@eelliiffiippeekk
|
Parça parça dökülür ya umutlar sonbahar yaprakları misali. Soğuk fırtınalar estiğinde kapılarını örtersin üstlerine dışarda kalırlar hani. Baştan yazmayı yeğlersin hayatı.
Müdahale odasından çıkan doktorun karşısına dikildi Galip.
"Durumu iyi mi? " alacağı cevaptan ölesiye korkuyordu.
"Tansiyonu oldukça düşük. Kan tahlili sonuçunlarından sonra durumunu değerlendireceğiz. Şu an için korkulacak bir şey yok. " doktor söylediklerinden sonra giderken Galip almayı unuttuğu nefesi usulca çekti ciğerlerine yutkunarak. Duvardan aldığı destekle yere oturdu. Dirseklerini dizlerine dayayarak başını iki eli arasına aldı. Sessizce fısıldadı.
"Şükürler olsun iyi... şükürler olsun..." az sonra müdahale odasının kapısı çaldı. Sedyede baygın yatan Eylül'ü müşade odasına götürüyorlardı. Galip hemen peşine düştü. Gözünü bir saniye dahi Eylül'ün üzerinden ayıramıyordu.
....
Çıkan kan tahlili sonuçları için gelmişti doktor. Eylül'ü muayene ederek bekleyen Galip'e döndü.
"Bünyesi oldukça zayıf düşmüş. Ciddi bir vitamin, mineral ve beslenme şart. Tansiyonu sekize beş. Komaya girmediği için şanslı. Burda belirli bir takviye yapacağız ama kesinlikle ilaçlarını aksatmadan kullanması gerekiyor. En önemlisi beslenme, vücudu ciddi derecede susuz kalmış."
"Kalıcı herhangi bir soruna yol açmaz değil mi? "
"Şu an için böyle bir risk yok ama bu durumun uzun süreli devam etmesi böbrekleri için geri dönülmez sorunlara yol açabilir. "
"Anladım sağ olun. " Galip sıktığı dişleriyle bir kere daha Eylül'e döndü. Solgun tenine ölü toprağı serpilmiş gibiydi.
....
Saatler sonra Eylül kendine gelebilmişti. Üst üste takılan serumlardan sonra Eylül'ün durumu biraz toparlanabilmişti.
"Duygu'yu aramam lazım merak etmiştir şimdi, Rüzgar da ağlamıştır şimdi. " Yorgun sesi tükenmişliğini haykırıyordu. Oldukça da kısıktı sesi. Galip, Duygu'yu arayarak telefonu Eylül'e verdi. Eylül'ün tahmin ettiği gibi Duygu meraktan deliye dönmüştü. Durumu kısaca özetleyerek Rüzgar'ı sordu. Oğlunun iyi olduğunu öğrendikten sonra kapatmıştı telefonunu.
Doktor gelmiş detaylıca anlatmıştı her şeyi. Eylül sessizce dinlerken Galip cevap vermek zorunda kalmıştı her seferinde. Doktor hastaneden çıkmasına izin vermişti. Taburcu işlemlerinden sonra Eylül aynı ruhsuzlukla, sessizce bakıyordu cama. Telefon konuşmasından sonra tek kelime çıkmamıştı ağzından.
"Seni eve bırakayım. " dedi Galip. Eylül yorgunca başını salladı hafif. Galip yavaşça topladı üzerindeki örtüyü. Eylül yataktan inecekken Galip izin vermeden kucakladı.
"Yürüyebiliyorum. " Eylül'ün itirazını görmezden geldi Galip.
"Yürüyemezsin diyen mi var? "
"Galip yere bırakır mısın beni? "
"Hişş! Laf dinle az! " Galip'in kızması Eylül'ü eskilere götürdü. Huyu bunca zaman hiç değişmemişti, hâlâ dediğim dedik o adamdı.
....
Günler geçmesine rağmen Eylül toparlanamıyordu. Ne olduğu sorulduğu an nefessiz kalıp bayılıyordu. O yüzden kimse Alparslan ile ilgili tek bir şey sormuyordu.
Serhat uzun uğraşlar sonucu ulaştığı adrese gidiyordu. Ağaçlık göl kenarına ulaşırken elindeki kağıda bir daha baktı. İlerdeki evdi. Yürümeye devam ederken iskeledeki Alparslan ve yanında kıkır kıkır gülen kıza çattığı kaşları ve şaşkın bakışlarla baktı.
Layla sara hastasıydı. Üç gün önce kriz geçirmesi sonucu Alparslan onu hastaneye götürdüğünde öğrenmişti. İlaçlarını almasına rağmen kriz geçirmesinin sebebi ruhsal olarak çok yıpranması olduğunu söylemişti doktor. Moralinin iyi olması gerektiğini özellikle belirtmişti. Alparslan bilmediği abilik duygusunu büyük bir korkuyla öğrenmişti kardeşinin gözleri önünde düşüp çırpınmasında. Onu kaybetmekten öylesine korkmuştu ki onun bir daha üzülmesine izin vermeyeceğine yemin etmişti daha tanıyalı birkaç gün olmuşken. Layla günlerdir abisini bir parça gülümsetmek için yapmadığı şebeklik kalmamıştı. İki gündü Alparslan onu üzmemek için çabalarına karşılık veriyordu. İçindeki kasırgaya rağmen kardeşine gülümsüyordu.
Alparslan göle attığı oltaya takılan balığı çekti. İğneden ayırdığı balığı kovaya koyacağı sırada kovanın boş olduğunu görmesiyle kardeşine döndü.
"Balıklar nerde? " diye sordu çattığı kaşlarıyla. Layla haberi yokmuş gibi uzak davrandı.
"Bilmem. Kaçmışlar herhalde. "
"Kaçmışlar öyle mi? "
"Neden olmasın! Çok akıllılarmış demek ki. "
"O akılda tatlı bir cadının eli olabailir mi acaba? " Layla daha fazla dayanamayarak kahkahalar attı.
"Ne yapayım kıyamadım. Günah ya! " Alparslan o tatlı haline dayanamadan gülümsedi. Ona sarılan kardeşine kolunu sardı.
"Aç kaldık ama bu akşam. " Layla kovadaki balığıda göle tekrar bırakırken bir daha sarıldı abisine.
"Ben yakışıklı aşkımı aç bırakır mıyım hiç! Ben bir makarna, köfte yaparım ki aklını alırım adamın. "
"İyi bakalım. Bir gramlık aklım kalmıştı onu da sen al bakalım. " diyerek Layla'nın saçlarını öptü Alparslan. İkisi sarılmış halde eve gitmek için dönmüşken Serhat arkalarında duruyordu.
Alparslan bir anda karşısında gördüğü Serhat'la şaşırıp kalırken, gördüğü manzarayı yanlış anlayan Serhat öfkeyle bakıyordu.
"Yazıklar olsun! Bu koluna taktığın tıfıl için mi terk ettin Eylül'ü. O kız ne halde biliyor musun sen? " Serhat'ın söylediklerinden durumu yanlış anladığını anlamıştı Alparslan. Layla abisi gibi çattığı kaşlarıyla,
"Sen kime tıfıl diyorsun hop! " diye sesini yükseltirken Alparslan kardeşine,
"Hadi güzelim sen eve git ben gelirim şimdi. " dedi. Layla itiraz etmek için,
"Ama- " demişti ki Alparslan sözünü kesti.
"Hadi! " dedi sert sesiyle. Layla sıktığı dişleriyle kabullenerek giderken Serhat alaycı bir gülümsemeyle baktı.
"Güzelim? Sen ne zaman bu kadar düştün, hani Eylül için ölürdün? Bu mu lan senin aşkın, bu mu lan adamlık? "
"Hâlâ onunla görüşüyor olmanıza şaşırdım. "
"Ne diyorsun sen Alparslan? Neyden bahsediyorsun Allah aşkına? Lan seni ayağımın altına alır eşşek sudan gelene kadar döverim. Ulan bunu yapacak bir adam değildin sen! Ne değiştirdi seni bu kadar? "
"İhanet... " Alparslan'ın söylediği ile Serhat öylece bakakaldı.
"İhanet mi? " diye sordu kendi kendine. "Ne saçmalıyorsun oğlum sen? Topla pılını pırtını İstanbul'a dönüyoruz! "
"Ben hiç bir yere dönmüyorum. Bundan sonra da dönmeyeceğim. Burası iyi böyle. "
"Ne demek dönmeyeceğim? "
"İşlere burdan devam edeceğim. Yarın kendime bir ofis bakacağım. Annemde gelecek birkaç güne. Burda yaşayacağım. "
"Ne saçmalıyorsun Alparslan? Bu kadar basit mi her şey, Eylül- "
"Yeter!!! " diye bağırdı Serhat'ın sözünü keserek. "Onun adını duymak istemiyorum! Ben bundan sonra burda yaşayacağım. Bir daha Türkiye'ye dönmek gibi bir niyetim yok kendini daha fazla yorma!"
"Ulan delireceğim! Ya sizin aranızda ne geçti olay bu raddeye geldi? "
"Git ona sor! Yüzü varsa yaptıklarını, tezgâhladıklarını, işbirlikçisini anlatsın! "
"Günlerdir Eylül'ün ağzından tek kelime çıkmıyor. O kız bir yerde düşüp kalacak kimsenin haberi olmayacak, sen ne saçmalıyorsun? "
"Ayakta alkışlanacak performans! Şaşırmadım beni aylarca inandırdıklarından sonra! " diye dalga geçti Alparslan yüreği cehennem ateşi gibi yanarken. Yüreğine kabul ettiremiyordu dilinden dökülenleri, aklından geçenleri. Serhat'a sırtını dönerek, "Ben burda iyiyim. Dönmeye de niyetim yok. " dedi.
Serhat yumruk olmuş ellerini daha da sıkarken öfkeyle,
"Ulan garsoniyere çevirmişsin burayı utanmadan birde saçma sapan konuşuyorsun! " dedi. Alparslan öfkeyle döndü Serhat'a,
"Asıl sen saçma sapan konuşma! " diye bağırdı. Serhat'ta onun gibi sesini yükseltirken,
"Çok mu zoruna gitti! " diye bağırdı.
"Evet! "
"Oooo çokta kıymetiliymiş küçük hanım! "
"Tahmin bile edemeyeceğin kadar! " Serhat sıktığı yumruğunu Alparslan'ın suratına geçirdi.
"Ne halin varsa gör! Ama unutma pişman olup döndüğünde daha beter edeceğim seni. Kırılmadık kemiğini bırakanın ... " diyerek sırtını döndü öfkeyle. Alparslan, Serhat'ın o yanlış anlamasını umursamadan gitmesini izledi.
....
Vakit kaybetmeden Türkiye'ye dönen Serhat şahit olduklarını kabullenemiyordu. Alparslan'ın nasıl öyle bir şey yaptığını aklı almıyordu. Kardeşim dediği adamı tanıyordu ve onun şahit olduğu şeyleri yapacak biri olmadığını bildiği halde bir çıkar yol bulamıyordu. Kafayı yiyecek hâle gelmişti. Eylül'e ne söyleyeceğini bilmiyordu.
Bilemediği için şirkete Derya ile Duygu'nun yanına gidecekti. Serhat telefonda bir şey söylemeyince Duygu Alparslan'ın da yanında olduğunu düşünerek Eylül'e haber vermişti. Serhat'ın döndüğü haberini alan Eylül hemen şirketin yolunu tutmuştu.
Serhat delirmiş gibiydi. Saatlerdir içinde tuttuğu öfkeyi, siniri eşyalardan çıkarmış, bütün ofisini kırmış, dağıtmıştı. Duygu ile Derya korku dolu gözlerle izlemişti yaptıklarını. Derya korkuyla,
"Serhat yeter ..." diyebildi. Beş yaşından beri tanıdığı adamın ilk defa bu denli delirdiğini görüyordu.
"Delireceğim! Ulan delireceğim! " Duygu konuşmaya cesaret edemezken Derya sordu.
"Ne oldu? Alparslan'ı neden getirmedin? "
"Alparslan halinden gayet memnun, hiç merak etmeyin! " diye bağırdı sesi duvarlarda yankılanırken. "Beyefendi kendine yeni bir sevgili bile yapmış! Takmış koluna on sekiz, on dokuz yaşlarında bir tıfıl 'ben böyle iyiyim sana güle güle ' dedi. Göl kenarında muazam manzaralı birde ev tutmuş küçük hanıma! Tek laf ettirmeyecek kadar da kıymetliymiş güzeli! Eylül umurunda bile değil! " son cümlesinde içi acımıştı.
Duygu kapıda, günler sonra gözünden yaş aktığını gördüğü Eylül'e çaresizce baktı. Serhat'ın söylediklerini duymuştu. Duygu enişeyle baktı.
"Eylül... " Demesiyle Serhat ile Derya'ın bakışları Eylül'ü buldu. Eylül, Alparslan'ın döndüğünü sandığı için gerçekleri anlatmak istediği için gelmişti. Serhat sıktığı dişleri arasında bir küfür savurdu. Derya ne diyeceğini bilemeden öylece bakakaldı. Eylül ağır adımlarla sırtını döndü tek kelime etmeden.
Kimse tek bir şey diyemeden birbirlerine bakarken Eylül, Alparslan'a ne olursa olsun asla gerçekleri söylememeye karar vermişti bundan sonra.
Galip hastane koridorunda yürüyordu. Bir kadın sürekli aynı şeyleri tekrar ediyordu. "Çok iyi biraz daha gayret! Bebeğin için biraz daha gayret! " kararsızca sesin geldiği kapısı açık odaya girdi. Eylül doğum sedyesinde, doğum yapıyordu. Tanımadığı yabancı bir adam Eylül'ün elini tutuyordu. Sonra bebek sesi yankılandı duvarlarda. Doktor bebeği Eylül'ün kucağına bırakırken Eylül o adama döndü.
"Oğlumuz doğdu nihayet! " dedi. Kabullenemediği manzaraya bakamıyordu. Koşar adımlarla çıktı oradan. Alparslan elinde bir buket kırmızı gül ile karşıdan geliyordu. Kapısını açarak içeri girdiği odada uzun siyah saçlarında kırmızı kurdele olan bir kadın vardı. Kucağındaki pembeler içindeki bebeği Alparslan'ın kucağına verdi. Alparslan gülümseyerek kucağındaki bebeğe,
"Hoş geldin prensesim " diyerek öperken Eylül'ün gülen sesi yankılandı beyninin içinde. Bir an ellerine baktı. Bir elinde silah varken diğer avcunda altın vardı. Kapısını açtığı odada Eylül vardı kucağında bebeğiyle. Rüzgar kocaman bir adam olmuş annesinin hemen yanıbaşında duruyordu. Kardeşinin yanağını okşuyordu. Tanımadığı o adam kucağında iki kız çocuğu ile oturuyordu. Omuzlarından dökülen bukle bukle sarı saçları Eylül'ün küçük birer kopyası gibiydiler. Kızlardan biri,
"Baba bir daha kardeşim olursa kız olsun bu sefer. " dedi. O adam gülerek öptü kızının saçlarını.
"Olsun babasının bir tanesi. " Eylül kahkahalarla güldü.
"Babanız doğuracaksa olur. Gözün doysun be adam beş tane çocuğumuz var. Allah olamayanlara versin. " Rüzgar o adama dönerek,
"Baba kardeşim bana benzemiyor mu? " dedi gülerek. Rüzgar'ın o adama baba demesine öylece baktı yutkunarak. Başını iki yana salladı.
"Rüzgar bir başkasına baba diyemez...olmaz...olmaz. " diye sayıklarken sırtını döndü. Yağmur yağıyordu, her yer sular altında kalmıştı. Dizine kadar gelen suyun içinde koşuyordu. Bir anda kendini taş konağın bahçesinde bulurken bahçenin ortasında masmavi bir göl vardı. Etrafında fıstık ağaçları vardı. Eylül dizlerine kadar inen buz mavisi bir elbiseyle, elinde hasır bir sepetle o mavi gölün etrafındaki fıstık ağaçlarının diplerinden çilek topluyordu. Babası dokundu omuzuna.
"Oğlum sen daha hazır değil misin? " diye sordu. Tanıdığı tanımadığı bir sürü kişi vardı etrafta. Çok kalabalıktı. Düğündü. Onun düğünüydü. Epey uzaktaki masada tek başına oturuyordu gelin. Gözleri bir kere daha Eylül'e kaydı. Kucağındaki sepet ağzına kadar çilekle doluydu. Eylül çok mutluydu.
"İnsan kendi düğününe böyle mi gelir oğlum? Bak gelin seni bekliyor. "
"Baba ben gelin falan istemiyorum. Baba Eylül, Rüzgar... " nefes alamıyordu. "Baba Rüzgar yok. " babası bağırıp söyleniyordu. İlk defa babasını böyle öfkeli görüyordu. Ne söylediğini anlamıyordu. Gözleri deli gibi Rüzgar'ı arıyordu. Her koştuğunda düşüyordu. Ayağa kalktıkça bir daha, bir daha düşüyordu. Eylül elinden tutup kaldırırken gülümseyerek baktı yüzüne.
"Sana çilek topladım. " dedi hasır sepeti ellerine tutuştururken.
"Sen aldın benden! Her şeyimi sen aldın benden!!! " diye bağırıyordu tanıdık bir ses. Kim olduğunu çıkaramıyordu. Ama Eylül'e bağırıyordu sesin sahibi. Tek bildiği Eylül'ü korumaktı. Eylül'ü arkasına aldı. Uçurumlardan düştü üst üste. Göğsünde kan vardı ayağa kalktığında. Uçurumun kıyısında Eylül elinde sepetle ona gülümsüyordu. Eylül'ü itmek için biri vardı arkasında. Sepetin sapında iki bayaz güvercin vardı.
"Eylül! Eylül! Eylül dikkat et! İtecek seni Eylül! " diye bağırırken tırmanmaya çalışıyordu. Bir kurşun sesi yankılandı beyninin içinde...
"Eylül...! " diye sayıklayarak sıçradı olduğu yerde. Kan ter içinde kalmıştı. Omuzundan sarsan adama baktı. Cami imamıydı ve tanıdıktı.
"İyi misin evlat? " diye sordu tanıdık gülümsemeyle.
"Be...ben..." diye sayıklarken boğulacak gibi öksürüğe tutuldu. İmam efendi sırtını sıvazladı.
"Camide sıcak ama buz gibi olmuşsun sen. "
Dakikalar sonra Galip kendini toparlamış, daha iyiydi.
"Ee? Anlat bakalım içerisi mi daha kötü dışarısı mı? " diye sordu yaşlı adam o yüzünden hiç eksik etmediği gülümsemeyle. Galip yutkunarak baktı karşısındaki yaşlı adama.
"Bilmem. " dedi. "Hangisi daha büyük hapis bilmiyorum. Hangisi elimi kolumu daha sıkı bağlıyor bilmiyorum. "
"Hâlâ aynı yerde misin? Daha bir arpa boyu yol alamadın mı? Hayata çelme takıp galip gelemedin mi?"
"Hayatıma çelmeyi ben taktım şimdi de şikayet etmeye hakkım yok. "
"Epey yol almışsın evlat ama bir arpa boyu yol gidememişsin. Anlat bakalım ne gördün seni öyle tir tir titreten? " Galip gördüğü rüyayı anlattığında yaşlı adam derince bir nefes alarak konuştu
"Nasip evlat nasip. Ondan öteye yol yok zaten. O kızcağızın elinden tut uçurumlardan düşmesin. " Galip acı bir şekilde güldü.
"O benim elimi tutmaz ki. "
"Elinden tutmuyorsa yüreğinden tut. Kader gayrete aşıktır evlat, her kapının anahtarı sabır ile edilen duadır. Sen tevekkül et gerisi teferruattır. "
"Yıllardır tek bir dua ediyorum Eylül iyi olsun, mutlu olsun yeter. Ben yandığım ateşten şikayetçi değilim. Kendi elimle yaktım kül olana kadar yanmaya da razıyım."
"Eksik dua ediyorsun evlat, etme! Ne istediğine, ne söylediğine dikkat et. Emeksiz ekmek olmaz, gayretsiz nasip olmaz. Ne istersen onu alırsın, ne istediğine, ne dilediğine iyi bak. Hazine sonsuz sen içinden ne almak istediğine bak. "
"Uzak bir hayalden bile daha uzak benim istediğim."
"Uzaklar yürünmek içindir."
"O uzaklara yürüyecek dayanağım yok. "
"Hele bir bismillah diyerek yola çık elbet dayanacak bir dal parçası bulursun." dedi en son yaşlı adam. Galip öylece baktı adamın yüzüne. O yaşlı adamla hapiste tanışmıştı. Bir iftira yüzünden dokuz yıl hapis yatmış ve nasipte buda varmış diyerek bir kere bile halinden şikayetçi olmamıştı. Her şeyde bir hayır vardır diyerek dua etmişti yıllarca. Tesadüfi bir şekilde suçsuzluğu ortaya çıkmıştı. Galip ile bir yıl aynı koğuşta ceza doldurmuşlardı. Galip düştüğü dipsiz kuyudan onun sayesinde çıkmıştı. Musa Hoca babasının dualarıydı ona göre.
|
0% |