Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm

@ecealtinkaya

Beni öyle bir yalana inandır ki,

 

Ömrünce sürsün doğruluğu... / Özdemir Asaf

 

*****

 

Mart 1997

 

 

O gün doğum gününe gittiğimde Buket beni heyecanla kapıda karşılamıştı. Çok güzel, alımlı ve yetmişlerden gelmiş gibi görünüyordu. İstediği de buydu. Koyu renkli uzun saçlarına düz fön çektirip ortadan ayırmış, incecik iki örgüyü şakaklarının iki yanından getirip arkada birleştirmişti. Başına nergis çiçeklerinden bir taç takmış, hafif bir makyaj yapmış ve esmer tenine çok yakışan kırık beyaz, minik sarı çiçekli, belden kuşaklı hafif kabarık etekleri uçuş uçuş olan, mini bir elbise giymişti. Ayaklarında da yine bilekten bağlamalı, dolgu topuklu iskarpinler vardı. Aynen, mis kokulu, sarı bir nergis çiçeğine benzemişti. Bahçeden kahkaha ve eski zamanlardan süzülür gibi bir müzik sesi geliyordu. Çalan şarkı, Kan ve Gül'dü. Sanki her an içeriden Gülşen Bubikoğlu'yla Tarık Akan beni karşılamak için çıkacaklardı. Ya da Şener Şen içeriden, Vecihi olarak "Seviyorum, veriyor musun?" şeklinde söylediği şarkıyla ve elindeki mikrofonla yanıma gelecekti.

 

 

Buket'e "Nostaljik anlayışlı bir doğum günü istediğinden emin misin?" diye sorduğumda "Kesinlikle..." diye beni coşkuyla yanıtlamıştı. "Güven bana, herkes bayılacak. Araya birkaç yeni şarkı da atacağım tabi ama genel olarak anlayışımız budur. Herkes çok eğlenecek." Buket için, öyle olmasını ummuştum.

 

Şimdi kulağıma gelen parça da, Buket'in doğum günü için birlikte ve bugüne özel hazırlayıp oluşturduğumuz o çok sevdiği nostalji parçalarından yapılmış listedendi. Buket bir nostaljik pop, bir de arabesk fantezi parçaların tutkunuydu. Beyaz Kelebekler ile Emrah'ın şarkılarına ayırt etmeden aynı coşkuyla eşlik edebilirdi. Bu nasıl bir çelişki ve bir beğeniyse artık, bilemiyordum. Zaten benim anlamlandırma kapasitemi de aşıyordu. Ama Buket böyleydi. Nostalji bağımlılığı kaynaklı olduğunu düşündüğüm, her şeyin eskisine, farklı ve aşırı bir ilgi duyma takıntısı nedeniyle, kesinlikle yaşanılmışlığı olan her şeyi çok seviyordu. Buna eski parçalar, eski filmler, eski giysiler, eski takılar vs...'nin yanı sıra, eski kafalı adamlar da dâhildi.

 

Ve Buket'in istediğinin olması önemliydi, ne de olsa heyecanla, ne zamandan beri bugüne hazırlanıyordu. Bahçeye çıktığımda gelen davetlilerin yüzlerinden ve atılan kahkahalardan anladığım kadarıyla da istediğini başarmıştı. Herkes halinden memnun ve mutlu görünüyordu. Ve daha da önemlisi, bir gün önce Buket için bu doğum günü daha da özel bir hale getiren bir şey olmuştu. Geçen sene ortasında okula geldiği günden beri, özellikle de yaşadıkları o atışmadan sonra Emrah'a daha da âşık olan Buket'in, Emrah'ın uzun ikna çabalarından sonra ve artık Buket'in de bu kadar yettiğini düşünmesiyle birlikte doğum gününden bir gün önce, çıkma teklifini kabul etmiş olmasıydı. Buket'in daha önce kabul etmemesinin tek nedeni Emrah'ı süründürme isteğinin—gurur da diyebiliriz—aşkına ağır basmasıydı. Ve bunda da, yerden göğe haklıydı. Ama ne yaparsınız aşk ferman dinlemiyordu ve süründürürken sürünmekten yorulan Buket de artık aşkına merhaba demeyi seçmişti. Ve şimdi de mutluluk içinden taşar gibi resmen ışıldıyordu. Ona aldığım hediyeyi—Ayten Alpman'ın eski bir kırkbeşliğiydi—verdikten sonra, Buket Emrah'ın kapıdan girdiğini görünce kanatlanmış gibi uçarak, onu karşılamak üzere yanımdan ayrılmıştı. Ben yalnız kalınca—Ayşe henüz ortalarda yoktu—oyalanmak için etrafa göz gezdirmeye başlamıştım. O sırada yanıma Yasemin'le Seda gelmişti.

 

İki çift laftan sonra, Seda bana "Sen de mi yetmişlerdeki gibi giyindin Gülperi?" diye sormuştu.

 

Böyle deyince, bilinçsizce onları süzmeden edememiştim. Onların kesinlikle yetmişlerden gelmediklerine emindim. İkisi de karşımda, gayet doksanların kızları olduklarını belli edercesine duruyorlardı. Çoğu kız, mini etek ve diz üstünde biten çoraplarla gelmişlerdi. Ancak Yasemin ve Seda, ikisi de altına İspanyol paça kot pantolonlarını giymişlerdi. Herhalde, üstlerindeki tek yetmişler esintisi de, doksanlarda yeniden moda olan o pantolonlardı. Yasemin üstüne, içindeki büstiyer gösteren incecik bir gömlek giymişken, Seda'ysa göğüs dekolteli ve göbeğini açıkta bırakan dapdar bir büstiyerin üstüne sadece kot montunu giymişti. Bu kızlar üşümüyorlar mıydı acaba? İkisinin de kulaklarındaki, beşer delikte sıralı halka küpeler sallanıyordu. Ve ben gözlerimi inanamamazlıkla Seda'nın göbek deliğinden alamadan, dosdoğru oraya bakakalmıştım. Çünkü Seda'nın göbeğinde de bir halka takılıydı. Ardında da, kendi üstüme göz gezdirmiştim. Yetmiş ve doksanları bir kenara bıraktım aslında, seksenlerin arafından gelmiş gibi bir halim vardı.

 

"Yoo, hayır. Ben normal kıyafetlerimi giydim."

 

İkisi birbirlerine bakmış, sanki kendilerini tutmak ister gibi gülümsemişlerdi. Sonra Yasemin kendini toparlayıp "Sen zaten hep rahat ve spor şeyler giymeyi seversin değil mi Gülpericiğim? Tarzın bu... Ama ben çok seviyorum inan ki, seni çok sevimli gösteriyor." diye beni şaşırtan samimi bir yorum yapmıştı.

 

Sevimli mi? O sırada ne diyeceğimi bilemeden, sadece teşekkür etmiştim. Ama içimden, alışık olmadığım huzursuz bir kıpırtı geçerken, kendimi nedense, pet shop'ların vitrininde durup da, oradan gelip geçen insanların sevdiği, orasına burasına kurdele takılmış, bir evcil hayvan gibi hissetmiştim. Onlara susadığımı söyleyerek, yanlarından ayrılıp içecek bir şeyler almak için büfeye yönelmiştim. Sanki denilenlerden rahatsızlık duymuşum gibi, kendimi tuhaf hissediyordum ama bana kötü bir şey dememişlerdi ki... Ya da demişlerdi de ben mi anlamamıştım? Gözüme, okulda formalarıyla görmeye alışık olduğum arkadaşlarımın kıyafetleri takılmıştı. Bilinçsiz bir farkındalıkla tüm arkadaşlarımın giydikleri kıyafetlerle kendiminkileri kıyaslamıştım. Buraya gelmeden önce ayrıtında bile değildim. Ama artık onların, farkına vardıkları dişiliklerini vurgulayan kıyafetleri seçtiğini görüyordum. Buna Buket de dâhildi. Hepimiz lise formalarının içindeyken havalı görünmek bir yere kadardı, sonuçta aynıydık. Ama bu giysiler, düpedüz aramızdaki farklılığı resmileştiriyordu. İçime bir utanç titreşimi yayılırken, ben küçük kız kalbimle sezdiğim ama idrak edemediğim dişiliğimi gizleyen, onlarınkinin yanında oldukça çocuksu sayılabilecek giysilerimle, onlardan, gül bahçesindeki bir mor menekşe kadar farklı duruyordum. Onlar kesinlikle, göz alıcı pembe, beyaz, kırmızı renkleri ve uzun saplarıyla albenili ve şatafatlı güllerken ben mütevazı, kırılgan, masum bir mor menekşeydim. Buket'in annesinin gözbebeği bahçesinin, sevgili hercai menekşelerinin arasına karışsam bu kadar abes durmazdım. Halbuki ismi Gülperi olan bendim... Kendimi, görüntümün yansıdığı camdan süzmüştüm. Sarı fistolu, bilekleri fırfırlı bol kollu bluzum, üstüne aldığım el örgüsü krem rengi hırkam ve mor renkli ince kadife bermuda şortumun altına giydiğim, toz sarı rengindeki mus çoraplarımla, henüz ergenliğe, yeni adım atmaya hazırlanıyor gibiydim. Üstüne üstlük saçıma mor bermuda şortumla uygun, üstü mor menekşelerle süslü bir taç takmıştım. Böyle yaparken ne düşünmüştüm acaba? Güzel olacağımı mı? Yoksa hangi zamandan geldiği bile belli olamayan, ucube bir zaman yolcusu olacağımı mı? Martın aldatan bahar havasına meydan okuyan, üstlerindeki uçuş uçuş mini elbiseleri, dapdar bodyleri, düşük beli İspanyol paça kotlarıyla tırtıldan kelebeğe dönüşümünü tamamlayarak, bu statüye terfi eden ve ayaklarına dolgu topuklu ya da yüksek ökçeli ayakkabılar giyerek bu statünün hakkını veren arkadaşlarımın yanında, kıyafetlerimle komik, ayağıma giymiş olduğum krem rengi püsküllü rugan babetlerim yüzünden de boy olarak bir baş kısa kalmıştım. Bu görüntümle doğrusu yetmişlerde yaşayan çiçek kızlardan ziyade, küçük kız çocuğu haline daha iyi uyum sağlamıştım.

 

Bunları düşünürken camdaki yansımamın yanına, uzun boylu, sarışın bir hayal süzülmüştü. Başımı kaldırıp görüntüye baktığımda Derya'yla göz göze gelmiş ve geldiğim anda da yerimde sıçramıştım. Göğüs dekoltesi ve dekolteyi tamamlayan, boynunda asimetrik biçimde duran, gül şekli verilmiş ipek kumaştan yapılma tasma kolyesiyle, bir anda gözüme çarpmıştı. Derya bana çok ufak bir saniye, alaycı bir bakışla baktıktan sonra, oralı olmamış, camın önünde birkaç saniye kendini süzdükten, pembe rujunu kontrol edip, altın renkli saçlarını kabarttıktan sonra kedi bakışlı gözlerini ben orada yokmuşum gibi üstümden geçirip her zamanki erkekvari yürüyüşünün aksine, kalçalarını kıvırarak yanımdan uzaklaşmıştı. Arkasından bakarken, güzel biçimli bacaklarını ortaya seren ve poposunun hemen altında biten minik gülkurusu bir elbise giydiğini görmüştüm. Bacaklarında incecik ten rengi ipek çoraplar ve ayaklarında da çok yüksek topuklu, dizlerinin üstünde biten deri çizmeler vardı. Sanki bir Bond kızı, filmden çıkıp yanımdan geçmişti. İnanılmazdı ve o dayı tavırlı, ali kıran baş kesen kız gidip yerine sanki bir top model gelmişti. Yürüyüşü, inceliği ve altın ışıltısıyla bir başyapıt gibi durduğu yerden hemen göze çarpıyordu. Ama o etki ağzını açasıya kadar sürüyor konuştuğunda, sadece çerçevenin değiştiğini resmin ise aynı kaldığını anlıyordunuz. Fakat ne yazık ki, bu benim içimdeki hislerin yumak olmasını bir nebze olsun azaltmıyordu.

 

Belki de bilinçaltımın beni yönlendirmesiyle, kendimi saklayabilmek adına o gün mor ve sarı hercai menekşelerin yanından bu nedenle hiç ayrılmamaya çalışmış, sessizce, kimseye görünmeden bir köşeden etrafı seyretmiştim.

 

İşte öyle dalgınca etrafıma bakınırken, birden o yeniden karşıma çıkmıştı. Hayallerden süzülür gibi. Öylece apansız... Gelmiş ve beni yine gafil avlamıştı. Karşı koymak için elimden gelen hiçbir şey yoktu, ona karşı duracak hiçbir şeyim... Tamamen savunmasız, tüm kalkanlarım açık kalmıştım. 'Tamam kalbim'demiştim içimden 'sakin ol...' Ama kalbimin hızlanmasına neden olan şey, benimle alakalı değildi. Onu her gördüğümde, hep aynı şeyin olmasıyla, aynı hisle dolmamla alakalıydı ve işte yine olan olmuş; onun girdiği her yere, gün ışığını da birlikte getirdiği hissi beni çepeçevre kuşatmıştı. En perişan zamanında bile bulutların ardından görünen, göğü delercesine gelen o ışık onda bazen az, bazen çok, ama sabitti. Ve bugün o; parlıyordu. Ondaki farklılık en son gördüğüm halinden epeyce büyüktü, orası kesin... Şimdi doğum gününde, Ateş, ne ilk gördüğüm zamanki gibi havalı bir serseri halindeydi, ne de üç ay öncesinde gördüğüm vazgeçmiş serkeşti. Kesinlikle, büyük bir değişim geçirmiş ve imrenilerek bakılan iyi huylu bir aile çocuğu havasına bürünmüştü. Ama bu iyi aile çocuğunda fark ettiğim fark, bu değildi. Bu farkların sadece belirgin olanıydı. Başka bir şey daha vardı ki; o da her zaman varlığının, ayakkabıdaki küçük bir taş parçasınınki gibi rahatsızlık verici olduğunu düşündüğüm ama bir aradaki görüntülerini birbirinden ayrı düşünmediğim bir şeyin, eksiklik hissiydi... O eksiklik, geçen sene gördüğümdeki gibi artistik bir şekilde fiyakayla ya da üç ay öncesinde olduğu gibi muhtaçlıkla elinde tuttuğu sigarasını bu kez ortalarda göremiyor olmamdı. Onun yerine sigarasıyla, değiş tokuş edip elinde tuttuğu sadece kocaman bir fotoğraf makinesi vardı... Masum ve zararsız. Üstüne üstlük sempati dolu...

 

Şimdi o, bu doğum günü partisinde elinden düşürmediği fotoğraf makinesiyle, gamzeli gülüşünü hiç esirgemeden herkese bahşederek etrafta dolaşırken, tüm davetlilerin fotoğraflarını çekip, doğum günü anını karelerinde dondurup ölümsüzleştiren, karanlık olmaktan öte, gönül çelen bir melek gibiydi. O zamanki virane halinin gerçekliğinden sıyrılmış, şimdi gözüme oldukça düşsel görünüyordu.

 

Küçük bir çocuk gibi heyecanlanan, laf dinlemez, şaşkın kalbim... Rüyama hapsettiğim o yakışıklı suretin sürgüsünü açmış, sürgünden dönen meleğin suretini, karşımdaki aslıyla karşılaştırıp onun rüya değil, gerçek olduğuna beni inandırmaya çalışıyordu.

 

Ateş'le dolu olan görüntünün arka fonunda, Buket'in doğum günü için hazırladığımız nostaljik parçalarından oluşan listeden bir başka şarkı çalıyordu. Hem de delilik dönemimde durmaksızın çalıp bir bağımlı gibi dinlediğim o şarkı;

 

'Aşkın şarabından bilmeden içtim

 

Sevda yolundan bilmeden geçtim

 

Aşkın bir alevmiş yar yar

 

Bir ateş parçası

 

Bilmeden gönlümü ateşe verdim'

 

Etrafta dolaşırken, öylesine göz kamaştırıyordu ki; atılmaya tereddüt edip, atılmamaktan kendimi alamadığım bir macera gibiydi. Gözleri beni davet ediyordu. Önümde serilen o macerayı yaşamam için çağırıyordu. Ve ben o maceradan korktuğum anda, birden değişerek, harika manzaralı ama emniyetle yönelebileceğim eve dönüş yoluna dönüşüp, tekrardan önümde uzanıyordu. Her şekilde ve her şeydi. Hem heyecan dolu maceram, hem de güvenli eve dönüş yolum... Gerçekteyse bu yeni cezbeden görüntüsü; emniyetli sandığım yolun kenarındaki sarp uçurumun kıyısını gizlemek için bir illüzyondu. Vazgeçtiğim anda bana geri dönebileceğim garantisini vaat ediyormuş gibi görünen, tehlikeli bir yanılsamadan başka bir şey değildi.

 

'Şarabı zehirmiş içtikçe öldüm

 

Yolu hep uçurum düştükçe öldüm

 

Askın bir alevmiş yar yar

 

Bir ateş parçası

 

Ateşe gönlümü yaktıkça öldüm'

 

Sanırım kader beni cesaretlendirmek, vazgeçmememi sağlamak amacıyla onu bu görüntüye bürüyerek yeniden karşıma çıkarmıştı. Bu macerada beni güvenli taraftan devam edebileceğime inandırmıştı. Ey kalbim!!! Kendini nasıl bir uçurumdan, karmaşanın içine attığını biliyor muydun? Bilseydin yine atar mıydın, savunmasızca kendini böyle aşkın ortasına? Yana yana, küle döneceğini bilsen bile? Şimdi bu soruların hepsine evet diyorum. İnanmayı ben kendim seçtim bile bile, isteye isteye, yana yakıla... Çünkü aşkta güvenli taraf diye bir şey yoktu. Sadece yanmak vardı. Cayır cayır yanardın ve küle dönerdin, işte o kadar... Gözü hiçbir şey görmeyen kalbim aşktan tatlı bir sarhoşlukla şarkı söylemeye başlamıştı bir kere. Uçuruma doğru ilk adımını atmıştı. Üstelik görmese de o uçurumun orada olduğunu hissederek yapmıştı bunu. Kaçmak değil, uçurumdan kendini sonsuzluğa, özgürlüğe bırakmak, uçmak, o mutluluğa erişmek istemişti. Heyhat!!! Kalbim istediği kadar mutluluk sarhoşluğuyla şarkı söylesin. O şarkının tatlı nağmelerini daha önce ne beynim duymuştu ne de kendim. Daha önce duymadığım bu şarkının sözlerinin verdiği his beni panikletmişti. Ne olduğunu kavrayamamamın nedeni işte buydu; sonsuzlukta var olan bilinmezliğin verdiği korku... Alt üst olmuş, gelgitlerde yolumu şaşırmıştım. Ve her şeyi anlamlandırmak isteyip hep aksi şekilde davranan önyargılı, sabit beynim arkasını dönüp bana sırt çevirmişti. Kalbim saftı, beynimse cahil. Ben ise küçüktüm, aşka düşmek için yeterince büyük ama onun yakan kıymetini bilemeyecek kadar küçük.

 

Korkup gözlerimi çevirerek, ona bakmaya cesaret edemiyordum. Ama bir yandan da kalbimin heyecanla kanat çırptığını ayrımsıyordum. İşte bu sebeple kaçırdığım bakışlarım dönüp dolaşıyor, yine ne yaparsam yapayım en sonunda gözümü alamadan onda tutulup kalıyordum, gözlerim ve düşüncelerim hep ona kayıyordu. Ateş'se bir köşede durmuş, üç ay önceki o fırtınalı halinden eser olmayan masumane bir havada, makinesinin içine film yerleştiriyordu.

 

O anda beni ona bakmaktan alıkoyup, korkutan o anı gelip zihnime bir zehir gibi süzülmüştü. Ateş'i aylardan sonra ilk kez gördüğüm ve görmemle şok yaşadığım o hayalet halinin, bizi sürüklediği acayip ve benim bentlerimin yıkılmasına neden olan, üç ay önceki o soğuk Aralık akşamın ertesi günüydü. Dershanede sabah buluştuğumuzda Buket'e, nasıl olduğunu sormuştum. O da bana, dünden daha iyi hissettiğini çünkü kendini arayan Emrah'a dün olanları bildiğini, olanlarla ilgili hissettiklerini ve onu bir daha aramamasını söylemişti. Emrah'ın buna karşılık kendini nasıl savunduğunu sorduğumdaysa, Buket, Emrah'ın bununla ilgili kendisinin hiçbir suçu olmadığını, kendisine zorla sırnaşanın Sinem olduğunu ve hamlesini yapmadan Sinem'in ne yapmak istediğini fark etmediğini söyleyerek Buket'ten yalvarırcasına özür dilediğini söylemişti. Ancak Buket onun bu yalvarışlarını yanıtsız bırakmıştı. Ben, Buket'e ona inanıp inanmadığını sorduğumdaysa, O "Kalbim Emrah'a inanıyor Peri, çünkü inanmak istiyor. Belki gerçekten olayı başlatıp, buna sebebiyet vermemiş olabilir. Ve Sinem'i düşündüğümde buna ihtimal veriyorum. Üstelik bunca olayın üstüne, sevgili olmadığımız halde bana hesap verir gibi olanları yanlış anlamamam için direniyor. İstediğimi yaparım kızım, biz sevgili bile değiliz demiyor... Ama, bu olan gerçeği değiştirmiyor ki işte. Biz sevgili olmasak da, zorla sırnaşan Sinem bile olsa, Ateş'in yaptığının aksine; karşılık verip onunla öpüşen Emrah. Ve olan bunca şey üstüne ben nefret edemiyorum, ona deli gibi aşığım hala..." demişti. Buket her ne kadar iyi olduğunu söylese bile ne kadar üzgün olduğu gözlerinden belliydi. Ve ben onun gibi diri ve coşkulu birinin bu derece üzgün olmasına dayanamıyordum.

 

Derslerin sonunda Buket'le girdiğimiz, test kulübünden beynimiz abandone olarak çıkmış ve Buketlerin evine doğru yollanmıştık. Bunca testin üzerine bir de birkaç saat, özel hocamızın bize verdiği matematik ödevlerine göz atıp, zor olanları birlikte çözmeyi planlamıştık. Tabi, o kafayla ders çalışabilirsem... Ben, annemlere dün akşamki geç kalış sebebimin nedenini, Buketlere gidip ders çalışmak olduğunu bahane ettiğim için, bu kez Buket'e—çok istekli olmasam da—bize gitmeyi önermiştim. Ama o bana, Ateş'in dünkü gibi her an kontrolden çıkabileceğini ve kendinin yangını kontrol altına alma konusunda, annesine yardım etmesine gerek olabileceğini söylemişti. "Aslında sadece anneme değil, aynı zamanda Ateş'e de yardım etmeliyim ki, Ateş'in yeniden zıvanadan çıkma tehlikesine karşılık, annemin teyzeme Ateş'in yaptıklarını anlatmasını engelleyebileyim. Teyzem, Ateş'in yaptıkları yüzünden geri dönmesini isteyebilir. Sonuçta Ateş buraya hava değişimine geldi..." Sonra aniden ağzından fazla bir şey kaçırmış gibi, dudaklarını mıhlamıştı. Buket'in konuyu açmasıyla birlikte, elime geçen fırsatı değerlendirerek, sabahtan beri sormak isteyip de dilimin ucuna kadar gelen soruyu nihayet sormaya karar vermiştim. "Ateş..." kelimenin dilimi yaktığını hissederken cümleme devam etmiştim. "O nasıl, dün akşamdan sonra... Daha iyi mi?" Buket gözleri dalgın, bir yandan saçıyla oynarken bana cevap vermişti. "Sen gittikten bir yarım saat sonra kalkıp kustu ve sonrasında da sızıp kaldı. Ama neyse ki Allah'tan bir daha hiç uyanmadı. Annemler düğünden geldikten sonra uyanır ve bir şey çakarlar diye çok korktum. Dün geceyi kazasız belasız atlattığımıza seviniyorum. Yoksa anneme durumu nasıl açıklardım bilmiyorum. O kadar içecek ne vardı sanki..." Onlara gidecektik, bu teklifi fazla hevesle karşıladığımı saklayamamıştım. Çünkü açıkçası kıpır kıpır oynaşan duygularıma gem vuramıyordum, tekrardan Ateş'i görebilecek olma fikri, kalbimin hızla çarpmasına neden oluyordu. O yüzden bize gidelim diye hiç ısrar etmemiştim. Annemin söyleyeceğinden emin olduğum 'Her gün Buketlere gidilir mi? Biraz da o bize çalışmaya gelsin.' lafları, kafamda ince bir ses olarak vınlarken, ben duyacaklarıma çoktan razı olup, onları göz ardı etmiştim bile...

 

Buket'le kapıdan içeri girerken, mutfaktan gelen Buket'in annesi Jale Teyze'nin tıkırtılarıyla, melodik sesi bizi karşılamıştı. "Buketçim, sen mi geldin hayatım?" Buket anahtarlarını tekrardan çantasına atarken seslenmişti. "Biziz anneciğim... Peri'yle birlikteyiz. Ders çalışmaya geldik." Jale Teyzenin mutfak kapısından başı gözükmüş ve bana gülümsemişti. "Hoş geldin, Periciğim... Açsınız değil mi? Ben de yemek hazırlıyorum. Geçin bakalım." Üstümüzü çıkardıktan sonra, Buket'in ardından mutfağa geçmiş ve Jale Teyze'yi yanaklarından öpmüştüm. Sofra hazırdı ve nefis kokular aç midemi guruldatmıştı. Ben masadan bir sandalye çekerek yerime otururken, Buket bir bardak bana, bir bardak da kendine su doldurmuş, benimkini bana uzatırken, kendisi de bardağından minik yudumlarla suyunu içmeye başlamıştı. Bir yandan, sohbet edip bir yandan kıkırdaşıyorduk. Jale Teyze tencerenin altını kapatıp, Buket'e dönmüş birden "Buket, Ateş'in nesi var?" diye pat diye sormuştu. Buket'in içtiği su genzine kaçarken, öksürmeye başlamıştı. Jale Teyze o andaki, keskin koyu renk bakışlarıyla Buket'i incelerken, aynı Buket'e benzemişti. "Buket, bir dakika benimle gelir misin hayatım, sana bir şey göstermem lazım." Sonra bakışlarını bana çeviren Jale Teyze gülümseyerek "Hemen geliriz Periciğim. Sonra yemek yeriz olur mu?" demişti. Başımı uysal bir biçimde sallarken, "Ben de annemi arayıp, buraya geldiğimi haber verebilir miyim?" diye sormuştum. Jale Teyze "Tabi ki..." derken kapıdan çıkmak için arkasını dönmüş, Buket'se kocaman açtığı gözlerle bir saniyeliğine bana 'N'oldu? Hapı yuttuk mu acaba?' der gibi bakmış ve annesini takip etmişti. Ben de Buket'le birlikte gitmemek için kendimi zor tutmuştum. Ateş'in nesi vardı? Dün akşamdan sonra, Ateş ne yapmıştı ki Jale Teyze böyle bir soru sormuştu? Ben mutfaktaki telefondan annemi arayıp nerde olduğumun bilgisini vermiş, duyacağıma emin olduğum lafların her birini sektirmeden duymuş ama gözlerimi devirip anneme he derken, dediklerini anında unutmuştum. Sonuç itibariyle ben, Ateş'le aynı evin içindeydim. Sandalyeme geri dönüp otururken, içimden dua ettiğim şeyi fark ettiğimde büyük bir şaşkınlık geçirmiştim. Beni kendime getirenin ya da kendimden alanın dün akşamla yakından bir ilgisi vardı tabi bunu inkar edersem taş olurdum. Ve ben o anı düşündükçe, göğsümde kalbimin dans ettiğini hissediyordum. Kaç aydan beri unuttum dediğim kişi için, ne çabuk fikrimi değiştirip, onu görmek için nasıl da dua eder olmuştum. Ve işte, o anda gözlerimi mutfak kapısına dikmiş bir şekilde, aynen bu düşünceler içinde, Ateş'in o kapıdan içeri girmesi için dua ediyordum. Ancak dualarım kabul olmamış, gözlerim yolda kalırken, Ateş'i beklediğim kapıdan içeriye sadece Buket ve Jale Teyze'den başka kimse girmemişti.

 

Buket'le çözdüğümüz türev sorularına bir ara verip, Buket'in yaptığı neskafelerimizi içerken, önümdeki sorulara odaklanamayıp, problemleri çözemememin sorumlusu olan kişi de hala görünürlerde yoktu. Ve onunla ilgili sormak istediğim sorularsa beynimde yankılanıyordu. Sonunda dayanamayarak "Eee, Ateş evde değil galiba?" diyebilmiştim. Buket, sesinin tonunu bir kademe aşağıya indirip, bana doğru eğilmişti. "Yok, evde de, bir sorunumuz var galiba. Demin annem yüzünden sana bahsedemedim." Ben de meraklanarak, onunla aynı şekilde sesimi kısıp, başımı ona doğru yaklaştırmıştım. "Sorun mu, n'oldu ki?" "Ay, n'olsun ya... Ateş ben gittikten sonra, öğlene doğru uyanmış, odasından sadece tuvalete girmek için çıkmış, annem ne kadar ısrar ettiyse de kahvaltı falan etmemiş, alması gereken ilaçlar vardı, onları da almamış. Ve ne yapsa beğenirsin? Bir cips ve buzdolabından aldığı biralar eşliğinde yine odasına girmiş ve bir daha da çıkmamış. Annem telaştan çıldırmış tabii. Biz geldiğimizde, neden öyle bir soruyla beni alaşağı etti anladın mı? Yoksa ben onun bu sualine böyle hazırlıksız yakalanır mıydım hiç? Annem demin o yüzden beni köşeye çekti, dün onlar yokken bir şey olup olmadığını sormak için. Ama ben her zamanki profesyonel iş bitiriciliğimle, neyse ki onu bir şey olmadığına inandırdım. Yoksa anında teyzeme yumurtlar. Aslında bir bakıma haklı tabi... Teyzem de oğlunun ne alemde olduğunu bilmek istiyor." İlaçlar mı? O benimle sohbete devam ederken ben, Buket'e kaşlarımı çatıp, kafa karışıklığımı yansıtan bir bakışla bakmıştım. Ateş ne ilacı kullanıyordu? Herkes neden bu kadar Ateş'in üstüne düşüyordu? Ateş'e n'olmuştu da şimdi bu durumdaydı? Meraktan çatlamak üzereydim. "Tam ağzımı açıp bunları ona da soracakken içeri Jale teyze girmişti. Bizim fiskos eden, birleşmiş başlarımız Buket'le anında ayrılırken, Jale Teyze de gelip yanımıza oturmuş "Eee Periciğim, hadi anlat bakalım, neler yapıyorsun?" demişti. Ben içimde patlayan soruların, yanıtsız kalıp ulaşamadığım cevaplarının büyük hezimetiyle, Jale Teyzeye gülümsemiş ve onunla havadan bir sohbete başlamıştım.

 

Verdiğimiz arayı bitirip, Buket'le bir saat kadar daha matematik sorularının üzerinde çalışmıştık. Havanın erken kararmasından dolayı artık eve gitmek için toparlanıyordum ki; o sırada, Buketlerin sokağından yüksek sesli, çıstak çıstak bir müzik duyulmaya başlamıştı. Biz, Buket'le birbirimize şaşkınca baktıktan sonra, neler olduğunu anlamak için hızla salon penceresine doğru koşmuştuk. Ve pencerenin önüne geldiğimdeyse, gözlerim yuvalarından fırlayarak sokağa bakakalmıştım. Dışarıdan, Emrah'ın şarkısı olan 'Narin Yarim' bangır bangır yükselirken, ben gülmekle ağlamak arasında bocalamıştım. "İnanmıyorum ya! Bu kıro n'apıyor böyle?!" Sonrasındaysa gördüğüm şeyi idrak etmemle birlikte, yerlere yatarak kahkahalardan kırılmam bir olmuştu. Buket'se hala cama yapışmış bir şekilde olanları, hayretler içinde seyrediyordu. Çünkü dışarıda, kaldırıma sprey boyayla yazılmış ve etrafı güllerle süslenmiş, kocaman bir 'NARİN YARİM, BENİ AFFET NOLUR' yazısı vardı. Yazının yanı başında da, umut dolu gözlerle dikilen bir Emrah... Az ilerisinde de, muhtemelen Emrah'ın arkadaşı olduğunu varsaydığım başka bir çocuk, elindeki teyple ve içinden taşıp bangırdayarak sokağa dökülen şarkının eşliğinde, benim burada ne işim var der gibilerinden bakan bir korkuluk gibi duruyordu. Kendimi tutamayıp gülmeye devam ederken, Buket'in benim gülüşümden farklı bir şekilde gözlerinin içini parlatan bir gülüşle gülümsediğini fark etmiştim. Bana bakıp "Kıro, mıro ama çok sevimli öyle değil mi? Hem ben kıroları çok severim. Canım... Bak bir de benim için yolları güllerle süslemiş." demişti. Pencereye çıktığımızı gören Emrah da, pencerenin önüne doğru hareketlenmişti. Ben Buket'in dediklerine gözlerimi devirirken bir yandan onun böyle mutlu olmasına çok sevinmiş bir şekilde, kıkırdayarak "Bilmez miyim, Narin Yarim? Kırolar nedense ilgi alanından hiç çıkmıyor. Alıp evde büyütsen mi ne dersin, bak orada süt dökmüş kedi gibi, ne de sevimli duruyor..." Muzip bir gülüşle bana bakan Buket, gözlerinde yanıp sönen ve bir işler çevirdiğini belli eden, gizemli bir ışıkla bakışlarını bana dikerken "Ah, yok aslında ben onun için başka bir güzellik düşündüm." derken bana soru olmayan bir soruyla karşılık vermişti. "Eee, madem gelip bana serenat yapıyor, her şey usulüne uygun yapılmalı öyle değil mi? Benim de, bu durumda ona çiçek atıp, onu onurlandırmam icap etmez mi?" Ve bunu der demez, hemen yanımızdaki fiskos masasının üzerinde duran içi lilyum ve su dolu vazoyu kaptığı gibi, pencereyi açıp, pencerenin altında serenat yapan Emrah'ın kafasından aşağıya boca etmesi bir olmuştu. Emrah'ın başından aşağı dökülen pembe lilyumlar ile su, Narin Yarim şarkısına tezat bir klip oluşturur şekilde, o anda bize emsalsiz bir görüntü sunmuştu. Ben, Buket'in yaptığı harekete ve ardından lilyumların ortasında kalmış, sırılsıklam ve aptal olmuş bir Emrah'a bakakalmış ve dudaklarımdan kaçırdığım kıkırdamalarımın arasından Buket'e "Sen çılgınsın. Bu soğukta çocuğu sırılsıklam ettin." demiştim. "O zaten aşkımdan sırılsıklam olmuş. Ben sadece o olayı daha somut hale getirdim... Eh, hem napayım? Sinem'i öpmekle kendi arandı. Bu, tarafımdan gördüğü daha hiçbir şey değil." Emrah'ın süt dökmüş kedi haline eklenen bu sırılsıklam olmuş kedi durumuna bakarken, Buket'le dalga geçmiştim. "Aslında biliyor musun, düşündüm de, bu sevimli, ıslak kırolardan bir tane de ben bulayım. Çünkü ben de, kenarları güllerle süslü olarak bana ithaf edilen adın, kaldırımlara yazılmasını istediğime karar verdim. Baksana ne kadar şık duruyor. Narin Yarim ve güller..." demiştim. Emrah tırıs bir şekilde olay mahallini terk ederken, Buket de halinden memnun bir şekilde sırıtarak bana dönmüş ve anında o sırıtık hali dudaklarında donarken, gözleri benim arkamda bir yere odaklanmıştı. "Kızlar, dışarıdan gelen o gürültülerde neyin nesi?" Buket belirgin bir şekilde kızarırken, nefes bile almadan "Iıııh... Hiç, anneciğim yaa, okuldan Gülperi'ye kafayı takmış bir çocuk var. Dershane çıkışı bizi buraya kadar takip etmiş de..." demişti. "Bir çocuk sizi, buraya kadar takip mi etmiş??" Buket'in annesi irdeleyen bakışlarını, ikimize dikerken, ben kocaman olmuş gözlerimi Buket'ten ayıramadan 'N'apıyorsun sen yaa!!' bakışımla, ona bakakalmıştım. Buket kaşlarını çatıp, çok kısa bir an bakışlarıma yalvarırcasına karşılık verdikten sonra, Jale Teyzeye dönüp "Yok, annecim tanıyoruz biz. Kıro falan ama, zararsız bir çocuktur. Çok beğeniyor Gülperi'yi garibim n'apsın. Ama Gülperi yanına yanaştırmaz ki öyle kıroyu... Hem ben icabına baktım." Ben şaşkınlıktan, dut yemiş bülbül gibi susarken, Buket de elindeki boş vazoyu masadaki yerine koymuştu. Bir yandan da dediğine inanıp inanmadığını anlamak için kaşlarının altından annesini süzmüştü. Jale Teyze ise bu hikayeye hiç inanmadığını belli eden bir yüz ifadesiyle, Buket'e bakarken tek kaşını kaldırıp, gülümsemişti. "Sanırım, kızımla oturup konuşacağımız uzun bir gece bizi... Ah, Ateş hayırdır?" Sonra sesine hayıflanır bir ton yerleşirken "...Bu saatte sen, nereye?" demişti. Ateş'in ismini duymamla tüm kaslarım istemsiz olarak gerilmiş ve kalbim sadece ismini duymamla birlikte daha fazla kan pompalama faaliyetine başlamıştı. Sanki, şu anda çok ihtiyacım varmış gibi...Hızla kafamı kaldırıp, salon kapsının dışına bakmıştım ama benim durduğum yerden Ateş görünmüyordu. "Teyzeciğim, bir hava alıp geleceğim." Sesini duymamla birlikte ise nefesim kesilmişti. Bu kan pompalama işinin, bende yanlış çalıştığını düşünüyordum çünkü, kan pompalandıkça beynime giden kanın daha azaldığını hissediyordum. O yüzden ben ne zaman Ateş'in sesini duysam, bayılacakmış gibi oluyordum. Jale Teyze daha ağzını açmadan, Buket hızla ilerleyerek salon kapısının oraya, Ateş'i görebileceği yere gitmiş ve ikisinin konuşmasının arasına girmişti. "Ateş, seni yakaladığımız iyi oldu ya, madem hava almak istiyorsun. O halde arkadaşımı evine kadar bıraksana... Evi bize çok yakın. Hava karardı ya, hem tek başına gitmesin, hem de onu yoldaki serserilerden falan korursun." İşte o an, kalbimin vurulup, ruhumun yere düştüğü andı. Tamam, Buket annesine taktikle, yön şaşırtmaca yapmıştı ama bu yönü değişen kör kurşun, feci bir şekilde gelip beni vurmuştu. Ben bu hislerle sarsılırken, Ateş'in aksi ses tonu, beni kendime getirmişti. "Sana bir şey söyleyeyim mi? Şu anda benden daha serseri kimse olamaz o sokaklarda..." Sonra sesine gülümseme ya da alay diyebileceğim bir tınının gelip yerleştiğini duyumsamıştım. "Teyzeme anlattığın şu kıro serseri meselesi yüzünden mi arkadaşını tek başına göndermek istemiyorsun?" Olamaz. Kahretsin. Demek konuşulanları duymuştu. Yüreğim ağzımda atarken, olduğum yerden Buket'in onu onaylar biçimde başını aşağı yukarı oynattığını görmüştüm. "Senin o küçük arkadaşının statüsünü, benim gibi kıroyla yürümek sarsmasın..!!" Ateş konuşmasına devam ederken, Buket'in ona, Ateş delirmiş gibi baktığına şahit olmuştum. "Baksana sonuçta benim de berduştan kalır yerim yok. Sen iyisi mi söyle o arkadaşına, az yesin de kendine bir taksi tutsun. Kendini taşıyacak başka bir enayi bulsun. Zaten anladığım kadarıyla aşağıda da heveslileri var." Salonun girişinde duran Jale Teyze dehşet dolu gözlerle Ateş'e bakarken, Buket'in "Ateşşş!!!" diye tısladığını işitmiştim. Bunun üzerine tek duyulan tek ses ise şiddetli bir kapı çarpmasından başka bir şey olmamıştı. Olduğum yerde mum gibi durmuştum. Ne ileri ne geri gidebiliyordum ama sanki yanmaktan dolayı yana doğru eğiliyordum ve salon etrafımda fır dönüyordu. Jale Teyzenin yanıma geldiğini bana özürle karışık bir şeyler söylediğini fark etmiştim. Ardından Buket yanıma geldiğinde, algım açılmış artık denilenleri hatta tenime iğne gibi batarak beni dağlayan hisleri duymaya başlamıştım. "Özür dilerim Periciğim senden. Lütfen kusuruna bakma. O son zamanlarda kendinde değil. Ama kendinde olmaması, bana bu dediklerinin hesabını vermeyeceği anlamına gelmiyor. Sadece seninle alakalı olmadığını bil, lütfen..." Anladığımı belli edercesine kafamı sallamış ve kendimi konuşmaya zorlamıştım. "Tamam, sorun değil. Ben aldırmadım." Lafımın sonunda onlara titrek bir gülümseme göndermiştim. Sonra da, kitaplarımı kaptığım gibi, kendimi sokak kapısına atmıştım. Hızlı bir şekilde, montumu giyip, alelacele yanaklarına birer öpücük kondurduktan sonra, meşgul ışığı yanan asansörün gelmesini bile beklemeden, yuvarlanırcasına merdivenlerden inmeye başlamıştım. Korkmuştum; meşgul ışığını görmemle birlikte, Ateş'in geri dönüp asansörden çıkacak olması, onunla yüz yüze kalmak düşüncesinden korkmuştum. Ve yine korkmuştum çünkü; biraz sonra kendi üzerimdeki hakimiyetimi yitirerek, yanaklarımdan yuvarlanan gözyaşlarımı görecek olmalarından korkmuştum.

 

Deniz Seki - Ey Kalbim

 

http://www.youtube.com/watch?v=OLKiwERbGuc

 

Bir yandan merdivenlerden iniyor bir yandan da dün akşam ona nasıl kanabildiğimi düşünüyordum. Dün akşam o kadar, o kadar farklıydı ki... Artık engel olamadığım yaşlar gözpınarlarımda aşağıya süzülürken, olanlar pike yaparak, her seferinde beynimden bir et koparırcasına kafamda dönüp duruyorlardı. Kendimi öylesine aşağılanmış hissediyordum ki, en sonunda içime çektiğim set yıkılarak derin bir hıçkırıkla bedenim sarsılmıştı. Her basamakla birlikte içimdeki bir duvar taşı daha çatlayarak hıçkırıklarıma teslim oluyordu. Yaşlardan gözüm görmez bir şekilde, paldır küldür aşağıya iniyor, bir yandan da akan burnumu elimin tersiyle silmeye uğraşıyordum. Son basamaktan da hıçkırıklarla sarsılan bedenimi aşağıya atıp, son sürat apartmanın kapısına ulaşabilmek için sağa doğru kıvrıldığım anda, duvar gibi sert ama duvar olamayacak kadar sıcak bir şeye toslayarak arkaya doğru savrulmuştum. O anda elimdeki kitap ve defterler, kitabımın üzerine sıkıştırdığım kalemler ve çarpışmanın ivmesiyle, saçlarımı tutan toka fırlayıp yerlere saçılmıştı. Ancak eş zamanlı olarak omuzlarımı kavrayan iki mengene, benim de, etrafa saçılan cansız varlıklar gibi dağılmamı engellemişti. Yaşlarla dolu gözlerimi kırpıştırarak, çarptığım şeyi görebilmek için kaldırdığımda, harıl harıl yanan kömür gibi iki gözle karşılaşmıştım. Gördüğüm şeyin gerçekliğiyle birlikte irkilmiştim. Bir önceki akşam gördüğüm, aynı berbat halden farklı bir durumu yoktu. Ve nefesindeki alkol kokusu, geçen akşamki kadar yoğun bir şekilde duyulmasa da, yine de hissediliyordu. Aynı tükenmiş, bitmiş, sönmek üzere olan Ateş...Bir tek bakışlarında çakan kıvılcımlar, hala yakabileceğini vadeden bir canlılıkla tutuşuyordu. Ben de tekrardan tutuşmamak adına, onun beni kavrayışından kurtulmak için ellerinin arasından geri kaçmıştım. Ellerinin kavrayışı gevşeyip de beni bırakmadan hemen önceki o anda, kara gözlerinden geçen, ağlayan bir kızla karşılaşmanın verdiği, korkuyla birleşen o telaş duygusu, benim onun ellerinin arasından kaçmamla birlikte dehşetle karışık bir inanamamazlık farkındalığına dönüşmüştü. Tarafınca aşağılanmaya maruz bıraktığı Buket'in arkadaşının, kim olduğunu anladığını, gözlerinde görmüştüm. O anda, ne yapacağını bilmez, afallamış bir halde çattığı kaşlarının ardından çaresizce bana bakıp, ses çıkarmadan sadece dudakları hareket ederken "O, sensin..."demişti. Ateş, gerçek olup olmadığımı sorgularmış gibi, gözleriyle beni izlerken, ben onun elinden kurtulmamla birlikte, elimin tersiyle gözyaşlarımı silmiş ve engel olamadığım bir şekilde, hıçkırıklarımın artçısı olarak içimi çekmiştim. Sonra, sarsak ama süratli hareketlerle sağa sola dağılmış kitap ve defterlerimi toplayıp, az ileriye doğru kaymış kalemlerimi almak için eğilmiş, dağılmış saçlarımı toplamak için bakındığım tokamı hiçbir yerde görmediğim için aramaktan vazgeçmiştim. Ardından da bir daha yüzüne bile bakmadan Ateş'in yanından rüzgar gibi geçerek aparmanın giriş kapısından kendimi kışın soğuk alacakaranlığa bırakmıştım.

 

Bu anıların çalkantısının içinde, çekingen bakışlarımın ucuyla onun, asi hatlı, düzgün profilini seyrederken altın ve pembe renklerinden oluşan, uzun boylu bir gölge, görüş alanıma girip, arkası ona dönük olan gönül çelen meleğin kolundan tutarak kendine doğru çevirmişti. Meleğin kara gözleri ilk önce hayretle açılmış, sonra hırsla kısılmıştı. Derya'ysa hararetle kendini, daha da şaşıran Ateş'in kollarına atıp, göğsüne sürtünerek boynuna sarılmıştı. Yanaklarından öpmek için—öyle demek istiyordum. Diğerini, yani asıl görüneni dillendirseydim, o anda Derya'nın saçlarını yolabilirdim—kendini sırnaşıkça Ateş'e yaslayıp, aralarındaki mesafeyi kapatmıştı. Kalbimin, bir kabuklunun kıskaçları tarafından sıkıştırılıyormuş gibi sancıdığını hissetmiştim. O kadar somut bir histi ki, acısından nefesim kesilmişti. Bu arada, Tarkan'ın şarkısı partiyi ateşlemişti. Herkes dans ediyordu ve ben de şarkının ritmine uygun figürlerle sallanan Derya'nın, bana yaptığı eziyetle kıvranıyordum. Derya'nın pembe dolgun dudakları şarkıyı söylerken, seksi bir biçimde kıvrılıp bükülüyordu. "Hepsi senin mi?...Oynama şıkıdım şıkıdım, ah yanar döner a-acayipsin..." Bense Derya'nın, Ateş'i kendine çekerek, kıvrak hareketlerle salınıp, baştan çıkarıcı bir dansla ve edepsiz bir şekilde göğüslerini Ateş'e sürtüşünü izliyordum. O esnada girdiği şaşkınlık şokundan çıkan Ateş, birden elektrikten çarpılmış gibi irkilerek Derya'nın bir ahtapot gibi boynuna dolanan kollarını söküp atmış, onu bileğinden yakaladığı gibi sert hareketlerle bir şeyler söylerken, başını hafifçe sağa sola çevirerek keskin ve ne yaptığını bilen gözlerle etrafı kolaçan etmiş, ama görüş hizasında olmadığım için beni fark etmemişti. O gözlerinde beliren tehlikeli pırıltılarla birlikte, eski karanlık melek haline de geri dönmüştü. Sonra Ateş, Derya'yı bileğinden çekerek evin içine doğru sürüklemişti. Onlar gözden kaybolurken ben de olduğum yere pusmuş ve tuttuğum nefesimi zorlukla vermiştim. Çünkü o anda, kalbimin etrafındaki kıskaçların geçtiği yerden kan damlıyor ve canımı yakıyordu.

 

Buket beni bulduğunda hercai menekşelerin yanında durmuş boş boş çiçeklere bakıyordum. Cismen ordaydım da ruhen nerde olduğumu Allah bilirdi. Ellinde tuttuğu, ona aldığım hediyeyi bana doğru sallayıp, bana mutluluk dolu bir sarılmayla sarılmıştı. "Ben de seni arıyordum. Neredesin kızım?.. Periciğim bu mükemmel. Teşekkür ederim. Bunu hemen pikaba koyup çalıyorum." derken, beni de kolumdan tuttuğu gibi oturduğum yerden kaldırıp, yanında sürüklemişti. Buket'e yardım ederken, pikaba koyduğumuz plağın üzerine kaydedilmiş o eşsiz müziğin izleri kulaklarımıza ezgisel bir şölen olarak dolmuştu. Şarkı "Sen üzülme, ben varım" diyor kalbim ağlamaklı "Hani, o zaman neredesin? " diye sanki karşılık veriyordu. Buket "Tekrar teşekkür ederim, canım benim. Şimdi gidip Emrah'ı bulayım. Yavaş dansların zamanı geldi öyle değil mi? Bu durunca, müziği tekrardan teybe geçirir misin?" diye söylediklerini art arda sıraladıktan sonra, rüzgardaki nergis çiçekleri gibi salınarak kalabalığa karışmıştı. Zaten az sonra, Emrah'ı piste çekmiş dans ediyordu. Ben, Buket'in bana verdiği görevle kendimi oyalarken, Ateş de kendi fotoğrafçılık görevine geri dönmüş, yine baştan çıkaran gamzeli gülüşüyle ortalarda dolanıp herkesin fotoğrafını çekmeye başlamıştı. Asıl merak ettiğim konu Derya'nın nerde olduğuydu...? İçeri birlikte girdikten sonra, Ateş orada beş dakikadan fazla kalmamış evden çıkmıştı ama Derya onunla birlikte çıkmamıştı.

 

Ben bunları düşündüğüm sırada, birden kızlarda bir hareketlenme olmuş, Ateş benim tarafıma doğru gelirken, benim çevremde bulunan diğer kızlarla birlikte grup halinde bir fotoğrafımızı çekmek için hepimizi bir araya toplamıştı. Fotoğrafımız çekildikten sonra gruptaki kızlardan biri Ateş'le bir sohbete başlamış ve ardından kolundan çekerek onu dans etmeye götürmüştü.

 

Buket doğum günü partisinin mum üfleme, pasta kesme ve hediye açma faslını geçtikten sonra, doğum günü hatırası olarak küçük, özel ve herkes için özenerek hazırladığı, hediyelerini dağıtmıştı. Bir tek vermediği benim hediyem kalmıştı sanıyorum. Buket bana doğru döndüğünde öyle muzipçe gülümsüyordu ki, içimden parmak uçlarıma doğru akan şüpheci ve ürpertici bir meraka bulanmıştım. O, bir yandan bana gülümseyerek yaklaşmış ve diğer yandan da elinden tuttuğu, cennetten düşüp gelmiş bir melek gibi olan yakışıklı esmer delikanlıyı bana doğru getirmişti. Onlar bana doğru yürürken, kalp krizi geçireceğimi zannetmiştim. Yanıma varan Buket, Ateş' i işaret ederek bana doğru açıklamıştı. "Siz birbirinizi, o akşam görmüş ama tanışmamıştınız galiba..." Sonra alaycı bir bakışla Ateş'e bakıp "Sen biraz uçmuştun da..." diyerek gülümsemişti. Ben Buket'in, hangi zamanı kastettiğini anlayarak kızarmıştım. Elbette, üç ay evvelki akşamdan bahsediyordu. Yüzümün yanmasını utangaçlığıma yormuş olabilirlerdi. Ancak kimse bilmiyordu ki, o akşam Ateş'in bana söylediklerini, belki Ateş'in kendisi bile..." Bak bu kuzenim Ateş, bu da benim kardeşten öte canım arkadaşım Gülperi. Adı gibidir kendisi de." diyerek bizi tanıştırmıştı, Ateş'e yönelttiği gözlerinde temkinli uyaran ve manidar bir bakışla. Biraz önce kalbimi dinlemeyen beynim, fısıltıdan çıkıp artık dörtnala giden yüreğimin çarpış seslerini duymamazlığa gelemiyordu. Etrafımdaki hava uğulduyor, buz kesmiş ellerim tir tir titriyordu. Ateş, elimi avucuna alıp hafifçe sıkarken, çok iyi bildiğim gamzeli eğri gülümseyişle gözlerimin içine bakmış ve o çapkın gülüşün aksine mahcup bir ifadeyle, başını yana eğerek, benimle konuşmaya başlamıştı.

 

"Buket'in anlattığına göre o gün ikinizin başına epey bir dert açmışım galiba. Biraz da rezalet çıkarmışım sanırım. Pek bir şey hatırlamıyorum o akşamla ilgili aslında... Ama o akşamdan dolayı şimdi özür diliyorum. Bir de ertesi günkü davranışlarım için..." derken gözlerinin içine vurmuş güneş gibi, gülüşü dürüst bakışlarında parlamıştı ve buz tutmuş elimi avucunun içine alan sıcacık eli kalbimle beynim arasındaki ritimsizliği giderip sanki beynimin algılayışını güçlendirmişti. Elimi tutan elini kalbimde hissetmiştim. Biraz önce kanayan kalbim, şimdi mutluluktan havalanıp taklacı güvercinler gibi taklalar atıyordu. Birden her şey gözüme daha bir sahici ve sahici olamayacak kadar da hayali gelmişti. Bir gündüz düşü içinde uyur uyanıktım. Ritmim düzelip normalleşmiş miydi yoksa daha da dengesizleş miydi bilmiyorum ama, bir tünelin içine çekilip sadece kulaklarımda atan nabzımın uğultusunu duyduğumu biliyordum. Bir de Ateş'e ağzımda geveleyerek vermeye çalıştığım cevabı. "Şş—şey önemli de—değil. " Kendimi rezil hissederek başka ne diyebilirim diye beynimi zorluyordum. Ama aklım tamamen boşalmış gibiydi. Beyaz bir defter sayfası kadar boş..."Ateş senin hayalini gerçek yapacak." deyip konuşmaya devam eden Buket'in sesini, kulaklarımda çalan davullardan zor duyuyor ne demeye çalıştığını algılamakta zorlanıyordum. Ama arkadaşımın sesinde sanki heyecanlı muzip bir tını, gözlerinde uçarı bir sevinç vardı. "Benim doğum günümde en sevdiğim şey nedir biliyorsun değil mi? Hediye almaktan çok sevdiğim kişilere birer hediye vermek. Anı olarak... Buradaki herkesin hediyelerini verdim. Şimdi sıra seninkinde. Motosikletle gezmeyi ne çok istediğini biliyorum." Bu cümleyi ifade ediş tarzıyla, üstüne yaptığı vurgu kelimelerin anlamını daha bir derinleştirmiş, farklılaştırmıştı. Benim yüzümünse bir ton daha kızarmasına neden olmuştu. Buket konuşmasına devam ermişti. "Bu nedenle, Ateş seni partiden sonra motosikletiyle evine bırakacak." Duyduklarıma inanamamanın verdiği hayretten, gözlerimin kocaman açıldığını ve yüzümün tam bir şaşkınlık ifadesine büründüğünü biliyordum. Ama nutkum tutulduğundan ağzımdan tek kelime çıkmıyordu. Ateş bana doğru eğilip o iç gıcıklayıcı ses tonuyla kulağıma fısıldar gibi "Böyle gözlerin kocaman açıldığında aynı, çizgi filmlerdeki bakışları ışıkla titreşen koca gözlü peri kızlarına benzediğini biliyor musun? Ben de her zaman o çizgi filmdeki kızlar gibi, elle çizilmişe benzeyen, mavi gözlü bir peri kızıyla tanışmak istemişimdir." dedi. Ateş'in büyüleyici sesine arkadan eklenen müzik, gece mavisinden kadife bir fon oluşturup zengin bir şekilde dökülerek bizi kuşatmış ve anı belleğime kazımıştı. Çalan şarkı, Buket'in yine nostalji bağımlılığı nedeniyle hazırlanan listeden çalan parçalardan biriydi. Müzik bir tılsım gibi bedenimi ele geçirmişti.

 

Ritmiyle kanıma o anda hiç istemediğim ve aynı anda en muhtaç olduğum şeyi; umudu zerk ediyordu. Belki hiçbir zaman bir daha ele geçiremeyeceğim Ateş'le baş başa olduğum o anı bana vermişti. Bana aitti. Benim tılsımımdı... Semiha Yankı'nın sesi kulaklarımda yankılanırken, Ateş biraz daha yaklaşıp kulağıma "Benimle dans eder misin Peri kızı?" diye sormuştu.

 

"Seninle bir dakika,

 

Umutlandırıyor beni

 

Bir dakika siliyor canım

 

Yılların özlemini..."

 

Ben hayal meyal kafamı salladığımı algılayamadan, beni kollarının arasına çeken Ateş'le dans etmeye başlamıştım bile. Bu kesinlikle inanılması masal gerçekliğinde olan bir histi. Ve bu hissi tadan bendim. Titriyordum, uçuyordum, kanımın çağlayıp şarkı söylediğini hissediyordum. Bu hissin damarlarımda son sürat dolanması beni sersemletiyor, boşlukta ellerini bırakmış bir trapezci gibi baş aşağı sallanıyordum. Şarkı rüzgar gibi somutlaşarak etrafımızda dönmeye başlamıştı. Tenimize, ezgilerinin aşk tüten kokusunu bırakıyordu. Sabaha karşı çiğle kaplanan çiçeklerin taç yaprakları gibi kokusu bizi kaplayarak, tenimizi yıkıyordu... Çağıldayan, patlayan, kontrolsüz bir şekilde çığırından çıkan duygularımın yatışmasına ihtiyacım vardı. Sanki işe yarayacakmış gibi derin bir nefes almıştım. İçime çektiğim, şarkıyla karışmış Ateş'in temiz baharatlı kokusu ciğerlerimde gezinmişti. Tatlı bir rüyanın bulanıklığını yaşayan gözlerimi kaldırıp baktığımda, Ateş'in karanlık gözlerinin içinde kıvılcımların yoğunlaşarak dans ettiğini görmüştüm. Bir dikişte içer gibi o gözler kalbime dolmuştu. Siyah renkli sıvı bir alev olan gözleri başımı döndürmüştü.

 

"Seninle buluşmamız

 

Bir dakikada geçti

 

Gözlerim gözlerini canım

 

Bir dakikada içti..."

 

Ellerini bırakmış bir trapezci için en tehlikelisi buydu sanırım. Sarhoşluk veren bir maddenin artık ona ait bir elementmiş gibi soluksuzca bünyesine karışması. Bir daha asla çıkmamak üzere...

 

Ve benim için dansın sonrasındaki her şey, parlak renklerle ve simlerle süslenmiş flu bir akışkanlık içinde geçmişti. Sanırım tekrar rüya görüyorum diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ya da bir peri masalının tam ortasına düşmüştüm. Hem de çok tehlikeli bir peri masalına... Ve masalın baş kahramanlarından birisi kesinlikle bendim. Diğeriyse, zaten masal kahramanı olan, gönül çelen bir melek...

Loading...
0%