyafetlerime dönmüştü. Benim kamuflajım yüzünden garip giyimime alışık olsalar da babamın da benim gibi giyinmesinin altındaki anlamı anlamaya çalışıyorlardı.

Ailem merdivenlerden yukarı çıkarken, Fran önüme geçip başını eğdi. "Kraliçem," dedi, fakat gözlerindeki huzursuzluk dikkatimi çekmişti.

"Siz gidin hemen geliyorum," diyerek merdivenlerden yola devam etmelerini bekledim. Ailem yürümeye devam ederken bedenimi Fran'a çevirdim.

"Fran, neden böyle kaygılısın? Ne oldu?" diye sordum, yaklaşarak.

Fran derin bir nefes aldı, sesini kısarak konuşmaya başladı. "Kraliçem, çalışma odasında konuşabilir miyiz?" Kaşlarımı birbirine yaklaştırırken başımla onu onaylayıp merdivenlere devam ettim. Fran hemen arkamdan yukarı çıkıyordu. Dougal'ın çalışma odasıja geldiğimizde kapıyı açıp içeriye girdim ve pencereyi açarak odanın havalanmasını sağladım. Ardından Fran'a dönerek bu kadar önemli olan şeyim ne olduğunu anlamak için ona döndüm.

"Kraliçem, bazı duyumlar aldım," diye söze başladığında sandalyeye oturdum. "Diğer klan beylerinin eşleri sizin hakkınızda dedikodular yapıyormuş."

Kaşlarımı çattım, merakla dinlemeye devam ettim. Bir dedikodumuz eksikti zaten! "Ne gibi şeyler söylüyorlar?"

Fran gözlerini kaçırarak devam etti. "Özellikle Laird'in eşi, Morag, sizin Osmanlı yanlısı olduğunuzu ve kralın kararlarını bu yönde etkilediğinizi iddia ediyor. 'Kraliçe, kralın kulağına fısıldıyor. Artık klanımızın çıkarlarını düşünmüyor, Osmanlı’nınkini düşünüyor' demiş. Osmanlı kökeninizin kocanız üzerinde etkisi olduğuna inanıyorlar. Bazıları, kralın kararlarının arkasında sizin Osmanlı geçmişinizin yattığını düşünüyor."

Bu duyduklarım beni rahatsız etti. "Bu kadar basit mi görüyorlar durumu?" diye sordum. Dougal onlara özgürlük vermişti, konuşma hakkı vermişti. Toprak ve güvenlik vermişti. Karşılığında dedikodumuzu mu yapıyorlardı?

Fran biraz tereddütle başını salladı. "Ne yazık ki, sadece Morag değil. Caitlin, Laird Fergus’un eşi, 'Kraliçe, kralı Osmanlı’yla yakınlaştırdı. Bizim gücümüz azalıyor,' diye konuşuyormuş. Onlara göre, kralın Osmanlı askerlerini burada tutma kararı, sizin kökeninizin bir sonucuymuş."

Derin bir nefes aldım, öfkemi bastırmaya çalışarak. "Klan beyleri de bu dedikodulara inanıyor mu?"

Fran başını sallayarak devam etti. "Bazıları evet, majesteleri. Eşleri, kralın kararlarını sizin etkilediğinize dair fikirleri yaymışlar. Laird Ewan ve Fergus, bu düşünceleri ciddiye alıyor. 'Kraliçemiz Osmanlı’dan yana mı?' diye kendi aralarında sorguluyorlar."

Başımı hafifçe salladım. Bu dedikoduların ciddileşmesi, Dougal'ın kraliyet üzerindeki otoritesini sarsabilirdi. Onca emeği boşa gidecekti. Gelir gelmez bir de bununla mı uğrayacaktı bu adam!

"Bu söylentilerin daha da yayılmasına izin veremeyiz."

Fran derin bir nefes alarak başını eğdi. "Haklısınız, kraliçem. Eğer dedikodular bu şekilde devam ederse, kralın liderliğine zarar verebilir."

"Bu işin peşine düşeceğim," dedim kararlı bir sesle. "Laird Ewan, Fergus ve diğerleriyle konuşacağım. Bu söylentilerin krallığı bölmesine izin vermeyeceğiz."

Fran başıyla onayladı. "Emirlerinizi bekliyorum, kraliçem."

"Şimdilik bu aramızda kalsın Dougal çok meşgul. Osmanlı halkı gittiğinde klan beylerini ve ailelerini bir davetle Mclenan'a çağıracağım. Orada ne yapacaksan yapıp söylentileri keseceğiz." Fran başını sallarken odadan çıkmak için omuzlarını dikleştirdi.

"Bana söylediğin için teşekkür ederim Fran," dedim minnetle gülümseyerek.

"Size Büyük Dougal kadar çok güveniyorum. Kökeniniz veya nereden geldiğiniz benim için önemli değil. Sizi hanımım olarak kabul ettiğim andan beri benim her zaman hanımım olarak kalacaksınız." Fran'ın söyledikleriyle içim sıcacık oldu. Tüm yorgunluğum uçup gitti. Çıkan problemler dağ gibi birikiyordu hayatımda. "Teşekkür ederim Fran," dediğimde başını sallayıp arkasını döndü ve odadan çıktı.

Fran odadan çıkarken derin bir nefes aldım. Onun sadakati içimi bir nebze rahatlatmıştı, ancak zihnimde giderek büyüyen sorunların ağırlığını hissediyordum. Nico’nun yarattığı tehlike hâlâ ortada duruyordu. Klanlardaki dedikoduların ardında yatan fesatlık da durumu iyice karmaşıklaştırıyordu. Ama önce Nico. Onun oyununu bozmak zorundaydım, yoksa tüm hayatım yerle bir olabilirdi.

Nico olayı çözüldükten sonra, dedikoduları bitirmek için harekete geçecektim. Osmanlı askerleri buradan ayrılır ayrılmaz, Dougal’a ve krallığımıza yöneltilen bu asılsız söylentilere son verecek bir davet düzenleyecektim. Klan beylerini ve ailelerini McLenan’a toplayıp, hem Osmanlı kökenimle ilgili kaygıları yatıştıracak hem de krallığın birliğini koruyacak adımlar atacaktım.

Zihnimde bu planları şekillendirirken pencereden dışarı baktım. Tepelerin ardındaki gökyüzü bulutlarla kaplanmış, akşamın karanlığı yavaşça çöküyordu. Derin bir nefes alarak omuzlarımı dikleştirdim. Önümde uzun bir yol vardı, ama biliyordum ki her ne olursa olsun, ailem için her şeye karşı duracaktım.

***

Klanda geçirdiğimiz ilk günün ardından her şey hızla normale dönmüştü. Dougal, kıyafetlerimizle ilgili gelen soruları ustalıkla geçiştirip, konunun kapanmasını sağlamıştı. Onun bu rahat tavrı sayesinde kimse daha fazla sorgulamaya yeltenmemişti. Böylece günün geri kalanında, sanki hiçbir şey olmamış gibi, klandaki günlük rutinimize geri dönmüştük.

Esma, Rob'un yanındaydı. Elbette Esma odadayken bir kadın refakatçisi de onlarlaydı. Rob, saldırıya uğradığını anlatmıştı. Sargılarını Melek'in yaptığını söylemişti. Dikişleri sargının altında kaldığı için açmamıştı. Sargılarını Melek değiştiriyordu zaten bu sayede usta dikişleri kimse görmeyecekti. Böylece, Rob'un iyileşme süreci kimse tarafından fark edilmeden devam edecekti.

Yeni bir gün başladığında, klandaki yaşamın her zamanki gibi aktığını gözlemledim. İnsanlar aynı saatlerde aynı işleri yapıyor, aynı yollardan gidip geliyor, hayvanlarını otlatıyorlardı. İneklerini sürmeye çıkanlar, çocuklarını dışarı oyun oynamaya gönderenler... Her şey dakikası dakikasına aynı gibiydi. Çocuklar sokaklarda kahkahalar atıyor, yaşlılar ise köşelerine çekilmiş, yaşamın sessizliğini izliyordu. Günlük rutin, klanda sürekliliğin ve huzurun göstergesi gibi görünüyordu. Ancak bu sakinliğin altında içimde hissettiğim bir huzursuzluk vardı. Nico’nun gölgesi üzerimizdeydi ve onun klandaki bu düzeni bozacağını, huzur gibi görünen bu düzene darbe vuracağını hissediyordum..

Rahat bir siyah pantolon ile bol, uzun bir kazak giyinip saçlarımı sıkı topuz yaptım. Dougal, toplantı odasında Ahmet Veli Paşa, Bozoklu ve babam ile görüşmedeydi. Gündemleri arasında Rob'un nikah tarihi olduğunu da biliyordum. Babamın Osmanlı'da ki durumu hakkında konuşacakları için bu toplantının saatlerce süreceğini biliyordum. İşte tam da bu süre zarfında planımı devreye sokabilecektim.

Yatak odasının giyinme bölümüne ilerledim. Dougal'ın dolabını açarak en alttaki sandığı dışarıya çıkarttım. Ardımdaki kapıyı kontrol ederek kimsenin gelmediğinden emin oldum ve sandığım kapağını kaldırdım.

Karşıma çıkan kumaşların en altına elimi soktum. Elime gelen sertliğe sarılı bezi tutup dışarıya çıkardım, Ay taşı...

Ay taşını aldıktan sonra hızla odadan çıktım ve soğukkanlı bir şekilde günlük hayatıma geri döndüm. Bahçeye adım attığımda, sabah güneşi toprağı yumuşakça aydınlatıyordu. Uzakta, Melek ve Ewan bir köşede oturmuş sessizce konuşuyorlardı. Emir ise onların biraz ilerisinde duruyor, savaşçılarla gülüşerek sohbet ediyordu. Gözleri beni görünce parladı ve konuştuğu savaşçıya bir şeyler daha söyleyerek ondan uzaklaşıp hemen yanıma geldi.

"Rob ne durumda?" diye sordum, sanki aklımda başka bir şey yokmuş gibi davranarak.

Emir, her zamanki gibi rahat tavırlarıyla omuz silkti. "Rob iyileşiyor ama asıl mesele o değil. Esma’ya kafayı fena takmış. Gözlerini ondan ayıramıyor. Esma odasından gittiği an huysuz bir keçiye dönüşüyor."

Kaşlarımı kaldırdım, şaşkınlıkla. "Yakında evlenecekler. Desene bu evlilik aşka dönüşecek."

Emir hafifçe gülümsedi, belli ki dedikoduyu anlatmaya hevesliydi. "Kesinlikle aşka dönüştü bile. Esma her fırsatta Rob'un odasına uğruyor. Ah, babası duysa kıyamet kopar ama bence Rob'un da kimse umurunda değil."

Gözlerim istemsizce Melek ve Ewan’a kaydı, bahçedeki çiçeklerin arasında olan bankta gülüşerek sohbet ediyorlardı.

Gözlerimi çekerek Emir'e döndüm ve gülümsedim, aklımda çok daha büyük bir mesele vardı.

"Sen iyi misin?" Emir'in sorusuyla aynı anda "tabii ki iyiyim, niye sordun?" dedim abartı tepki vermeden.

Gözlerini hafifçe kısarak, "ne bileyim, bana öyle geldi sanırım gergin gibi hissettim de," dediğinde gerçek bir gülümseme sundum. Ardından elimi omzuna hafifçe vurarak göz devirdim.

"Her şeyden bir şey çıkartma Emir. Dougal toplantıya girdi. Bende yeni gelen Mcarty kadınlarına bakarım diye düşündüm. Evlerine hâlâ yerleşememiş insanlar vardı. Gidip yardım falan ederim diye düşündüm." Verdiğim cevapla Emir tatminkar bir şekilde başını salladı.

"Tamam sen git. Meydandaki kuyu arızalanmış galiba ben de oraya gidecektim, sonra görüşürüz." Elimi havaya kaldırıp Emir'le vedalaştım ve Mcarty kadınları için yeni yaptığımız barakaların olduğu yöne doğru dönüp yürüdüm. Baya bir gittikten sonra arkamı kontrol ettim. Emir ortada yoktu. Hızlı bir manevrayla ters istikamet dönüp yolumu surlara doğru çevirdim.

Sakin ama kararlı adımlarla, yanımdan gelip geçenlere gülümseyerek ahırlara vardım. Bulduğum ve hazır olan ilk ata binerek klan kapısına ilerledim. Kapının önünde iki, üstteki asma katlarda dört savaşçı nöbetteydi. Beni görünce duruşlarını dikleştirdiler.

"Kapıyı açın," söylediğim cümleyle ikiletmeden kalenin büyük kapısı iki yana açılmaya başladı. Kapı açılana dek çaktırmadan arkamı kontrol ettim. Kapıya biraz yakın oturan Ewan, kapının sesini duyunca Melek'le sohbetine ara verip benden tarafa dönmüştü. Onunla göz göze geldiğimizde kaşlarını çattığını ve yanındaki Melek'in de kafasını çevirip bana baktığını görüp başımı hızla çevirdim ve açılan kapıdan dışarı atımı dört nala sürdüm.

Ay taşı cebimdeydi ve kimse bir şey fark etmemişti. Ewan'lar beni görse de böyle bir şey yapacağıma ihtimal vermezlerdi. Dougal’ın toplantıdan çıkmadan önce planımı uygulamak zorundaydım.

Her şey yolundaydı. Şimdilik.

***

Atımın sırtında, mağaraya doğru yol alırken içimdeki karmaşa artıyordu. Bir yandan taşıdığım Ay taşı cebimde ısındıkça ısınıyor, diğer yandan zihnimde Nico’yla konuşacaklarımı düşünüyordum. Yol boyunca bir an bile tereddüt etmemem gerektiğini hatırlatıyordum kendime. Dougal, Melek, Rob, ailem, Emir… Hiçbiri bu planın parçası değildi. Asıl gerçeği yalnızca ben çözebilirdim.

Ormanın derinlerine doğru sürerken, atın nallarının toprağa vurma sesi beni biraz olsun sakinleştiriyordu. Hızla ilerledikçe ağaçlar arasındaki gölgeler daha uzun, rüzgar daha sert ve uğursuz hale geldi. Mağaraya yaklaştığımı hissettim.

Mağaranın önüne geldiğimde atım bir an için duraksadı. Onun da bu yerin tehlikesini hissettiğini anladım. Yavaşça inip yelesini okşadım, "Burada bekle, gelişim senin için çok uzun sürecek özür dilerim ama başka bir fırsat vereceğim sana, söz" dedim alçak bir sesle. Atın sıcak nefesi yüzüme çarptı, sanki her şeyi anlıyormuş gibi gözlerime baktı. İplerle onu ağaca bağlayıp yiyebileceği otları toplamaya başladım. Önüne yığdığım otlardan sonra doğruldum ve son kez yelesini okşayıp mağaraya doğru döndüm.

Mağaranın içine adım attığımda soğuk hava anında içimi titretti. Ay taşı, cebimde beni adeta bir mıknatıs gibi sunağın olduğu yere çekiyordu. Her adımım yankı yapıyor, mağaranın derinliklerinde kayboluyordu. Cebimden çıkartıp açtığım fenerimden çıkan ışıkta duvarlardaki semboller yavaşça belirginleşmeye başladı. Bu semboller havuzlu odanın haritasıydı.

Sonunda büyük koridora vardım. O an nefesim kesildi. Ay taşını sardığım keseye dokundum. Taşı elime aldım, avucumun içinde sıcaklığını hissettim. Gözlerimi kapatıp bir an duraksadım. Artık geri dönüş yoktu.

Avucumun içindeki dünkü kesiğin sızısı hâlâ tazeydi. Aynı yerin yanından hızla bir kesik daha attım. Kan, Ay taşına damladığı an, mağaranın içindeki hava aniden değişti. Zeminde bir titreşim başladı, duvarlardaki eski semboller parlamaya başladı. Hava daha da soğudu, nefesim buharlaşıyordu. Ama taşın yaydığı sıcaklık içimi ısıtmaya yetiyordu. Zamanın akışını değiştiren bu güç beni çevreliyordu, damarlarımda hissediyordum. Aniden, etrafımda kırmızı bir ışık halkası belirdi. Bu sefer yalnızdım, yanımda kimse yoktu. Gözlerimi açmaya cesaret edemedim. Rüzgâr sert esiyor, saçlarım yüzüme çarpıyordu. Ayaklarımın altındaki zemin kaymaya başladı. Düşmemek için tüm irademi topladım.

Bir anda her şey sessizleşti. Gözlerimi açtığımda, kendimi bambaşka bir yerde bulduğumu biliyordum.

Mağaradan çıktığım an beni Suryak şehri karşıladı. Etraf sessiz ve ıssızdı. İlerideki kayanın altında Göktürk komutanımın bıraktığı telsiz olduğunu biliyordum ancak onu es geçerek yürümeye devam ettim. Burada sinyal çekmiyordu ve cebimde de cep telefonum vardı. Dönmeden her şeyi hazırlamıştım zaten.

Cep telefonum sinyal alana kadar kuzey yönüne doğru yürüdüm. Eski sınıra doğru. Tek hedefim Nico’yla yüzleşmekti. Yaklaşık bir saat boyunca sessizce yürüdüm. Ne bir ses ne de bir hareket vardı. Yanımda ne su ne yiyecek vardı ama önemli de değildi. Bir süre daha yürüdükten sonra telefonu çıkartıp havaya kaldırdım. Sinyalin bir tane çektiği uyarısıyla telefonu kendime doğru yaklaştırdım ve rehberi açtım. 'Nicholas Graves' ismine tıkladım.

Telefonu kulağıma götürdüm. Birkaç saniye içinde bağlantı kurulduğunu fark ettim. Karşıdan gelen derin bir nefes alma sesi, onun beni beklediğini gösteriyordu. Sonunda, soğuk ve sakin bir ses yankılandı:

"Tuğra," dedi Nico. "Beni arayacağını biliyordum."

Sesi, ondan daha önce hiç duymadığım şekilde derin ve tehditkârdı, sanki her kelimeyle aklımı okuyormuş gibi. O nazik adam yok olmuştu sanki. Suryak şehrinin bu ıssız ve harap yollarında yankılanan bu ses, içimdeki soğukluğu daha da arttırdı. Yine de sakin kalmalıydım.

Bir anlık sessizliğin ardından Nico devam etti: "cevaplar için bana ulaşacağını biliyordum. Yine de beklediğimden çok uzun sürdü Tuğra. Derslerini hiç dinlemeyen bir öğrencisin değil mi? Yapman gereken her şeyi yanlış yaptın. Zamanın akışını bozdun ama ben, sana yardım edeceğim."

Her sözü, sanki her şeyden vazgeçmem gerektiğini söyleyen bir yılan gibi zehir saçıyordu. Ancak ben cevapsız kaldım. Onun oyununa düşmeyecektim. Sadece tek bir şey öğrenmek istiyordum. "Neredesin?" diye sordum, sesim titremeden.

Bir süre sessizlik oldu. Ardından Nico'nun sesi yine duyuldu, bu kez daha gizemli bir tınıyla "Suryak’ın kuzeyindeki eski sanayi bölgesine gel. Terk edilmiş harabeleri göreceksin. Orada bekliyoruz."

Konum verdiğinde içimde bir şeylerin daha da ciddileştiğini hissettim. Ama bu oyunun son perdesiydi. Telefonu kapattım ve derin bir nefes aldım. Bu savaş, her zamankinden daha tehlikeli olacaktı, çünkü 'bekliyoruz' demişti...

***

Harabelerin içine girdiğimde ileride Nico'yu seçebildim. Hemen yanında bir siluet daha belirdi. Uzun boylu, kapüşonlu bir figürdü. Nico'nun yanında o da beni bekliyordu. Ama bu kişi farklıydı; sanki buraya ait değildi, zamanın ve mekânın ötesinden gelmiş gibiydi. Ay taşı cebimde iyice ısınmıştı, içimdeki gerginliği daha da artırıyordu. Adımlarım yavaşladı ama geri adım atmadım.

Nicholas Graves, -Nico-, kollarını açarak karanlık figüre doğru bir adım attı. "Tuğra," dedi soğukkanlı bir sesle, "seni bekleyen sadece ben değildim." Sonra yanında duran figüre dönüp hafifçe başını eğdi. "Onunla tanışmanı istemiştim. Zamanın yeni efendisi, bizim bu zamana gelmemize neden olan hatanın düzeltilmesi için burada."

Kapüşonlu figür yavaşça başını kaldırdı. Yüzü gölgede kalmıştı ama varlığını iyi hissedebiliyordum. Konuştuğunda, sesi neredeyse bir yankı gibi uzaktı. "Benim adım Aidan. Ben... senin hatanın sonucuyum, Tuğra. Senin geri dönerek zamanın akışını bozman, beni var etti."

Daha önce böyle bir ses duymamıştım. O bir Üstad'dı. Aidan’ın varlığı beni sarstı. O, çok güçlüydü. Üstad olmanın artılarını taşıyordu; benim gibi. Gücünü hangi alanda yönlendirdiğini merak etmekten kendimi alamadım. Mesela ben, sürekli kas gücü çalıştığım için yeteneğim böyle evrilmişti. Aynı anda 12 terörist öldürdüğümü bilirdim. Emir bana terminatör derdi bu sebeple. İskoçya'da kendimden kat be kat kaslı savaşçıları yeniyordum. Elbette bunları dövüşme ve etkisiz hale getirme taktiklerini kullanarak yapıyordum ve hassas yerlere darbe indiriyordum ama yine de fiziğime göre çok iyiydim. Bu sebeple aldığım hiçbir dersi ve detayları unutmuyordum. İçimdeki güç, Ay taşından geliyordu.

Aiden'in hafif tebessümüyle kalbim hızla atmaya başladı ama sessizliğimi korudum, sadece onları izledim. Tarih boyunca iki üstadın karşı karşıya geldiğini hiç sanmıyordum.

Aidan, sözlerine devam etti: "Senin zaman hataların, evrenin dengesini bozdu. Sen, geri döndüğün için, şimdi geçmiş ve gelecek birbirine karışıyor. Bunu düzeltmek zorundayız. Nicholas seni buraya bu yüzden getirdi. Zamanı başa sarmalıyız, Tuğra."

Nico'nun yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. "İskoçya’ya hiç gitmemiş olacaksın," dedi. "Her şey başa dönecek. Sen burada, 21. yüzyılda kalacaksın. Bir üstat olarak. Zamanın akışıyla oynamaya devam edebilirsin, ama… senin kontrolünde olacak. Hatalarını düzeltmek için sana bir şans veriyoruz. Zamanın üstadı olacaksın."

İçimde bir şeyler çatırdamaya başladı. Onların planı bu muydu? Her şey başa dönecek, Dougal’la olan hayatım, İskoçya’daki mücadelem hiç yaşanmamış gibi olacak, ama ben burada, bu yüzyılda kalacaktım? Geçmişimi silmek, yapmam gereken fedakârlık mıydı?

Aidan’ın soğuk, karanlık gözleri benimkilere dikildi. "Yoksa," dedi, sesindeki ton daha da karanlıklaşarak, "bizim işimizi zorlaştıracaksın ve seni ortadan kaldırmak zorunda kalacağız."

Ay taşı cebimde iyice ağırlaştı, sanki zamanı tamamen benim kontrolüme almak için yanımdaydı. Geldiğimden beri sadece onları dinlemiştim.

Ay taşı cebimde yanarken, Nico ve Aidan’ın sözleri zihnimde yankılanıyordu. Zamanı başa sarmak, her şeyi silmek… Bu onların çözümüydü, ama benim değil. Gözlerimi kapattım, bir an için Dougal’ı, Rob’u, Melek’i düşündüm. Onların bendeki varlıklarını silmek, yaşadıklarımı inkâr etmek… Bu, benim kabul edebileceğim bir şey asla değildi.

Gözlerimi tekrar açtığımda, yüzümde sert bir ifadeyle onlara baktım. Karşımdaki bu iki varlık, zamanın çizgilerine vakıf olabilirlerdi, ama ben bir savaşçıydım. Sert ve dayanıklı, kendi kaderini çizen bir asker. Bordo bereli bir kadın ve bir kraliçe olarak pek çok zorlukla başa çıkmıştım. Bu iki adamın beni tehdit etmesine izin verecek değildim.

Adımlarımı sağlam atarak birkaç adım ileri çıktım ve onlara meydan okuyan bir ses tonuyla konuşmaya başladım: "Siz gerçekten beni tehdit ettiğinizi mi sanıyorsunuz? Zamanı başa sarmak, hatalarımı düzeltmek mi? Siz kimsiniz ki bana ne yapmam gerektiğini söylüyorsunuz?"

Aidan, gözlerini hafifçe kıstı ve sessizce beni izledi. Ancak Nico'nun o tehditkâr gülümsemesi hala yüzündeydi. Onların bu oyunu beni caydırmak içindi ama ben oyun oynamaya alışık değildim.

"Siz bir şey bilmiyorsunuz," dedim sert bir sesle. "Zamanı geri döndürmek mi? Her şeyi sıfırlamak mı? Sizi bilmem ama ben savaşarak geldim buraya. Zamanla oynamanın sonuçlarını da biliyorum. Dougal'la olan hayatımı, verdiğim mücadeleleri, aldığım yaraları, hiçbirini silmeyeceğim. Çünkü onlar beni ben yaptı."

Aidan’ın soğuk bakışları üzerimdeydi, ama Nico bir adım ileri çıkıp tekrar konuştu. "Tuğra, sen farkında olmasan da dengeyi bozuyorsun. Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu görmüyor musun? Her şeyin yıkılmasını mı istiyorsun? Senin kötü kralı yok etmen gerekiyordu, onun koynuna girmen değil!"

Sert bir kahkaha attım, sesim yıkık harabe duvarlarında yankılandı. "Denge mi? Siz bana dengeyi anlatıyorsunuz," dedim Dougal'ın bahsine değinmeden. Ben savaş meydanlarında dengeyi öğrendim, hayatın ne kadar kırılgan olduğunu gördüm ama her zaman kontrol elimdeydi. Şimdi de öyle."

Ay taşını cebimden çıkarıp havaya kaldırdım, taşı Aidan’ın gözlerinin önüne tuttum. "Zaman benim elimde. Sende ki benim yanılsamam. Siz değil, ben karar vereceğim ne olacağına. Sizi durdurmak için de ne gerekiyorsa yaparım."

Aidan, soğukkanlı bir tavırla geri adım attı. Nico'nun gülümsemesi kaybolmuştu. "Düşünmeden hareket edersen, felaket olur," diye fısıldadı. Ama artık beni korkutamıyordu. Bu sefer onlar köşeye sıkışmıştı, çünkü ben boyun eğmeyecek kadar güçlüydüm.

Ay taşını havada tutarken, Nico ve Aidan’ın gözlerinde beliren şaşkınlık beni daha da cesaretlendirdi. Onların tehditleri, gözümde hiçbir değer taşımıyordu. Ben her zaman zorlukların üstesinden gelmek için eğitim aldım; kararlılığım hiçbir zaman sarsılmadı.

"Zamanı başa sarmak istiyorsanız, benim irademi yok sayamazsınız," dedim, sesimdeki kararlılığı hissetmeleri için yüksek sesle. "Geçmişimden kaçmayacağım. Savaşarak geldiğim bu noktada, sadece kendim için değil, sevdiklerim için de savaşacağım. Hiçbir güç beni korkutamaz!"

Nico, iradesini kaybetmiş gibi görünüyordu wma Aidan hala sakin kalmaya çalışıyordu, sesini yumuşatmaya çalışarak yanıtladı. "Tuğra, bu kadar gururlu olma. Geçmişini silmekle, geleceğini kurtarmak arasında bir seçim yapman gerekiyor. Hayatın tehlikeleri seni bekliyor. Bunu bilmiyor olamazsın."

Kendimi daha güçlü hissettim, Aidan’ın sesi üzerimde bir etki bırakmıyordu. "Hayatın tehlikeleri benimle birlikte. Geçmişimden kaçış yok; yaşadığım her şey, kim olduğumun bir parçası. Beni ben yapan savaşlarım ve kayıplarımdır. Onları silmeye kalkmak, benim ruhumu yok etmek demektir."

Nico, hayal kırıklığı içinde gülümsedi. "Ama biz sana yeni bir fırsat sunuyoruz. Zamanı geri alarak, yeniden başlamanın, her şeyi düzeltmenin yolunu açıyoruz. Niçin bunu kabul etmiyorsun?"

Kahkaham yankı yaparak bana geri döndü. "Yeni bir başlangıç mı? Beni sanki sıfırdan yaratmaya çalışıyorsunuz. Ancak ben yeniden yaratılmak istemiyorum; ben varım. Güçlü, sert ve savaşmaya hazır bir kadınım. Hiçbir şeyin beni yıkmasına izin vermeyeceğim."

Aidan, gözlerindeki karanlık hüzünle bakarak, "Senin iraden güçlü olabilir ama bu irade seni bu yolda ilerletmeyecek. Geçmişinin ağırlığı altında ezilirsin."

"Ezilmem," dedim keskin bir sesle. "Sadece daha da güçlenirim. Ne kadar tehdit ederseniz edin, benim kararım bu. Zamanı başa sarmak sizin seçiminiz değil; bu benim hayatım. Ok, duvara saplandı. Örgü çoktan yeniden oluştu. Taş, sarı ışıkla birleşti. Artık gerçek zaman bu!"

Aidan ve Nico birbirine baktı, aralarındaki sessiz anlaşmayı fark ettim. Onlar, benim pes etmemi bekliyordu ama ben geri adım atmayacaktım. İçimdeki güç ve kararlılık ne olursa olsun savaşmaya hazırdı. Suryak'ın soğuk karanlığında duruyordum; yalnız değildim ama özgür olmayı seçmiştim. Bu onların beklediği son olmayacaktı.

Aidan, bir adım öne çıkarak sakin ama etkili bir tavırla bana yaklaşmaya başladı. İçimde bir tedirginlik belirdi ama yine de geri adım atmadım. Onun gölgelerden çıkışı, üstündeki karanlık havayı artırmıştı. "Tuğra," dedi, sesi derin ve etkileyiciydi. "Bunu kendi iyiliğin için istiyorum."

"Senin iyi niyetine ihtiyacım yok," dedim sert bir sesle ama Aidan, gözlerimdeki kararlılığı görüyordu. Bir adım daha atarak elini uzattı. Artık tam dibimdeydi. Kahverengi gözlerinde benim kadar olmasa da sarı parıltılar vardı. Burnunun kenarında çok sayıda çili de vardı. "Sadece seni anlamaya çalışıyorum," diye devam etti, parmağını bana doğru uzattı. Anında elimi geri çektim ve Ay taşını diğer elime aldım. Ancak o beklemediğim bir çeviklikle parmak ucuyla boştaki elime dokundu. Elime değen ıslaklıkla bakışlarım elime düştü.

Elime kanını sürmüştü.

O an, içimde bir şeylerin yerinden oynadığını hissettim. Aynı anda avucumun içindeki kesiğimde bir sıcaklık hissettim. Aidan, sakin bir ifadeyle sadece bana bakıyordu. Gözlerimdeki korku büyüyordu; daha önce kestiğim yerin ısısı ona bağlı olarak yeniden canlanıyordu. Diğer elimdeki Ay taşı parlamaya başladı.

"Ne yaptın?" dedim, sesim titreyen bir tonda. Fakat Aidan’ın yüzünde tehditkar bir ifade yoktu; aksine, bir şeyler açıklamak istiyor gibiydi.

"Her şeyin başladığı yere dön, kardeşim!" sesi bir yankı gibi uzakta kaybolurken, avucumdaki ay taşının sıcaklığı daha da arttı.

Aniden, etrafımda her şey kaybolmaya başladı. Gökyüzü yere, yer gökyüzüne çıkıyor gibiydi. Bir boşlukta, sessizliğin derinliklerine düşerken kendimi kaybetmiş gibi hissettim. Varlığım, zamanın ve mekânın ötesine savruluyordu. Gözlerim karanlığa gömülmüştü; bir şeylerin kaybolduğunu hissediyordum. Çığlık atıyor ancak sesim çıkmıyordu.

Duyularım birer birer yok olurken, aniden geçmişe doğru bir hareket hissettim. Yavaşça ama kararlılıkla, zamanın katmanları arasından geçerken, anılarım gözümün önünde belirmeye başladı. Klanın bahçesinde Dougal ile geçirdiğim anlar, Melek’in gülümsemesi, Rob’un ilk tanıştığımız da önümde eğilmesi, Emir'in peşimden kalkıp gelmesi, Ewan'ın kasığına kılıç saplanması, albayın beni hücreden çıkartışı, yaşadığımı öğrenen Göktürk komutanın yüz ifadesi... Her şey bir film şeridi gibi geçip gitti.

Ve bir an, her şey aniden durdu.

Kendimi bir ormanda buldum. Yoğun sis olan bir ormandı burası. Güneş ışığı uzun ağaçlardan ormanın içine giremiyordu. Havada bir yanık kokusu vardı. Yalnızdım. Zaman geriye dönmüştü; sanki her şey olduğu gibi devam ediyordu, ama değildi ve ben, çok daha gerideydim. Nerede olduğumu anlamak için uzun uzun etrafıma bakmadan ay taşımı kontrol ettim. Hâlâ bendeydi ama ben neredeydim?

O adam 'her şeyin başladığı yer' demişti. O zaman benim şu an operasyonda olmam ve Abdi'nin peşinden mağaraya koşmam gerekiyordu. Onun yerine amazon ormanları gibi bir yerdeyim ve bu yer gerçekten ürkütücüydü. Biraz daha yürüdüğümde ağaçlardaki açıklıktan havada bir dağ gördüm. Kafamı kaldırıp iyice baktığımda karşımdaki büyük yanardağı hemen tanıdım.

Dokuz rahip ormanlarındaydım...

Ardından duyduğum koşma sesleriyle bedenimi hemen ağacın arkasına siper ettim. Az ileride Osmanlı askerleri birilerini kovalıyordu. Babamlar aklıma gelince gözlerim irice açıldı. Hiçbir müdahalede bulunmadan onlar gidene kadar beklemem gerekiyordu. Nico'nun istediği asla olmayacaktı. Onlar gittiğinde yani babamlar beni 2002 yılına götürdükleri an, zaman akışı bozulmaya başlayacaktı. İstediğim gibi...

Askerler uzaklaşana kadar kımıldamadan bekledim. Çok yakından geçiyorlardı. Onların konumuna göre ağaçta kendimi sipere çekip görünmemi engellemeye çalışıyordum ancak korktuğum başıma gelerek askerlerden biri bana doğru adımlamaya başladı.

Söylediği kelimeleri anlayamadım. Osmanlı'ca konuşmuştu ama anlamadığım çok fazla kelime vardı. Kim olduğumu soruyor olmalıydı. Ellerimi havaya kaldırdım ve İngilizce, "bu halktanım. Buranın yerlisiyim lütfen bana zarar vermeyin," dedim. Asker tam karşıma doğru yürüyüp görüş açıma girdi. Diğerleri babamların peşinden çoktan uzaklaşmıştı. Babamlar büyük ihtimal şu an mağarada saklanıyor olmalıydılar. Askerin yanına başka bir asker daha geldiğinde kendi aralarında bir şeyler konuştular. Ardından ikinci gelen asker düşünceli bir bakışla bana döndü.

"Burada bir kadın ve adam gördün mü?" Diye sordu İngilizce. Kafamı korku dolu bir ifadeyle iki yana salladım ama kendimden emin de göründüm. Az önce askerlerin koştuğu yönü işaret ettim. Onlar doğru iz üzerindeydiler. Oradan gitmeleri ve babamları mağaradan geçirmeleri gerekiyordu.

"Evet o tarafta, ben şifalı bitkiler için bu ormana geliyorum. Onlarla bir ilgim yok." Adam benim söylediklerimi ilk adama tercüme etti. Komutanı olmalıydı.

"Komutanım yalan söylediğini düşünüyor," Dedi uzatarak. Gözlerim korkuyla büyüdü. Komutanı bir şeyler daha söylerken Ay taşını kullanmak için kesiğimi tırnağımla kanattım. Kanı hissettiğim an çaktırmadan Ay taşını avuç içimde sıktım.

Hiçbir şey olmadı.

Ay taşı çalışmıyordu...

Onlar hâlâ Osmanlı'ca konuşmaya devam ederken komutan olduğunu düşündüğüm asker, az önce koşanların olduğu yöne seslendi. Komutanın sesini duyan ve çok ilerlememiş olanların hepsi, bizim olduğumuz yöne doğru geri dönmeye başladı.

Babamların peşinden gitmiyorlardı!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%