
Merhabalar efeniim. 🌃
Nasılsınız? Umarım çok ama çok iyisinizdirr.
Bölümü yine ve yine heyecanlı bir şekilde yazdım, sizde okurken
aynı heyecanı hissedersiniz umarım.
Çok uzatmadan bölüme geçeliim, iyi okumalarr.
Şarkı- Resimdeki Gözyaşları/Cem Karaca
"Bir kum tanesiyim ama çölün derdini taşıyorum."
-Mevlana

Soğuk hava, Suriye'nin kuzeyindeki dağın zirvesine yaklaştıkça daha da çetinleşiyordu. Hava sıcaklığı eksi dereceleri gösterirken, kar taneleri hafif bir rüzgarla birlikte yere yağıyordu. Zirvedeki sis, görüş mesafesini kısıtlıyordu; ancak tim, bu gibi zorlu şartlara alışkındı. Her biri sessizce ilerlerken, nefes alış verileri bile kontrol altındaydı. Emir, elindeki termal dürbünle uzaklardaki hedefi incelemekteydi.
"Görüş temiz. Hedef alanında şu an üç devriye var," dedi sessizce, kulaklığından gelen hızlı tıklamalarla emirlerini timine ileterek.
Yanında duran Cem, sırt çantasından çıkardığı haritayı yere yaydı. "Ana hedefin buluşma noktaları bu bölgeye yakın. Ancak teslimat noktası bu devriyenin çok ötesinde. Harekete geçmeliyiz," dedi Cem, sesi her zamanki sakinliğini koruyordu.
Çağan, timin ileride konumlanması için en uygun yeri bulmaya çalışıyordu. İki kilometre uzaklıkta, hafif çıkıntılı bir kayalık dikkatini çekti. "Buradan hem ana şüpheli yola hem de hedefe temiz bir açı çıkaralım. Ben öne geçip pozisyon alacağım." dedi.
Emir onaylayarak başını salladı. "Tamam Çağan, biz arkanda olacağız. Ancak sinyal kesildiği anda derhal geri dön. Tek başına harekete izin yok." Emir elinde ki dürbünü karla kaplı toprağa koydu.
Çağan, susturuculu keskin nişancı tüfeğini sırtladı ve sessizce karanlık içinde kayboldu. Geriye kalanlar, Emir'in işaretini bekliyordu. "Alperen, Alp, Doruk, Ateş! Takip mesafesini koruyun. Hızlı ve sessiz hareket edeceğiz. Hiçbir hataya yer yok."
Tim, gece görüşü destekli kaskları ve susturucularla donanımını tamamlamış halde ilerliyordu. Her biri adım seslerini minimize etmek için dikkatle hareket ediyordu. Yerden gelen kırılıp çıkan buzlu ot sesleri bile risk yaratabilirdi.
Yaklaşık bir saatlik tırmanışın sonunda tim, hedefe iki yüz metre kala duraksadı. Alperen, termal görüş sistemini aktif ederek dürbünüyle etrafı taradı. "İlerideki depoda yoğun bir hareketlilik var. Tahmini beş kişi içeride, dışarıda ise iki kişi devriye atıyor."
Doruk, bomba imha ekipmanlarını kontrol etti. "Eğer kapının tuzaklanmış olma ihtimali varsa, öncelikle bunu etkisiz hale getirmem için benim ilerlemem gerekiyor Komutanım." Emir kafasını tamam anlamında salladı.
Emir, herkese emirlerini net bir şekilde iletti. "Doruk, devriye güzergâhını takip et ve kapıyı kontrol et. Ateş ve Alperen, siz ona destek çıkın. Cem, Alp ve ben, güneydoğu tarafından giriş yapıp ana hedefi etkisiz hale getireceğiz. Sessiz ve dikkatli olun."
Doruk, kapıya ulaştığında yüzeyde bir hareketlilik gözlemledi. "Kapı tuzaklanmış. Ancak çift katmanlı bir mekanizma kullanmamışlar. Bu benim işim," dedi özgüvenle. Kısa bir çalışma sonunda, tuzağı etkisiz hale getirdi.
Bu esnada Çağan, uzaklardan ilk hedefini izliyordu. Sessiz bir nefes alıp tetiğe bastı. Devriyelerden biri yere yığıldı. Bu sinyal, tüm timin harekete geçmesi demekti.
Emir, Cem ve Alp’le birlikte kapıdan sessizce içeri sızarak hedefleri etkisiz hale getirdi. İçeride, TÖZ'ün teslimat için hazırlık yaptığı büyük bir silah deposu bulundu. Emir, telsizden seslendi: "Temizlendi. Depoyu yok ediyoruz. Doruk, yerleştir."
Doruk, elindeki C4 patlayıcılarını stratejik noktalara yerleştirdi. Tam o sırada, depo kapısından bir ses geldi. "Hareket var," diye uyardı Alp. Ateş ve Alperen, kapıyı savunma pozisyonu alarak geçen düşmanı etkisiz hale getirdi.
Depo içinde kalan son hedefleri temizledikten sonra, Emir sırt çantasının içinden bir rapor defteri çıkartıp deponun içinde ki malzemelerin arasında dolaşmaya başladı. Silahların türlerini ve miktarlarını rapor etmeye başladı. Bu bilgiler, operasyonun rapor kısmında kritik bir rol oynayacaktı. "Silahlar genellikle SÖT yapımı, ağır makineli tüfekler ve el bombaları. Anlık çatışmalar için yeterli, hatta ve hatta fazla bile. İkinci bir örgütle işbirliği söz konusu ayrıca." Cem, Emir'in rapor almasına yardım etmek için gördüğü şeyleri ona söylemeye başladı.
Emir, telsizle timin diğer üyelerine seslendi: "Son kontrolleri yapın. Doruk, patlayıcılar hazır mı?"
"Beş dakika içinde hazırım." diye yanıt verdi Doruk, elleri hızlı bir şekilde çalışıyordu. Patlayıcıların yerleştirilme noktalarının kodu seçilmişti. "Patlama depoyu tamamen imha edecek ve civardaki hiçbir şeyin sağlam kalmasına izin vermeyecek komutanım."
Çağan, dürbünüyle çevredeki hareketliliği kontrol ediyordu. "Güneydoğudan üç kişi yaklaşıyor. Silahlılar," dedi. "Pozisyonumu koruyorum ve temizlemeye hazırım komutanım."
Emir o an hızlı bir şekilde planını değiştirdi. "Ateş ve Alperen, Çağan'a destek verin. Cem ve Alp, benimle gelin. Bu işi hızlıca bitiriyoruz."
Dakikalar içinde tim, son hedefleri etkisiz hâle getirdi ve Doruk, C4'lerin geri sayımını başlattı. "Otuz saniyemiz var! Çıkıyoruz!" diye bağırdı Doruk.
Tim, hızlı bir şekilde güvenli bölgeye geri çekildi. Arkalarında devasa bir patlama sesi yankılandı. Alevler ve duman, gecenin karanlığını aydınlattı. Emir, telsizden karargâha seslendi: "Görev tamamlandı. Hedef imha edildi. Dönüş yolundayız."
Her biri sessizce yürürken, başarılı bir görevin huzurunu ve sonraki mücadelelerin ağırlığını hissettiler. Bu gece, bir görev daha başarıyla tamamlanmıştı; ancak bu, bitmeyecek bir savaşın sadece bir parçasıydı.
🌃
Hava kararmaya başlarken pazar arabamla pazarın ortasında meyve ve sebze bakmaya devam ediyordum. Bir mandalina tezgahına yaklaştım. "İyilerinden iki kilo alabilir miyim?" Adam bir poşete mandalinaları seçip tartıya koyarken bende cüzdanımdan parayı çıkartıp adama verdim ve poşeti alıp pazar arabasına koydum. "Kolay gelsin." Mandalina tezgahının yanında ki kestane satıcısına yaklaştım ve ondan da kestane alıp alışverişimi tamamladım. Elimde birkaç tane poşet ve içi dolu pazar arabamla pazardan çıktım. O kadar ağır değillerdi ve bu yüzden taşımam kolaydı.
Pazar, evime çok uzak değildi. Pazarla evim arasında sadece on beş veya yirmi dakika vardı, bence eve yakındı.
Pazardan döndüğümde ellerim poşetlerle doluydu. Kapıyı güç bela açıp mutfağa doğru yürüdüm. Poşetleri mutfağın ortasına bıraktım ve derin bir nefes aldım. İlk iş olarak montumu çıkarıp portmantoya astım, ardından banyoya gidip ellerimi yıkadım. Pazardan sonra ellerimde hissettiğim toz ve kir, beni rahatsız ediyordu. Sıcak suyu açtım, bol sabunla avuçlarımı köpürttüm ve parmak aralarımı iyice ovaladım. Aynada kendime şöyle bir bakıp saçlarımı düzelttikten sonra tekrar mutfağa döndüm.
Tezgâha göz attım. Sabah kahvaltısından kalan bulaşıklar hâlâ yerli yerindeydi. Çaydanlıkta kuruyan çay lekesi, tabağın içindeki yarım zeytin ve lavaboya bırakılmış bıçak beni bekliyordu. “Hemen halledeyim,” dedim kendi kendime. Bulaşıkları lavaboya koyup sıcak suyu açtım. Bir yandan köpükler içinde bardağı temizlerken, “Göksel, önce işleri bitir, sonra otur dinlen,” diye kendime telkin verdim.
Mutfak toparlanınca poşetlere döndüm. Domatesleri teker teker çıkarıp lavaboya koydum. İçlerinden biri o kadar parlak ve güzel görünüyordu ki hemen bir tanesini yıkayıp ısırmak istedim. Ama önce hepsini temizlemek gerekiyordu. Musluğun altına tuttum, suyun altında yavaşça ovalayarak üzerindeki toprağı temizledim. Ardından bir tanesini kuruladım ve nihayet ısırdım. İlk lokmada, taptaze ve tatlı bir tat dilimi doldurdu. Gözlerimi kapatarak, “Gerçekten de pazarcının dediği kadar güzelmiş,” dedim.
Sonra diğer sebzelere geçtim. Salatalıkları, patlıcanları ve biberleri yıkayıp dolaba yerleştirdim. Kırmızı biberlerin parlak renkleri mutfağı bile neşelendiriyordu. Poşetlerin dibinde mandalinaları görünce hemen küçük bir süzgece koyup yıkadım. Aralarındaki en turuncu olan birkaç tanesini ayırıp büyük bir cam kaseye doldurdum. “Bunları akşama bırakmam zor olacak,” diye gülümseyerek kaseyi salon masasının üzerine yerleştirdim.
Son olarak yeşilliklere sıra geldi. Maydanoz ve dereotunu lavabonun kenarına yığıp, bir kısmını salata yapmak için hazırlamaya koyuldum. Taze limonları kestim ve mutfağa yayılan kokuyla birlikte içimde bir rahatlama hissettim. Salata hazır olduğunda derin bir nefes alıp mutfağı toparladım. Lavaboyu durulayıp ellerimi kuruladıktan sonra nihayet salona geçtim.
Masamın üzeri her zamanki gibi çocukların defterleriyle doluydu. Rengârenk etkinlik kağıtları, tamamlanmamış çizimler, kocaman harflerle yazılmış cümleler… Defterlerden birini elime alıp açtım. “Ali top at” cümlesi dikkatimi çekti, ancak “at” kelimesi silinmiş ve yerine “yat” yazılmıştı. Gözlerimi kısarak, “Ahmet, sen kesinlikle farklı düşünüyorsun,” dedim ve istemsizce gülümsedim.
Bir süre defterleri karıştırdıktan sonra çay suyunu koymaya karar verdim. Çay demlenene kadar balkon kapısını açıp içeriyi havalandırdım. Sokaktan gelen çocuk seslerini dinlerken balkon demirine yaslandım. Küçük bir grup seksek oynuyor, bir başkası top peşinde koşuyordu. Onlara bakarken, "İşte bu yüzden öğretmenliği seviyorum," diye düşündüm.
İçeri döndüğümde çay hazırdı. Bir bardak doldurup masaya oturdum. Çocukların yazılarını kontrol ederken kendimi bir kez daha onların dünyasına kaptırdım. Hafta sonu bile bu işin başından kalkamıyordum. Ama şikâyet etmiyordum. Çünkü her harf, her çizim, her hata; hepsi ayrı bir anlam taşıyordu.
Salondaki masaya oturup çayımı yudumlarken çocukların defterlerini önüme aldım. Her biri birbirinden farklı ama aynı zamanda birbirine benzeyen yazılarla doluydu. Kalemimin ucuyla bir çocuğun yazısını daha düzelttim.
Bir süre kağıtlarla uğraştıktan sonra kapı zili çaldı. Kalemi bırakıp kalktım, kapıya yöneldim. Kapıyı açar açmaz karşımda Emel’i gördüm. Üzerinde rüzgârlığı, omzunda çantasıyla kapının önünde duruyordu.
“Selam! Yine kağıtlara gömüldün, değil mi?” dedi Emel, çantasını çıkarırken.
“Başka ne yapacağımı sandın ki? Gel içeri, çay koydum, tam zamanında geldin,” dedim gülerek. Emel ayakkabılarını çıkarıp içeri girerken, salona geçti ve masanın üzerindeki defterlere baktı.
“Bunlar hep senin öğrencilerin mi?” diye sordu, bir kağıdı eline alarak.
“Evet. Bugün onların yazılarını kontrol ediyorum. Bir yandan da akşam ne yemek yapacağımı düşünüyorum. Şimdi otur, sana çay getireyim.”
Mutfaktan iki fincan çay doldurup salona döndüm. Çayları masaya bırakıp Emel’in karşısına oturdum. O sırada telefonum çaldı. Ekrana baktım, annem arıyordu. Çayı bir kenara koyup telefonu açtım.
“Anneciğim, nasılsınız?” dedim. Annemin sesi her zamanki gibi sevgi doluydu. “Biz iyiyiz kızım, sen nasılsın? Bugün ne yaptın? Pazara gittin mi?”
“Gittim anne, çok güzel şeyler aldım. Emel de geldi, birlikte çay içiyoruz şimdi.”
“Ne güzel, Emel’e çok selam söyle. Bak, tatilde buraya gelmeyi unutma. Baban seni çok özledi. Hep seni soruyor,” Sesinde özlem vardı.
“Tamam anne, söz, tatilde kesin geleceğim,” dedim. Annemin sesini duymak içime bir sıcaklık getirmişti. Telefonu kapattıktan sonra Emel, “Ailenle konuşunca hep böyle huzurlu oluyorsun. Bana da anlat hadi, ne dediler?” Meraklı bir şekilde bana bakıyordu.
“Annem pazara gidip gitmediğimi sordu, babam da beni özlemiş. Tatilde yanlarına gideceğim. ” Gülümseyerek konuştum.
Emel, çayından bir yudum alırken masadaki defterlerden birini alıp inceledi. “Bu çocuk çok yetenekli yazıyor. Kim bu?” Kaşları çatılıydı.
“Bu, Elif’in yazısı. Yazısı çok düzgün ama her kelimenin altını çizme huyu var. Öğrenince düzelecek,” dedim.
Akşamüstü hafif bir rüzgar camdan içeri dolarken masanın etrafında hem çalıştık hem de sohbet ettik. İki öğretmen olarak, öğrencilerimizi konuşmak bir yandan yorgunluğumuzu unutturuyordu.
Emel, defterleri tekrar masaya bıraktıktan sonra çayından bir yudum alıp, “Göksel, seni hep böyle sakin görmek güzel. Bu kadar yoğun olmana rağmen nasıl bu kadar dingin kalabiliyorsun?” diye sordu.
Gülümsedim, biraz düşünerek cevap verdim: “Bilmiyorum, galiba alıştım. Hem öğrencilerimden çok şey öğreniyorum, bir anlamda onlarla da büyüyorum. Her gün yeni bir şey keşfediyorum. Onların gözlerindeki ışık, yorgunluğumu alıyor.”
Emel başını sallayarak, “Gerçekten çok doğru. Ama seni görmek daha çok eğlenceli. Hep ciddisin, her zaman bir çözüm var gibi… Bir gün bana da böyle pozitif bakmayı öğretirsin?” dedi, gözleri parlayarak.
İçimden gülümsedim, sonra dışarıdaki ışıkların yavaşça yansıdığı pencereden dışarıya baktım. Akşamın serinliği içeri sızarken, “Tabii ki, Emel. Belki bir gün birlikte gideriz, dağlara, denize, her şeyin önündeki engellerin ne kadar küçük olduğunu görürüz. O zaman hep böyle bakmak daha kolay olacak.”
Emel, derin bir nefes aldı. “Bazen şehirde sıkışıp kaldığımızı düşünüyorum. Tüm bu dersler, kağıtlar, işler, insanlar, olaylar… Bir süre sonra her şey bir labirente dönüşüyor. Kendi yolumu bulmak zor olabiliyor.”
Bir an sustum, içimi çeken huzurlu hava biraz daha derinleşti. “Biliyorum, bazen ben de öyle hissediyorum. Ama o labirentin içinde bile, küçük mutluluklar var. Mesela bu akşam, seninle çay içiyorum ve bu bile çok değerli,” Emel'in gözlerine bakıyordum, her bir hareketini dikkatlice izliyordum.
Emel, gözleriyle beni takip ederek gülümsedi. “Bazen senin gibi biri olmak istiyorum. Her şeyde güzellik görebilmek… Benim için o kadar kolay olmuyor.”
Sohbet devam ederken akşamın ilerlediğini fark ettim. Saat geç olmuştu ve dışarısı kararmıştı. Evdeki ışıklar yanmış, ortam daha sakinleşmişti.
Emel ile ilgili gözlemlediğim durum aklıma gelince gülümsemem buruk bir hâl aldı, ama şimdi önümdeki anı yaşamaya odaklanmalıydım. Emel, mutfaktan çıkıp salona geldi, elinde bir parça çikolata vardı. “Yine bir şeyler hazırladın mı? Ben çikolata yiyelim diyorum, bugün şeker ihtiyacım var!” dedi, gülerek.
Gülümsedim ve ona doğru yöneldim. “Bu kadar tatlı yediğin yetmez mi? Ama tamam, sana da bir şeyler vereyim,” dedim. Çikolata paketini açıp bir parça alarak, “Bu akşam sadece rahatlayalım. Biraz sohbet, biraz çikolata… Sonra da film,” diye ekledim.
Emel, mutfağa yöneldi, “Bence de, gerçekten bu kadar yoğunluktan sonra biraz rahatlamaya hakkımız var. Ama önce yemek hazırlayalım mı? Burası hala çok boş hissediyor,” Karnına vurarak konuştu.
“Yemek mi? Hmm, aslında doğru. Bir şeyler hazırlamalıyız,” dedim, mutfağa geçerken. Emel ile birlikte mutfakta yemek hazırlamaya başladık. Emel pilavı yaptı, ben de masayı hazırladım, salatayı, çatalları ve kaşıkları, tuzu masaya koydum.
“Bazen yemek yapmak, insanın kafasını boşaltmasına yardımcı oluyor,” dedi Emel, karıştırarak. “Öğrencilerle bütün gün konuşmak, sürekli bir şeyler anlatmak bazen çok yorucu olabiliyor.”
“Evet, gerçekten. Ama her şey bir denge meselesi. Yemek yapmak, bir kitap okumak, ya da sadece sessizce kalmak… Her şey birbirini tamamlıyor,” diye cevap verdim, salatayı karıştırırken.
Kısa bir süre sonra, yemekler hazır olmuştu. İkimizin de midesi guruldamaya başladı. Çatal ve bıçakları yerleştirip masaya oturduk. Birbirimize gülerek, yemek yemeye başladık. Sessizce yemek yerken, Emel arada sırada bana bakıyor ve ardından “Beni gerçekten nasıl tanıyorsun, Göksel? Öğrencilerimi tanıdığın kadar beni de mi tanıyorsun?” diye sordu.
“Bence insanları tanıdıkça, aslında çok da şaşıracak bir şey yok. Hepimizin bir iç dünyası var, o dünyaya girmeyi başardığında, her şey daha net oluyor,” dedim. “Ama seninle tanışalı o kadar uzun zaman olmadı aslında.”
Emel, düşünceli bir şekilde başını salladı. “Bazen çok daha eski hissettiğimizi düşünüyorum. Sanki birbirimize hep yakın olmuşuz gibi. Herkesin bir zamanlar bir arayışı vardı, senin de öyleydi, değil mi?”
Bir an sessiz kaldım, sonra, “Evet, aslında tam öyle. Çoğu zaman insan hayatını planlar ama planladığı gibi gitmiyor. Belki de bizler, bu kadar çok düşünmeden ilerleyerek aslında en doğru yolu buluyoruz.”
Yemeklerin ardından, birlikte sofrayı toparladık. Emel, mutfağa gidip çay demlemek için hazırlık yaparken, ben salonu toparladım. Birlikte güzel bir akşam geçirdiğimiz için içim ısınıyordu. Her şeyin yavaşladığı, zamanın bir anlamda durduğu anlarda, gerçekten huzuru bulmak güzeldi.
Film açmadan önce, çaylarımızı yudumlarken Emel, “Bundan sonra da böyle zamanlar yapalım. Sadece sohbet, çay, rahatlık… Bazen buna ihtiyacımız var,” dedi.
“Kesinlikle,” dedim, gülümseyerek. “Birbirimize destek olmayı öğrenmek, işte bu önemli. Her şeyin bir anlamı olmalı.”
Çaylarımızı bitirip, rahat bir şekilde kanepeye yerleştik. Film başladı, ama gözlerim ekrandayken, beynimde düşüncelerimle dolu bir girdap vardı. O girdap ne zaman çözülürdü emin değildim ama bu düşünceler beni her saniye daha da derine çekiyordu...
🌃
Koğuş, akşam nöbetinden sonra yine sessizleşmişti. Sadece dışarıdaki soğuk rüzgarın pencerelerden içeri süzülen uğuldayışı, bu sessizliği bozuyordu. Emir, yatağında sırtını yaslayarak gözlerini kapatmıştı. Akşam yemeğinden sonra, herkesin biraz dinlenmeye ihtiyacı vardı. Ancak yine de, bu anlarda birbirlerine söyledikleri birkaç söz, her şeyden daha kıymetli oluyordu.
Alperen, yatağının kenarına oturmuş, bir sigara yakıyordu. İçeriye yayılan hafif duman, koğuşun diğer köşesindeki Ateş’i rahatsız etmese de, biraz sinirli görünüyordu. Yavaşça doğrulup, "Hep aynı şeyi söylüyoruz, Alperen. O kadar sigara içiyorsun ki, sonunda hiç kimse sana yaklaşamayacak," dedi.
Alperen, sigarasından derin bir nefes aldı ve gülümsedi. "Düşünme, Ateş. Sadece bir sigara, keyif yapıyorum. Ne olacak ki?"
Çağan, yatağının üzerinde bir kitap okurken, "Bütün geceyi sigara içerek geçirme, sonra da ‘yorgunum’ diye söylenme," diye müdahale etti. Bu, ekibin her zaman gülümsediği, birbirlerini sürekli takıldığı anlardan biriydi.
Doruk, köşede, kendi düşüncelerinde kaybolmuş bir şekilde, "Bana kalırsa, hepimizin biraz daha dikkatli olması gerek. Havanın bu kadar soğuk olduğu bir ortamda, hep birlikte daha dikkatli olmamız lazım," dedi, sesinde ciddi bir ton vardı.
Emir, başını kaldırarak, "Gerçekten dikkat etmemiz gerekiyor. Bir hata, bizi çok zor durumda bırakabilir. Ama daha iyisini yapmalıyız," dedi. Sesi, koğuşun diğer üyelerinin dikkatini çekti. Herkes bir an sustu ve gözlerini Emir’e çevirdi.
Cem, gülerek, "Tabii, her zaman olduğu gibi, ‘daha iyisini yapmalıyız’," dedi, takılma amacıyla. "Ama bence hepimiz çok iyiyiz zaten. Hadi, bir şeyler konuşalım. Biraz eğlenmeye ihtiyacımız var."
Emir, gözlerini Cem’e dikip, "Eğlenceyi bir kenara bırak, Cem. Her an her şey değişebilir. Ama doğruyu yapmalıyız," diye cevap verdi. Konuşmalarının tonu ağırlaşmıştı, ama yine de herkes Emir’in söylediklerine kayıtsız kalmıyordu.
Alperen, sigarasını söndürüp, yatak örtüsüne uzanarak, "Gelin, bu kadar kasmayın. Gündüz yine döneceğiz ama şimdi biraz rahatlayalım," dedi. Hemen ardından, "Ya da hepimiz bir şeyler anlatalım. Ne olmuştu, hatırlayın! Geçen hafta konuştuğumuz şeyler…" diyerek konuyu değiştirdi.
"Senin ‘geçen hafta’ dediğin şey, geçen yıl oldu, Alperen," dedi Ateş, gözlerini kaldırarak. "Ama hadi, başla. En sevdiğin hikayeyi anlat bakalım, bence komik olacak."
Alperen gülerek, "O kadar da komik değil, ama tamam," Koğuşun içinde daha fazla gülüşmeler yükselmeye başladı.
Ateş, yastığının altından bir paket sakız çıkardı ve herkese uzattı. "Gel, şu sakızları bitirelim, tatlı bir şeyler yapalım," Herkes, ondan gelen bu öneriye şaşkın gözlerle baksa da, sonunda kabul etti. "Onu nasıl buraya getirdin Ateş?" Ateş, Emir'e doğru baktı. "Getirdim bir şekilde komutanım, azıcık sakin olun rahat olun. Bir sakız geldi diye ölmeyiz ya."
Zaman ilerledikçe, koğuşun içindeki sesler arttı. Herkes birbirine hikayeler anlatıyor, geçmişte yaşadıkları komik anları hatırlıyordu. En sessizleri ise her zamanki gibi Emir'di. Herkes eski anılarını anlatırken o genelde susardı. Çağan, kitap okumayı bırakıp onları dinleyerek, "Bu kadar zaman geçtikten sonra, ne kadar aynı kalabiliyoruz, değil mi? Hani biz, aslında bir aileyiz. Bir araya geldiğimizde hep aynı noktada buluşuyoruz," Hafifçe gülerek konuştu.
Emir, "Doğru söylüyorsun," kafasını yavaşça sallayarak konuştu. "ama bazen daha fazla sabır gerekebiliyor. Hep birlikte, birbirimize destek olarak, bu kadar zorlayıcı bir ortamda hayatta kalabiliyoruz."
Alperen, bir an için ciddileşip, "Sabır ve dayanışma, evet. Ama her şeyin bir sonu var. Gelecek ne getirecek, bunu bilmek zor," dedi.
Koğuşun içinde, bu derin konuşmalardan sonra bir süre sessizlik hakim oldu. Ancak her şey bir anda yeniden hayat buldu. Hikayeler, takılmalar, gülüşmeler… Koğuş, ev gibi, bir ailenin sıcaklığını taşır gibi hissediyordu. Zorluklar ne kadar büyük olursa olsun, birlikte olduklarında her şeyin üstesinden gelebileceklerini biliyorlardı.
Sessizlik, biraz daha sürdü. Koğuşun içinde birkaç dakika boyunca sadece rüzgarın hışırtısı ve hafif mırıltılar duyuluyordu. Ateş, ellerini ovuşturup soğuğa karşı dayanıklılığını artırmaya çalışırken, Doruk yatağında yavaşça doğruldu.
"Gece soğuk, ama her zaman olduğu gibi dayanacağız," dedi Doruk, sakin bir şekilde. "Hikayeler bitmeden önce biraz daha devam edelim. Özellikle son operasyondaki hatıralar..."
Cem, başını sallayarak, "Geçen yılki operasyon gerçekten zordu," dedi. "Ama o günlerde herkes birbirine kenetlendi. Hepimiz aynı yolda yürüyorduk, ne kadar zor olursa olsun."
Cem, hafif bir gülümsemeyle, "O zaman sabah kadar burada oturalım. Sonra savaşan biziz," İroni dolu bir sesle konuşurken göz ucuyla Emir' baktı. "Biraz uyumalıyız, değil mi?"
Emir, hafifçe gülümseyerek, "İçeride oturmakla savaşmak aynı şey değil. Ama birlik ve dayanışma çok önemli," dedi. “Unutmayın ki, bu ortamda her biri kendi görevini en iyi şekilde yapmak zorunda. Kimse geride kalamaz.”
Çağan, sessizliğini bozarak, "Ve kimse kendi başına gitmiyor," diye ekledi. "İster sıradan bir görev, ister zorlu bir operasyon olsun, hepimiz bir ekip olarak ilerliyoruz."
Ateş, konuşmaya dahil oldu, "Ama bazen geride bırakılanlar oluyor, değil mi? Hani bazen işler beklediğimiz gibi gitmiyor. Ne olursa olsun, herkesin sorumluluğu farklı, ama bu yük hepimizi etkiliyor."
Emir, sözleri dikkatlice dinledikten sonra, "Her zaman sıkıntılar olabilir, ama bizim görevimiz bu yükü paylaşmak. Birbirimize destek olmak ve bu zorlu görevlerde omuz omuza durmak," Onlar bu şekilde aile gibi olmuşlardı, birbirlerine sırtlarını dayamış, birbirlerine güvenmiş, canları pahasına arkadaşlarının önüne atlamışlardı.
Doruk, elindeki haritayı karıştırırken, "Sadece buradaki mücadele değil. Sonuçta geri döndüğümüzde de farklı sınavlardan geçeceğiz. Bunu bilmek gerekiyor," Cem, Doruk'un ensesine vurdu. "Kardeş, şu haritayı bırak artık elinden. Tuvalete bile onunla giriyorsun." Doruk haritayı elinden bıraktı. "Komutanım napayım, tuvalette hep sıra oluyor bende orada buna bakıyorum. Eğlenceli, sizde deneyin isterseniz." Cem ters ters Doruk'a baktı.
Koğuşta birkaç saniye sessizlik hâkim oldu. Herkesin düşünceleri kendi içinde şekilleniyordu, çelişiyordu. Sıcaklık azalmıştı, ama birliktelik her zaman korundu. Her biri, ekibin gücünü ve bağlılığını hatırlıyordu.
Alperen, tekrar gülümsedi ve "Gelin, başka bir hikaye anlatalım. Belki biraz daha güleriz," dedi. "Hadi, komutanım, sen başla! Geçen yılki o şaka gününü hatırlamıyor musun? Yine kahkahalarla güldüğümüz o günü."
Emir, hafifçe kaşlarını çatarak, "O günleri hatırlamak güzel, ama bu gece biraz farklı. Biraz ciddiyet gerekiyor," dedi. "Her ne kadar hikayeler, anılar ve gülüşler önemli olsa da, görevlerin getirdiği sorumluluk çok daha ağır."
Doruk, "Sonsuza kadar buradayız gibi hissediyoruz ama gerçek şu ki, bir gün döneceğiz. Hepimiz farklı hayatlar kuracağız, farklı hayalleri gerçekleştireceğiz," diye ekledi.
Cem, bu kez daha samimi bir sesle, "Her biri için farklı bir gelecek var ama burada, bu gece, aynı hedef için bir aradayız," Onları sadece bir amaç birleştirmişti; vatanı korumak. "Bence bu kadar bir arada olmak bile değerli bir şey."
Bu sözlerin ardından, koğuşta bir süre daha sessizlik sürdü. Fakat bu sessizlik, huzur ve dayanışmanın bir göstergesiydi. Her biri, bir sonraki görev için hazırlıklarını tamamlamak üzere kendi düşüncelerine dalmıştı.
İçerideki sıcaklık, sadece bir arada olmanın verdiği güvenle korunuyordu. Kışın soğuk rüzgarı koğuşun dışını sarsarken, içerideki dostluk, birlik ve dayanışma, bu zorlu günlerin üstesinden gelmek için yeterliydi. Onlar Hançer Timi'ydi, onlar aileydi, onlar kardeşti...
🌃

Emir Kurşun. 🖤
Bölümü nasıl buldunuzz?
Karakterler hakkında ki düşünceleriniz?
Bir sonra ki bölüm gelene kadar,
Sevgiyle kalın,
Edoli'yle kalın... 💖💫
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |