@ebrumelek
|
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. İnsanlar, ellerindeki gerçekleri yitirdiklerinde illüzyonlara tutunurlar. Tıpkı onların bu ormanda kurdukları tuzak gibi... Ay taşına, basit bir gerçekliğe bel bağladılar. Oysa bilmedikleri bir şey vardı: Gücün kaynağı taşta ya da kanın akışında değil; zihnin derinliklerindedir. Beni bu ormanda köşeye sıkıştırdıklarını zannedenler, kendi zaaflarının tuzağına düştüler. Her adımları planımın bir parçasıydı. İllüzyonun içinde yürüdüklerini anlayana kadar her şey bitmiş olacaktı. Beni tanımıyorlardı. Zihin gücü, kılıçtan keskindir. Onların kelimeleri, benim sessizliğimde boğulmaya başlayacak. Nico ve Aiden, zamanın sonsuz döngüsünde krallığı oynuyorlar. Zamanı başa sardıklarını ve her şeyi kontrolleri altına aldıklarını sanıyorlar. Fakat asıl kırılma noktası, zaman çizgisinin bozulduğu an, onların öngöremeyeceği bir yerde gizliydi; Benim Dougal’a aşık olduğum andı. Aşk, sadece bir duygu değil, aynı zamanda zamanın ve kaderin yeniden şekillenmesine yol açan bir itici güçtü. Buna emin olmamın büyük bir sebebi vardı; Yeniden şekillenen zamanın gerçek döngü haline gelmesini ispatlayan büyük bir kudret... Rahmimde yeşeren Dougal'ın tohumu. Zaman çarkı seçimini yapmıştı. Geri dönerek, isyanda Dougal'ın ölmemesini sağlayarak kırılan döngü kendi kendini tamir etmişti. Zaman, bunu hata olarak görseydi bedenimde bir çocuk büyümesine asla izin vermezdi. İşte Aiden ve Nico'nun bilmediği sırrım ve kozum buydu. Yanılıyorlardı. Onlar büyük planlarını kurup beni ilk yanlışlığa gönderirken benim içimdeki bu derin sevgiye dair hiçbir hesap yapamamışlardı. Ben de onların oyunlarına ayak uydurdum. Yine de onlata ipuçları verdim. Ok, çoktan duvara saplandı; örgü çoktan başladı; taş, sarı ışıkla birleşti, dedim, ama anlamadılar. Artık değişen bu yeni zaman dilimi, benim Dougal'ın yanında olmam, gerçek zamanın ta kendisiydi. Bu anların içindeki her şey bir bütün olarak birleşmişti. Kaderim, aşkımın bir parçasıydı ve değiştirilemezdi! Zaman... herkes onu doğrusal bir çizgi gibi düşünür, sürekli ilerleyen bir ok gibi. Ama gerçekte bir ağdır; düğümlerden, bağlantılardan ve sonsuz olasılıklardan oluşur. Nico ve Aiden, bu ağı çözebileceklerini sandılar. Zamanı geriye sararak her şeyi kontrol ettiklerini, beni kendi kurdukları oyunun bir parçası haline getirdiklerini düşündüler. Aiden'in gözleri zaman çizgileri içinden beni gözetliyordu. Onun yeteneğinin ne olduğunu keşfettim, gözlemciydi. Yolculuk yapmadan olduğu yerden zamandaki olasılıkları izleyebiliyordu. Ben, dokuz rahip ormanına ilk geldiğim andan beri gözü üzerimdeydi. Benim onu hissettiğimi bilmiyordu; güçsüz olduğumu, üstad olarak yeteneksiz olduğumu tahmin ediyordu. Her şeyin onların istediği gibi olmasına izin verdim. Ay taşımı panikten kullanamadığımı sanmalarını ve bakışlarını benden çekmelerini bekledim. Zamanın karmaşık ağı içinde kaybolmuş gibi hissettiğim Aiden'in kalbindeki rahatlamayı yakaladım. Karşımdaki komutan ve Osmanlı askerleri bana bir şeyler söylerken onları değil, yıllar sonrasından beni izleyen Aiden'ı takip ediyordum. Rahatlamasıyla bakışlarını üzerimden çekmeye başladı çünkü uzun süre beni izleyemezdi. Amacına ulaşmasını bekledim. İçinde kuşku olmamasını bekledim. Beni bir kukla gibi yönlendirdiklerini sanmasını bekledim. Kalbimde bir düğüm gibi gerilen ağın onlarla ayrıldığını hissettiğim an, avucumdaki Ay taşını sıktım, içimdeki güç dalgalanıyordu. Bu, bir devrim anıydı; kendimi yeniden yaratmak için gereken tüm kuvveti topladım. Ay taşını avucumda sıkıca kavrarken yaramı daha da kanattım. İçimden bir mantra gibi fısıldadım: “Geriye, on dakika… her şeyden önce.” Zamanın iplerini çözerken, tüm enerjimi taşın içine akıttım. O an, çevremdeki dünya yavaşça kayboldu. Kırmızı ışık içimde parlayan bir ateş gibi, zamanın akışını bükerek askerleri yavaşça yok etti, beni on dakika önceki ana geri götürdü. Dokuz rahip ormanına ilk ayak bastığım an. Artık yalnızdım, izlenmiyordum. Yalnızlığın verdiği güç, içimdeki ateşi daha da harlıyordu. Avucumdaki taşı tekrar sıktım. Çok fazla kanım akmıştı. Acıkmış ve susamıştım, ama bunlar anlık zayıflıklarım değildi; hedefim daha büyüktü. Hızla hareket ederek Osmanlı askerlerine görünmeden, tekrar taşı kullandım. Aiden ve Nico’nun ilk tanıştığı anı hayal ettim. Ne tarih ne de yer hakkında bir bilgim yoktu ama haritacı kimliğimin beni yönlendirmesine izin verdim. Nico'nun tüm zaman dilimine dokundum; geçmişi, geleceği ve beni nasıl etkilediğini düşündüm. Ormandan yavaşça silindim ancak belli bir mekana ait olmadım. Hızla zaman çizgilerinde gezmeye başladım. Nico'nun çocukluğu, gençliği... Nico 1661 yılında doğmuştu. Bunu bilmiyordum; ama şimdi geçmişin katmanlarına sızarak onu keşfediyordum. Benim mağaradan geçtiğimi Koruyucu ailesinden olduğu için anlayabilmişlerdi. Ailesinden Nico seçilmiş, 11 yaşındayken bizim zamanımıza gelmişti, benim peşimden. Beni orada bulması çok zor olmuştu. Nico, yetimhanelerin öğrenci dosyalarına kadar gizlice araştırmalar yapmıştı. Babamın bana bıraktığı kolyemin bir fotoğrafını arşivde gördüğü anı yakaladım. Sevinçten ayağa kalkmıştı, gözlerindeki hayal ışığını da yakaladım. Ardından, Duman'ları yani ailemi araştırmaya başlamıştı. Tarih öğretmeni olarak sahte dosyalar düzenlemişti; evime tarih öğretmeni olarak gelmişti. İki dünya arasında gidip gelirken, onun içindeki hırsı ve kararlılığı gördüm. O aslında en başında bir tarih öğretmeni bile değildi. Derslerimiz dışında sürekli tarih çalışıyordu. Böylece düzenlediği bu sahte özgeçmişi zamanla gerçeğine çevirdi. Her şey planlandığı gibi ilerlerken onu daha da derinlemesine tanıdım. Derslerimizi tek tek en başından bir daha hızlıca izledim. Onun özenle yaptığı her araştırma, bana her an daha da yaklaştığını gösteriyordu. Zamanın iplerini çözmek için Ay taşını avucumda sıkıca kavrarken, kafamda yankılanan o sözleri duydum: “Aynı anda iki üstad olamaz. Birinin ölmesi gerek.” Bu cümle, içimde derin bir kaygı uyandırdı. Her şeyin belirli bir düzene göre akması gerektiğini biliyordum. Geçmişteki seçimlerim, geleceğimi şekillendiren unsurlardı. Nico’nun geçmişine yaptığım yolculuk beni bekleyen karanlık gerçeği açığa çıkardı. Zamanı biraz daha ileriye sardığımda hayatımın en zor anlarından birine, şehit olduğum haberi yayıldığı ana gelmiştim. Nico, bu trajediyi öğrendiğinde dünyası sarsılıyordu. Gözlerinde kaybetmenin acısı vardı; içindeki boşluk benim yokluğumla değil Üstadın kaybıyla alakalıydı. Şehit olduğumun haberini aldığında Oxford Üniversitesi'ne doktor olarak başlamıştı. Kendi kendine “Tuğra…” dediği an benim varlığımın bile onun için bir anlamı kalmadığını fark ettim. Ben, önemli değildim. Üstad önemliydi ve o Üstadı kaybettiğini sanıyordu. Artık benim yerime bir başkası geçecekti ve o da bunu biliyordu. O an yeni bir üstadın varlığını da hissettiği andı. Ama onun için tehlikeli olan bu yeni üstadın ne kadar karanlık olduğunu bilmediğiydi. Nico’nun içinde büyüyen o boşluk, Aiden’in çekiciliğiyle doldurulmaya çalışılıyordu. Nico, Aiden'e uzattığı el ile ona yeni bir güç sunmaya başlamıştı. Bana öğrettiği tüm öğretileri ona da öğretmesini izledim. Ve onu manipüle etmesini de. Ancak Aiden'in ruhundaki karanlığı da görebiliyordum. Zamanın akışında kaybolmuşken zihnimdeki anılar birbirine karışıyordu. Nico’nun hayatına yaptığım yolculuk onun geçmişine dair tüm detayları keşfetmeme olanak tanımıştı. Şimdi, Aiden ile tanışmalarını izlerken, içimde beliren kaygılar ve sorular, zamanın gerçek doğasını sorgulamama sebep oluyordu. Zaman, benliğimin en derin köşelerine kadar sızıyordu. Ve işte, Aiden’le yüzleşmek üzere olduğum an gelmişti. Aiden’in gözlerinde beni zaman çizgilerinde yok etmek için planladığı her şey belirmişti. Şimdi ona doğru ilerlerken az önce yaşadığım Suryak'ta, harabelerdeki anı yeniden izlemeye başladım. Zamanın karmaşası içinde, Aiden’in beni Dokuz Rahip Ormanları’na yolladığı o anı net bir şekilde gördüm. Puslu bir bulut gibi karşımdaki üçlüye bakıyordum. Aiden bana dokunduğu an fark etmediğim bir detay fark ettim. Nico'nun dudaklarında beliren soğuk gülümseme... Ben ortadan kaybolduğum an Nico ve Aiden harabelerde kaldı. Aiden, benden kalan boşluğa bakarken sesi soğuk bir rüzgar gibi kulaklarımda çınladı: “Tuğra," dedi boşluğa. "Hiç geri gelmeyecek. O mağarada ailesi yakalanıp katledilecek ve hiç büyümemiş olacak. Varlığı silinecek. Zamanın tek üstadı ben olacağım.” Bu cümle, zamanın kaçınılmaz doğasını sorgulamama neden oldu. Aiden’in belirlediği kader bir nehir gibi akarken beni geçmişime mahkûm etmişti. Ya da öyle sanıyordu. Ay taşından zamanın çizgilerini izleyebileceğimi bilmiyordu. Ben, zamanın çizgilerini net bir şekilde görerek izliyordum, varlığımla, yer değiştirerek. Aiden ise varlığını sürüklemeden, sadece olasılıklara bakabiliyordu. Şu an ben buradaydım ama beni hissedemiyordu bile. O, benim kötü bir kopyamdı. Gerçek üstad değildi. Nico, beni almaya mağaraya geldiğinde mağara yerle bir olmuştu. Rob, bu yıkımda cam batması yüzünden yaralanmıştı. İlk başta Üstadın kanının taze olmadığı için böyle olduğunu düşünsem de gerçeği şimdi daha net anlamıştım. Mağara bile Aiden'in varlığına karşı geliyordu. Benim zaman geçişlerim suya nazikçe el daldırmak gibiydi. Aiden benim yokluğumda Ay taşının oluşturduğu geçici bir çözümdü ve güçlü değildi. Bunu gözlerine bakınca bile anlamıştım. Işığı zayıftı; benimse rahmimde 1700 yılına ait bir can vardı. Onların tabiriyle yanlış olan zaman dilimine ait bir can... Beni istediği gibi manipüle edemeyen Nico'nun da bu durum işine gelmişti. Aiden, dokuz rahip ormanında beni daha fazla izleyemedi çünkü buna gücü yetmedi. Başına ağrı girdiğini anladım ancak o, bu durumu Nico'ya belli etmeden, sanki kendisi izlemeyi kesmiş gibi davranarak ona döndü. "Tuğra'nın varlığı artık silindi," dedi. Beni hissedemediği ilk anda. "Dünyayı baştan yenileyebiliriz. Tüm hükümetler planladığımız gibi yok olacak." Aiden'le bugün tanışmıştım ancak onun her şeyini şu an ezbere biliyordum. Her anısını görmüştüm. Tüm zayıflıklarını çözmüştüm. Aiden ve Nico, harabelerde sessizce konuşurken, yanlarında onları dinleyen beni fark edememişlerdi çünkü hala belli bir mekana ayak basmamıştım. Tüm olasılıklar arasında gezerken bedenim şekilsiz gibiydi. Zaman çizgileri arasında kaybolduğum her an içimdeki güçle bir bütün haline geliyordum. Yorulmak yerine daha da güçleniyordum. Elimdeki Ay taşını sıkmaya başladım “Güç, senin içindeki aydınlığa bağlı,” diye fısıldadım taşa. Sesim rüzgar gibi kayboluyordu, Aiden’in zihninde yankılanırken içindeki gücü emmeye başladım. Bir anda Aiden iki büklüm oldu, sanki içindeki karanlık bir şey onu dışarı atmaya çalışıyordu. Aiden, sarsılarak yere düştü. Gözleri genişledi, zihninde savaşan düşüncelerle doluydu. Ben, güç toplayarak onun karanlığına daha da yaklaşırken, elindeki Ay taşı benim taşımın parlaklığıyla aynı anda ışıldamaya başladı. Aiden, kendisini yıkılmış hissediyordu. “Hayır! Bu olamaz!” diye haykırdı. Nico, neler olduğuna anlam veremedi. Gözleri Aiden’in üzerinde sabitlendi, yüzünde şok ve korku belirdi. “Aiden! Ne oluyor?” diye bağırdı ama Aiden cevap veremedi. Sadece iki büklüm olmuş bir halde, gücünün nasıl kaybolduğunu izliyordu. “Bunu yapan Tuğra mı? O hani yok olmuştu!” diye seslendi Aiden'e ancak ondan bir cevap alamadı. Aiden'in gözlerindeki sarı parlama yavaş yavaş azalmaya başladı elindeki taşla birlikte. Gözlerim Nico’ya dönerken onun korkusunun benim için ne kadar önemsiz olduğunu düşündüm. Aiden’in içindeki güç bana doğru akarken, Nico’nun kafasında beliren belirsizlik onun da zayıflığının bir göstergesiydi. O, koruyuculuğunu bu zamana geldiği an kaybetmişti, yoldan çıkmıştı. Nico bu durumu anlamak için çırpındı. “Bunu nasıl başardın?” diye sordu etrafta boşluğa bakarak beni aradı, gözleriyle her yeri didikliyordu. “Senin yokluğunda Aiden’in gücüne sahip olmam gerektiğini sanmıştım. Yanıldığımı şimdi görüyorum!” Yanında acı içinde kıvranan Aiden umurunda olmadan bunu söylemişti. Az önce de ben umurunda değildim!... Aiden’in gözlerindeki sarı parlama yavaşça solarken, onun içindeki güç benden kaçmakta çaresizdi. “Hayır!” diye mırıldandı. Sesindeki korkunun derinliği artık beni durduramayacak bir çaresizlikle doluydu. Gözlerindeki sarılık azalıp koyu kahverengiye dönerken varlığının özünü kaybettiğini hissediyordum. Ondan elimdeki Ay taşına akıyordu. Taş parladıkça parladı. Son zirveye kadar ulaşıp yavaşça söndüğünde içimdeki kıvılcımlar çağlayan bir ateşe dönüştü. Bebeğimin kalp atışını bile hissedebiliyordum. Kanımın damarlarımda akmasını hissettiğim kadar yoğundu. Aiden zayıf nefes alıp verirken bedeni hareketsiz kalmıştı. Ölmeyecekti. Nico’nun gözlerine baktım ve derin bir nefes alarak kendimi ona gösterme kararı aldım. Yavaşça, görünümümü değiştirdim. Zemine ayak bastığım an enerjim belirginleşirken tekrar ölümlü bedenim Suryak'taydı. Enerjimi hissedebilmesi için ona doğru adım attım. Zaman, sanki etrafımda duruyormuş gibi hissediyordum. Bu, tarifi imkansız bir histi. “Senin sandığın gibi değil,” dedim, sesimdeki soğukkanlılıkla. Nico sesimle hızla kafasını kaldırdı. Benimle göz göze geldi ve anında irkildi. “Sen onu yerinden edecek kadar güçlü olamazsın!" diye haykırdı. "Sana zamanın çizgilerini yönetmeyi öğretmemiştim. Bunu sen zamanla keşfedecektin. 34. Seviyenin bilgilerinde bu yoktu! Bu kadar yükseğe kısa zamanda nasıl yükseldin?" Nico, gözlerimdeki belirsizlikle yüzleşirken cevabımı bekliyordu. içimdeki gücü daha da derinlemesine hissettim. “Zamanı bozmuyorum ben Nico. Aksine, olması gerekeni yaşıyorum,” dedim, sesimi sakin tutarak. “Zaman, doğrusal bir çizgi değil; bir döngü, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında sürekli bir etkileşim. Zaman çizgilerini takip etmek içgüdüsel bir durumdu. Bunu bir ezberden öğrenip yapmadım. Senin yanılsaman buydu. Koruyucu kimliğini kaybettin, ailenin sürdürdüğü öğretilerin kutsallığına darbe vurdun. Sen gerçek bir üstadı yok etmeye çalıştın. Anlamadığın ise benim her seçimim zamanın akışını yeniden şekillendiriyor. Onu gerçek, olması gereken kılıyor.” Nico’nun gözleri sözcüklerimin ağırlığı altında büyüdü. İçindeki kararsızlık belirsizlikle birleşirken, yüzünde bir değişim olduğunu görebiliyordum. “Ama sen, Dougal’ın düşmanı olmalısın! İskoçya’da onunla savaşman bekleniyordu. Bu, senin kaderini belirleyen bir durum,” diye itiraz etti. Sesindeki sarsıntı, içinde taşıdığı korkunun bir yansımasıydı. “Bunu sadece sen bekledin,” dedim, onu dinleyerek. Zamanda her zaman olasılıklar vardır. Milyonlarca olasılık arasından bu düşünceni gerçek sandın. Benim, Dougal ile olan bağım sadece derin bir sevgi.” Gözlerini daha da açarak, "Yanılıyorsun!" Dedi. "Hâlâ düzeltebilirsin. Gidip onunla hiç tanışmamış olabilirsin. Ölmesi gereken binlerce insan bu yanlışlık yüzünden ölmedi farkında değil misin? Dougal'ın kral William'ı yenmemesi gerekiyordu, kendi krallığını kurmaması gerekiyordu!" İçimdeki ateşi hissederek sözünü kestim. “Benim içimde taşıdığım bir yaşam var Nico. Ben hamileyim. Dougal'ın bebeğini taşıyorum. Üstad ruhum yanlışlığı fark etmez miydi sence? Yanlış zamandaki bir adamdan bebek sahibi olmama Ay taşı izin verir miydi sanıyorsun? Değişen ve şu an yaşadığımız zaman dilimi artık geçerli olan. Benim içimde taşıdığım bu yeni yaşam, zamanın doğasına zıt değil; aksine onun derinliklerindeki gerçekliğin bir tezahürü. Kendi kaderimizi belirleme gücümüz zamanın evrensel akışına karşı bir direniş değil, onunla bütünleşmektir. Herkes kendi kaderini böylece yazmaz mı?” Nico’nun yüzü, kelimelerimin ağırlığını taşıyamayacak kadar ağırlaştı. Onun yerine ben cevap verdim. “Evet, bebek her şeyi değiştiriyor,” dedim. Nico, yaşadığı şoku atlatmaya çalışırken gerçekliğin ne kadar karmaşık ve öngörülemez olduğunu idrak etmeye başladı. Aiden'e bir kez daha baktım. Elindeki taş artık bir mücevherden farksızdı. Kendi avuçlarımdaki taşı tekrar sıktığımda kenarıyla derimi kestim. Gözlerimi kapattım ve Dougal'ı düşündüm. Toplantı çoktan bitmiş olmalıydı. Elveda Nico," dedim, sesimdeki soğukluk kollarımdan taşarak etrafıma yayıldı. "Artık Koruyucu değilsin. Ailene bir zarar gelmeyeceğine söz veriyorum ama sen… sen artık ayağını denk al. Bir daha yoluma çıkmaya kalkma." Nefesimi tutarak sözlerimi sindirmesini bekledim. Her kelime, Nico'nun üzerine birer kaya gibi iniyordu. Çaresizlikle gözlerime bakarken aramızdaki her bağın yavaşça koptuğunu hissettim. "Aiden denen bu adamı serbest bırak, hayatını yaşasın. Ve buradaki ailemden de uzak dur!" Son cümlem havada asılı kalırken, toprağın altında bir hareketlenme başladı. Ayaklarımın altındaki zemin hafifçe titredi. Gücüm öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki mağaraya ihtiyacım yoktu. Eskiden bunlara ihtiyacım vardı. Şimdi ise taş benim için bir kapıydı; bir geçit değil, sadece bir araç. Mağaralar bir geçiş kapısıydı ama oraya taşsız ya da izinsiz girenler unutuluyordu. Ancak benimle ve taşla yapılan geçişlerde unutulmak gibi bir şansları yoktu. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Zamanın dokusu değişirken havadaki güç beni bambaşka bir yere çekti. Gözlerimi tekrar açtığımda tanıdık bir manzara karşımdaydı. Yüksek dağların etekleri, yemyeşil bir orman ve beni bekleyen atımla göz göze geldim. Tüyleri parlıyordu, heybetli duruşuyla bana güven veriyordu. Önüne koyduğum otları yiyordu hâlâ. Beni görünce bir an irkilerek bağlı olduğu yerde şaha kalktı. Sakinleşmesi için yanına doğru ilerledim, adımlarım yavaş ve nazikti. "Şşş, sakin ol koca adam. Benim," diye fısıldadım, yumuşak çıkarttığım sesimle. "Söz verdiğim gibi geldim, hemen geldim. Artık her şey bitti. Hadi, evimize dönelim." Atımın yelesine nazikçe dokundum, o da başını eğerek sakinleşti ve tehlike olmadığını anlayarak kabul etti beni. İplerini çözdüm. Huzur içinde derin bir nefes aldım, sırtımdaki en büyük yükü atmıştım. Nico artık hayatımıza dahil olamayacaktı. Atımın sırtına zarifçe yerleştim. Uzun yelesini nazikçe okşadım, ona güvendiğimi belli etmek istercesine. "Hadi," dedim fısıldayarak. Atım, adeta beni anlamış gibi yavaş ama kararlı adımlarla yürümeye başladı. Sonunda ağaçlarla çevrili ormandan çıkıp kale yoluna girdim. Mclenan kalesi tüm ihtişamıyla gökyüzüne dek uzanırken yokuş yolu tırmanmaya başladım. Yüzümde bir gülümseme belirdi. Elimi karnıma koyarak hafifçe fısıldadım. "Bak, küçük meleğim," dedim yavaşça. "İşte evimiz. Burada büyüyeceksin, güvende olacaksın." ♥️♥️
|
0% |