@ecrin_karatas14
|
12.BÖLÜM “DAHA HAYATIMIN BAŞINDA MAHVETTİNİZ BENİ!” Koridorda yürürken, ifadesizlik zırhımı kuşanmış yürüyordum. Tesiste etrafa koşturarak bilgiler öğrenmeye çalışan çaylaklar, eğitmenlerine kafa tutan, kavga eden... Hayat o kadar zorlamıştı ki beni, ailemi, öğrencilerimi... Odama doğru yürüyordum. Yani öyle şirket odası değil. 18 kattan oluşan bir tesiste duran, herkesin de anlayacağı şekilde 12 konağın yan yana dizilmiş bir şekilde büyüklüğü olan bir tesis. Ev mi demeliydim, kâbuslarımı emanet eden mi? Ailemi bulan mı diyeyim, rüyalarımda bile anımı yakan mı? Söyle bana kader! Söyle bana hayat! Ben bu çöplüğe ne diyeyim ki şimdi? Koridorun sonunda, ağır adımlarla ilerlerken, adeta geçmişin hayaletleriyle yüzleşiyordum. Kapıyı araladığımda, odanın içi karanlık ve sessizdi. Tek bir lamba, solgun ışığıyla köşeyi aydınlatıyordu. Bu oda, bir zamanlar umutlarımın, hayallerimin merkeziydi. Şimdi ise sadece pişmanlık ve kayıplarla doluydu. Elimdeki anahtarı masanın üzerine bıraktım. Ellerim hafifçe titriyordu. Ailemi, öğrencilerimi, kaybettiklerimi düşündüm. Her birinin yüzü, anılarımda canlanıyordu. Bir anlık cesaretle, gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Sınırdan gelen bir kaçakçı öğrencimi katletmişti. Tesiste onun cenazesini hazırlıyorduk. Bu zamana kadar o kadar çok büyük kayıplarım oldu ki... Her birinde öyle bir zırhım vardı ki. O kayıp benim öğrencimdi. BEN ONU KORUYAMADIM! PARLA KONAKLI ÖĞRENCİSİNİ KORUYAMADI! Ben bu yüzden eğitmen olmadım. Kıdemli bir ajan olmadım. Vatanımı korumak için kucağımda onca şehidi boş yere vermedim ben. Baştan tanıtım yapalım mı? Ben Parla Konaklı. Ailesi onu doğduğunda terk etmiş onu yalnızlığa sürüklemiş bir Parla. Eğitmenim hep adımın nereden geldiğini anlatırdı bana. Öyle bir dinlerdim ki onu. Ne olursa olsun her soruma bıkmadan usanmadan cevap verdiği anları, ona tuttuğum sert kafaları hatırladım. Adımın nereden geldiğini söyledi ama bu huzurlu mutlu bir hikâye değildi. Herkesin ölümünde parlayayım diye adımı Parla koymuşlar. Parlamak denilince aklıma babam gelsin diye. Onun ölümünün benim yüzümden olduğunu tekrardan yüzüme vurmaları için. Eğitmenimin anlattığına göre ben 3 yaşındayken babamın kalbini kırmışım. Halbuki bu sözü duyunca yadırgamıştım. Çünkü daha o zamanlardaki çocuk kalbin sadece bir kan pompası olduğunu sanıyordu. Nereden bilebilirdi ki kırmayı. Ama insanlara göre Parla Konaklı bir savunma göz yaşı toplama aracı değil miydi? Ben nasıl kalp kırdım? Ben bunu babama nasıl yaptım? O da sırf ben daha da sinirden ağlamayayım diye askeriyeye tekrar dönmüş. Ama giderken sınırdan geçen bir kaçakçı masum biri gibi yanına yaklaşıp babamı silahla vurmuş. Tek bir kurşunla yıkılmış dağ gibi adam... İşte ben buna üzülürüm hayat. Ama ben acısına kahkahalarla gülen bir aptaldım. Öğrencimi de ben görevlendirip yollamıştım Türk askerlerinin yanına. Biz gizlice Türk askerlerine yardım eden bir kurumduk. Onlar da ajan olduğumuzu bilmiyorlardı. Bilseler zaten sonumuz bile olmazdı. Ama ben bunları takmazdım. Eğitmenimden duyduğum son söz şu olmuştu; “Sonunu düşünen kahraman olamazmış ben bunu Parla Konaklı’dan öğrendim...”, demişti. O an aklımdan çıkmıyordu aslında. Bir ara ilk görevimize çıkmıştık. Benim komaya girdiğim gün... Gölge üyeleriyle ilk defa aile olduğumuz zaman. Ama sonucunda eğitmenimden ağır azar yemiştim. Ya ölseydin diye kızmıştı bana. Ben de ona alayla yani daha doğrusu gevşekçe sırıtarak ‘Sonunu düşünen kahraman olamaz hoca.’, demiştim. O da ölüm bir son ama demeyi tercih etmişti. Ben ise hiç durur muyum, asla! “Ölüm, son değildir Ayla Kader! Ölüm cehennemin giriş kapısı oldu benim için, benim gibiler için, sizin için!” İlk defa sözünü yutmuştu Ayla Kader. Haklıydım çünkü hem de dibine kadar. O haklısın demeyi sevmezdi, o pes etmeyen o başını daima dik tutandı. Sadece ifadesizce ileri baktı. Benim kalbime bağlı olan o kabloları takip etti. Ona uzanan dijital ekrana baktı. Odadaki iki kişi de susmuştu. Ben ve eğitmenim. Ölüm sessizliği vardı ortamda. Tek ses çıkaran şey, kalbimin ve nabzımın ritmini gösteren dijital ekrandı. Ses aynı kan sesi gibi yere düşüyordu. “dır,dıt,dıt” Nefret ederdim hep bu sesten. Kanın yere düşüp çıkardığı sesten... Ben bir tek bir tesis sevdim. Ama içindekilerini. Bir yeri bir şey yapanın içindekiler olduğunu öğretti hayat bana. Bu bana hayatın verdiği 2. dersti. Birincisi sadece Gölge ekibine ait. Odamdaki masada gezindi parmak uçlarım. Masanın sıcaklığı vurdu soğuk parmak uçlarıma. Her korktuğum zaman parmak uçlarım donardı benim. Bende ellerimi yumruk yaparak kapatırdım onları. Herkes sinirlendiği sanıyordu bunu yaptığım zaman. Çok küçükken günlüğüme yani eski günlüğüme yazdığım bir cümle geldi aklıma. Ben bir çığlık attım, onlar bir kahkaha duydu. Bu cümleyi her ne kadar aklımdan çıkartmak istesem de yazmak istemesem de, yazmıştım. Ama haklıydım. Ben korktum, insanlar sinirlendiğimi sandı. Ben acı çektim, onlar eğlendiğimi sandı... Buydu hayatımın özeti bir tek cümleye bağlıydı. Ben bir çığlık attım, onlar bir kahkaha duydu. Camdan sarkan güneşe dokundu titrek bakışlarım. Hemen yanındaki boy aynasına birde... Kahverengi olan gözlerim, güneş ışığında yeşil renk oluyordu ve eğitmenim bu durumdan çok hoşlandığı için kan ter içinde kaldığımı bilse de hep beni güneşin altında çalıştırırdı. Ama güneşe olan alerjimden dolayı, beni bazen içeri almak zorunda kalıyordu. Ama bana 16 yaşımda bir oda lazım olunca en çok güneş alan odayı verdi. Ama ben güneş değil yağmur seviyordum. Belki de ölüm soğuk diye soğuk seviyordum. Veya bana sarılan olmadığından ben bu kadar soğuk kalıyordum. Odamda gezindi tekrar bakışlarım. Kapıma vurulan 3 sesi duydum. Gel demeye dilim varmadı. Odaya gireni gördükten sonra yüreğime öyle büyük bir sancı oturdu ki sanırsan taş. Odaya giren kişi ölen öğrencimin ablasıydı. Söyleyin bana benim de bir ablam vardı ama o güçlü olmayı değil kaçmayı çözüm bulmuştu. Kızın adı Ebrar’dı. Bana bağırıp çağırmasını, öldürmeye çalışmasını dik duruşumla ama bakışlarıma ters olan soğuk parmak uçlarımla bekledim onu. Yumruk yapmadım elimi. Yanlış anlaşılabilirdi. Ona kızdığımı sanabilirdi. O ise 1 adım attı. Çizmesinin sesi odamda yankılandı. Bir daha attı tekrar adım sesi çıktı. Son bir adım kalmıştı aramızdaki mesafe. Kapı, rüzgârın etkisiyle çarpmıştı. Tüm sesleri suyun altında duyuyormuş gibi hissediyordum. Hayatımda yaşadığım kaçıncı şoke olacaktı bilmiyorum ama Ebrar bana sarıldı. Biliyordum kardeş acısı ağır gelir insana. Abimi kendi kucağımda ölüme terk ederken yaşamıştım bu acıyı. Biliyordum zorlanıyordu. Gücü bende mi bulmuştu? Oysaki ben onun kardeşinin ölümünün en büyük nedeniydim. Beni bir ilaç olarak değil, zehir olarak görmesi lazımdı. Ama yıllarca onları büyüttüğüm için bana karşı aşırı saçma bir sadakat duyuyorlardı. Daha sonra göz yaşları içinde benden ayrıldı. Konuşmaya başladı. “Burak hocamız, göreve çıkacağımızı belli etti. İkinci plânda duracakmışsınız. Biz ise e-” demeden sözünü kesmiştim. “Siz yoksunuz bu görevde. Ben daha yeni bir öğrencimi kaybettim.” dedim ifadesiz bir ifadeyle. Onun yüzüne vurduğum bu gerçekle reddetmek istedi fakat ben onu ters bakışlarımla durdurdum. O ise sadece kapıyı çekip gitmeyi, acısını yaşamayı tercih etmişti. Canım yanıyordu. O ölen çaylakla bir sürü anılarım olmuştu. Onun için Canan vurulmuştu. Sonu ise bir kaçakçıdan olmuştu. Türk askerine yardım ederken bir kaçakçı tarafından öldürüldü. O öldürüldü. O öldürüldü. O öldürüldü... İçimden defalarca bu sözü geçirdim ve gözlerimi kapattım. Kesinlikle bu görevi liderimiz Burak Uraz Asi bizlere anlatacaktı. Herkes ise toplantı salonundaydı buna da emindim. Odamın kapısını sert bir şekilde açıp, aynı şekilde kapattım. Sert adımlarımla, ifadesizlik zırhımla yürüyordum koridorda. Yerde ölen öğrenci için kendini parçalayan bir topluluk vardı. Bazıları ise sadece donuk gözlerle bir tarafa bakıyorlardı. Daha fazla bu olanları görmemek, duymamak için tesisin merkezine gittim. Merkezin tam ortasında büyük bir dijital ekran vardı. Düşman konumunu gösteren. Tabii ki de toplantı odasına gitmeden önce, buraya bakacaktım. Bakalım Asi kime savaş açmış. Ekranın önüne geldikten sonra Asi’nin zor bir savaş açtığın anladım. Yetimhane sahibine... Oradaki çocukları kurtaracaktık anlamıştım. Daha fazla bakmadan adımlarım beni hızlı bir şekilde toplantı odasına doğru çekti. Kapıyı dingonun ahırıymış gibi açınca, Gölge ailesi harici herkes kapıya çatık kaşlarla bakmıştı. Bunlar buraya gelen yeni, nefret ettiğim, yaşlı eğitmenlerdi. Bende onlara aynı şekilde sert bir şekilde baktım. Onlar bakışlarını çekmeden bende çekmem. Bir de böyle huyum vardı. Huyum kurusun çok inatçıyımdır. Önüme gelen koyu kestane bir tutamı kafamı hafifçe sallayarak geriye attım. En sonunda bakışlarını çekmişlerdi eğitmenler. Bu benim zaferle gülümsememe engel değildi. Asi'nin bana olan gururlu bakışlarını ama bir o kadar da kızgın bakışlarını sırtımda hissediyordum. Arkamı dönünce ailemin oturma düzenine bir baktım. Gölge'nin birinci üyesi Burak Uraz Asi masanın başında oturuyordu. Liderimizin sözüne uymak gibi zorundalığımız vardı. Gölge'nin 2. üyesi yani ben. Masanın ikinci sandalyesinde oturacaktım. Aynı bir baba ve anne gibi. Baş ucunda baba, yani Burak; masanın ikinci yerinde ise anne yani ben. Tam karşımda Gölge’nin 3. üyesi Batuhan Sevgi vardı. Daha doğrusu aynı anneden babadan olmasak da abim olan Batuhan Sevgi. Her zaman ön planda oluyor ve bunun nedeni ise ilk çıktığımız görevde yaralandığım için eğitmenlere kızması. Bunu da ben o olaydan 3 yıl sonra öğrendim. Yani eğitmenlerimizi aynı anda kaybettiğimiz gün. Batuhan abinin yanında ise bir diğer abim olan Hakan Kardelen oturuyordu. Her ikisinin de soy adları insana sevgi, çiçek, böcek dağıtıyordu. Benim yanımda oturan Efsun Sevgi’ye dokundu kahverengilerim. Hayır hayır. Batuhan abimle onu karı koca sanmayın. Onlar kardeşlerdi. Her acıya rağmen ayakta durmuş kardeşler. Ablamdı bazen o. son olarak da Hakan’ın yanında oturan Canan Kardelen’e bir diğer adıyla Canan Dumancı’ya baktım. O ise Hakan ile 16 yaşlarında evlenmişti. Ona her zaman ablalık yaptım benden büyük olmasına rağmen. Geçmişi açmak istemediğimden başımı iki yana sallayarak donuk ve ifadesiz bakışlarımı Asi’ye diktim. Ama o benim arkama bakıyordu. Aynı zamanda sadece o da değil odadaki çoğu kişi benim arkama bakıyordu. Canan da dayanamayarak arkasını döndüğünde gözlerinde büyük bir hüzün gördüm. Bende arkamı döndüğümde ise gözlerim şoke içinde açıldı. Bunlar ölen öğrencimin ailesiydi ve burada 10 dakika önce bana sarılan ablası da vardı. Hâlâ ağlıyordu. Zordur bence evlat acısı. Zordur bence kardeş acısı. Zordur abi acısı. Son cümleye bence getirmedim çünkü o bir tahmin değildi o bir gerçeklikti. Ben şimdi nasıl onlara oğullarının şehit düştüklerini söylerdim? Ebrar'ın acısını nasıl geçirirdim? Bazı anlarda herkesin omuzları yıkılır ya. Benim de şimdi yere düşen ifadesizlik zırhımı almak için bir savaş gösterecektim ve biliyordum ki bu hiç kolay olmayacaktı... |
0% |