Yeni Üyelik
85.
Bölüm

85. Bölüm

@ebrumelek

McLennan Kalesi’nin taş duvarları güneşin solgun ışıkları altında griye bürünmüş, sessizliğiyle derin bir huzur veriyordu. Zihnimde yankılanan yorgunluk bedenimi adeta ağırlaştırsa da bu manzara benim her daim ilacımdı, huzur kaynağımdı. Atımın yavaş adımlarıyla kaleye varmak üzereydim.

Kale kapısına geldiğimde Dougal’ın atının üzerinde olduğunu gördüm. Büyük ana kapı zaten ardına kadar açıktı. Sert bakışlarıyla savaşçılarına talimatlar veriyordu. Duruşu dik, vücudu gergindi; atın dizginlerini sıkıca tutmuş dışarı çıkmak için sabırsızlanıyor gibi telaşlıydı. Onun öfkesini metrelerce öteden hissedebiliyordum.

Beni fark ettiğinde kısa bir an için gözlerinde bir rahatlama belirdi. Ama bu duygu hızla yerini tekrar o tanıdık sertliğe bıraktı. Konuştuğu savaşçının sözünü yarıda keserek atını bana doğru çevirdi, bakışlarını üzerimde gezdirirken kaşları hala çatık, yüzünde asık bir ifade vardı. Neredeyse, etrafındaki her şeyden bağımsız olarak benim üzerime yoğunlaşmıştı bir anda.

"Tuğra," dedi, sesi keskin ve soğuk çıkarken. Olduğum yerde durup bana, bize gelmesini bekledim.

"Nerede olduğunu merak ettim. Toplantı bittiğinde seni göremedim. Gittiğini görmüşler, nereye gittin?"

Sorusunda öfke ve endişe arasında ince bir çizgide duruyordu. Beni bulamamış olması onu sinirlendirmişti, ama asıl kaygısının altında başka bir şeyler yatıyordu. Atının üstündeki dik duruşu kalbinin derinliklerinde sakladığı tedirginliği ele veriyordu.

"Tuğra," diye tekrar etti bu sefer daha derin bir nefes alarak, sesi biraz daha yumuşamıştı. "Seni merak ettim. Bu kadar kritik bir durumda ortadan kaybolman... Tuhaf. Toplantı Sadrazamla, babanın mevzularıyla ilgiliydi" dedi sorgularcasına.

Dougal’ın endişesi ne kadar öfkeli olsa da, yüzeydeki kızgınlığının ötesinde bir anlam taşıyordu. Aramızda sessiz bir bağ vardı; beni merak ettiği, endişelendiği her halinden belliydi.

Dougal’ın kaşını kaldırışı onun öfkesinin sadece başlangıcıydı. Yüzündeki gerilim hiç hafiflememiş, bakışları atımın üzerinden süzülerek bedenimde gezinmeye başlamıştı. Parmaklarım atın yelesine tutunmuşken, avuç içlerimdeki kesiklerin fark edilmemesi için elimden geleni yapıyordum. Ama er ya da geç özellikle gece olduğunda bunu göreceğini biliyordum.

"Kısa bir işim vardı aşkım," dedim ince ve masum çıkan sesimle. Dougal'ın tek kaşı havaya daha da yükseldi.

"Kale dışında tek başına ne işin olabilir? Hem de Sadrazam ve babanla görüştüğümüz önemli bir toplantı sırasında?"

"Dougal, çok soğuk," dedim, bahçede gizlice bizi izleyen insanların farkında olduğumu işaret ederek. Zaten işler yeterince karmaşıkken, Dougal ve benim kavga ettiğimiz dedikodusunun yayılması işime gelmezdi.

Ancak Dougal, etrafımızdaki insanları umursamıyor gibiydi. Atıyla daha da yaklaşıp mesafeyi neredeyse yok etti. Onun atı benim üzerimde olduğum atın burnunu koklarken, Dougal’ın dizi bana dokundu. Sonra atını yavaşça hareket ettirerek etrafımda bir tur döndü. Tekrar karşıma geçtiğinde bakışları sanki içimi okurcasına, derinlemesine beni inceliyordu. Ondan her daim etkilenmem normal değildi. Hele ki şu anda, tüm bahçenin gözü bizim üzerimizdeyken.

"Odaya çık, yarım saate geliyorum," dedi, sesi otoriter ve emredici tonda çıkarken bakışları kalçalarıma düşmüştü. Sözleri kulaklarımda yankılanırken aslında bu emrivaki ile sinirlenmem gerekirken içimde bir hoşnutluk yükseldi. Kalbim heyecandan o kadar hızlı çarpmaya başladı ki göğsüm hızlıca inip kalktı. Dougal da bunu fark etmiş olacak ki az önceki tüm siniri yerini tutkuya bırakan bakışa dönüştü. Dudaklarım kıvrıldı, bu tebessümü gizlemek için dudaklarımın içini ısırdım. Bakışları gözlerime çıktığında ikimizin de aynı şeyi istediğini anladım. Atıma hafif bir komut verip hareket etmesini sağladım.

Atımdan inip tek bir kelime bile etmeden kalenin önüne geldim. Hava ağır, sessizliği tehditkar bir biçimde kesen rüzgarla serinliyordu. Savaşçılardan biri, attan iner inmez dizginleri eline alıp ahırlara doğru götürdü, bense hiçbir vakit kaybetmeden kaleye doğru yürüdüm. Merdivenlere ulaştığımda, adımlarım aceleciydi; ikişerli basamakları çıktım. Ana salonun geniş kapısından geçip iki kat daha yukarı çıktım, ailemizin özel odalarının bulunduğu koridorda durdum. Babamların odasının önünde kısa bir an soluklanıp kapıyı nazikçe çaldım ve içeriden yanıt bekledim.

Kapı yavaşça aralandığında yüzüme yansıyan tanıdık sıcaklık anneme aitti. Gözlerinin içi gülüyordu, beni gördüğüne sevinmişti her zamanki gibi. Tıpkı her seferinde yaptığı gibi bana sımsıkı sarıldı ve sonra koluma girerek içeriye doğru çekiştirdi. "Balca’m, gel, biz de senden bahsediyorduk," diye fısıldadı, sesi şefkatle doluydu. Bu sıcak karşılamanın huzurunu hissetmeye çalışsam da odanın içine adım attığımda dikkatim babama, Estelle’e ve yanında oturan diğer figürlere kaydı.

İçeride bir masanın etrafında toplanmış babam, Estelle, Estelle’in nişanlısı Lord Jack ve sakallı Ahmet Veli Paşa oturuyordu. Lord Jack haftalardır bizim klanda misafirimizdi, çünkü babamın Osmanlı tahtının varisi çıkması herkesi olduğu kadar onu da şaşırtmıştı. Yine de babam, Galler'de kaldığı süre boyunca her şeyi dikkatle saklamış, Jack’e hiçbir ayrıntıyı sezdirmemişti. Gözlerim Jack’in üzerinde gezinirken onun artık daha rahat hareket ettiğini gözlemleyebiliyordum. Özgürlüğüne kavuşacak olan Galler’de, Dougal’ın kararına göre o yeni kral olacaktı. Ama yeni bir yönetim altında olacak bu ülke artık kendi kurallarını koyabilecekti.

Babam, Lord Jack’e belli etmeden onun adamlarının arasındaki en güçlü savaşçıları çoktan kendi safına katmıştı. Jack, bu detayı hâlâ bilmiyordu; belki bilse öfkeden deliye dönerdi. Ancak bu güç savaşında babam Galler’de dikkatli hamlelerle kendi tahtını kurmuştu bile. Jack, Galler kralı olduktan sonra babam kendi gücünü çekecekti bence.

"Balca'm hoş geldin." Babam da beni annemden farksız karşılarken odadaki herkes ayaklanmıştı. Estelle, porselen çay fincanını masaya bırakırken Ahmet Veli Paşa beni gördüğü an yine tespihini çıkartıp çekmeye başlamıştı. Bu adamda yeni bir tik geliştirmiştim. Emir, bu durumu gülerek anlatıyordu. "Adam seni ne zaman görse tespih çekmeye başlıyor ne ayak" deyip dalga geçiyordu. Ardından bunu kafaya takıp adamı gözetim altına almış, tespihi yalnızca gergin olduğu zamanlarda çıkardığını keşfetmişti.

"Ee, bakalım hakkımda neler konuşuluyor?" diyerek yüzümde bir tebessümle boş bir sandalyeye oturdum. Annem de hemen yanıma bir sandalye çekip yerleşti. Yaşına rağmen hâlâ çevik ve enerjik bir kadındı. Bu hareketiyle ona olan hayranlığım bir kez daha kabardı.

Ahmet Veli Paşa, bakışlarını bir an bile benden ayırmadan sessizce beni izliyordu. Babam, Paşa'nın bakışlarını fark edip hafif bir gülümsemeyle ona döndü, sonra bana baktı. "Ahmet abi seni ilk gördüğünde neler hissettiğini anlatıyordu," diye söze başladı babam. "Seni karşısında ilk gördüğünde annene benzetmiş. Nur'u gördüğünü sanmış ve ufak çaplı bir şok yaşamış. Kan çekiyor elbet, gençliğinde annenin tıpkısısın."

Ahmet Veli Paşa, bakışlarını üzerimde yoğunlaştırarak, "Sizi ilk gördüğümde yeğenim Nur'a çok benzetsem de tanıdıkça bambaşka bir kadın olduğunuzu anladım, kraliçem. Zira, dış görünüşünüz dışında annenizle alakanız yok," dedi. Sesindeki ince alay ve yargıyı gizleyemiyordu; söylediklerinin bir yanı sanki kırıcı olmaktan hoşlanıyormuş gibi.

Ben ise bu sert tavrına aldırmamaya çalışarak hafifçe gülümsedim. "Kan bağı olarak ailemden bir parça olsam da, siz de takdir edersiniz ki karakter oluşumunda en büyük etken yetiştirilme tarzıdır, Paşa," dedim, sesimde yumuşak ama kararlı bir ton vardı. "Ailemin suçsuz olduğuna ikna olup padişahı da ikna edebilseydiniz, en azından idam kararını değiştirip kendilerine açıklama şansı tanısaydınız, belki ben de ailemden uzakta büyümek zorunda kalmazdım."

Sözlerim odada ağır bir sessizlik yarattı. Annem bu suskunluk içinde derin bir nefes alarak dayısına dikkatle bakıyordu, gözlerinde geçmişin yükü ve haklı bir sitem vardı. Paşa, o an gözlerini kaçırarak bir iç çekişle elindeki tespihi katlayıp cebine koydu. Odayı dolduran sessizliğin ağırlığı altında pişmanlık ve geçmişin gölgesinde sıkışmış gibiydi.

Ahmet Veli Paşa, gözlerimin içine bakarak yavaşça sözlerine devam etti. "Aslında demek istediğim şuydu ki, kraliçem, siz Ali'ye benziyorsunuz. Kelimeleri söylerken gözlerinizdeki ateş bile şehzademizin aynısı. Eğer erkek olarak doğsaydınız, Devlet-i Aliyye'nin görüp görebileceği en iyi hükümdarlardan biri olurdunuz. Sizi gücendirmek veya geçmişe dair eski bahisleri açmak gibi bir niyetim yoktu. Tek başınıza büyüyerek bile kendinizi ne denli geliştirdiğiniz gözle görülecek kadar ortada."

Vav, sakallıdan duyduğum ilk iltifata yakın cümleydi bu. O içten ve samimi kelimelerin arkasında uzun yılların düşüncesi ve belki de pişmanlıkları saklıydı. Hafifçe başımı eğerek teşekkür ettim, ama sözlerinin gücü içimde yankılanmaya devam ediyordu. Babamın ve Estelle’in yüzünde bile bu iltifatın yarattığı şaşkınlığı görebiliyordum.

O sırada Estelle, hafifçe gülümseyerek söze girdi. "Bu arada, şehzade demişken toplantıda alınan kararları çoktan duymuş olmalısın, ablacım."

Estelle’in sözleriyle yüzümde düşünceli bir ifade belirdi, çünkü toplantıda ne konuşulduğunu hâlâ öğrenememiştim. Bunu fark eden babam, kaşlarını kaldırarak hafif bir gülümsemeyle söze başladı. "Galiba bilmediğin birkaç detay var, kızım," dedi. Bakışları dikkatli, sözleri ise merak uyandırıcıydı.

"Sadrazam Bozoklu yarın ülkeye dönmek üzere yola çıkacak. Kral Dougal'ın mektubuyla Jean Alfred'in itiraflarını anlatan belgeleri de götürecek. Ben de kardeşim olan kral Mustafa'ya bir mektup yazdım. Tahttaki tüm haklarımdan feragat ettiğimi söyledim. Halka öldüğümü açıklamasını istedim böylece suçsuz olduğum ilan edilerek tahta geçmem için saraya baskı uygulayamayacaklar. Ardımdan insanların hain demesi kanıma dokunuyor. En azından beni ölü bilsinler. Kral Mustafa sizin varlığınızdan da haberdar. Büyük kızımın İskoçya kraliçesi, küçük kızımın da yakında Galler kraliçesi olacağını da ekledim mektupta. Yerim, yurdumu da söyledim böylece."

Dougal’ın mektubuyla Bozoklu Sadrazam’ın, Jean Alfred’in haince itiraflarını anlatan belgeleri saraya götüreceğini bilmek içimi biraz rahatlatmış olsa da, babamın kendi varlığını silmek zorunda kaldığı gerçeği içimi acıtıyordu. Babamın halkına duyduğu sevgi ve adalete olan inancı, taht uğruna savaşı körüklemektense kendini feda etmeye yönlendirmişti onu. Halkına kendini ölü olarak bildirmek zorunda kalması ağır bir fedakârlıktı. Bütün bunların tek sebebi bir savaş çıkarmamak, Osmanlı topraklarında kardeş kanı dökülmesini engellemekti. Babamın tahta geçmesi demek, Padişah Mustafa’nın ölümüne giden yolun açılması demekti. Babam ise bu yolda yürümektense kendini geri çekmeyi, halkın gözünde "öldüğünü" kabul etmeyi seçmişti.

Gözlerindeki gurur, her şeyi yapmaya hazır bir hükümdarın inancını yansıtıyordu. “Siz ve Estelle, İskoçya ve Galler gibi ülkelerde halkınıza adil bir yönetim sağladığınız sürece, benden daha güçlü bir miras bırakmış olurum.”

"Babacım, bu kararından gerçekten emin misin?" dedi Estelle, gözlerindeki derin kaygıyla. Hüzünlü gözlerle babama bakarken Lord Jack'in sesi odayı doldurdu. O konuşurken, Estelle'nin omuzlarına destek vererek arkasında duruyordu.

"Ne karar verirsen ver, her zaman desteğim seninle olacak, baba." Lord Jack'in babama "baba" diye hitap etmesiyle Estelle, omzunun üzerinden dönüp nişanlısına baktı. Gözlerindeki yaşlar daha da belirginleşirken dudaklarında hafif bir gülümseme belirmişti.

Babam derin bir nefes alarak gözlerimizin içine baktı, gözleri gurur ve aynı zamanda yorgunlukla doluydu. "Teşekkür ederim hepinize, ama kararım bu," dedi. "Yirmi beş yıl boyunca kaçarak hayatta kalmak, kimliğimizi saklamak, başka isimler altında yaşamak bizi zaten çok yıprattı. Bundan sonra tek isteğim, çocuklarımın özgürce, rahatça yaşamaları. Onlarla birlikte yaşamak; kaçmadan, saklanmadan, adımı değiştirmek zorunda kalmadan, özümüzü gizlemek zorunda olmadan..."

Babamın bu sözleri içimde derin bir sızı bırakırken gözlerim doldu. Bu sırada annem, yanımda duran elimi sıkıca tutup kendine çekti. Onun bu beklenmedik hareketiyle odadaki herkesin bakışları bir anda bize çevrildi. Annem yüzüme baktı, gözlerinde kararlı ve güçlü bir ifade vardı.

"Bizim yaşadıklarımızı evlatlarımız yaşamayacak," dedi, sesi titreyen ama kararlı bir tonla. "Bundan sonra ailemizi korumak, özgürce yaşamak bizim hakkımız."

Babam ona minnettar bir bakış attı, sanki kelimelerle ifade edemediği bir duygu seli, annemin gözlerine yansıyordu.

"Balca'm, bu ellerinin hali ne? Ne oldu kızım?" Annemin telaşlı sesiyle Estelle de hemen yanıma gelmiş, avucumdaki derin çiziklere dikkatle bakıyordu. Ellerimi saklamak için çekip avcumu kapatsam da annem inatla tekrar açıp yaraları incelemeye devam etti.

"Önemli bir şey değil," dedim usulca, ama annemin keskin bakışları içimdeki savunmaları bir bir kırıyordu. Bu sırada babam da karşımdaki sandalyeden çatık kaşlarla avucuma bakıyordu. Sorgulayıcı bakışları ellerimden gözlerime kaydığı anda, neler olduğunu anladığını belli etti. Ancak bu, kaşlarının düzelmesine yetmedi; aksine, gözlerinde derin bir merak ve endişe belirmişti.

"Ne demek önemli değil abla? Bunlar nasıl oldu? Biri mi yaptı yoksa?" Estelle'nin endişeli sesi odada yankılandı, gözleri benden cevap bekliyordu. Lord Jack de kaşlarını kaldırarak, "Kraliçeye bunu kim yapabilir ki?" diye ekledi, sesinde bir meydan okuma ifadesiyle.

Babam hafifçe öne eğildi, onları sakinleştirmeye çalışarak "Kızlar, sakin olun. Balca'mın eli antrenman sırasında çizildi," dedi. Sesindeki güven verici tonda, annem ve Estelle'nin rahat bir nefes almasını sağladı. Ama babamın bana dönük bakışları, bu meseleyi yalnızca biz ikimizin konuşacağına dair sessiz bir anlaşmayı çoktan mühürlemişti.

Annem, gözlerindeki endişeyi biraz olsun yatıştırarak başını salladı ve usulca ellerimi bıraktı. Ancak babamın gözlerindeki sorgu değişmeden duruyordu.

Annem, “Ah kızım, ince çubuk sopalarla mı antrenman yaptın yoksa baban gibi ok ve yayla mı? Bu kesikler ince bir şeylerden olmuş,” diyerek endişeyle ellerime baktı. "Dikkat etsene, ellerin ne hale gelmiş. Ben sana hemen bir ilaç hazırlatırım, hiçbir şeyin kalmaz," diyerek ayağa kalkmak için hamle yaptı.

Onu kolundan tutarak durdurdum. “Otur anne, ben de şimdi ilaç sürmeye gidecektim. Melek’in önceden hazırlayıp sakladığı yara kremleri vardı,” dedim. Sözlerim bittiğinde babam, gözleriyle kapıyı işaret ediyordu.

Annem ısrarcı bir ses tonuyla, “Olur mu öyle şey? Ben kendi ilacımdan getireceğim sana,” dedi. Ona gülümseyerek uzandım ve yanağına öpücük kondurdum. Bu küçük jestimle annem bir an durakladı; gözlerindeki parıltıyı saklamaya çalışsa da başaramadı. Sadece bir öpücükle bile ne kadar mutlu olduğunu görmek içimi ısıttı. Beklemediği bir hareketti, ama o anın güzelliği gözlerinde gizliydi.

“O kadar da uğraşma, anne. Benim zaten gitmem gerek,” dedim ve babama baktım.

“Gel kızım, birlikte çıkalım,” dedi babam, hemen ayağa kalkarak. Sakallı Paşa’nın sessizce bizi izlediğini fark ettim. Onun bakışlarının ağırlığı üzerimizdeyken, babamla birlikte odadan çıktık. Kapının kapanmasıyla babam bir an durdu, bana dönerek derin bir nefes aldı.

"Balca, tekrar mı gittin kızım?" Ellerimi işaret ederken sormuştu. Avuçlarıyla ellerimi tutarken bakışları gelişigüzel atılmış kesikleri inceliyordu.

"Evet baba ama sorma lütfen. Gerçekten yorgunum sonra konuşsak olur mu?"

"He sen yeni geldin yani bir de. Ne kadar süre orada kaldın?" Babam zaman kavramını etkilemeyeceğini biliyordu. Orada aylar geçirip burada aynı gittiğim güne geri dönebilirdim. Bu aslında korkutucu bir durumdu da.

"Aynı gün içinde gidip geldim baba. Halletmem gereken bir mesele vardı."

"Tamam kızım sen öyle diyorsan. Ben sadece endişe ettim. O sebeple sordum."

"Biliyorum baba sorduğun veya merak ettiğim için teşekkür ederim. Sonra görüşürüz" babamın yanından ayrıldığında adımlarım beni doğrudan kendi odama ilerletti. Dougal yarım saate geliyorum demişti.

Hızlı hızlı koridorda yürüyerek odamın önüne geldiğimde kapı ben açmadan kendiliğinden açıldı. Bir el beni sıkıca tutup içeriye çekerken, kendimi odamda bulmuştum. Dougal ve kapı arasında bedenim sıkılmıştı.

"Yarım saate geliyorum demiştin" dedim nefes nefese. Dougal, kafasını aşağıya eğerek kolunu kapıya yaslayıp beni araya almıştı.

"Bekleyemedim" dediğinde gözlerim dudaklarına kaydı. Hafif aralık dudakları o kadar lezzetli duruyordu ki aklımdaki tüm karmaşa uçup gitti.

"Kendi başına gitmişsin," dedi, sesi derin ve sert bir tonda. "Neler oldu orada?" Sorusunu sorduktan sonra eliyle elimi tutup avuç içlerime bakmıştı. Yaralarım çoktan kanamayı durdursa da hâlâ tazeydi. Dougal, biraz daha eğilip dudaklarını avuç içime bastırdığında titrediğimi hissettim.

"Oraya tek başına gitmenin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorsun. Ben buradayken bunu yapman beni daha da endişelendiriyor."

Derin bir nefes alarak ona bakmayı sürdürdüm. “Bazı şeyleri tek başıma halletmem gerektiğini biliyorsun Dougal,” dedim. “Bu, sadece benim çözebileceğim bir meseleyi kapsıyordu.”

“Böyle kendi başına gitmek... Tehlikeli. Seni kaybetmekten korkuyorum.” dedi kararlılıkla.

"Dougal, şimdi tartışmak istemiyorum. Her şey kontrol altındaydı," dedim, sesimi mümkün olduğunca sakin tutmaya çalışarak. Dougal hâlâ cevap bekleyen bakışlarla bakınca devam ettim. "O adamla kapanmayan bir meselemiz vardı. Ondaki ay taşını yok ettim. Bir daha bizi rahatsız edemeyecek." Sözlerimle Dougal'ın dudaklarımdaki hareketi donmuştu. Kafasını hızla kaldırıp ateş çıkartan gözleriyle bana bakarken burnundan nefes alıp vermeye başlamıştı. Hemen elimi omuzlarına dolayarak ona boynundan sarıldım. Nico ismini kullanmama kızdığı için o adam demiştim ama elbette kim olduğunu anlamıştı.

"Ne demek meseleyi kapattım! Bensiz o adamla mı hesaplaştın?" Sesi öyle kuvvetli çıkmıştı ki kollarımı biraz daha sıkarak sarılmaya devam ettim. Adamı aşağıya çektiğim için boynu eğik duruyordu ve öfkeden köpürmüş vaziyetteydi. Uzanıp boynuna öpücükler kondururken konuştum yoksa Dougal'ın sinirini başka türlü asla geçiremezdim.

"Merak etme aşkım bana bir zarar gelmesine asla izin vermem. Sandığından çok daha güçlüyüm. Üstad olduğum için Ay taşının kontrolü de bana ait. Endişeleneceğin hiçbir durum olmadı. Sadece birazcık konuştuk." Her cümleden sonra öperek ara veriyordum. Dougal konuşmasa da burnundan verdiği nefes sesleri duyuluyordu. Elini uzatıp burun kemerini sıkıp kendiyle mücadeleye girdiğini anladığımda boynundaki ellerimi çekip iki yanağına koyup yüzünü kendime çevirdim.

"Aşkım" diye fısıldadım dudaklarım dudaklarına hafifçe değerken. "İnan merak edeceğin hiçbir durum olmadı. Sadece taşı etkisiz hale getirip geri geldim. O adamı da biraz korkuttum hepsi bu."

"Bir daha," diye söze başladı ama dudaklarına kısa bir öpücük kondurup lafını kestim.

"Evet bir daha senden habersiz hiçbir şey yapmayacağım, reisim" onun lafını gülümseyerek kendim tamamlarken 'reisim' diye hitap etmem hoşuna gitmiş olacak ki dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı. Ardından adımı o atarak dudaklarıma tutkuyla kapanırken bedenimi havada onun kucağında buldum.

***

"Seni çok seviyorum" Dougal'ın üzerinde uzanırken o saçlarımla oynuyor kulağıma bir şeyler fısıldayıp beni güldürüyordu. Saçlarım sürekli örmekten hep kıvır kıvırdı ve bu Dougal'ın çok hoşuna gidiyordu.

"Saçların bal gibi," diyerek saç uçlarıma da öpücük kondururken yüzümün sağ tarafını göğsüne yaslamış, bedenindeki eski kılıç yaralarını elimle geziyordum.

"Ben de seni çok seviyorum" Dougal eğilip ensemi ısırırken kıkırdayarak doğrulmaya çalıştım ama buna izin vermeden belimden sıkıca tuttu. Kafamı kaldırıp gözlerine baktığımda parlayan bakışlarla beni izlediğini görüp daha çok gülümsedim.

"Aşkım ben balo düzenlemek istiyorum" Dougal anında kaşlarını havaya kaldırırken bana anlamaz gözlerle bakmaya başlamıştı.

“Balo mu? Sen mi?” dedi şaşkın bir tonda.

“İskoçya’daki tüm klanlara davetiye göndereceğim. Hepsinin katıldığı büyük bir balo olacak. Hem Galler için bağımsızlık kararını da açıklamak için güzel bir fırsat olur. Estelle ve Lord Jack yarın Galler’e dönecekler. Belki balo zamanı onlar da geri gelir, hatta taç giyme töreni bile yapılır.”

"Hmm," dedi Dougal, parmağıyla yanağımı okşarken. Yüzüme dökülen saçlarımı kulağımın arkasına itinayla sıkıştırıyordu.

"Sen sırf bu sebeple balo düzenlemek istemezsin aşkım. Hatta balolardan nefret edersin. Bunun altında başka bir şey var, değil mi?" dedi gözlerinde hafif bir muziplikle. Tüm dişlerimi göstererek sırıttığımda, Dougal da gülümsemişti. Elbette, balo ve balo elbiseleri giymekten nefret ederdim.

“Klanlarda dedikodular başlamış,” dedim, gözlerimi Dougal’dan kaçırmadan. “Biliyorsun, benim Türk olduğumu herkes biliyor. Osmanlılar da sürekli buraya gidip geldiği için seni etkilediğimi düşünüyorlarmış. Hatta, onlara toprak vereceğini, asker desteği sağlayacağını falan konuşuyorlarmış.”

“Öyle mi!” dedi Dougal ciddi ve sert bir tonda. “Demek kararlarımı sorgulamaya başladılar.”

“Senin savaşçı becerilerini yeni doğmuş çocuklar bile biliyor Dougal, ülken için yaptıklarını da. Asıl sorun, benim aklını çeldiğimi düşünmeleri. Bunu sana söylemeyecektim ama... evliliğimizin iptal olması için plan yapanlar bile varmış.”

“Ne demek iptal! Kim düşünmüş bunu?” diye patladı, kaşlarını çatıp yumruklarını sıkarak.

“Bu sadece bir söylenti. Kimin çıkardığını bilmiyorum,” dedim, omzumu hafifçe kaldırıp indirirken. Dougal’ın dişlerini sinirle sıktığını gördüm.

“Papayla görüşme yapmışlar Dougal. Evliliğimizin iptal edilebileceğine dair onay almışlar,” dedim sıkıntıyla, gözlerindeki öfkenin daha da derinleştiğini görerek. Bu haberi Fran kapıdan çıkmadan hemen önce vermişti; söyleyip söylememekte tereddüt ediyordu ama onu zorlayarak öğrenmiştim.

Sözlerim Dougal’ı yatakta fırlatmış gibi hareket ettirmiş, benimle birlikte ayağa kalkmıştı. Düşmemek için boynuna sıkıca sarılırken kısa bir çığlık attım.

“Dur! Nereye gidiyorsun!” diye bağırdım ama Dougal, beni hâlâ kucağında tuttuğunu unutmuş gibi odada bir ileri bir geri yürümeye başlamıştı. Gerçekten komik durduğumuza emindim; adamın kucağında, bir o yana bir bu yana sallanıyordum ve beni bile tutmuyordu. Ahtapot gibi boynuna yapışmasam yere kapaklanacaktım.

“Dougal!” dememle bir an durup bana baktı, gözlerinde şaşkınlık vardı. “Tuğra! Hâlâ kucağımda ne işin var?” dediğinde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.

“Beni indirmeyi unuttun çünkü.” Dougal, beni nazikçe kalçalarımdan tutarak yere indirdi; gözleri yarı çıplak bedenime kaymıştı. Tam bir şey diyecekken, aniden az önceki konuyu hatırlamış olmalı ki bakışlarını benden kaçırıp yeniden sinirle kasıldı.

“O biraz sıkar Tuğra,” dedi Dougal, gözleri öfkeyle parlıyordu. “Evliliğimle ilgili konuşan tüm klan reisleri yok olacak. Senin hakkında dedikodu yapan herkesin dilini koparacağım. O Papa da buna dahil!”

Bu sözleri duyunca gözlerimi şaşkınlıkla açıp ona baktım. Dougal’ın güçlü elleri hala bileklerimdeydi ve kararlılıkla titriyordu. Kendisini savunmasız bırakan herhangi bir tehdidi asla kabul etmezdi, bu konularda taviz vermeyen biriydi.

“Kimseyi öldürmeyeceksin Dougal,” dedim derin bir nefes alarak. “Beni bir dinle… Zaten bu yüzden balo düzenlemek istiyorum. Bir planım var. Herkesin ağzını sonsuza dek kapatacağım ama kan dökmeden.”

Dougal, bakışlarını yarı çıplak bedenimde gezdirirken bir anlığına duraksadı. Öfkesi gözlerinin derinliklerinde dans ediyordu; kendini savunmaya geçmişti bile. “Yok, ben onların ağzını bildiğim yoldan kapatacağım,” dedi dişlerinin arasından hırlayarak ama beni süzmekten de geri durmuyordu. Bakışları uzun uzun bacaklarımda gezinirken derince yutkundum.

Bu adam neden hemen sinirleniyordu ki? Onu sakinleştirmem en az iki saatimi alacaktı, ama içten içe onun bu tavırlarını seviyordum. Belki hamileliğin getirdiği o yoğun duygularla, onun varlığına her zamankinden daha çok bağlanmıştım. Acaba adamın kokusunu mu aşeriyordum?

“Dougal, bu işi bana bırakacaksın,” dedim, kendimden emin bir sesle. Parmaklarımı, onu tehdit eder gibi yüzüne doğru kaldırdım. “Dedikoduyu başlatanlar kadınlar ve bu benim işim. Hiçbir şey yapmayacaksın, tamam mı? İnsanlar konuştu diye öldürülmezler. Evliliğimizi de kafalarına göre iptal edemezler. Ben halledeceğim.”

O an durdu, beni baştan aşağı süzmeye devam ederken bakışları dövmeme oradan göğüslerime çıktı. Gözleri ince detayları kaçırmadan bedenimde dolaşıyor, sanki içimdeki her duyguyu, her düşünceyi okuyor gibiydi. Dudakları, hafifçe kıvrıldı. Bakışları bedenimin her kıvrımını ezberlemişçesine üzerimde dolanırken içimdeki kıpırtı daha da arttı.

"Sana anlattığıma pişman etme lütfen" diye devam ettiğimde bedenim bir anda tekrar havalandı. Acaba Dougal da mı hamileydi!

***

“Rob!” diye bağırarak ayağa fırladım. Bugün ilk defa yemeğe inmişti, gözlerinde o eski canlılık vardı. Günlerdir süren dinlenme sürecinden sonra artık çok daha iyiydi ve bu akşam Sakallı Paşa, Rob ve Esma’nın dini nikâhını kıyacaktı. Nikâh için albay, savaşçılarını da çağırmıştı; klanda neredeyse bir şenlik havası vardı. Öğleden sonra kendi çapımızda bir düğün töreni yapacak, akşam da dini nikâh kıyılacaktı. Ardından Esma, burada yaşamaya başlayacaktı ama Sadrazam babasının şartı gereği senede bir Osmanlı’ya gitmeleri gerekecekti.

“Sonunda kurtuldum o yataktan!” dedi Rob, iğrenir gibi bir ifadeyle yüzünü buruşturarak. Koluna giren Emir, onu kahvaltı sofrasına doğru yönlendirdi. Rob’un salona adım atmasıyla bizimle birlikte yemek yiyen halk arasında gözle görülür bir neşe dalgası yayıldı. Herkesin yüzünde mutlu bir gülümseme belirmişti. Çalışan kızlar hızla onun için yer hazırlamaya başladılar; kahvaltı sofrasına bolca et, peynir ve sebzelerle dolu tabaklar dizildi.

Ayağa kalkıp hemen yanımda duran sandalyesini geriye çektim. Dougal, bu hareketim üzerine yüzünde muzip bir gülümsemeyle bana baktı; sanki kızgınmış gibi bakışlarını sıkılaştırsa da ciddi değildi. Son zamanlarda sürekli yanımda oluşunu, klanlardaki dedikodulara bağladığını fark etmemek imkansızdı. Kale içinde nereye gitse beni de yanında götürüyordu. Geçen gün beklenmedik bir şekilde beni içtima alanına götürdü; yere oturmamı isteyip elime kendi havlusunu tutuşturarak beklememi söyledi. Bir ara beni yanına çağırıp birlikte antrenman yapmayı teklif etti. Bu daveti reddedince şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı, ona yorgun olduğumu söyleyerek geçiştirdim.

Aslında ona bu yorgunluğumun gerçek sebebini baloda söylemeyi planlıyordum. Hamile olduğumu öğrendiğinde nasıl tepki vereceğini düşünmek bile içimi ürpertiyordu. Şu an bile bana fazlasıyla korumacı davranırken hamile olduğumu öğrenirse beni kalenin bir odasına kitler ve gün boyu yatmamı beklerdi. Hem henüz hamileliğim biraz daha ilerlesin istiyordum.

Şimdiye dek hamilelikle ilgili hiçbir belirti yaşamadığımdan dolayı kimse bir şeyden şüphelenmiyordu. Söylenildiği gibi sabah bulantıları ya da rahatsızlıklar hiç olmamıştı. Yalnızca içimde bir yorgunluk vardı; sürekli uyumak istiyor ve hiç yemek yememişim gibi açlık hissiyle uyanıyordum. Belki de bulantılar için henüz erkendi ama bu halim işime geliyordu. Dougal dahil kimse hamile olduğumu aklına bile getirmiyordu.

Salondaki çoğu insan, Rob’u selamlayıp iyi olduğuna sevindiklerini söylerken, o da onlara gülümseyerek cevap veriyor, kısa konuşmalarla teşekkür ediyordu. Rob yanıma oturduğunda, yüzüne bakınca çok daha iyi göründüğünü fark ettim. Yüzü daha dolgun ve sağlıklıydı; hastalıkların izleri neredeyse silinmişti. Aldığı onca ilaç ve vitamin, sadece onu ayağa kaldırmakla kalmamış, eski hastalıklarını da iyileştirmişti. Göz alıcı bir beyazlığa sahip dişleri gülümsediğinde hemen fark ediliyordu.

“Bu salon süslenmiş!” dedi, bakışları özel günlerde çıkardığımız porselen vazolar ve uzun mumlar üzerinde gezinirken.

“Bugün düğünümüz var,” dedi Dougal. Ardından ekledi, “Arthur da bugün klana geri dönecek.” Bu sözler üzerine şaşkınlıkla ona döndüm, gözlerimde hem şaşkınlık hem de sevinç vardı.

Arthur’un adı geçtiğinde içimi hem hüzün hem de umut dolu bir duygu kapladı. Fiona olayından sonra Arthur, tam anlamıyla bir boşluğa düşmüş ve klandan uzaklaşmıştı; gri pelerinlilerle birlikte ortadan kaybolmuştu. Onun geri döneceğine sevinmiştim.

“O zaman çifte kutlama olacak,” dedi Emir, gülümseyerek. Tam o sırada salona Melek ve Ewan giriverdi. Gerçekten çok mutlu görünüyorlardı; Ewan, Melek’ten gözlerini ayırmıyor, adeta gözlerinin içi parlayarak karısına bakıyordu. Bu mutlulukları, bana da sıcacık bir gülümseme getirdi.

“Gelin, gelin. Bakın burada kim var!” dedi Emir, neşeyle onlara seslenerek. Melek ve Ewan, bakışlarını birbirlerinden ayırıp salona göz gezdirdiler. Rob’u görünce yüzlerinde kocaman bir gülümseme belirdi ve hemen ona doğru yaklaştılar.

"Az daha seni o yatakta evlendireceğimizi düşünmeye başlamıştım." Melek’in sözlerine Ewan kahkahalarla karşılık verdi. Kahkaha masadakilere bulaştı, herkesi gülümsetti. Ardından Ewan, masada oturan Alanna'yla göz göze gelip yanına gidip yanağından makas aldı. "Günaydın elma şekerim" diyerek ona sevgiyle baktı. Yanındaki sandalyeyi önce karısı için sonra kendisi için çekip oturdu. Melek de tam yanına oturmuştu.

"Günaydın abi," diye Ewan’a seslendikten sonra, dudaklarına bulaşan balı peçeteyle silip bu kez bana döndü. Yüzünde ışıldayan bir sevinç vardı. "O kadar mutluyum ki, artık kalemiz cıvıl cıvıl. Bugün bir düğün, haftaya da büyük bir balo. Mil, siz keşke daha önce gelseydiniz. Abime de kalemize de hayat getirdiniz,” dedi yumuşak bir sesle.

Henüz ağzımı açamadan yan masadan bir kadın, araya girerek heyecanla konuşmaya başladı. "Hanımımız sadece kaleye değil tüm klana hayat getirdi, Leydi Alanna. Sayesinde kadınlar olarak istediğimiz her mesleği yapabiliyoruz. Maddi ve temel ihtiyaçlarımızın kat kat fazlasını alıyoruz. Hoddin Klanı’ndan üç akrabam buraya yerleşmek için çoktan talep oluşturdular bile." Bu sözler üzerine herkesin bakışları önce bana, sonra kadına yöneldi.

Kadının sözlerinden sonra cevap vermeden hafif tebessüm ettim. Birkaç saniye gözlerimi aşağı indirip kocam Dougal’ın elini tutuyordum ki Dougal, elimi nazikçe kaldırıp avuç içime bir öpücük kondurdu. Utançla kızardığımı hissederek gözlerimi Dougal’dan kaçırdım. Etrafımızdaki herkes bu sevgi dolu anı mutlulukla izliyordu; kahvaltı salonundaki tüm gözler bizdeydi, dostça bakışlar ve tatlı tebessümler eksik olmuyordu.

hala keyifle sohbet ederken, masaya çalışan kızlardan biri yaklaştı. Elindeki tabağı dikkatlice önüme koydu. Tabağın içinde diğer yemeklerden farklı, parlak yeşil bir yemek vardı. Şaşkınlıkla tabağa bakakaldım; rengi o kadar canlıydı ki ne olduğunu kestirmek zordu.

Başımı kaldırıp kızı merakla süzdüğümde, yüzünde açıklamak ister gibi hafif bir gülümseme belirdi. “Hanımım, aşçı sizin için gönderdi. Gücünüz, kuvvetiniz içinmiş,” dedi yumuşak ve kısık bir sesle.

"Gücüm, kuvvetim mi?" diye alçak bir sesle fısıldadım. Kız, omuzlarını hafifçe kaldırarak bilmediğini belli eden bir bakış attı ve uzaklaştı. Tabağa tekrar döndüm; içindeki yemeği anlamaya çalışıyordum. Çorbaya benzese de kıvamı daha yoğundu, rengi ise canlı bir yeşildi. Kaşığı alıp yavaşça karıştırırken buram buram ıspanak kokusu burnuma geldi. Pazı da vardı sanki, ama hamile olduğum için her şeyi yememeye özen gösteriyordum. İçindekilerden emin olamayınca tabağı nazikçe kenara ittim ve protein dolu yiyeceklerle devam etmeye karar verdim.

Kahvaltıdan sonra bahçeye çıkmadan önce mutfağa uğradım. Karnım tam doymamıştı ve masada dikkat çekmek istemediğim için her şeyi tıka basa yiyememiştim. Belki mutfakta ekmek arası bir şeyler bulurum diye düşünerek içeri girdim. Beklediğim gibi oldukça kalabalıktı; kirliler toplanmış, bazı kızlar bulaşıkları yıkarken diğerleri durulama işini yapıyordu. Mutfağın bahçeye açılan kapısına yakın bir yerdeki çeşmeden bulaşıklar yıkanıyordu.

Bir yandan da yemek hazırlığı başlamıştı; hamurlar yoğruluyor, soba yakılıyordu. Akşamki eğlenceye hazırlık yapılıyordu ve belli ki işler yoğunluktan geceye kadar sürecekti.

"Hanımım buyrun?" Yaşlı aşçı kadın konuşurken mutfak sorumlusu kız sebzeleri çıkarıyordu. Aşçının sesiyle dönüp beni görünce ellerini önlüğüne silerek telaşla yanıma geldi. Fiona olayından sonra bu kızdan şüphelensem de hiçbir yanlışını görmemiştim. İşini de iyi yapıyordu ve çok saygılıydı.

“Siz işinize bakın lütfen, ben sadece biraz ekmek almaya geldim,” dedim, ama gözüm ister istemez yanan sobanın üzerinde mis gibi kokular yayılan yufkalara kaydı. Altı nar gibi kızarmış, üstü ise hâlâ pişmekte olan yufkalar iştahımı kabartmıştı. "Of, bu kahvaltıda neden yoktu ki!" diye içimden geçirirken, gözlerimi kokusundan alamadığım yufkaya diktim.

“Siz bekleyin, ben hemen getiririm,” dedi mutfak sorumlusu. Başımı hafifçe sallayarak ona teşekkür ettim ve ardından “O yufkayı pişince verir misin?” diye işaret ettim. Mutfak sorumlusu bir an gülümsedi, başını onaylar şekilde salladı ve sobanın başındaki kızın yanına giderek beklemeye başladı. O esnada yerde oturmuş hamur açan aşçıya baktım.

“Kolay gelsin, Berta,” diyerek onun yanına oturdum. Tombul yanaklarını gererek başını kaldırdı ve hafif bir endişeyle, “Hanımım, kalkın lütfen, buraya oturmayın. Yer taş, soğuk çeker. Sürekli taşa oturuyorsunuz zaten,” dedi. Normalde pek umursamazdım, ama bebeğimi düşünerek anında ayağa kalktım.

“Bir şey mi istemiştiniz?” diye sordu Berta, gözlerinde her zamanki sıcaklığıyla. Başımı sallayıp, “Kahvaltıda benim için özel bir çorba yapmışsın. Onun ne olduğunu soracaktım,” dedim merakla. Berta, hafifçe gülümseyerek bakışlarını tekrar önündeki hamura çevirdi.

“Rahminizin tohumu sıkıca tutması için bir şifa yemeği, hanımım,” dedi sakince. “Bizim klanda bu olmaz ama kötü niyetli insanlar yakında konuşmaya başlayacaktır. Onlar konuşmadan biz bir bebekle neşelenelim diye.”

"“Bunu sen mi düşündün, Berta? Yani birisi senden bunu yapmanı istemedi, değil mi?” diye sordum. Berta’nın hamur yoğuran elleri bir anda durdu, gözleri ciddiyetle bana dikildi. “Niyetim asla kötü değil, hanımım. Ben sadece düşündüm ki…” diyerek kendini açıklamaya başladığında, yüzünün kızardığını fark ettim. Kızdığımı sandığı için mahcup olmuş, hatta ağlayacak gibi olmuştu. Mutfağın sessizliği bu anı ağırlaştırıyor, çalışan herkes bize kaçamak bakışlarla bakıyordu.

Berta’nın duyarlılığı ve çekingenliği beni etkiledi. Hemen, “Kızmadım,” dedim, ona güven vermeye çalışarak. “Sadece meraktan sordum.” Söylenenleri duyduğunu tahmin ediyordum; yoksa böyle bir şey yapmazdı.

Son zamanlarda diğer klanlardan gelen dedikoduların ne kadar acımasızlaştığını biliyordum. Dougal’a bunlardan bahsetmeyi hiç düşünmemiştim umarım balo olana kadar duymazdı da! Aralarında, benim krala bir varis veremeyecek kadar kısır olduğumu ve bu yüzden evliliğimizin iptal edilmesi gerektiğini konuşanlar vardı. Dougal bunu duysa öfkelenip savaşçılarını toplar, o klanlara baskın yapardı. Belki de kendi içlerinde Dougal’a uygun yeni bir kraliçe adayı belirlemeyi bile düşünenler olmuştu.

Berta’nın beni koruma çabası aslında yüreğimi ısıtmıştı. Bu sadakati ve samimiyeti kendiliğinden gelen bir koruma kalkanı gibiydi.

“Özür dilerim, hanımım. Sizi gücendirmek istememiştim,” dedi Berta, gözlerinde hala bir endişe iziyle. Ona hafifçe tebessüm ettim, daha fazla üzülmesini istemiyordum. Aslında Berta, ben üzülmeyeyim diye duyduğu dedikoduları anlatmak yerine kendince bir çözüm üretmişti.

Maalesef, bu dönemde kısırlık gibi meselelerin doğrudan kadınlara yüklenmesi çok yaygındı. Hamile olmasaydım bile, kim bilir, belki sorun Dougal’da olabilirdi. Neden olmasın ki? Ama bunu düşünen yoktu, çünkü toplumda kadının bu tür suçlamaları üstlenmesi yaygın bir kabuldü.

Ama üç gün sonra baloda hepsinin ağzını kapatacaktım. Klanlar orada olacaktı ve artık benim ve Dougal’ın üzerindeki bu baskıyı sona erdirme vaktim gelmişti.

***

Öğleden sonra güneş gökyüzünde yavaşça alçalırken, kalede herkes telaş içindeydi. Çiçeklerle ve bayraklarla süslenen bahçede hummalı bir hazırlık vardı; meydan mis gibi taze çiçek kokusuyla dolmuştu. Herkes kalenin bu düğün için en güzel halini aldığından emin olmaya çalışıyordu. Esma'nın girişine yerleştirilen gümüş aynalar ve dallardan yapılmış zarif kemer, Rob’un yüzüne yayılan o mutlu gülümseme kadar göz alıcıydı.

Kalenin bahçesi bu düğün için özel olarak hazırlanmıştı. Neredeyse klanın tüm fertleri bahçeyi doldurmuştu. Büyük bir kalabalık vardı ama herkesin yüzünde ortak bir heyecan ifadesi. Bahçenin dört bir yanına kurulmuş sofralar insanların oturup keyifli sohbetler edebileceği şekilde düzenlenmişti. Yüksek masaların üzerine ekmek, peynir, taze sebzeler ve et dolu tabaklar sıralanmış, meyve sepetleriyle süslenmişti. Kokusu iştah kabartıyordu.

Kalabalığın arasında yürürken, Rob ve Esma'nın birbirine bakışını yakaladım. Rob, yanında duran Esma’nın ellerini tutmuş gözlerinin içine bakıyordu. Onun için bunun ne kadar uzun zamandır beklediği bir an olduğunu biliyordum. Yanı başlarında sakallı paşa her daim Esma'nın etrafında geziniyor, eğlenen insanlardan bakışlarını sürekli kaçırıyordu. Birkaç Osmanlı askeri de sakallı Paşa'nın arkadındaydı. Albay da manevi oğlu gibi gördüğü Rob için heyecanlı gözüküyordu. Bugün yüzü daha önce olmadığı şekilde sürekli gülüyordu.

Kalabalık, müziğin ilk tınıları duyulmaya başlandığında daha da hareketlenmişti. Davulların sesi gökyüzünde yankılanırken, halkın içinde de dans başlayıverdi. Yüksek bir coşkuyla dans edenler kalabalığı bir araya getiriyordu. Kimse yerinde duramıyordu; genç yaşlı herkes ellerini çırparak müziğe eşlik ediyor, kahkahalarla dans ediyordu. Ewan, Melek’in elinden tutmuş, neredeyse dans eder gibi coşkuyla kahkahalar atarak kalabalıkla birlikte dönerken, ikisinin gözlerindeki mutluluk bana sıcacık bir his veriyordu. Emir ve Fran ise masanın üstüne çıkarak ritme uyumlu figürler yapmaya başlamış, kahkahalar eşliğinde halkı daha da coşturuyordu.

Gün batarken bahçede kurulan büyük ateş de yakılmıştı. Ateşin turuncu parıltısı herkesin yüzüne sıcak bir ışık yansıtıyor, gecenin coşkusunu tamamlıyordu. Dans devam ederken ellerinde mumlar tutan çocuklar etrafta dolanıyor, etrafa ışık saçarak küçük bir dans gösterisi sunuyordu.

Yemekler dağıtılmış, etrafı iştah açıcı kokular kaplamıştı. Ben sürekli gizli gizli bir şeyler atıştırıyordum. Rob ve Esma kalabalığa karışıp herkesle tek tek ilgileniyor, tebrikleri kabul ediyorlardı. Herkesin yüzünde bir gülümseme, elinde bir kadeh vardı. Bu gece uzun sürecek ve kalede Rob ve Esma’nın düğününün hikayesi uzun süre hatırlanacaktı.

Dougal ile bahçenin bir köşesine geçip Rob’un ve Esma’nın mutluluğunu izlemeye başladık. Max bizden biraz uzakta durarak aslında bizi gözetliyordu. Eğlenceye katılmadan korumacı görevini yapıyordu kendince. Dougal nöbetçiler hariç herkese izin vermişti ve Max de izinli olmasına rağmen eğlenceye katılmadan görevini yapıyordu. Bakışlarım Rob'un olduğu noktadaydı. O da Esma da gözleri parlayarak çevrelerindeki kalabalığın sevinciyle sarmalanmıştı. Rob’un yüzünde bir gülümseme, Esma’nın gözlerinde ise neşenin yansıması vardı.

Emir, kalabalığın ortasında komiklikler yaparak herkesin gülmesini sağlıyordu her zamanki gibi. Fran ile el ele tutuşup dönmeye başladığında ufak bir kahkaha atmıştım. Yaptığı hareketlerle Rob’un da yüzündeki gülümseme daha da büyüyor, Esma ise benim gibi kahkahalarını tutamıyordu. Dougal’ın yanındaki yerden gözlerimi ayırmadan onları izlerken gülüşmelerimizin ardında Dougal’ın yanımda durması, içimdeki mutluluğu iki katına çıkarıyordu.

“Onların mutluluğunu görmek ne kadar güzel, değil mi?” dedim, Dougal’ın omzuna yaslanarak. Gözlerim Rob ve Esma’nın neşeli anlarına odaklanırken Dougal gülümseyerek başını salladı.

“Gerçekten de öyle. İkisi de birbirlerine çok yakışıyorlar,” dedi Dougal. Gözüm yine onlara kaydı; Rob’un neşesi çevresindeki herkesi sardıkça, benim içimde bir sevgi dalgası yükseliyordu. Tam yanlarında Ewan'ın kolunun altına girmiş Melek vardı. Emir onlara bakarak Fran'a sevgilisiymiş gibi sarılınca herkes aynı anda kahkaha atmıştı.

“Baksana" dedim Dougal'a. "Emir bir daha düşecek!” gülmekten gözlerim yaşarmıştı. Dougal, beni izleyerek gülümsedi.

Sonra Dougal’ın gözlerine baktım. O an, kalabalığın gürültüsü yok olmuş, yalnızca ikimiz kalmıştık. Dougal, gözlerimin derinliklerine dalarak, “Tuğra,” diye fısıldadı, “senin gülüşün, hayatımın en değerli melodisi. Seninle her anı yaşamak, benim için bir şans sevgilim.”

Dougal'ın bakışları, gözleri o kadar güzeldi ki her baktığımda dilim tutuluyordu. “Senin yanındayken hayatımın en güzel, en mutlu anlarını yaşıyorum. Birlikte her şey mümkün gibi hissediyorum” dedim, gözlerimdeki sevinçle.

Dougal’ın elleriyle yüzümü tuttu. “Seni her zaman koruyacağım, Tuğra. Beni seçtiğin için minnettarım. Senin yanında olmak, hayallerimin gerçeğe dönüşmesi demek,” diye ekledi. Gözlerimdeki mutluluk onun sevgisiyle daha da büyüyordu.

"Seni çok seviyorum" eğilip dudağımdan öperken gülümsemiştim.

"Ben de seni çok seviyorum Dougal. Her şeyden çok..."

....

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%