Yeni Üyelik
60.
Bölüm

59. Bölüm

@eelliiffiippeekk

Bitmek bilir mi dert? Ya insan? Yaşamak denen şeyi ellerinden alındıktan sonra, ya insan? Ölüm sadece nefes alamayan bir beden midir? Yaşamı elinden almak, tükenmek bilmez bir dert, sonu olmayan bir ölüm değil midir...

 

Gitmişti. Yeniden onu iyi bir şeyler olabileceğine inandıran adam az önce onu paramparça edip bırakmıştı.

 

"Ben bir şey yapmadım ki... " diye sayıkladı masum küçük bir çocuk gibi. Gözleri bir kere daha etrafı taradı. Alparslan'ın her bir kelimesi yeniden yankılandı kulaklarında. Birer kurşun gibi saplandı yüreğinin dört bir yanına. Sonra bir hıçkırık koptu yüreğinin en derininden. Yere saçılan kağıt parçalarına baktı. Ona sormak yerine o kağıtlara inanmıştı. Söylediği ve yaptıklarından daha ağır geliyordu bu. Mecalsizce eğildi yere, gözyaşları yağmur gibi akarken tek tek topladı o kağıtları masanın üstünde duran dosyanın içine sıkıştırdı. Eline alarak yürümeye başladı ağlayarak.

 

Çok ağır geliyordu hemde haddinden fazla.

 

Hani çok seviyordu?

 

Bu muydu?

 

Üç beş kağıt parçasına inanacak kadar mıydı sevgisi?

 

Eylül'e sormak hiç mi aklına gelmemişti?

 

Hızlı adımlarla yürüdü Eylül, caddeye çıkmasıyla taksi çevirdi. Alparslan'ın evinin adresini verdi.

 

Eylül'ün inancının kırıldığı bir yıkımla gözyaşları içinde süren yolculuk Alparslan'ın evinin önünde son buldu. Eylül hızla taksiden indi. Eve gelmiş olması için dua ederken kapıdaki güvenliğe,

 

"Alparslan eve döndü mü? " diye sordu.

 

"Hayır Eylül Hanım, Alparslan Bey henüz dönmedi. " Eylül aldığı cevapla çaresizce baktı karşısındaki adama. Çantasından telefonunu çıkararak Serhat'ı aradı.

 

"Ne olur orda ol Alparslan ne olur! " diye söylendi mırıldanarak. Açılan telefonla Eylül nefes almadan konuştu.

 

"Alparslan orda mı? " Serhat şaşkınlıkla duraksadı

 

"Siz birlikte değil miydiniz? "

 

"Serhat doğru söyle eğer oradaysa hiçbir şey zannettiği gibi değil. "

 

"Eylül, cidden anlamıyorum! Sen ne diyorsun? " Eylül Alparslan'ın orda olmadığına emin olmuştu.

 

"Serhat, Alparslan'ı bulmam lazım yardım et bana. Şimdi geldim eve dönmemiş. Telefonu kapalı. Ondan haber alırsan beni ara lütfen. Onunla konuşmam lazım. Lütfen! "

 

"Ne olduğunu söyleyecek misin? "

 

"Lütfen bir şey sorma bulmama yardım et. "

 

"Tamam sen sakin ol, eve dön benden haber bekle. "

 

"Tamam. "

 

İlkbaharla birlikte ümitleri yeşermişti Eylül'ün. Nisan ile iyice göstermişti oysa güneş yüzünü. Yine kara kış mesken tutmuştu gönlünün her bir yerini. Alev'i hafife almıştı. Eve kadar yürümüştü ağlaya ağlaya. Bir daha kimseye inanıp güvenmeyeceğine yemin etmişti. Kendini bir daha asla bu duruma düşürmeyeceğine öfkeyle yemin ediyordu.

 

Evde Rüzgar'a bakan Duygu, Eylül'ü karşısında perişan bir halde görmesiyle şaşkına dönmüştü.

 

Duygu ne kadar ısrar ederse etsin Eylül bir şey anlatmamıştı. Alparslan'ın inandığı yalanların er yada geç ortaya çıkacağına emindi ve bunu en kısa sürede kendisi yapmaya kararlıydı. Sabaha kadar Serhat'tan gelecek bir haber beklerken sanki yer yarılmış Alparslan içine girmişti.

 

Eylül sabaha kadar gözünü kırpmazken, Duygu koltukta uyuya kalmıştı. Bütün gece ağlamıştı Eylül. Paramparça olacağını bile bile Alparslan'a inanmıştı. Onun mutluluğu ancak kelebek ömrü kadar olurdu, bunu biliyordu en çokta bu canını acıtıyordu.

 

Telefonun zil sesiyle hemen eline aldığı telefonu açtı Eylül.

 

"Serhat buldun mu? "

 

"Hayır ama muhtemelen havaalanındadır. New York'a gidecek uçağa yer ayırtmış asistanına. Yaklaşık kırk dakika falan var daha. Bütün işleri bana bıraktığına dair talimat vermiş falan filan. Ne oldu da dün gece Alparslan her şeyi bırakarak gidiyor Eylül? "

 

"Sonra Serhat sonra. " diyerek telefonu kapattı.

 

"Duygu! Duygu uyan! " dedi omuzundan sarsarak. Duygu gözlerini açarken Eylül beklemeden konuştu.

 

"Rüzgar'a dikkat et benim çıkmam lazım. " diyerek fırladı. Duygu afallayarak baka kaldı arkasından.

 

"Nerey ya? Eylül? " Duygu uyku sersemi sayıklarken Eylül gitmişti.

 

Eyül durdurduğu taksiyle havaalanının yolunu tutmuştu. İstanbul trafiğinde çıldırmak üzereydi. Havaalanına ulaştığında hızla kendini attı taksiden. Binlerce insanın olduğu koca alana baka kalırken ne tarafa gideceğini bilmiyordu. Daha önce Alparslan ile geldiğinde içeri girmediğine pişman olmuştu. Ne tarafa gideceğini bilmeden bakındı sağa sola, derince bir nefes alarak yürümeye başladı.

 

Kalkacak uçak listesine baktı dev ekrandan, hiçbir bilgi yoktu onun işine yarayacak. Çaresizce baktı etrafına ne tarafa gideceğini bilmeden. Bulduğu bir görevliye koştu hemen.

 

"Bakar mısınız, Amerika'ya gidecek uçağın yolcuları ne taraftan gidiyorlar? "

 

"Düz devam edin. Dış hatlar yazan yerden tabelalara bakabilirsiniz. "

 

"Teşekkür ederim. " diyerek yürüdü Eylül gözleri dolarken. Gerçekleri yüzüne içinde kol gezen acı kadar acımasızca yüzüne vurmaya sabırsızlanıyordu. Dış hatlar yazısını takip edip gözüne takılan bankoya koştu gözyaşlarını silerek.

 

"Bakar mısınız? " Başını kaldırarak ona bakan genç kadın tebessüm etti.

 

"Buyrun. "

 

" New York'a gidecek uçak havalandı mı? "

 

Kadın sisteme bakarak,

 

"Evet beş dakika önce " dedi.

 

"Yolcu listesine bakabilir misiniz Alparslan Sökmenci var mı? Çok önemli lütfen! " Kadın aynı tebessümle başını hafifçe salladı.

 

"Az önce havalanan uçağın yolcu listesinde var. " Eylül kendini boşluğa düşmüş gibi hissetti o an, canının acısı gözyaşı olarak aktı sağanak olarak.

 

"Teşekkür ederim. " Bir kere daha üzerine yıkılmıştı umutları, mutluluğu, beklentileri...

 

Ağır adımlarla yürüdü nefes alamazken. Düşüncelerinde boğuluyordu. İnanması, sevmesi, kaybetmesi, kaybetmek istememesi, Alparslan'a öfkesi, en çokta kendine öfkesi... nefes alamadığı için elini boğazına attı birkaç saniye sonra ne olduğunu anlamadan derin bir karanlığa mahkûm oldu.

Gözünü hastane odasında açtı Eylül. Zorlanarakta olsa doğruldu nefes alamayacak gibiydi.

 

"Eylül! " dedi Serhat endişeyle. "İyi misin? " Eylül başını iki yana salladı. "Eylül, ne oldu böyle? Alparslan neden gitti? Dün akşam ne oldu da olaylar bu raddeye geldi? " Serhat'ın soruları karşısında Eylül üst üste yutkundu.

 

"Nefes alamıyorum. " Diye sayıklamaya başladı.

 

"Sakin ol, Eylül sakin ol nefes almaya çalış doktor çağırıyorum. " Serhat odadan fırlayarak çıkarken Eylül nefes almaya çalıştı. Az sonra doktor Serhat ile birlikte içeri girdi. Eylül hâlâ nefes almaya çalışıyordu.

 

Doktor müdahale edip oksijen maskesi taktı. Az sonra Eylül normal bir şekilde nefes almaya başladı. Yorgunca gözlerini kapattı.

 

Birkaç saat sonra Eylül taburcu edilmişti. Konuşmuyor, duymuyor gibiydi. Serhat arabanın kapısını açarken, Eylül yavaşça oturdu ön koltuğa. Kapanan kapıyla başını arabanın camına yasladı gözleri dışarının boşluğunda kaybolurken. Serhat gözünü yoldan ayırarak Eylül'e çevirdi. Hali perişandı. Ne yapacağını bilmezken Alparslan'a da hiçbir şekilde ulaşamıyordu.

 

....

 

Duygu endişeli bir şekilde bahçede Serhat ile Eylül'ü bekliyordu. Az sonra Serhat'ın arabası bahçenin dışında durmasıyla Duygu hızla koştu. Eylül onu göremeden ruhsuzca geçip giderken önünden Duygu öylece bakakaldı.

 

"Serhat ne olmuş bu kıza böyle? " Diye sordu Duygu. Serhat nefesini üfleyerek baktı.

 

"Bilmiyorum! Allah kahretsin bilmiyorum! Eylül'ü aradığımda ambulans görevlisi açtı apar topar hasteneye gittim. Alparslan gitmiş zaten yetişemedim, ulaşamıyorumda. Ya ne oldu bunlara birden böyle, Eylül'de bir şey anlatmıyor. Sorduğun an nefes alamıyor, nefessiz kalıyor. Doktor kendisi anlatmadığı sürece üzerine gitmeyin dedi. Gerekirse de profesyonel destek alsın dedi. " Duygu üzgün ve endişeyle Serhat'a sarılırken Serhat'ta ona sarıldı.

 

İkisi birlikte Eylül'ün arkasından eve girerlerken Eylül odasına çıkmıştı bile. Beşikte uyuyan Rüzgar'a baktı, üstünü örttü. Gözyaşlarıyla yıkılmışcasına oturdu yatağının üzerine. Arkasından Duygu çıkmıştı hemen.

 

"Sarı... iyi misin canım? " Suskundu Eylül. Tek kelime çıkmıyordu ağzından. Duygu daha fazla üstüne gitmemeye korkarken bir zaman kendi haline bırakmaya çalışacaktı.

 

"Sen biraz dinlen ben sana bir çorba yapayım. " Duygu Eylül'ü yalnız bırakarak aşağı indi içi el vermesede.

 

...

 

Alparslan hayattan kopmuş, tüm duygularını yitirmiş bir halde eline aldığı valiziyle bineceği uçak için pasaport kontrolü yapılacak bankoya geldi. Biletini ve pasaportunu karşısındaki kadına verdi. Hayat bitmişti sanki. Zaman akmıyor, renkler siyaha hapsolmuş, sesler cılız ve kulak tırmalayıcı, her şey can alıcı, can sıkıcı, can yakıcı bir hâl almıştı. Damgalanan pasaportunu alarak valizini banda bıraktı. Yıkılmış bir halde yürüdü. Bindiği uçakta yıkılmışcasına oturdu koltuğa. Birkaç dakika sonra havalanan uçakla yüreğindeki sızı can alıcı bir hal aldı. Başını çevirerek camdan terkettiği şehre baktı. Sıktığı dişleriyle yutkunurken gözünden bir damla yaş aktı.

 

"Rüya buraya kadarmış. " diye fısıldadı. Yüreğini bırakmıştı. Ne yaparsa yapsın nefret edemiyordu yüreği sevdasından. Yıkılmış, kırılmış, paramparça olmuştu. Kapılarını açtığı yüreğine acıları bile sığmıyordu artık. Düşündükçe çıldırıyordu. En çok sevdiği insanın koca bir yalan olduğu düşüncesi onun çelik iradesini un ufak ediyordu. Sanki sol göğsünün üzerine kızgın bir hançer saplanmış, bütün bedeni acıyordu parmak uçlarına kadar. Aldığı nefes bile öldürüyordu. Yüreğindeki acı ruhunda yankılanıyordu. Gözlerini kapatarak başını koltuğa yasladı. Az sonra göğsünde hissettiği ağırlık ile gözlerini açtı. Nefes aldıkça o nefesler göğüs kafesinde sıkışıyordu. Kalbinde öyle bir acı hissediyordu ki, acısı beynini yakıyordu. Elini göğsüne bastırarak nefes almaya çalıştı. Acı içinde kıvranan yüreği Eylül diye haykırıyordu.

 

"Eylül..." diye fısıldadı içinden bir ses. Sıktığı dişleri arasında yok saydı o fısıltıyı. Yavaş yavaş daha iyi olurken halsizce başını yasladı arkaya.

 

....

 

Uçaktan ineli saatler olmuştu. Ama o çöküp kalmıştı bir banka. Yüreğinde, bedeninde, aklında, ruhunda hissettiği işkence gibi acı bir saniye dahi hafiflemediği gibi her an daha da artıyordu. Hava karanlık, soğuk ve hafif yağmurluydu ama rüzgar çok sert esiyordu. Elleri buz gibi olmuştu, saçları ıslanmıştı. Gözüne takılan küçük kafeye bakıyordu dakikalardır. Burnunun direği sızlıyordu özleminden. O aşık olduğu kahve kokusuna o kadar çok ihtiyacı vardı ki her hücresinde hissediyordu acısını. Yerinden kalkarak oraya doğru yürüdü.

 

"Koyu bir kahve alabilir miyim? " dedi. Güler yüzlü genç kadın yüzü kadar tatlı sesiyle sordu.

 

"Hangisinden isterdiniz? " asılı listeyi eliyle gösterdi.

 

"Fark etmez, sadece yoğun koksun yeter. " Az sonra genç kadının uzattığı kapaklı karton bardağı donmuş elleriyle aldı. Geri banka dönerek aynı yere oturdu. Karton bardağa tuttu burnunu. O koku burnuna değdiği an cehennemin ortasında yakıcı bir cennet gibiydi. Gözlerini kapatarak usulca çekti o kokuyu içine. Ruhu bedeninden ayrılmıştı sanki o an. Birbirine geçmiş dişlerini daha da sıkarken gözyaşları içinde kaldırdı başını. Dakikalarca ağladı elinde bir bardak kahve ile buz gibi havada oturduğu banka.

 

....

 

Yalnız başına soğuk bir geceyi geçirmişti. Sabahın ilk ışıklarıyla adeta donmuş bedeniyle zoraki ayağa kalktı. Donmuş eliyle kavradı valizinin tutacağını. Bir evi vardı orda ama oraya gitmeyecekti. Kimsenin onu bulmasını istemiyordu. Çok tekin olmadığını bile bile girdiği semtte bir pansiyona girdi.

 

"Boş odan var mı? " diye sordu ruhsuz sesiyle. Koca göğüsleri giydiği beyaz gömleğin içine zor sığan kadın Alparslan'ı baştan aşağı süzdükten sonra gülümseyerek,

 

"Evet. " dedi. "Ne kadar kalacaksın? "

 

"Bilmiyorum. Belki bir hafta belki bir ay. "

 

"Peki. Beni takip et. " diyerek Alparslan'ı kalacağı odaya götürdü. Oda küçüktü ama temizdi.

 

"Ödemeyi peşin alıyorum. " diyen kadına Alparslan parasını vererek gönderdikten sonra yorgunca kendini yatağa bıraktı. Yorgundu. Sadece bedeni değil ruhu da, aklı da, yüreği de yorulmuştu. Uyuşan bedeni itirazsızca uykuya teslim oldu.

 

...

 

Alparslan uyandığında çoktan akşam olmuştu. Odanın karanlığına daldı gözleri. Dakiklarca karanlığın içinde kaybolurken olanları düşündü. Sanki kötü bir kâbus gibiydi. Ama gerçekti. Yavaşça kalktı yattığı yerden. Üzerini değiştirdikten sonra dışarı çıktı. Acısını, sinirini çıkaracak yere gidecekti.

 

Önünde durduğu yıkık binaya baktı. Para verdiği bir serseriden öğrenmişti kafes dövüşlerinin orda yapıldığını. Kapısına vardığında iki kişi onu karşıladı.

 

"Ne arıyorsun? " diye sordu bir tanesi.

 

"Dövüşmek istiyorum. "

 

"Daha önce kafese girdin mi? "

 

"Sayamayacağım kadar çok. " karşısındaki adam bir

kaç saniye onu izledikten sonra yanındaki adama döndü.

 

"Onu Scott'a götür "

 

"Beni takip et. " diyen adamın peşine takıldı Alparslan. Girdikleri odada camdan dövüş kafesini izleyen Scott'a yanındaki adam,

 

"Patron bu adam dövüşmek istiyormuş. " dedi. Scott kaba cüssesi ve her yerini kaplayan dövmeleriyle döndü. Çattığı kaşları ile Alparslan'ı izlemeye başladı.

 

"Amerikalı değilsin " dedi.

 

"Evet değilim "

 

"Daha önce dövüştün mü? "

 

"Evet."

 

"Boyun iyi, dayanabilir gibisin. Yirmi dakika dayanırsan bin dolar alırsın. "

 

"Para için dövüşmem. "

 

"O zaman ne işin var burda? "

 

"Ben kazanırsam yarın yine ringe çıkarım. "

 

"Ama ölürsen cesedini bir çöp konteynırına atarım. Bana ölecek adam lazım. Bu kalabalığı eğlendirmem gerek. " dedi kafesli ringin etrafındaki azgın kalabalığı göstererek.

 

"Kabul."

 

"Anlaştık. Bir sonraki ring seni. "

 

Birkaç dakika sonra sırasının geldiğini haber vermişlerdi. Üzerinden montunu çıkararak duvara çakılı civiye astı. Ona yol gösteren adamın arkasından yürüdü. İçine girdiği kafeste iri yarı, oldukça kilolu bir adam onu bekliyordu. Lakabı Dozer olan adamın adını haykırıyordu herkes. Öldür onu diye bağırıyorlardı. Dozer coşkuyla selamlıyordu adını haykıranları.

 

Onunla karşılaşan hiç kimse kafesten sağ çıkamamıştı bugüne kadar. Gong sesi ile dövüş başlamıştı. Karşı koymayan Alparslan'ın suratına ağır yumruklar indiriyordu o adam. Üst üste yediği ağır yumruklar ile defalarca kez yere düşmesine rağmen yine ayağa kalkıyordu. Kendine çektirdiği işkence dakikalarca sürmüştü. Bir kere daha yediği ağır yumruklarla yere düşmüştü. Yüzünün, bedeninin neredeyse her yeri kan, ezik, çürük içindeydi. Dozer galibiyetini ilan ederken Alparslan tutunduğu kafesin telleriyle ayağa kalktı. Ağzındaki kanı yere tükürdükten sonra,

 

"Hişt şişko bu kadar mı? " diye sordu dalga geçerek. Öfkeyle üzerine gelen adamın şah damarı ile gırtlağının birleştiği yere tüm gücüyle yumruğunu geçirdi. Dozer o koca bedeniyle yere düşerken nakavt olmuştu. Öldür! Öldür! diye haykıran kalabalık şaşkın bir sessizlikle Alparslan'ın kafesten çıkışını izledi. Aldiği montunu zorlanarak sırtına geçirirken Scott yanında bitivermişti öfkeyle.

 

"Seni aşağılık herif! Şampiyonumu bir yumrukla nakavt ettin seni pislik!" diye bağırdı. Alparslan onu umursamadan yürümeye başladı.

 

"Yarın yine burdayım anlaştık seninle unutma. " dedi yürümeye devam ederken.

 

....

 

Yüreğindeki acıyı bastırmak için bedenine eziyet ediyordu Alparslan. Günlerdir çıktığı ringde kendine işkence ediyordu. Yaraları kapanmadan yenilerini ekliyordu. Bir gece daha işkenceyle bitmişti. Yağan yağmurda yürüyordu yalpalayarak. Ağzı yüzü kan içindeydi yine. Gök delinircesine yağan yağmurda yürüyecek takati yoktu. Tutunduğu duvardan destek alarak biraz daha yürüdü. İt kopuk dolu semtte kaldığı pansiyona yürüyerek gidecekti o hâliyle. Uzaktan onu izleyen iki kişi ellerinde bıçaklarla yaklaşırken önünü keserek para isterken, Alparslan'ın giymeye mecali olmadığı için elinde taşıdığı montunu çekip aldı bir tanesi. Evire çevire baktıktan sonra iç cebinden çıkardığı cüzdana baktı.

 

Alparslan'ın umurunda olmazken yaptıkları son anda cüzdanında Eylül'ün fotoğrafı olduğu aklına geldi.

 

"Baksana! Cüzdanda bir fotoğraf var onu bana verin içindeki para sizin olsun. " dedi. Elinde cüzdanı tutan adam açarak baktı içine. İçindeki para ve kartları alarak cüzdanı Alparslan'ın üzerine geri fırlattı. Onlar için zor olmamıştı bu sefer ki soygunları. O yüzden geri vermişlerdi cüzdanı.

 

Alparslan yerdeki yağmur suyun içine düşen cüzdanı alarak açtı. Eylül'ün fotoğrafını çıkarıp yağmura karışan gözyaşlarıyla baktı.

 

"Neden nefret edemiyorum senden? Yaptıklarına rağmen neden hâlâ seni çok özlüyorum kadın? Neden bu kadar çok canımı acıtıyorsun? Neden hâlâ fotoğrafına bakmaya bile kıyamıyorum? " diye sayıklamaya başladı. Fotoğrafın üzerine düşen yağmur damlalarını temizleyerek eliyle yağmurdan korudu.

 

"Pardon yağmuru sevmediğini unutmuşum. " dedi fotoğrafı ıslak tişörtüne sürerek kurutmaya çalışırken."Bir daha olmaz. " diyerek avucunda sakladığı fotoğrafla ayağa kalktı. Zoraki yürüyüşünü devam ettirdi. Nihayet pansiyona ulaşmıştı. Nancy yine onu kapıda karşılamıştı.

 

"Az kaldı. Bu gidişle üç-beş güne öldürürsün kendini. " dedi Nancy. Alparslan onu umursamadan yürümeye devam etti. Odasına vardığında kendini o hâliyle yatağa bıraktı. Arkasından odaya giren Nancy,

 

"Kendini öldürmek için bu kadar acı dolu bir yol seçecek ne derdin var gerçekten merak ediyorum. " diye söylenerek üzerini örterek. Hem bedenindeki, hem de yüreğindeki acı ile karanlığa kapattı gözlerini.

 

 

Loading...
0%