@eelliiffiippeekk
|
Ah yürek yangını! Daha önce yüreğine sevdanın kor tohumları düşmemiş, travmaları yüreğinin tüm kapılarını insanlara, iyi olma, olabilme ihtimallerine dahi kapatmış biri için ne büyük bir yenilgidir. Sevmek, güvenmek, akabinde kırılmak, dökülmek. Büyük kırgınlıklar yaşamış yüreğini her şeyden sakınırken müsadesiz gelip yüreğinin orta yerine hakimiyet kuran bir çift mavi göz, bir tutam kahve kokusu.
Babasının sessiz sedasız, en çok ihtiyaç duyduğu anda yok olmuşçasına gidişinin ardından annesi dışında kimsesi kalmamıştı. Karaciğerindeki tümörün alınacağı gün en son görmüştü kahramanım dediği adamı. Ameliyathanenin kapısına kadar sımsıkı tutmuştu elini, ondan almıştı gücünü. Babası onun için başka bir dünyaydı o zamanlar şimdinin aksine. O büyük ameliyattan sonra sesini duymuştu. Kapının önünde annesiyle konuşuyordu ama büyük beklentileri babasının sesinin yok olmasıyla baktığı hastane odasının kapında kalmıştı. Bir daha ne yüzünü görmüş ne de sesini duymamıştı. Sanki buhar olup uçmuştu. Ondan geriye tek iz küçük bir çocuğun ruhunda ebediyen taşıdığı koca bir göçük, ve o göçüğün altında kalan küçük bir beden olmuştu.
Bu yüzdendi tüm hoyratlığı, saldırganlığı, önyargıları. Bir insanın başka birini sevebileceğine inanmıyordu, çünkü babası her fırsatta annesini ne çok sevdiğini söylerdi. Ne zaman ki sevginin varlığına bir misal görse soluğu o kafeslerde alıyordu. Güçlü, hırslı ve başarılı bir insandı ama kimsenin görmediği yıkık bir tarafı vardı. Babasının yıkıp gittiği o tarafı hiçbir şey onaramıyordu. Ne zaman ki o yıkık tarafına bir şey dokunsa can yaka yaka bastırıyordu acısını. Kendi canını yakmaktan da çekinmiyordu çünkü fiziksel acı bitiyordu ama ruhundaki acı her seferinde aynı şiddette acımaya devam ediyordu. Her şeyi içinde tarumar ettiği o kafeslerdeydi yine. Yine ordaydı. O kendini kaybetmiş azgın kalabalığın ortasındaki tel örgü kafesin ortasında duruyordu. Yüreğinde tahammül edemediği bir sızı vardı. Yabancısı olduğu, tanımadığı can alıcı bir sızı. Dalga dalga yıkık ruhunu saran can alıcı bir yangın yayılıyordu. Hepsini bu gecede öncekiler gibi yerle bir edecekti.
Anlaştığı üzere beş adam çıkmıştı karşısına. Tüm öfkesini onlara kusuyordu. Ama bitmek bilmeyen yürek sızısı azalmak yerine daha da artıyordu. Neden bitmiyordu ki, neden? Bu kafeslere her girdiğinde acısını, öfkesini tüketip çıkardı ama şimdi olmuyordu. Bir türlü kaçamadığı o sızı bitmiyordu. En son eski boksör çıkmıştı karşısına. Diğerleri gibi değildi. Sağlamdı, güçlüydü ama ondan güçlü değildi. Benliği ile verdiği savaş daha büyüktü. Gözünün gördüğü her şeyle savaşırdı ama hükmedemediği bir şeydi bu. Boyunu, gücünü aşıyordu. Güç yetiremiyordu. Yüreğindeki sızıya galip çıkamayacağını anladığında, karşısındaki adama karşı koymayı bıraktı. Sadece şakağındaki yarayı savundu ve korudu. Bedeninin her yerine yediği ağır yumruklar, ruhuna kadar işleyen sızıyı bastırıyordu. Karşısındaki adamın savurduğu yumruk kalbinde açılan o koca yaraların küçük bir minyatürü misali şakağındaki yaraya denk gelirken, kimsenin önünde duramayacağı o Alparslan ortaya çıkmıştı. Öfkeyle parlayan gözlerini diktiği adamı yerinden kalkmaya takat bırakmayacak şekilde bıraktı ardında.
Sarsak adımlarla çıktı kapısı açılan kafesten. Eşyalarını bıraktığı odaya girdi zor arttığı adımlarla. Gömleğini çıplak bedenine geçirdi. Sağ göğsünün altında feci bir ağrı vardı. Gömleğinin düğmelerini ilikleyecek gücü dahi bulamıyordu kendinde. Telefonunu eline aldı. Annesi, Serhat ve kayıtlı olmayan bir numara kırk yedi kez aramıştı. Akabinde üç tane mesaj bırakmıştı tanımadığı numaranın sahibi.
"Alparslan Bey ben Eylül lütfen telefonu açın. "
"Alparslan Bey lütfen telefona cevap verin. "
"Neriman Hanım'ın sizin yüzünüzden tansiyonu onsekize çıktı. Doktor çağırdım belki biraz umurunuzda olur. "
Kapattığı gözlerini açmak istemiyordu. Yine yapmıştı. Tek varlığı annesini yine endişelenirmişti. Yine kırmıştı. Eline aldığı ceketiyle oradan uzaklaştı. Zoraki yerleşti arabasına. Saat 03:01'di ekranına baktığı telefonda. Eylül'ün numarasına baktı. Her bir rakamı inatlaşırcasına beynine mıh gibi çakılıyordu. Kendisiyle yüzleşmişti ve nihayetinde kabullenmişti ona olan duygularını. Burnunun direğini sızlatan kokusunu hatırlarken acı bir tebessümle başını arkaya yasladı. İlk gördüğü an canlandı gözlerinde. Koyu mavi gözlerini şaşkınlıkla kocaman açtığı o anı hiç unutmuyordu. İstesede unutamıyordu. Gözlerini her kapattığında bir çift mavi göz zihnini hunharca işkâl ediyordu. Onu daha tanımıyordu bile.
"Ben ne ara kapıldım bu kadar? " dedi gözlerini kapatarak. " dedi fısıldayarak. Daha önce böyle duygular hissetmemişti. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Her şeye bir çare bulan, en zor durumları bile kolayca halleden biriyken, içine düştüğü belirsizlik karşısında çaresiz kalmıştı. Sürekli kızıp, bir çocuk gibi azarladığı kadına yabancısı olduğu hisler duyuyordu. Sıkıntıyla aldığı nefesini üfleyerek gözlerini açtı. Çalıştırdığı arabayla evin yolunu tuttu.
Sessiz ve tenha asvalt son sürat sürdüğü arabasının tekerleklerinde feryat ederken kaburgasındaki ağrı nefes almasını zorlaştırıyordu.
Girdiği bahçede arabayı park etmeden güvenliğe bırakırken eve doğru zoraki adımlarla yürüdü. Açtığı kapıdan sessizce girerken salonun ışığı açıktı. Bir kedi yavrusu gibi sindiği koltukta uyuya kalan Eylül görüş açısına girerken hasarlı bedenini yasladığı duvardan onu izlemeye başladı. Aklında onlarca soru dolaşıyordu. Ben nasıl kapıldım bu kadar diye soruyordu en çok kendine. Yürüdü yorgunca, başında dikildi Eylül'ün. Hemen dibindeki zigon sehpaya oturdu ayakta duramazken. Ne kadar da güzeldi. Hele ki uyurken başka bir büyüsü vardı sanki. Beyaz teninde gök mavisi gözleri ne kadar da güzel duruyordu. Yüzüne dökülen bukle bukle sarı saçları ne kusursuzdu. Buram buram kadifemsi kahve kokusunu anlatacak kelime yoktu. Her şeyi bilmesi, her şeye bir cevabının olması aklına geldikçe kan içindeki yüzü gülümsedi hafifçe. Dakikalarca öyle izledi uyuyan güzel kadını. Elinin çarptığı zigonun üzerindeki kupa bardak düşerken Eylül uykusundan sıçradı. Uykulu gözlerine takılan Alparslan'a inanmayarak birkaç kez gözlerini kırpıştırdı.
"Alparslan Bey! " dedi endişeyle hâlini öyle görünce. Yüzü gözü kan içinde gömleğinin önü açık, görebildiği her yeri morluklar içindeydi. Uykulu gözleri kocaman açılırken ayağa kalktı. Söyleyecek kelime bulamıyordu.
Alparslan zoraki ayağa kalkmaya çalışırken Eylül kolundan tuttu.
"Size yardım edeyim. " sesinde tereddüt vardı. Alparslan ses etmeyince Eylül koluna girerek yukarı çıkmasına yardımcı oldu. Alparslan kendini yatağa bırakırken Eylül yüzündeki yaralara baktı. Moraran çürükleri eliyle kontrol ederek hasar tespiti yapıyordu. Sağ göğsünün altındaki kaburgasında çatlak vardı. Nefes alırken dahi ağrıyan kaburgası Eylül dokunurken ağrımıyordu.
"Doktoru aramamı ister misiniz? "
"Gerek yok. "
"Kaburganız çatlamış ama. " dedi bir doktor edasıyla.
"Doktor musun sen, nerden biliyorsun? "
"Bunu bilmek için doktor olmaya gerek yok. "
"Her şeyi bilmek zorunda mısın? "
"Sadece size yardımcı olmak istemiştim. "
"Ben bile kendime yardımcı olamıyorum. "
"İlaç ister misiniz? "
"Olur. "
"İsterseniz bir duş alın ben size ilaç getireyim. " Alparslan sırt üstü yattığı yataktan acıyla doğruldu. Gömleğini çıkarmaya çalışırken sıktığı dişleri arasından iniltili şekilde nefes verirken Eylül yardımcı olmak için yakasından tuttuğu gömleği çıkarmasına yardım etti. Sırtında da aynı morluklar ve çürükler vardı.
"Merak ediyorum siz mazoşist misiniz? Yoksa insan kendini bile isteye bu hale getiremez! " dedi dayanamayarak. Eylül'ün yürek yemiş gibi söyledikleri Alparslan'da tokat etkisi yarattı.
"Sen ilaç getirmeyecek miydin? " Alparslan'ın ona dönen baskıcı bakışlarıyla Eylül, "Duygu gerçekten de haklıymış. " diye söylendi sessizce odadan çıkarken. Odadan çıktıktan sonra derin bir nefes alarak nefesini dışarı bıraktı sıkıntıyla. Alparslan gelene kadar onu bekleyeceğine söz vermişti annesine. Önce Neriman'ın uyanıp uyanmadığını kontrol etti. Uyanacak gibi görünmüyordu. İlaçların etkisinden sabaha kadar uyuyacağını anladığında yavaşça odadan çıkıp kapıyı da aynı şekilde kapattı. Alparslan için ilaç almaya ecza dolabına gitti. Bulduğu ağrı kesici ve kremle geri döndü. Alparslan'ın odasının önünde sırtını duvara dayayıp beklemeye başladı. Epey bir bekleyişin ardından Alparslan'ın duştan çıkmış olduğunu varsayarak odanın kapısını tıklattı.
"Müsait misiniz, gelebilir miyim? " diye sordu.
"Gel. " Alparslan'ın sesinin tonundan dahi anlaşılabiliyordu ne kadar çıkmazda olduğu. Eylül içeri girerek su doldurduğu bardağı ilaçla birlikte Alparslan'a uzattı. Sabah ki hâlinden sonra bu sakinliği Eylül'ü şaşırtıyordu. Onu hiç kızmadan, bağırmadan, emirler yağdırmadan görmemişti onu tanıdığından beri. O yüzden sanki başka biriydi. Ama o halinin çok sürmeyeceğini Eylül de biliyordu. Eylül'ün bir lafına kızması yeterdi.
Eylül kapağını açtığı kremi Alparslan'a uzatırken o yatağa uzanıp Eylül'ün kremi sürmesini bekledi. Eylül derin bir iç çekti sıkıntıyla. "İnsanlık bende kalsın. " diye fısıldadı kendi kendine. Bir parça kremi parmaklarının arasına alarak Alparslan'nın çatlak kaburgasına sürdü.
"Annem? " diye sordu kırık bir ses tonuyla.
"İyi çok şükür. Tansiyonu doktorun verdiği ilaçlarla düştü. Sakinleştiriciden sonra uyudu." diye cevap verdi bakışlarını boşluğa diken adama. Annesi için ne kadar üzüldüğü gözlerinden okunurken nasıl yapabiliyordu, nasıl bu kadar annesini üzebiliyordu Eylül de anlam veremiyordu. Şahit olduğu kadarıyla annesi ile arasındaki bağ çok güçlüydü. Annesinin tek bir sözü dahi onun için çok kıymetliydi, annesi bir şey söylese ve ya istese Alparslan'ın tek kelime etmeden kabul ettiğine çok şahit olmuştu şu birkaç hafta içinde. Hâl böyle iken Eylül dayanamayarak,
"Annenize olan düşkünlüğünüze şahit olmasam onu bilerek bu kadar incittiğinizi düşünürdüm. Neriman Hanım'ın yerinde olsam, elime terlik alır bir güzel de ben döverdim bu halinize acımadan! " dedi. Alparslan hafif tebessüm etti.
"Sen yapardın yani? "
"Rüzgar'ın size benzeme ihtimali yok. "
"Rüzgar? " diye sordu, çünkü Rüzgar'ı henüz hiç görmemiş ve tanımıyordu. Neriman, Alparslan çocuk sesinden pek hoşlanmaz dediği için Eylül, Rüzgar'ı neredeyse hiç yukarı çıkarmıyordu. Bu yüzden de hiç karşılaşmamışlardı.
"Oğlum. İki yaşında olmasına rağmen sizden olgun davranıyor. " dedi sivri diliyle. 'Oğlum' kelimesi Alparslan'ın beyninde dolandı yankılı bir şekilde. Yaşayabileceği en büyük hayal kırıklığı, şaşkınlığını ve çaresizliği bir arada yaşıyordu aynı anda. Bir çocuk varsa babası da vardı. Yüzünün şekli hissettikleriyle aynı anda değişirken sıktığı dişleri arasında,
"Çık dışarı uyuyacağım. " dedi her zaman ki emir dolu kaba konuşmasına dönerek. Eylül tanıdığı Alparslan'ın tekrar ortaya çıkmasıyla başını sallayarak odadan çıkarken Alparslan'nın aklı, düşünceleri allak bullak olmuştu. Evli miydi Eylül? Kabullenemiyor ama gerçekliğinden de kaçmıyor olmak berbat bir histi. Yine baş gösteren o can alıcı sızıyla yatağına yerleşip uyumaya çabaladı. Bir insanın olabileceği en kötü hâli yaşıyordu. İçinden çıkamadığı denklemden kaçmak için kendini uykuya esir etmek istiyordu. Düşünmek istemediği aklındaki kargaşanın ve hissettiklerinin bir kabus olmasını istiyordu. Yorgunluktan gözlerini açamazken zihni uykuya geçemiyordu bir türlü. Eylül'ün evli olduğunu düşündükçe ne yapacağını şaşırıyordu. Halbuki daha birkaç saat olmuştu ona duyduğu hisleri kabulleneli. Ama şimdi yıkık dökük kalbinden yeşermeye yüz tutmuş hisleri söküp atması gerektiğini düşünüyordu. Evli bir kadını sevemezdi, ona yakışmazdı çünkü. Daha önce kimseyi sevmemiş, kimseyi unutmamıştı nasıl yapacağına dair en ufak bir fikri yoktu. Ama ne olursa olsun bundan kurtulmanın bir yolunu bulacağına inandırıyordu kendini.
Hem sevmek ona göre değildi, bu kadar zaman kararlı bir şekilde bundan uzak durmuşken yine aynı iradeyi göstermeyi istiyordu yenildiğini inkar ede ede. Gün ışıyana kadar kapattığı gözleriyle, zihnindeki düşüncelerle ve yüreğindeki sızıyla savaşmaktan ruhu yorulmuştu. Yattığı yatak diken misali deydiği her yerine batarken dayanamadı. Üzerinden bitkin bir şekilde attığı yorganla ayağa kalktı. Ruhunun ve bedeninin yorgunluğuna rağmen önüne dikildiği camdan güneşin doğuşunu izledi.
"Ben nasıl söküp atacağım bu sızıyı? " diye söylendi usulca. Canı cayır cayır yanıyordu. Aldığı nefeste boğuluyordu. Evli bir kadını sevmeyi kendine yakıştıramıyordu. Söküp atmaya çalıştıkça ateşten öteye yakması da cabasıydı. Daha tanımadan kapıldığı tatlı bir esinti koca bir kasırgaya dönmüştü.
|
0% |