Yeni Üyelik
86.
Bölüm

86. Bölüm

@ebrumelek

Salon ışıklar içindeydi. Dekorun her bir ayrıntısı görkemli bir gece olacağının başlangıcına işaret ediyordu. Mumlar, uzun vazolar, ihtişamlı çiçek aranjmanları her şey bu gecenin benim için sadece bir balo değil, aynı zamanda bir meydan okuma olduğunu gösteriyordu. Eee, madem bu zamanda işler böyleydi, kuralına göre oynamayı biz de iyi bilirdik. Dedikoduların beni nasıl yıprattığını kimse bilmiyordu ama artık bitmesinin zamanı gelmişti. Bir İskoç kraliçesi olarak, onurlu bir Türk askeri olarak kendimi ve ailemi elbette savunacaktım.

Büyük salonu balo salonuna çevirmiştik. Burası bugün her zamankinden daha görkemliydi. Etrafı süsleyen zarif süsler, işlemeli kristal avizeler, altın yaldızlı tabaklar ve devasa çiçek aranjmanları her köşeye ihtişam katıyordu. Alanna'ya bu günler için yatırım yaptığından teşekkür etmeliydim. Kullanılmayan bir oda full bu malzemelerle doluydu. Zamanında almış ve depo etmişti. Zemin bile parıl parıl parlıyordu; kalenin çalışanları neredeyse nefes almadan çalışmışlardı. Dedikoduları bildikleri için bana çekinceli bakışlar atıp bunun mantıklı bir karar olup olmadığını sorguladıklarını gözlerinden anlamıştım ancak ben kendimden emin bir duruş sergileyerek devam etmelerini sessizce anlatmıştım.

Odamın penceresinden dışarı bakarken kalenin bahçesinde bekleyen arabaları, sırayla içeri giren konukları izliyordum. Bu gece burası her zamankinden farklıydı. Bahçede nereye bakarsam gözüm bir soyluya çarpıyordu. Hepsi o kadar şıktı ki onca saat yolu bu kıyafetlerle nasıl geldiklerini sorguladım. Kadınların saçları bile bozulmamıştı. Hiçbirinin kıyafetlerinde bile kırışıklık yoktu. "Vallahi helal" diyerek pencereye arkamı dönerek odamda makyaj malzemelerimi kullanmaya çalışan Alanna'ya gülümsedim.

"Mil bu ne işe yarıyordu?" Elindeki sıvı kapatıcıyı havaya kaldırırken gülümseyerek yanına oturdum. Oturmam biraz uzun sürmüştü çünkü kabarık, klanın renklerini belli eden yeşil, turuncu işlemeleri olan bir elbise giymiştim. Altına korse bile gitmiştim sırf bu gece için.

"Ben makyajını halledeyim istersen ama bu konuda çok iyi değilim"diyerek kapatıcıyı elime aldım. Ona göre bir fırça çıkartırken, "Bunun ismi kapatıcı, pudra gibi düşün aynı mantık. Daha önce bunun katısını kullanmıştık" diyerek göz altlarına sürmeye başladım. Alanna'nın teni o kadar parlak ve pürüzsüzdü ki bence hiç ihtiyacı bile yoktu. Gerçekten bebek gibi cildi vardı. Ona makyaj yaparken heyecanla kımıldamadan bekliyordu.

Kapatıcıyı sürdükten sonra göz makyajına başladım. Önce şeftali tonlarında bir far sürerek altına eyeliner çektiğimde gözlerini sürekli titretiyordu.

"Gözümün içine mi süreceksin?" Diye sorduğunda kahkahama engel olamamıştım. Makyajın göz kısmını bitirince Alanna'nın heyecanla aynaya bakmasını, ardından çığlık atarak "yine çok güzel oldu Mil. Bu malzemeler büyülü gibi," demesiyle tekrar gülümsedim. Makyaj malzemelerini Alanna için almıştım ve özel günlerde çantayla kapımda bitip bana yapar mısın diye soruyordu her defasında. En son Rob'un düğününde yapmıştık ama o zaman sadece rimel ve ruj sürmüştük.

"Allık da sürelim gel" dediğimde Alanna adeta zıplayarak sandalyeye tekrar oturdu. Jel allığı yanaklarına sürüp fırçayla dağıtırken memnun sesler çıkarıyordu. Gözlerini kapatmış kımıldamadan bekliyordu. O ve Melek'te yeşil tonlarında bir elbise giymişti benim gibi. Hepimiz bu baloda Mclenan'ı temsil ediyorduk. Yeşilin tonları olarak farklı duruyorduk. Benim seçtiğim kumaşın rengi Dougal'ın gözlerinin rengiyle yakındı. Gerçi hangi tonu olursa olsun kocamın gözlerinin rengini yakalayamazdım, o eşsizdi.

"Bitti canım," Alanna sevinçle zıplayarak ayağa kalkıp tekrar aynaya yöneldi. "İnanmıyorum, bu ben miyim?"

"Harika oldun canım. Ben de hazırım zaten aşağıya inelim." Malzemeleri toplayıp çantaya koyarken Alanna hâlâ kendini inceliyordu.

"Sen daha güzel oldun çünkü zaten çok güzelsin. Aşağıya da abimle birlikte inmen daha uygun olur. Ben gidip onu çağırayım Tuggra, bu gece güzelliğinden herkesi kıskançlıktan kudurtacaksın, çok heyecanlı." Alanna son cümlede sesini incelterek bağırırken kahkaha atmıştım. Bu gece onları gerçekten kudurtacaktım. Benimle uğraşmak ne demekmiş göreceklerdi.

"Tamam canım sen in o zaman. Dougal İngiltere kralını karşılamaya gitti. Ben de son kez kendimi kontrol edip aşağıya inerim." Alanna bunu duyunca tereddütte kalarak bana baktı.

"Tek mi ineceksin yani balo salonuna?"

"Sorun yok sen in, aşağıda görüşürüz. Çantayı da sonra gelip benden al" Alanna beni onaylayıp odadan çıkarken kapının önünde ona gülümseyip ardından kapattım. Derin bir nefes alarak aynanın önüne yürüdüm. Üzerimdeki elbiseyi bir daha kontrol ettim. Göğüs ve omuz dekoltesi vardı. Serpil annem bu elbiseyi görse bayılırdı. Rengi o kadar canlıydı ki hareket ettikçe ton değiştiriyor gibi oluyordu. Bel kısmında ince kemer şeklinde turuncu işlemeleri vardı ve kasık kısmına kadar bu şeritler iniyordu. Alanna'nın terzisi bence burada harcanıyordu.

Derin bir nefes aldım. Fran ve Max'in kapının önünde birer gölge gibi beklediklerini biliyordum. İnsanlar gelmeye başladığı an bir an olsun kapımın önünden ayrılmamışlardı. Anlaşılan onların bugünkü görevi benim korumalığımdı. Ne diyebilirim, mutlu olacaklarsa gözlerini bende tutabilirlerdi ama ikisi de bir korumaya ihtiyacım olmadığını biliyorlardı. Sırf gelenlere gösteriş yapmak için kendi kendilerine görev almışlardı.

Son kez kendimi kontrol ettim ve önceden ince çorapla sarıp lüle lüle yaptığım, alnıma dökülen saçımı düzeltip arkamı döndüm. Bugün gerçekten kendi düğünüm hariç ilk defa bir kraliçeye benzemiştim. Dougal'ın benim için yaptığı yaprak desenli zarif tacımı da başıma takmıştım.

Odamın kapısını açtığımda iki yanda bekleyen Fran ve Max, hâlâ dimdik duruyorlardı. Tamamen dışarı çıkıp kapıyı arkamdan kapattım ve kilitledim. "Ben gidince de beklemeye devam edecek misiniz?" Diyerek onlara takıldım. Max, kafasını kımıldatmadı bile ancak Fran, Emir'in yan şubesi olduğu için gülerek bana döndü.

"Güzel espiri kraliçem ama maalesef bu gece her adımınızda yanınızdayız."

"Bunu sizden Dougal mı istedi?" Derken elimdeki anahtarı Fran'a uzatmıştım. Elbisemin iç bacağında silahımı ve bıçaklarımı sakladığım kayışım vardı sadece, kıyafette başka cep yoktu.

"Hayır hanımım bu göreve biz karar verdik. Reis ise onayladı." Max'in yanıtıyla kafamı ona çevirdim.

"Dougal bitti bir de siz başladınız. Tuvalete gitsem de gelecek misiniz bari?" dedim alay edercesine ancak ikisi de aynı anda kafalarını salladığında yuh dedim.

"Anlaşıldı sizden kurtulamayacağım bu gece. Neyse bir şey olursa ben sizi korurum endişelenmeyin." Diyerek yürümeye başladım. Max cevap vermemişti ama Fran söylediğim söze onaylarcasına gülmüştü. "Belki kaledeki en akıllı savaşçı ikimizizdir hanımım. Böyle bir günde kalenin en iyi savaşçısının yanındayız. Sizinle güvendeyiz." Fran'ın espirisine ben gülerken Max yine tepki vermemişti. Tam tersini düşünse yüzünü buruşturacağını bilecek kadar yakından tanıyordum onu. Birlikte merdivenlere doğru yürüken arkamda kalmışlardı. Bismillah diyerek merdivene adımımı attım ve aşağıdaki uğultu sesleri daha da çoğalmaya başladı. Merdivenlerde indiğim her basamakla birlikte uğultu sesleri, kahkaha ve kadeh tokuşturma seslerine döndü. Tamamen aşağıya indiğimizde adımlarım durarak bakışlarımı boş koridora çevirdim. Nöbetçi savaşçılar kapılarda beklerken büyük salonun olduğu koridorda kapısının kapalı olduğunu gördüm. Servis yapmak için girip çıkan çalışanlarla kapı açılıp kapanıyordu. Açıldığı an ses kuvvetli bir şekilde yükseliyor, kapı kapandığı an bir uğultuya dönüyordu.

Büyük salonun önüne geldiğim an savaşçılar kapıyı benim için iki yana açmıştı. Kapı açılır açılmaz salonun kalabalığı bana merhaba dedi. Herkes aşırı derecede şık duruyordu. Kadınlar ve erkekler ayakta durmuş birbirleriylr sohbet ederlerken benim içeri adım atmamla sesler çok belli olacak şekilde azaldı ama tamamen kesilmedi. Birkaç adım daha içeri girdiğimde kapı ardımdan kapanırken soylular oldukları yerde zarifçe benim için eğilip selam vermişlerdi. Bugün sadece İskoç klan beyleri değil, İngiltere kralı Royce Boyd ve karısı ile gelen birkaç İngiliz soylusu da vardı.

Kalabalığı izlerken dikkatimi çeken detaylar vardı. Masaların üzerinde çeşit çeşit yiyecekler; ince hamurlu tatlılar, ağır baharat kokularıyla dolu sıcak yemekler, göz alıcı meyve tabakları ilk dikkatimi çekendi. Alanna, Melek ve Emir bu düzenlemelerde her şeyin mükemmel olması için uğraşmışlardı. En sağdaki geniş masada sohbet eden albay Quany ile göz göze geldik. Yanında babamlar ve birkaç klan beyi vardı. En başından beri dost olduğumuz bir klan olan Horst klanının reisi yanlarında, oldukça keyifli duruyordu.

Melek ve Emir, salona her gireni yakından izliyordu. Ewan onlardan ayrı Dougal'ın olduğu masada oturuyordu. Dougal ve kral Royce açığı kapatırcasına sohbet ederken yanlarındaki Victoria zarifçe kahkaha atıyordu. Benim içeri girdiğim an kocamın bakışları bana dönmüştü. İzin isteyerek kalkmış ve şu anda benim olduğum yere doğru yürüyordu.

Emir, yanındaki soylu beylerin kılıç kuşanıp kuşanmadıklarına bile dikkat ediyor, ona kur yapmaya çalışan kadınlara çaktırmadan suratını buruşturuyordu. Bu arada yemeklerden tıkınmayı da ihmal etmiyordu. Melek ise zarif bir leydi imajı çizse de her an tetikte gibi gözleri her ayrıntıyı seçiyordu. Onlar olmadan bu gece nasıl geçerdi bilmiyorum.

Ben de Dougal'a doğru yürürken başımı dimdik havada tutuyordum. Yanından geçtiğim herkes dönüp bana selam veriyordu. Dougal ile en sonunda buluştuğumuzda elimi tutarak önümde eğilip reverans yaptı. Elimin üzerine öpücük kondururken herkes sessizleşmiş bizi izliyordu. Salondaki fısıltılar da kulağıma geliyordu.

"Kraliçem," diyerek bana saygısını sundu Dougal. Ben de ona dizlerimi kırarak aynı şekilde karşılık verdim ve doğrulduğumuzda koluna girerek Royce Boyd'lara doğru yürümeye başladık.

"Bu saçma balo ne zaman sona erecek?" Dougal yürürken kulağıma fısıldadı.

"Merak etme yakında. Neden sordun sıkıldın mı?" Diye fısıldadım ben de. Dougal yüzüne yapay bir tebessüm kondurmuştu.

"Yalakalıktan bıktım. Royce olmasa hiç çekilmez. Tek istediğim buradan çıkıp odamıza gitmemiz." Bakışlarım Dougal'a dönerken Royce Boyd'ların oturduğu yere çok yaklaşmıştık ama Dougal bana böyle bakmaya devam ederse her şeyi iptal edip onu odamıza sürükleyecektim. Hamilelik yüzünden hormonlarım cozutmuştu. Dougal'ı aşerdiğimi söylemiş miydim?

"Sevgili kraliçem tekrar merhaba, görüşmeyeli çok uzun zaman oldu." Royce'un keyifli sesi bakışmamızı bölerken aklımdan geçenler yüzünden kafamı hafif sallamak zorunda kalmıştım. Royce ve Victoria el ele oturuyorlardı. Ah, Victoria'nın karnı şişmişti.

"Kral Royce!" Dedim ve Victoria'ya dönerek zarifçe tebessüm ettim. Royce a reverans yapmamıştım fakat Victoria'ya bakarak hafif dizlerimi kırdığımda Victoria samimi bir tebessüm sundu. Hamileliği epey ilerlemiş gözüküyordu.

Royce onu sallamamam karşısında büyük bir kahkaha atmıştı. Ayağa kalkıp kendisi bana reverans yaptığında ise artık salon tamamen sessizdi. Herkes bizi izliyor ve fısıldaşıyorlardı.

"Sizi en son gördüğümde uçurumdan aşağı bir iple atlamıştınız. Tanrı korusun, uzun süre kabuslarıma girdi." Dedi kalbini tutarak. "Hâlâ hayatta olmanıza çok sevindim. Biraz gözükarasınız malum. Dostum Dougal sayenizde gerçek aşkı tattı. Lütfen kendinizi artık tehlikeye atmadığınızı söyleyin." Dougal ters ters Royce'a bakarken ben gülümsedim.

"Hatırladığım kadarıyla siz de kocam sayesinde gerçek aşkı tattınız kralım. Siz de biraz maceraseversiniz. Kendinize dikkat etmenizi öneririm," dediğimde Royce yine kahkaha attı. Arkada Victoria da tebessüm ediyordu. Connor olayında Victoria'yı kaçırıp Royce ile evlendirmişti Dougal. Kaçırma planında ise Emir, Rob, ben ve Royce vardık. Halatları kayaya bağlayıp Emir ile uçurumdan aşağıya atlamıştık. Royce'un şok olan yüzünü hatırladıkça hâlâ gülerim.

"O seneki bahar şenliklerinde birinci olursam benimle düello yapacağınızı söylemiştiniz yanılmıyorsam. Ancak sözünüzü tutmadınız kraliçem!" Royce konuşmaya devam ederken Dougal iyice sinirlenmişti. Royce'un karakteri birazcık Ewan'a benziyordu bence.

"Lan karımla flört mü ediyorsun?" Dougal sertçe konuşurken Royce şaşkınca ona dönmüştü.

"Lan, flört? Bunlar ne demek. Sen iki kelimeyle hayatını geçiren, konuşmayan bir adamdın. Aşk seni dile getirmiş" Royce tekrar gülerken sağa sola bakıp boğazımı temizledim. Bu ikisi birbirlerine yumruk yumruğa girer bir saat sonra hiçbir şey olmamış gibi dostluklarına devam ederdi ancak bu baloda böyle bir durum olursa kan dökülürdü. En iyisi kendi hallerine bırakmaktı. Zaten birkaç soylu da bize doğru geliyordu.

"Merhaba kraliçem," diyerek erkekleri bırakıp Victoria'nın yanına ilerledim. "Sizi çok iyi gördüm. Hoş geldiniz" diyerek Victoria'nın yanına oturdum. Victoria gümüş rengi bir elbise giymişti. Bembeyaz teni vardı. Elini karnına koyarken gülümsüyordu.

"Teşekkür ederim kraliçem. Siz de çok iyi görünüyorsunuz" dedi içten bir tebessümle. Bu kız onu ilk gördüğüm gibiydi. Hiç kibirlenmemişti.

"Bizde bir laf vardır sevgili Victoria, Allah bebeğini sağlıkla kucağınıza almayı nasip etsin deriz" Victoria ilginç bulduğu bu sözle kaşlarını çatmıştı ama bunu yaparken hâlâ tebessüm ediyordu.

"İyi dilekleriniz için çok teşekkür ederim Tuğra. Düğününüze gelemedik kusura bakmayın. Hamile olduğumu yeni öğrenmiştik ve Royce oldukça tedirgindi. Artık son haftalarda olduğum için yolculuğu dert etmedim. Hatta Royce kendi topraklarında doğmasını istiyordu." İngilizlerden nefret eden Royce Boyd'un İngiltere kralı olup bir İngiliz soylusuyla evlenmesi hayatın ne ironisiydi ama!

"Küçük prens ya da prenses burada doğmaya karar verirse hiç endişeniz olmasın. Dünyanın en iyi doktoruna sahibiz" dediğimde mübalağa yaptığımı sanan Victoria zarifçe gülümsedi. Melek, gerçekten de dünyanın en iyi doktoruydu şu zamanda. Askeri cerrah olduğu için aletleri tam olsa sezeryan bile yapabilirdi.

"Çok zarifsiniz sevgili Tuğra. Bizi böyle hoş ağırladığınız için çok teşekkür ederiz. Aynı şekilde İngiltere'de de sizi ağırlamak isteriz." Kraliçe Victoria'ya tebessüm ederken bakışları etrafta gezinip tekrar bana döndü. Konuşmadan önce hafif kulağıma doğru eğilmişti.

"Sizi de tebrik ederim kraliçe Tuğra," geri çekilip yüzüne baktım anlamamazcasına. Leydi Victoria karnımı işaret ederek tebessüm edince kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.

"Siz nereden anladınız?" Diye sordum ve etrafı kontrol ettim. Dougal, Royce ve bir soylu çiftle sohbet halindeydi.

"Gözlerinizden anladım." Diyerek elini dizime koydu. "İlk hamile kaldığım zamanlardaki gibi parlıyorlar. Ayrıca şişkin göbeğime bakışlarınız da sizi ele verdi. Aynı şekilde kendi göbeğinizi kontrol ettiniz." Ağzımı açarak gülümsemiştim.

"İngiltere sizin gibi dikkatli bir kraliçeye sahip olduğu için çok şanslı" dediğimde Victoria etrafa göz gezdirerek tekrar bana döndü.

"Dedikodular benim de kulağıma geldi majesteleri. Bu balonun amacı sanırım bu!" Bu kadınla daha yakın arkadaş olmalıydım. Kafamı olumlu anlamda sallarken tebessüm ediyordum.

"Dougal da bu gece öğrenecek. Lütfen şimdilik aramızda kalsın" anında "elbette" diyerek dizimdeki elini elime çıkartıp tuttu.

Royce'un kahkahasıyla bakışlarımız birbirinden ayrıldı. İkimiz de dönüp eşlerimizin olduğu tarafa baktık. Dougal'la göz göze gelince bana göz kırptı. Sıkılmış gözükmüyordu aslında ama bana kaşıyla üst katı işaret ederken kahkahamı zor bastırdım. Bakışlarımı zorla ondan ayırıp etrafa göz attım. Bazı klanlar göz hapsimdeydi.

Victoria'ya dönüp "izninizle, balonun açılışını yapmalıyız" diyerek ayağa kalktım. Kendimden emin adımlarla Dougal'ın yanına yürüdüm. Yanındakiler hâlâ siyasi sohbet halindelerdi. Benim yanlarına gelmemle hepsinin bakışı bana döndü.

"Kralımız, rica etsem bana eşlik eder misiniz?" Dougal gülmemek için kendini zor tutuyordu. Gösterişli bir şekilde reverans yapıp kolunu parantez şeklinde açtı. Açtığı koluna girerken orkestranın olduğu yere doğru yürümeye başlamıştık.

"Hmm, kralımız demek! Gecenin ilerleyen saatlerinde bu hitapla çığlık atacaksın." Dirseğimi karnına çaktırmadan geçirirken hâlâ ardımda yürüyen Fran ve Max'in duyup duymadığını kontrol etmiştim. Etrafa göz gezdiriyorlardı.

"Söz mü?" Dedim eğlenen bir ifadeyle. Dougal hafifçe duraksayarak bana döndü. Yüzünde her an odaya koşacak bir hava vardı. Hamile olduğumu öğrenince benden uzak durmasından korkuyordum bebeğe bir şey olmasın diye. Ben sözümü şimdiden alayım da.

"Sabaha kadar uyumayacaksın karıcım." Orkestranın olduğu yere geldiğimizde Dougal elini havaya kaldırıp müziği durdurdu. Salon artık tamamen sessizliğe bürünmüştü. Rob ve Esma'nın hemen ön masada olduklarını gördüm. Yanlarında bu gece sakallı Paşa yoktu. Rob ayağa kalkıp yanıma gelmek için yeltendi ama onu gözlerimle durdurdum. Hem yeni iyileşmişti hem yeni evlenmişti. Eşinin yanında kalmalıydı.

"Değerli misafirlerimiz," dedi Dougal, "Sizleri bu gece, atalarımızın kanıyla sulanmış ve özgürlüğü uğruna nice savaşlar verilmiş İskoçya'nın kalbinde ağırlamaktan onur duyuyorum. Bu topraklar, rüzgarında savaşçıların destanlarını taşıyan dağları, nehirleri ve vadileriyle yalnızca bize değil tüm dünyaya eşsiz bir miras bırakmıştır. Bugün burada İskoçya'nın özgürlüğünü, direnişini ve gururunu paylaşmak üzere bir araya geldik. Bu topraklar, savaşların ve zaferlerin mirasını taşıyan dağları, her damlasında özgürlük kokan nehirleriyle yalnızca İskoç halkının değil, özgür ruhların sığınağı olmuştur.”

Bir an duraksadı, başını dikleştirip sözlerine devam etti. Gururla kollarım kabarmıştı sanki. “İskoçya’nın özgürlüğü bize altın bir tepside sunulmadı. Bu ülke, geçmişte nice krallar ve kraliçeler gördü ancak gerçek özgürlük, hiçbir taç tarafından bahşedilmedi. Bugün burada özgür bir İskoçya’nın topraklarında bulunabiliyorsak, bu, birlikte çarpışan cesur yüreklerin, savaş meydanında korkusuzca dökülen kanların eseridir."

Gözleri misafirlerinin üzerinde dolaşırken, yüzünde hem gururlu hem de hafif hüzünlü bir ifade belirdi. İnsanlar onu pür dikkat dinliyordu. "Bu özgürlük için nice yıl boyunca isyanlar, direnişler, fedakârlıklar gördü bu topraklar. Ve evet… Bu isyanı başlatan ve kendi halkını özgürlüğe taşıyan ben oldum." Yüzünde kendinden emin bir tebessümle devam etti. "İskoçya’nın gerçek sahiplerinin bu ülkenin sıradan insanları olduğuna, topraklarımızın özgürlüğü uğruna her şeyi göze almamız gerektiğine olan inancımla bu isyanı başlattım. Her adımı kanla yazılmış, her zaferi alın teriyle kazanılmış bir yoldu.”

"Tabii," dedi alkışları susturarak Dougal. "Bu yolculuğun yalnızca İskoçya’ya değil, tüm Britanya adasına getirdiği değişimi de unutmamalıyız. Bu isyan sayesinde, yalnızca kendi halkımıza değil İngiltere’ye de hak ettiği adaleti sunma fırsatımız oldu."

Kısa bir duraksamadan sonra devam etti, sesinde hem gurur hem de minnet vardı: "Bugün burada bizimle birlikte olan sevgili dostum Kral Royce Boyd… Kendisi, bu toprakların gördüğü en adaletli ve erdemli hükümdarlardan biridir. İskoçya’nın özgürlüğü için verdiğimiz savaş yalnızca İskoç halkının değil aynı zamanda İngiliz halkının da adalete kavuşmasını sağladı. Çünkü biz İskoçya’yı özgür kılarken, aynı zamanda İngiltere’de de hakkaniyetli bir yönetimin kapısını araladık. İngiltere, adalet ve halkın refahı için doğru ellerde, dostum Royce’un yönetiminde yeniden doğdu."

Salondaki bakışlar Dougal’ın sözleriyle birlikte Royce’a çevrildi. Royce, Dougal’a duyduğu minnet ve dostluğun etkisiyle hafifçe başını eğdi, gözlerinde takdirin ve karşılıklı saygının izleri vardı. Dougal, dostuna bakarak ekledi: "Birlikte omuz omuza verdiğimiz bu mücadelede, İngiltere ve İskoçya, her biri kendi yolunda ama ortak değerler uğruna ilerleyen iki dost krallık olarak bugün burada yan yana duruyor."

Dougal, Royce’a başını hafifçe eğerek tekrar selam verdi, ardından tekrar bakışlarını misafirler üzerinde gezdirdi ve nihayet gözlerini bana çevirdi.

"Ancak bir krallık, yalnızca kılıçla değil aynı zamanda bilgelik ve zarafetle ayakta durabilir. İskoçya'nın bağımsızlığı için savaşırken, onun geleceğini inşa etme sorumluluğumuz var. Kraliçem, Tuğra… O, bu topraklara kendi ruhunu katarak İskoçya'yı yüceltti, halkımıza huzur ve güven verdi.”

Bakışlarını tekrar misafirlere çevirdi, sesini daha yumuşatarak ekledi: “Şimdi, İskoçya’nın kalbinde yer eden bu bağımsız ruhu, kraliçemizin güçlü ve bilge ellerine teslim etmek istiyorum. Misafirlerimiz, karşınızda kraliçem… Özgürlüğümüzü korumak ve halkımızı yüceltmek için birlikte yürüdüğüm yol arkadaşım.”

Derin bir nefes aldım yüzümde hafif bir gülümsemeyle misafirlerin bakışlarını tek tek üzerime topladım. Dougal sözlerimi bitirince salonda alkış kopmuştu ama yüzünü buruşturup alkışlamayanlar da vardı. İçimde biriken tüm hisleri kontrol altında tutarak salondaki fısıltıları sesimle bozdum.

"Değerli misafirler," dedim, sesime kendinden emin bir tını ekleyerek. Sözlerime Gaelce olarak devam ettim. "Bugün burada sizlerle bir arada olmaktan onur duyuyorum. İskoçya’nın bağımsızlığı uğruna verdiğimiz mücadelenin zaferini kutlarken, hem dostlarımızla hem de halkımızla bir araya gelmek bizim için tarifsiz bir mutluluk." Bir süre durdum ve gülümseyerek devam ettim.

"Halkımız demişken çalışan halktan bahsediyordum. Biz halkımızla her an iç içeyiz. Sizinle de bir araya gelmek isteyerek bu baloyu düzenledim. İçinizde hâlâ beni tanımayanlar da var. Onlara kendimi tanıtmanın böyle bir yolunu buldum."

Bakışlarım davetliler arasında belli noktalarda durakladı. O kişilerin yüzündeki rahatsızlık ifadesini gördüğümde, içimde bir zafer hissi yükseldi. Hafifçe sesimi alçaltarak devam ettim. Sözlerim hedefimdeki bazı klan liderleri ve eşlerine ince bir ok gibi gidecekti birazdan.

"Ne var ki hepimiz buradayken, İskoçya’nın çıkarları adına gönülden hizmet edenlerin yanında… başka niyetlerle, kendi çıkarlarını halkının üstünde tutanların da olduğu bir gerçektir. Aramızda bu toprakların asil ruhunu taşıdığıma inanmayan, kişisel hırslarını maskeleyerek halkına adalet getirdiğini iddia edenler de var, değil mi?"

Sözlerim masanın diğer ucundaki bazı konukların bakışlarını kaçırmasına neden oldu. Birkaç klan eşi, rahatsızlıkla yerlerinde kıpırdandı; yüzlerinde kısa bir süre önce dillendirdikleri dedikoduların yansıması vardı. Onları iyice köşeye sıkıştırmak için beklediğim anın geldiğini hissettim. Arkamda sessizce bekleyen Fran, işaretimle elindeki belgeleri bana uzattı. Belgeleri alarak konuşmama devam ettim.

"Ne yazık ki," dedim yüzüne derin bir ciddiyet yerleştirerek, "bazı kişiler hakkımda fısıltılarla dolaşıyor, bir çocuğum olmadığı için kraliçelikten alınmam gerektiğini söylüyorlar. Ama bunu yapanlar başka neler yapıyor biliyor musunuz?" elimdeki belgeleri havaya kaldırıp salladım ve sözlerime devam ettim.

"Bu belgelerde, düşmanlarımızla yapılan gizli anlaşmalar, yazışmalar, kirli işbirlikleri var," dedim, sert bir bakışla onların gözlerine bakarak. "Halkın emeğini çalmak, İskoçya'yı desteklemeyen ülkelerle birlik olup topraklarımızı kendi çıkarları uğruna satmak mı? İskoçya’nın onurunu bu mu korumak oluyor? Kraliçenin Türk olması mı sorun oluyor bunların yanında?"

Salonda fısıltılar yükselmeye başladı, göz göze gelen bazı yüzlerde dehşetin izleri beliriyordu. Diğerleri, saklanmak istercesine yere bakarken ben, kendimden emin bir şekilde devam ettim.

"Bunlar mı halkının iyiliğini düşünenler? Bunlar mı tahtı hak edenler?" dedim, sesimdeki hiddeti saklamadan. "Bana kraliçeliği sorgulatanlar, İskoçya’nın gerçek gücünü ve onurunu anlamayanlar… Sizler, haksızlıklar içinde boğulmuş kendi düzeninizde, halkımıza değil, yalnızca kendi çıkarlarınıza hizmet edenlersiniz."

Elimdeki belgelerde yazan isimlerden biri olan lord Will öne çıkarak bağırdı. "Sizin soyunuz değil, avam takımından olmanız bizi rahatsız eden. Hâlâ bir varis de veremediniz! Kilise bu evliliği onaylamıyor."

Sözleri, iğneleyici bir tonla yankılandığında, bakışlar bir kez daha bana çevrildi. Dougal’ın elindeki şarap kadehini sıkıca kavradığını fark ettim, ama onu durdurmak için gözlerimle uyarıda bulundum. Bu benim mücadelemdi.

"Öncelikle, burada bulunan herkesin bilmesini isterim ki İskoçya’nın geleceğiyle ilgili söz söyleyen bu adamın, düşman ülkelerle yazışmalar yapan bir hain olduğunu kanıtlayan belgeler elimde mevcut. Lord Will, isminiz açık bir şekilde yazıyor. Daha fazlasını bilmek ister misiniz? Yoksa sessiz kalıp gururunuzu kurtarmayı mı tercih edersiniz?"

Lord Will’in yüzündeki ifade bir anda değişti. Gururla oturduğu yerden, şaşkınlık ve endişeyle arkasına yaslandı. Salonda hafif bir mırıltı dolaştı, ama kimse konuşmaya cesaret edemedi. İkinci belgeyi aldım ve göstermeden önce tüm salona bakmaya başladım.

"Soyum sizi bu kadar rahatsız ediyorsa, o zaman size gerçeği açıklayayım," dedim, sesimi hafifçe yükselterek. Bakışlarımı Lord Will’den alıp salondaki diğer lordlara ve leydilere gezdirdim. "Ben, merhum Osmanlı şehzadesi Ali’nin kızıyım." Tam o an babamla göz göze geldim. Babam gururla ve gülümseyerek bana bakıyordu. Kendisini halka ölü olarak tanıtacağından böyle söylememi uygun bulmuştu. Kardeşiyle taht kavgası olsun istemiyor, huzur içinde yaşamak istiyordu. Kardeşi padişah Mustafa babamın hayatta olduğunu bilse de o da tahtını kaybetmemek için böyle söylemeyi uygun bulmuştu.

Salon bir anda uğultularla doldu. İnsanlar yerlerinde kıpırdanmaya başlamıştı. Kimisi gözlerini bana dikmiş, kimisi yanındakine eğilip bir şeyler fısıldıyordu. Osmanlı adı, belli ki birçoğu için hem şaşırtıcı hem de sindirilmesi güç bir bilgi olmuştu. Saltanat üyesi olduğum gerçeği ise korkuya sebep olmuştu.

"Ve evet, Osmanlı’dan yetkililerle dostluğumuz da bu şekilde kuruldu. Çünkü soyumla gurur duyuyorum. Ancak soyum ne beni bu tahtta tutuyor ne de sizin güveninizi kazanıyor. Beni buraya getiren, halkımın sevgisi ve kralım Dougal’ın bana duyduğu inançtır."

Dougal, yerinden hafifçe doğruldu ve yanıma yaklaşıp elini belime sardı. Royce Boyd bile hafifçe gülümsedi. Bu güç, beni daha da cesaretlendirdi.

"Osmanlı artık bizim dostumuz," dedim, sesimdeki kararlılığı daha da vurgulayarak. "Ve bu dostluk, yalnızca kan bağımla değil, iki büyük milletin ortak çıkarlarıyla kuruluyor. Osmanlı bize ticarette, savunmada ve hatta kültürde destek veriyor. İskoçya, içinizden bazıları gibi kendi çıkarları için halkını sömürenler yüzünden değil, bu dostluklar sayesinde güçleniyor. Bunu bile sorun yapıp boş boş konuşuyorsunuz. Sizin başka işiniz gücünüz yok sanırım. İskoçya'nın çıkarına olan bir konuda bile kendinizde konuşma hakkı buluyorsunuz!"

Fran, bir adım öne çıkarak yeni belgeleri önüme uzattı. Onları almadan salonu işaret ettim. Fran belgeleri bazı klan beylerine götürüp okumalarını sağlarken bakışlarımı tekrar Lord Will’e ve onun sinmiş eşine çevirdim.

"Lady Eleanor, sizin bu konu hakkında bir diyeceğiniz var mı?"

"Benim haberim bile yok!" Diye bağırdı.

"Bu hainlikten sorumlu kişiler, Lady Beatrice, lady Eleanor, lord Will, lord Hamish... Sizler sadece kraliçeniz hakkında dedikodu çıkarmadınız. İskoçya’nın halkını soyup soğana çevirmekle yetinmemişsiniz. Aynı zamanda İngiltere’nin düşmanlarıyla işbirliği yaparak kendi cebinizi doldurmuşsunuz. Siz halktan çaldınız, onların umutlarını ve emeklerini sömürdünüz. Ama benden bir şey çalamazsınız."

Herkesin bakışları tekrar bana çevrildiğinde, bir anlığına salondaki sessizliği dinledim. Kalabalığın arasında Dougal’ın sakin ve dimdik durduğunu gördüğümde, içimde bir cesaret dalgası daha yükseldi. Gözlerimle ona baktım; o ise başını hafifçe sallayarak bana destek verdi. O an anladım ki Dougal, söylenmesi gereken her şeyi bana bırakmıştı.

Salondaki soyluların yüzlerinde şaşkınlık ve bir miktar tedirginlik seziliyordu. Dougal’ın müdahil olmaması herkes için beklenmedik bir durumdu. Büyük Dougal, her zaman gücü ve otoritesiyle konuşulmuştu; onun adı bile çoğu kişinin dizlerinin titremesine yeterdi. Ama işte tam da bu yüzden dedikoduların odağı ben olmuştum. Dougal’ı hedef almak kimsenin cesaret edebileceği bir şey değildi. Onun kudreti, yalnızca kılıcıyla değil, varlığıyla da etrafındaki herkese korku salıyordu. Bu yüzden, kolay hedef olarak beni seçmişlerdi.

Evlenmemizin başından beri kimileri arkamdan fısıldayıp durdu. “Bu kraliçe nasıl bir soydan geliyor? İskoçya’ya uygun mu?” diye sorguladılar. Ancak asıl cüretlerini, çocuğum olmadığı gerçeğinden aldılar. Çocuk sahibi olamayışım, onların gözünde beni tahtta tutmayan bir eksiklikti. Dahası, Dougal ile evliliğimizin bir aşk evliliği olduğunu anlayamayan bu insanlar, bunu bir stratejik hatadan ibaret sanıyordu. Kalplerinde bir sevgi değil, sadece çıkar hesapları olduğu çok açıktı.

Dougal’ın şimdi sessizce beni izleyip, bu tartışmaya hiç karışmadan arkamda durması hepsini şaşırtmıştı. İçten içe birçoğunun Dougal’ın müdahil olacağını, hatta belki öfkeyle çıkışacağını düşündüğüne emindim. Ama Dougal’ın bana olan güveni ve aramızdaki bağ, bu entrikacılar için kavrayamayacakları kadar derindi. Dougal’ın suskunluğu, benim sesimi daha da güçlü kılıyordu.

Bakışlarımı bir kez daha salonun dört bir yanına gezdirdim. Emir kıkırdayınca sessizlikte herkesin bakışı ona dönmüştü. Ağzına bir et parçası atıp gıcıkça gülmeye devam etti. Şu anki sessizlik Dougal’ın bile sağlayamayacağı bir ağırlık taşıyordu. Salondaki her bir kişi bu sessizlikte kendi korkularıyla yüzleşiyordu. Haklarında elimde bir şey var mı diye düşündüklerine emindim. Dedikoduların hedefi olan ben, şimdi onların karşısında dimdik duruyordum. Dougal’ın sevgisi ve desteği, arkamda bir dağ gibi yükseliyordu.

Dudaklarımda hafif bir gülümsemeyle, biraz önce bana bağıran Lord Will’in öfkeden kızarmış yüzüne baktım. Onun gibi pek çok hain, beni küçümsemiş zayıf bir kraliçe olarak görmüştü. Ama şimdi kimin daha güçlü olduğunu gösterecektim. Dougal’ın suskunluğu benim silahımdı ve bu gece onların maskelerini düşürmek için o silahı kullanmıştım.

Salonda yankılanan sessizliği kendi nefes alışverişim kadar net duyabiliyordum. Bakışlarımı bir an Dougal’a çevirdim. Sessiz, güçlü, ama dikkat kesilmiş haliyle beni izliyordu. Yüzünde hiçbir duygu belirtisi yoktu; ne bir gülümseme, ne bir endişe. Sadece sabırla ve tam bir güvenle beni izliyordu. İçimde bir kıvılcım çaktı. İşte şimdi o an gelmişti.

Yüzüme bir gülümseme yayıldı, öyle ki, birkaç kişi arkamda neler döndüğünü anlamaya çalışarak tedirginlikle birbirine bakmaya başladı. Lord Will’in öfkeyle gerilmiş suratına göz ucuyla bakıp, daha da geniş bir gülümsemeyle sözlerime başladım.

"Lord Will ve bazı diğer lord ve leydiler... Bana çocuk sahibi olmadığım için tahtı bırakmam gerektiğini fısıldamışlar," dedim, sesimdeki yumuşak ton salondaki gerilimi daha da artırıyordu. "Bu yüzden Dougal’ın soyunu sürdürecek bir varis olmadan, kraliçe olarak kalmamın anlamsız olduğunu düşünüyorlar."

Sözlerimden sonra salonda kısa bir uğultu yükseldi. İnsanlar fısıldaşmaya başladı; dedikoduların asıl kaynağı olan kişiler bile kendilerini belli etmeye başlamıştı. Ancak Dougal… Dougal hâlâ hareketsizdi, gözleri benden bir an olsun ayrılmadan beni izliyordu.

Bir adım öne çıkıp sesimi biraz yükselttim. "Ama… Madem ki burada herkesin dikkatini bu kadar çeken bir mesele var, bu gece bir gerçeği paylaşma vaktim geldi," dedim ve ellerimi usulca karnımın üzerine koydum. "Ben… hamileyim."

Bu sözlerimle birlikte salon bir anda tekrar buz gibi sessizliğe gömüldü. Tüm bakışlar bir anda üzerime çevrildi, ama ben yalnızca Dougal’a bakıyordum. Yüzündeki o sert, taş gibi ifadede ilk çatlaklar belirdi. Gözleri büyüdü, kaşları havaya kalktı ve nefesi kesilir gibi oldu. Bir an olduğu yerde hareketsiz kaldı; sanki söylediğim şeyi tam olarak anlamaya çalışıyordu.

Sonra birden bire o müthiş sessizliği kahkahalar doldurdu. Dougal, başını geriye atarak öyle yüksek ve öyle içten bir kahkaha attı ki, salondaki herkes neler olduğunu anlamaya çalışarak birbirine bakmaya başladı. Gözleri parlıyordu; yüzündeki o sert çizgiler bir anda yumuşamış, yerini tarifsiz bir sevinç almıştı.

"Ne dedin sen?" dedi sonunda, sesi hâlâ inanamayan bir tonda. "Tekrar et, Tuğra!"

Gülümseyerek bir kez daha söyledim. "Bir çocuğumuz olacak."

"Allaaah!" diye neredeyse bir savaş narası atan Emir, elindeki kadehi fırlatarak masanın üzerinden atladı. Şarap lekesi yayılan masa örtüsü ve yere düşen tabakların şangırtısı arasında, kardeşim bana doğru koşturmaya başladı.

"Tuğra! Bu harika bir haber!" diye bağırıyordu, ama o coşkulu sesi birden yarıda kesildi. Melek, tam yerinde bir müdahaleyle onu omuzlarından tutup geri çekmişti. "Dur, dur Emir! Şimdi sırası değil," dedi, sesi tatlı bir tehdit barındırıyordu.

"Ne demek sırası değil? Ben de sevineceğim!" diye itiraz eden Emir’in sesi, Melek’in sakin ama kararlı bir şekilde onu geriye çekmesiyle daha da uzaklaştı. Arkadan bir sandalye devrildi, ardından fısıldaşmalar ve hafif bir kahkaha duyuldu.

Dougal ise bunların hiçbirini duymuyor gibiydi. Hızla yanıma geldi, ellerini yüzüme koyarak gözlerimin içine baktı. Gözlerinde tarifsiz bir mutluluk ve inanılmaz bir heyecan vardı. Sanki söylediğim şeyi tekrar tekrar anlamaya çalışıyordu.

Sonra birden beni kollarına aldı, havaya kaldırdı ve döndürmeye başladı. "Benim kraliçem! Benim hayatım!" diye bağırıyordu. Sesi salonu doldururken misafirlerin şaşkın yüzleri birbirine karıştı.

Ama Dougal durmadı. "Balo sona ermiştir!" diye gürledi birden. Salonda yankılanan bu emir herkesin afallamasına neden oldu. Max’e dönüp sert bir tonla devam etti. "Bu gece ismi geçen hainler derhal hücreye atılacak! Sorguyu Emir yönetecek!"

Ardından bana tekrar baktı, yüzünde saf bir mutlulukla, "Ve biz… Biz artık yalnız kalıyoruz," dedi, sanki bunu bütün dünyaya ilan etmek istermiş gibi.

Kendimi bir anda Dougal’ın güçlü kollarında, balo salonundan hızla çıkartılırken buldum. Herkesin şaşkın bakışları üzerimizdeydi. Babamın, Albayla kucaklaştığını göz ucuyla gördüm. İkisi de nadiren gösterdikleri bir duygusallıkla birbirlerine sarılıyordu. Bunlar en son kavgalı değil miydi ya?

***

Dougal beni hâlâ kollarında tutarken, geniş taş koridorlardan hızla geçiyorduk. Adam akıllara durgunluk verecek kadar neşeliydi; her adımı kararlı, her hareketi coşkuluydu. Kapıların ardında yankılanan ayak seslerimiz dışında hiçbir şey duyulmuyordu. Birkaç hizmetkâr bize rastladığında başlarını öne eğip hemen kenara çekildiler. Gözleri hayretle açılmıştı, ama Dougal hiç kimseye aldırış etmiyordu.

Sonunda yatak odamıza ulaştık. Kapıyı tek hareketle açtı ve ardından beni dikkatlice yere indirdi. Gözlerime öyle bir bakıyordu ki, o an dünyanın geri kalanı tamamen silindi. Yalnızca o vardı, ben vardım, ve aramızda fırtına gibi esen duygular.

"Tuğra," dedi, sesi hala inanamaz bir tonda. "Gerçekten mi? Bana bir kez daha söyle. Bir çocuğumuz olacak, değil mi?"

Ellerimi yüzüne koyup gülümsedim. "Evet, Dougal. Bir çocuğumuz olacak."

Gözlerindeki ışıltı tarifsizdi. Kocaman bir nefes aldı, sanki bu haberi tamamen içine çekmek istermiş gibi. "Bu, hayatımda duyduğum en güzel haber," dedi. Ardından beni bir kez daha sıkıca kollarına aldı. "Aşkım… benim her şeyim. Bana en büyük hediyeyi verdin, Tuğra."

Sonra birden beni tekrar ellerimden tutup yatağa doğru yürüttü. Odada yanan mumların titrek ışığında yüz hatları keskinleşiyor, o ateş gibi bakan gözleri daha da büyüleyici hale geliyordu. Yavaşça ellerimi bıraktı ve dizlerinin üzerine çökerek yüzünü karnıma yasladı.

"Sen... ve o," dedi, sesi bu kez neredeyse fısıltı kadar alçaktı. "Size olan aşkımı nasıl anlatabilirim, bilmiyorum."

Ellerim saçlarının arasına kaydı, parmaklarım buklelerini okşarken dudaklarıma bir tebessüm yerleşti. "Bunu zaten her gün gösteriyorsun, Dougal," dedim yumuşak bir tonla.

Başını kaldırıp gözlerime baktı. "Bundan sonra daha fazla göstereceğim. Sana ve bebeğimize… ikinize de layık olacağım."

O an gözlerindeki duygusallık beni tamamen etkisi altına aldı. Dougal gibi güçlü, sert bir adamın bu kadar derin bir sevgi ve bağlılık gösterebilmesi... Bu, kalbimi her defasında yeniden çalan bir melodi gibiydi.

Eğilip dudaklarını hafifçe benimkine bastırdı. Öyle narin, öyle sevgi doluydu ki sanki o anda dünyadaki tüm kötülüklerden korunuyorduk. Ellerim boynuna sarıldı, onun kokusunu içime çektim. Dougal, varlığıyla bile huzur ve güven veriyordu.

Birlikte gülümsedik. Odayı dolduran sessizlik artık yük değil, bir rahatlama perdesiydi. Dougal ardından başını tekrar karnıma yasladı hafifçe. Dougal’la aramızdaki bağın her zamankinden daha güçlü olduğunu hissediyordum. Ve bu gecenin, bizim hikayemizin yeni bir başlangıcı olduğunu biliyordum.

Dougal, başını karnımdan kaldırıp yüzüme baktığında gözlerinde hafif bir panik vardı. "Tuğra," dedi, sesi titrek ama kararlıydı, "bu gece dinlenmelisin. Çok yoruldun. Hem sen artık iki kişisin. Gel seni yatırayım sevgilim"

Gözlerimi devirdim. "Dougal, kendimi gayet iyi hissediyorum. Ayrıca bu kadar hassas davranmana gerek yok."

Kollarımı boynuna doladım ve onu kendime doğru çekerken gülümsedim. Dudaklarım tam onun dudaklarına yaklaşmışken başını çevirip yerinden sıyrıldı. "Tuğra, hayır. Bebeğe zarar verebiliriz."

Onun bu tepkisiyle duraksayıp kaşlarımı çattım. Korktuğum başıma gelmişti işte! "Dougal, sen ciddi misin? Daha bu sabah yatağı kırmak üzereydik ve ben o zaman da hamileydim!" Dediğimde Dougal'ın gözleri korkuyla açıldı.

"Neden bana söylememiştin ki! Ya bir şey olduysa. Ben risk alamam!" diye itiraz etti, ellerini kaldırarak geri adım attı. Bu haline hem gülmek istiyor hem de sinirleniyordum. "Dougal, sen bir savaşçısın. Kılıçlarla dövüşürken bu kadar korkak davranmıyorsun, ama konu ben olunca..."

Sözlerimi bitirmeden arkasını dönüp yatağa doğru yürüdü. "Konu sensen ve şimdi de o... o küçük mucizemizse, evet, korkarım," diye mırıldandı. Üzerindeki gömleği çıkarıp yatağa oturdu. Bana bakmadan konuşmaya devam etti. "Ben seni ve onu korumak için her şeyi yaparım, Tuğra. O yüzden bu gece bana kızsan da dinleneceksin."

Kollarımı göğsümde kavuşturup derin bir nefes aldım. "Pekâlâ. Ama bu kadar korkak davranmaya devam edersen bu çocuk doğduğunda ne yapacağını merak ediyorum."

Kızgın adımlarla yatağa yürüdüm. Dougal beni elbisemden kurtardıktan sonra sırtımı ona dönerek yatağa uzandım. Battaniyeyi üzerime çekerken mırıldandım. "İyi geceler, korkak savaşçı."

Dougal'ın iç çektiğini duydum. "Seni nasıl istediğimi biliyorsun değil mi? Bugün zaten yeterince ayakta kaldın. Bir de seni daha fazla yoramam"

Cevap vermedim. Gözlerimi kapattım, ama içim hâlâ hafifçe öfkelenmişti. O sırada, arkamdan bir hareket hissettim. Dougal usulca yanıma uzandı ve kolunu üzerimden geçirerek elini karnımın üzerine koydu.

Sıcak avucunun hafifçe hareket ettiğini, beni okşadığını hissettim. Sesinde o tanıdık şefkat vardı. "Seni seviyorum, Tuğra. Ve seni hiçbir şeye değişmem."

Yumuşadığımı hissettim ama bunu belli etmedim. Gözlerimi kapalı tuttum ve dudaklarımın kenarında beliren küçük bir tebessümle mırıldandım. "Bizi korumaya devam et, Dougal. Ama ara sıra gevşemeyi de öğren."

Dougal hafifçe güldü. "Seninle gevşemek hiç kolay değil, sevgilim. Ama söz, deneyeceğim."

Onun sıcaklığı ve karnımı okşayan nazik dokunuşları arasında kısa sürede uykuya daldım.

***

Sabahın ilk ışıkları odanın taş duvarlarına nazikçe vururken, yavaşça gözlerimi açtım. Henüz güneş tam anlamıyla doğmamış, dünya gri bir sisle örtülmüş gibiydi. Sessizlik hâkimdi; yalnızca rüzgârın pencere pervazında usulca uğuldadığı duyuluyordu. Dougal, yatağın diğer köşesinde, ağır nefes alıp verişleriyle huzurlu bir şekilde uyuyordu. Onu uyandırmamak için nefesimi bile kontrol ederek yavaşça doğruldum.

Dün gece yere bırakılmış kıyafetlerimi topladım ve soğuktan titreyen ellerimle kirlileri koyduğum yere bırakıp üzerime dolabımdan yeni kıyafetler geçirdim. Şömine çoktan sönmüş, odanın taş zemini buz gibi olmuştu. Yerdeki küllerin üzerine birkaç kalın odun attım, belki yeniden yanar diye düşündüm, ama çıtırdamaları bile o kadar kısık çıktı ki, odadaki sessizliği delip geçemedi.

Pencerenin kenarındaki ağır, ahşap sandalyeye oturdum ve camdan dışarı bakmaya başladım. Manzara büyüleyiciydi. Göz alabildiğine uzanan, çiy damlalarıyla parlayan yeşil tepeler ve ufka doğru akıp giden sisli ormanlar... Birkaç kuş, incecik kanat çırpışlarıyla sabahı selamlıyordu. Burada her şey, her an sanki zamanı durdurmuştu. Sırtımda Dougal’ın nefesinin hafif yankısını hisseder gibi oldum, ama dönüp bakmadım. Bu huzurlu anın tadını çıkarmak istiyordum.

Dougal’ın sıcak dokunuşunu belimde hissedince bir an irkildim, ama ardından gülümsemek kaçınılmaz oldu. Onun tanıdık kokusu ve teninin sıcaklığı beni anında sakinleştirdi. Çenesini omzuma dayadı, nefesi tenimde hafif bir ürperti yaratıyordu. Gözleri benimle birlikte aynı manzaraya odaklandı, ama elleri bambaşka bir gezintiye çıkmıştı. Parmak uçları karnımda usulca dolaşırken, başını yana eğip dudağıyla boynuma hafif bir öpücük bıraktı.

"Günaydın aşklarım," diye mırıldandı, sesi sabahın dinginliğini tatlı bir melodi gibi delip geçti. Gözlerimi devirdim ama dudaklarımda engel olamadığım bir gülümseme belirdi. Gülüşümü bastırmaya çalışırken kıkırdadım ve başımı hafifçe geriye yaslayarak ona cevap verdim:

"Dougal, sabah mahmurluğunu bir kadına böyle saldırarak mı geçiriyorsun hep?"

O, cevabımı önemsemeden bir kahkaha attı ve elleriyle beni kendine daha da yaklaştırdı. "Sana kıyamam, sadece sabahı güzelleştiriyorum."

Başımı tekrar pencereye çevirdim. Bahçede hayat çoktan başlamıştı. Kadınlar, Connor’un kalanından gelenler, evlerinin önüne oturmuş iplik dokuyorlardı. Ellerinde incecik ahşap dokuma tezgâhları vardı; işlerini yaparken birbirlerine hikâyeler anlatıyor olmalılardı, çünkü arada bir kahkahaları yükseliyordu.

Bir köşede çocuklar toprağın üzerinde bir şeyler karalıyor, erkekler ise atları tımar ediyor veya sabahın ilk ışıklarında tarla hazırlığına koyulmuş gibi görünüyordu. Hayatın ritmi yavaş ama bir o kadar da düzenliydi.

"Demek öyle," dedim, kıkırdamaya devam ederken Dougal yanağımı hafifçe ısırdı. Bu oyunbaz hareketi, sabahın sakinliğini bir anda neşeye dönüştürüyordu. Ellerim sanki benden bağımsız hareket ediyormuş gibi Dougal’ın beline doğru ilerlerken, o hızlı bir refleksle karnımdaki elini çekip ellerimden birini tuttu.

"Dur bakalım, sabırsız kadın," dedi gözlerini kısmış bir şekilde gülümseyerek. "Bebeğimizin ve senin sağlığın için sabretmeliyiz, aşkım." Sesi, her zamanki alaycı tonundan çok, yumuşak ve korumacı bir tınıyla çıkmıştı.

Hızla Dougal’a döndüğümde, kollarını belimden çekmedi. Artık yüz yüze bakıyorduk, nefesleri sıcak bir rüzgâr gibi yüzüme vuruyordu. Gözlerim şaşkınlıkla büyümüştü; bu adam ne diyordu böyle?

"Nasıl yani?" diye çıkıştım, sesim farkında olmadan bir oktav yükselmişti. "Dokuz ay boyunca bana dokunmayacak mısın?"

Dougal, sakince gülümsedi, ama gözlerinde biraz da şaşkınlık vardı. Sanki sakin kalmamı bekliyordu ama o sabrını çoktan tüketmişti. "Elbette, aşkım," dedi, tonlamasına fazlasıyla mantıklı bir hava katmaya çalışarak. "Bunun bebeğe zararlı olduğunu biliyorum. Birçok insan eşleriyle yataklarını bu sebeple ayırıyor."

"Yatakları mı ayırıyoruz!" diye bağırdım neredeyse, şaşkınlık ve öfkenin yüzümde dans ettiğini hissederek. Dougal eğilip yanağımı öperken, bir yandan da gülümsemeyi ihmal etmemişti. "O kadar da değil," dedi rahat bir tonla, sanki söyledikleri tamamen mantıklıymış gibi. Ardından iç çekti, gözleri biraz mahcup ama kararlılıkla benimkilerle buluştu. "Sen olmadan uyuyamam. Ama sana dokunamayacağım... Bu çok zor olacak."

"Dougal!" dedim onu hafifçe iterek, hem gülümsüyor hem de kaşlarımı çatıyordum. "Bu yanlış bir bilgi!" Sesim sert ama aynı zamanda eğlenceliydi. "Sağlıklı bir gebelik sırasında eşlerin birlikte olması tehlikeli bir durum değil ki!"

Dougal’ın kaşları kalktı, ifadesi merak ve şaşkınlık karışımı bir hâl aldı. "Öyle mi?" dedi, dudaklarında beliren küçük bir sırıtışla. "Ama dün gece seni fazla yormaktan korktum. Belki de biraz abartmışımdır... Ama emin misin?"

"Elbette eminim, Dougal. Bu bebeği tehlikeye atan bir durum değil," dedim kararlılıkla, gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan. Dougal bir an için rahatlamış gibi görünse de, tereddüt dolu bakışları hâlâ yüzünden okunuyordu.

"Yani o zaman..." diye başlayacak oldu ama sözlerini bitiremeden dudaklarına yapıştım. Bir an şaşkınlıkla kıpırdamadan durdu, ama ben tüm kararlılığımla hareket ediyordum. Elleri bir an boşlukta kalmış gibi hissettim ama ben zıplayıp bacaklarımı beline doladığımda, düşmeyeyim diye refleksle belime sıkıca sarılmak zorunda kaldı.

"Düşündüğünden çok daha iyiyim, görüyorsun," diye mırıldandım, dudaklarımı onunkilerden ayırmadan. Dougal sonunda pes eder gibi bir nefes verdi, ama hâlâ kendini tutuyordu.

Ne kadar inatçı olduğunu biliyordum, ama bunu kırmanın bir yolunu da biliyordum. Dudaklarımız tekrar birleştiğinde alt dudağını sertçe ısırdım, biraz da oyunbaz bir şekilde. İşte o an, Dougal'ın gözleri değişti. Tereddüt yerini dizginlenemeyen bir tutkuya bırakmıştı.

"Sen... beni gerçekten zorluyorsun, kadın," diye hırladı, sesi hem alaycı hem de teslim olmuş bir tını taşıyordu. Ellerini belimde biraz daha sıkı hissettim, adeta beni tamamen kontrolüne almak ister gibiydi.

"Sabır dedin," dedim alaycı bir gülümsemeyle, ellerimi boynunun etrafına dolarken. "Ama ben senin sabrını test etmeyi daha eğlenceli buluyorum."

Dougal artık dayanamadı ve beni taşıdığı gibi yatağa götürdü. "O zaman test et bakalım," dedi, gülümsemesi bir meydan okuma kadar güçlüydü.

***

"Ona zarar vermemişimdir, değil mi?" diye sordu Dougal, sesi yorgun ama şefkat doluydu. Göğsünde uzanıyordum; sıcak nefesi saçlarımı hafifçe oynatırken eli hâlâ karnımdaydı. Şu koruyucu tavrına hem gülmek hem de sinirlenmek istiyordum. Gözlerimi devirdim ve odanın loş ışığına baktım.

"Bence ben sana zarar vermişimdir, Dougal," dedim alayla, başımı biraz kaldırıp ona baktım. "İyi misin diye sormaktan başka bir şey yapmadın da!"

Dougal’ın dudakları kıvrılarak hafif bir gülümsemeye dönüştü. "Seni düşünmeden edemiyorum," dedi, ellerinden biri saçlarımın arasında gezinirken. "Hem seni hem de içindeki küçük mucizeyi."

"Dougal Mclenan," dedim, ciddi bir ifadeyle ama alttan alta gülmemi tutmaya çalışarak, "Eğer böyle devam edersen, kendini daha çok yorarsın. Bana zarar vermemen için daha az endişeli olmayı denemelisin."

Dougal, söylediklerime kahkahalarla karşılık verdi. Derin bir nefes alıp gözlerimi devirdim. İşte, korktuğum başıma gelmişti. Daha şimdiden koruyucu koca moduna geçiş yapmıştı. "Benim utangaç karıma da bakın," diye alayla söylenirken, tam o anda karnımın guruldaması odadaki sessizliği böldü.

Ayağa kalkmak için yavaşça doğrulmaya çalıştım, ama Dougal’ın hızlı refleksleri beni durdurdu. Kolumdan tutup hafifçe geri çekti. "Nereye?" diye sordu, kaşlarını kaldırarak.

"Kahvaltı vakti yaklaştı ve biz çok acıktık," dedim, karnımı işaret ederek alaycı bir tonla. Fakat Dougal beni ciddiye almak yerine, kocaman bir gülümsemeyle başını iki yana salladı ve benden önce hızla ayağa kalktı. Daha ne olduğunu anlamadan, beni nazikçe ama kararlılıkla yatağa geri yatırdı.

Şaşkınlıkla gözlerimi ona diktim. "Dougal, ne yapıyorsun?" dedim, hafif itiraz dolu çıkan bir tonla.

"Tamam," dedi, gözlerime kararlı bir ifadeyle bakarken. "Sen dinlen. Çok yoruldun zaten. Ben sana kahvaltı getireceğim."

"Dougal!" diye bağırmaya çalışsam da, battaniyeyi tutup boğazıma kadar sıkıca örttü. Daha sonra yerdeki pantolonunu aldı ve hızla giymeye başladı. Ona ağzım açık bakıyordum.

"Klanda bir sürü misafir var. Herkes aşağıdayken ben burada mı yatacağım?" diye sitem ettim.

"Tabii ki de!" dedi, öyle bir ciddiyetle ki, şaşkınlığım katlandı. Gömleğini de üzerine geçirip düğmelerini iliklemeye başladı. Yanıma gelip eğildi, alnıma bir öpücük kondurdu.

"Hemen geliyorum, sevgilim. Bekle," dedi, göz kırparak. Ardından kapıya yöneldi ve arkasına bile bakmadan hızla dışarı çıktı.

Odaya yayılan sessizlikle birlikte bir süre yatağın içinde hareketsiz kaldım. Dougal’ın aşırı korumacı halleri artık beni şaşırtmıyor olmalıydı ama hâlâ her defasında beni hazırlıksız yakalıyordu. "İnatçı İskoç," diye mırıldandım kendi kendime. Yorganı yüzümden çekip tavanı izlerken hafifçe gülümsüyordum. Ama aşağıya inip misafirlere görünmeden kahvaltıyı buraya nasıl getireceğini merak ediyordum.

Bunu gidip kendim de görebilirdim. Battaniyeyi üzerimden atıp ayağa kalktım. Kıyafetlerimi hızlıca giyinip saçlarımı örmeye başladım ve işim bitince odanın kapısını açarak aşağıya indim...

***

Sandığımın aksine aşağıda bir cümbüş yoktu. Merdivenler oldukça tenhaydı. Giriş katına indikten sonra gördüğüm savaşçılardan biri gülümseyerek bana selam verdi.

"Kevin, herkes kahvaltıda mı?" Diye sordum ancak o cevap yerine heyecanlı bir şekilde, "hanımım tebrik ederim" dedi. Ardından, "reis mutfakta. Misafirlerin çoğu odalarında yemeyi tercih etti. Royce Boyd ise kahvaltıda. Ewan, Rob ve Emir sorgudan yeni çıktılar şu an kahvaltıdalar."

"Anladım, teşekkür ederim," dedim ve mutfağa doğru yürümeye başladım. Kahvaltı salonu hemen karşıdaydı; aramızdaki mesafeyi hızlıca geçtim. Sürgülü kapıyı dikkatlice çektim ve içeri adım attığımda karşılaştığım manzara beni hem güldürdü hem de biraz şaşırttı.

Blair, yüzünde panik dolu bir ifadeyle Dougal’ın etrafında telaşla dolanıyordu. Bir şeyleri eksik yapmış olma korkusuyla ne yapacağını şaşırmış gibiydi. Dougal ise mutfakta adeta fırtınalar estiriyordu.

"Peynirden bol koydun değil mi? Et ne zaman pişecek? Berta, çay demlendi mi? Tuğra'nın sevdiği gibi yaptın, değil mi?" diye arka arkaya emirler yağdırıyordu. Sesindeki acelecilik Blair’i daha da telaşlandırmış gibiydi.

Tüm bu kargaşanın içinde, yerde oturmuş hamur açan yaşlı aşçı ise sakinliğini koruyordu. Oklavasını bir usta edasıyla hamurun üzerinde gezdirirken Dougal’ın homurdanmalarına bakıp keyifle gülümsüyordu. Arada, Dougal’ın sinirli halleriyle eğlenir gibi hafifçe başını sallıyordu. Mutfakta tek gürültü Dougal’dı; diğer herkes sessizce bu sahneyi izliyordu.

Tamamen içeri girip varlığımı belli ettiğimde Dougal omzunun üzerinden bana doğru baktı. Göz göze geldiğimiz anda kaşlarını çattı.

"Buraya kadar yürüdün mü?" diye sordu, sesi hafif suçlar bir ton taşıyordu. Tam o sırada aşçının ağzından kısık bir kahkaha kaçtı, ama hemen unlu elinin tersiyle ağzını kapattı.

"Yok, uçtum. Elbette yürüdüm," dedim hafifçe gülümseyerek.

Dougal gözlerini devirip sinirli ama alaycı bir ifadeyle konuşmaya devam etti. "Sen yakında uçarsın da, şaşırmam. Neden geldin? Ben sana kahvaltı getiriyordum!"

Odadan çıkmamamı tembihlediğini unutmuş gibi şaşırma numarası yaptım.

"Öyle mi demiştin? Uyku sersemi seni tam anlayamamışım," dedim pişkin bir ifadeyle. O sırada aşçıyla göz göze geldim. Gözlerinde belli belirsiz bir parıltı ve muzip bir gülümseme vardı.

"Hanımım, sizin için besleyici bir çorba yaptım," dedi aşçı, sesindeki huzur her zamanki gibiydi.

Dougal, hâlâ tepsiyi hazırlamakla uğraşan Blair’e kısa bir bakış attıktan sonra tekrar bana döndü. "Blair, sen tepsiyi arkamızdan getir," dedi ve hiç beklenmedik bir hareketle yanıma geldi. Beni kollarına aldığı anda ağzımdan küçük bir çığlık kaçtı.

Bunu mutfaktaki kimse garipsemedi. Alışkın oldukları belliydi ama yüzlerinde belli belirsiz bir merak ve eğlence vardı.

"Blair, tepsiyi kahvaltı salonuna getirir misin?" diye seslendim, Dougal beni mutfaktan çıkarmak üzereyken. Blair, tepsiyi eline almış, şaşkın bir şekilde bir bana, bir Dougal’a bakıyordu.

Dougal ise araya girdi. "Blair, yatak odasına!" diye sertçe bağırdı ve mutfak kapısından hızla çıktı. Büyükçe bir iç geçirdim.

"Dougal, ben hasta değilim, alt tarafı hamileyim!" diye bağırdım, sesim koridorun taş duvarlarında yankılandı. Tam o sırada karşımızdaki kahvaltı salonunun kapısı açıldı. İçerideki herkesin bakışları bir anda üzerimize çevrildi. Dougal’ın yüzündeki öfkeli ifade yerini hafif bir sıkıntıya bırakırken, ben dayanamayarak gözlerimi devirdim.

İşte, sabah kaosu tam anlamıyla başlamıştı.

"İndir beni gördüler zaten" dedim ama Dougal pek niyetli değilmiş gibi kapının önünden yürüyüp geçerken Emir ve Melek dışarıya çıktılar.

Emir, ellerini beline yerleştirip bir adım öne çıktı. Gözlerindeki öfkeyi saklamaya çalışmadan, "Ya bırak şu kızı, bir tebrik ettirmedin!" diye çıkıştı.

Dougal, Emir’e doğru gözlerini kısarak baktı. Sesindeki soğuk tını her kelimeye işlenmişti. "Tebrik için bol bol zamanınız olacak," dedi.

Ben, Dougal’ın kollarında taşınmanın verdiği utanç ve rahatsızlıkla kıpırdanıp duruyordum. Sonunda sabrım tükenmiş bir halde, "Dougal, indir beni artık ya!" diye bağırdım. Bu kez itiraz etmedi; kaşlarını çatarak beni usulca yere bıraktı. Daha yere basar basmaz, elim ayağıma dolanmış bir halde düzeltmeye çalıştım kendimi. Tam o sırada, Blair, elinde tepsiyle arkamızda beliriverdi.

Emir hızla bana doğru gelip kollarını boynuma doladı. Ancak daha sarılmasının sıcaklığını hissetmeden, Dougal elini uzatarak ikimizin arasına koydu. Avucu tam karnıma denk gelmişti. Hareketi öyle ani ve sertti ki hem ben hem Emir aynı anda başımızı çevirip ona baktık. Emir bile dumura uğramış gibi tepki vermiyordu.

"Cidden mi!" Emir hâlâ bana sarılırken Dougal'a konuşunca Dougal cevap vermeden karnımı tutmaya devam etti. Yemin ederim söylediğime bin pişman olmuştum şimdiden.

Emir Dougal'ı takmamaya karar vererek tekrar bana döndüğünde yanaklarımdan öpmeye başladı. Dougal'ın boğaz temizleme sesini duysak da ikimiz de bunu takmadık.

"Gerçekten dayı mı oluyorum?" Emir gözlerime derince bakarak sorarken gözlerim anında doldu. Ne oluyordu be! Kafamı aşağı yukarı sallayıp onu onaylarken Emir kafasını eğerek karnıma baktı ama karnında hâlâ Dougal'ın büyük eli vardı. Yanımızda durup elini ortaya uzatmış hâlâ orada tutuyordu.

"Küçük Emir yolda!" Emir tekrar gözlerime bakarken Dougal araya girdi. Melek kahkaha krizine girmişti. Ben ağlıyordum!

"Nereden küçük Emir oluyor? Dougal ya da Tuğra yolda. Sen nereden çıktın şimdi?" diye öfkeyle çıkıştı. Sesi o kadar sertti ki Melek, arka tarafta kahkahalara boğulmuşken, ben kendimi gözyaşlarına teslim etmiş buldum. Ağlıyordum! Hem de durdurulamaz bir şekilde. Nedenini ben de bilmiyordum. Her şey fazla karmaşık, fazla hızlı ve fazlasıyla absürttü. Dougal beni kendine biraz çekip Emir'den ayırmıştı. Bu ağlama da nereden çıkmıştı anlamıyorum ama gözlerimden ardı ardına yaşlar akıyordu.

"Al işte kızı ağlattın" Emir incelttiği sesiyle bağırırken kahvaltı salonunun kapısı bir kez daha açılıp Rob kafasını uzattı. Emir ve Dougal'ın birbirine diklendiğini görüp göz devirse de bakışları bana döndüğü an yüzü adeta dondu. Kaşlarını çatıp ağlayan ifademe bakarken hızla yanımıza gelmişti.

"Gel Tuğra bir şeyler ye," Dougal ve Emir karşılıklı küçük Emir, küçük Dougal inatlaşması yapmaya devam ederken Rob beni yanlarından almıştı bile. Kahvaltı salonuna yürürken burnumu koluma sildim. Melek o esnada bana sarılıp "tebrik ederim çok mutlu oldum" demişti. Birlikte üçümüz içeriye girerken Dougal'ın "Tuğra!" Diye bağırmasını duydum ama duymamazlığa verdim. Şu an tüm ağlamam geçmişti.

İçeriye adımımı atar atmaz, tüm gözler bana döndü. Salonun her köşesinde oturan klan halkının bakışlarını üzerimde hissetmek garip bir ağırlık yaratmıştı. Ancak bu ağırlık, kadınların yüzlerinde beliren sıcak gülümsemelerle hafifledi. Hepsi bulundukları yerden beni tebrik etmeye başladı, sesler bir anda mutlu bir uğultuya dönüştü.

Bir grup küçük kız, ellerinde çiçeklerden yapılmış bir taçla yanıma geldi. Yüzümdeki gerginliği unutturacak kadar masum ve içten bir tavırla tacı bana uzattılar. Hafifçe eğilerek gülümseyerek kabul ettim ve onları nazikçe selamladım. Ardından bakışlarımı salondaki kalabalıkta gezinip Royce Boyd’un oturduğu masayı buldum. Rob’la birlikte o tarafa doğru yürüyüp sessizce yerimizi aldık.

"Iyy, bu ne?" dedim, önüme konulan bulamaç gibi şeye bakarken. Ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu, ama kokusu o kadar kötüydü ki burnumu hafifçe buruşturdum. Bu sırada masadaki tebrikler başlamıştı bile.

Alanna, yerinden kalkıp sevinçle yanıma geldi ve bana sıkıca sarıldı. Kollarındaki coşku beni gülümsetse de kokunun ne olduğunu anlamaya çalışmaktan kendimi alamıyordum. "Mil, hamilesin! Çok tebrik ederim!" diye heyecanla bağırdı. Alanna bir kez daha sarılmak için hamle yaptığında, Dougal bir elini onun omzuna koyup dikkatlice geri çekti.

"Çok yapışma, nefes alsın biraz," dedi Dougal, kaşlarını çatarak. Alanna ona öfkeyle baktı, ama hemen ardından Royce Boyd, Dougal’ın sırtına dokunup sessiz bir şekilde beni tebrik etti. Gözlerinde hem saygılı hem mesafeli bir sıcaklık vardı.

"Çok kötüsün abi ya!" dedi Alanna, abisine sert bir bakış fırlatarak. Tam aralarında tartışma çıkacak gibi hissettim, bu yüzden hemen araya girdim.

"İstediğin kadar sarıl canım, bakma sen abine," dedim, Alanna’ya kucak açarak. Dougal’ın sinirli bakışlarının sırtımda ağır bir yük gibi durduğunu hissediyordum, ama yüzümü ona çevirmedim. Bunun yerine Alanna’ya sıkıca sarıldım, Dougal’ın sabrını sınamaktan keyif alır gibiydim.

Etrafımdaki tüm bu neşeli kalabalığa rağmen, babam ve Albay ortalarda yoktu. Onların eksikliğini fark ettiğim anda içime hafif bir huzursuzluk çöktü. Ancak Alanna’nın enerjisi ve masadakilerin heyecanı bu düşünceyi bir süreliğine zihnimin arkasına itmişti. Dougal’ın beni koruma çabalarıysa, her an bir fırtına kopabilir gibi bir his yaratmaya devam ediyordu.

Blair’in önüme dizdiği yiyecekleri yetersiz bulmuş olacak ki eline yakın ne varsa önüme çekmeye başladı. Peynir, ekmek, reçel... Ne varsa önüme birer birer yığıyordu.

"Yemelisin," dedi keskin bir tonda. "Gücünü kaybetmemen lazım. Bugün Melek seni bir kontrol etsin. Kalenin şifacısı da gelecek," diye eklerken bir an gözlerindeki yumuşama fark ediliyordu. Onun bu tavrı beni hem güldürüyor hem de biraz bunaltıyordu.

Ama tam o sırada diğer masalardan insanlar da harekete geçti. Kadınlar ellerinde dolu tabaklarla sırayla yanıma gelip bırakıyorlardı. "Hanımım, bunu mutlaka denemelisin, çok faydalıdır!" diye bir tabak sebze. Bir diğeri, "Bak, bunu annem özel yapar, enerji verir," diyerek koyduğu dilim kek. Küçük çocuklar bile ellerine geçirdikleri kurabiyelerle masanın kenarına koşuyordu.

Salon bir anda yarış havasına bürünmüştü. Kimin daha fazla yiyecek getireceğini kanıtlamak ister gibi herkes sırayla bir şeyler önüme yığıyordu. Hatta bir ara Royce Boyd bile ciddi bir ifadeyle bir kase meyve koydu önüme.

Dougal'ın kaşları hızla çatılmaya başladı. Önüme yığılan tabakların her biriyle bakışları daha da keskinleşiyordu. Bir anda masadakilere dönüp sert bir sesle, "Tamam! Bu kadar yeter!" diye çıkıştı.

Dougal, bana dönüp kucağıma bıraktığı ekmek dilimini gösterdi. "Önce bunu ye," dedi. Sonra önündeki tabağı işaret etti. "Sonra da bu peyniri bitiriyorsun. Onlar gerekli olanı bilmiyor."

O kadar ciddiydi ki gülmemek için kendimi zor tutuyordum.

Ben doğurana kadar Dougal'ı öldürüp dul kalmasam iyiydi!

♥️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%