@efiahopia
|
❈❈❈
Çürük tahtaların rutubet kokusu ve çıtırdayan odun sesleri zihnimi ele geçiriyordu. Göz kapaklarım ise o kadar hantaldı ki, etrafa bakınabilmek için kendimi zorlamam gerekmişti. İlk başta her şey bulanıktı, sonra sonra şekil almaya başladı birtakım nesneler. Eklem yerlerimde acı hissederken doğrulup oturdum öylece.
Görüş açıma ilk giren şey taş şömine ve içerisinde yükselmekte olan ateşti. Dikkatli bakınca, orada yanmaktan kararmış asılı bir çaydanlık bile görmüştüm. Kaynayan suyun çıkardığı ıslık sesi, odadaki sessizliği bozan tek şeydi.
Etraf sıcak ve loştu. Hemen başucumda, bir adam boyu yükseliğe konulmuş küçük bir gaz lambası ilişti gözüme. Yattığım yerin ayak ucunda ise giyotin pencere bılunuyordu. Baktığımda, perdesi eski koyu renk bir kumaşı ve aralık kalan kısımdan gökyüzünün karanlık olduğunu seçebiliyordum. Güneş henüz batmıştı ve ufukta kızıl emareler bırakmıştı.
Üryan ayaklarımı yataktan indirip evin içinde yavaşça adımlamaya başladım. Bu bir takım gıcırdamalara sebep oldu. Şöminenin hemen yanında duran tek kişilik berjer koltuk ahşap oymaydı ve minik çiçekleri olan bir desene sahipti. Hoş bir görüntüsü olsada temiz olduğu söylenemezdi. Yatağın hemen karşısında ise beton mutfak tezgahı karşılıyordu beni. Tahtadan terekler, birbirinden farklı desen tabakları bir arada tutuyordu. Biraz ötesinde ise çiziklerle dolu tahta bir masa mevcuttu.
Kulübe denilecek bu küçücük yerde her şey bir aradaydı. Elim koltuğun derin oymalarında gezinirken bir takım sesler duydum ve hemen ardından kulübenin kapısı açıldı.
Ormanda beni kurtaran o koyu tenli kız gelmişti. Kollarına yerleştirdiği odunlar ellerini kullanmasına engel olmuş olmalıydı ki açtığı kapıyı yine büyük bir gürültüyle tekma atarak kapatıverdi. "İhtiyar?" diye seslendi bir yandan bana bakarken. Odaya göz attığında farketti bahsettiği kişinin burada olmadığını.
"İhtiyarı gördün mü?" soğuk bir şekilde konuşurken, odunları şöminenin yanına yerleştirip ellerini silkti.
"Uyandığımda kimse yoktu." dedim tedirginlikle.
Kaşları anlamışcasına kalkarken başını salladı olumlayarak. Bir yandan da odunların kıymıklarını temizlemek için üzerini silkeliyordu. Ayağında, dizlerinin üstüne gelen bağcıklı koyu çizmeler vardı. Salaş balon kol bir gömlek ve üstünde ise sadece kalçalarını örten koyu yeşil bir tunik giymiş, ince belini ortaya koyan geniş, bağcıklı bir kemer takmıştı. Bacağında ki deri taytı ise oldukça yıpranmış gözüküyordu.
Giyimi ortaçağ modasını andırsa da ortaçağ da olmadığımı bilecek kadar ayıktım.
Belkide değildim.
Her neyse.
"Konuşmak istiyorum." dedim, sesimin içime kaçmaması için özen gösterirken.
"Daha iyiysen konuşabiliriz."
"İyiyim."
İyi miydim?
İyi olduğumdan değildi ya, konuşabilmek için geçiştirilmiş bir cevaptı.
"Pekala, otur." dedi, yatağı işaret ederek. Ben titrek adımlarla yatağa ilerlerken o tezgaha ilerledi. Mutfak raflarına uzanarak bir bardağı eline aldı ve şöminedeki çaydanlıktan bir şey doldurdu. Ardından yanıma gelerek sıcak bardağı bana uzattı.
Kendime gelmek amaçlı uzattığı şeyi yudumladım. Çay vermişti. Sanki uzun zamandır boğazımdan bir şey geçmiyordu ve bu iyi gelmişti neticede.
"Adın ne?" dedi, çayımı yudumlamamı bekledikten sonra.
Neden bilmiyorum ona ismimi söylemek gelmedi içimden. Burası gerçekse ve ben böyle bir yere düştüysem bile, kim olduğumu söylemek için çok erken diye düşündüm.
En azından şimdilik yalan söylemek istiyordum.
"Lila." deyiverdim birden. En yakın arkadaşımın ismiydi.
"Pekala Lila, neden buraya geldin?" diyerek ikinci soruyu sormuştu. Hala buraya bile isteye geldiğimi düşünüyordu.
Peki ama neden?
"Ben, bilmiyorum. Ama neden geldiğimi değil, nasıl geldiğimi burada ne aradığımı bilmiyorum." dedim umutsuzca. "Kendimi nasıl anlatırım o konuda da emin değilim ama yalan söylemiyorum, gerçekten!" Yüzüme düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına alıp devam ettim. "Ne olduğunu anlamadan kendimi burada buluverdim. En son büyükannemle beraberdim." dediğimde, kalbime büyük bir kasvetin yerleştiğini hissetim.
O, gerçekten ölmüş müydü?
En son ki görüntüsü, sanırım bayılmadan önce gördüğüm son şeydi.
Gözlerimin dolmasına engel olamadım.
"Peki büyükannen nerede?" dedi, merakla.
Büyük bir arbede yaşanmıştı bunu biliyordum fakat büyükannem gerçekten ölmüş müydü, işte ondan emin değildim.
Yine de belki olanları anlatırsam, bana yardımcı olurdu. Bu yüzden kabullenmekten korktuğum şeyleri bile dile getirecektim.
"Galiba onu kaybettim." sesim, titriyor, konuşurken boğazımda hissettiğim o yakıcı sıvı konuşmamı engelleyecek kadar kendini gösteriyordu.
Kadının kaşları çatıldı. "Öldü mü?"
Bu kadar mesnetsiz bir şekilde sormasına öfkelendim içten içe.
"Bilmiyorum, emin değilim. O yaşadığım an gerçek miydi rüya mıydı ayırt edemiyordum."
Gerçekti, sadece kabullenmek istemiyordum. Hoş, şimdi bile ayırt edebildiğim söylenemezdi ya neyse.
"Siz dünya varlıklarının rüyalarla gerçekleri ayırt edebilecek bir zihin gücü olduğunu duymuştum."
Normal bir ruh halinde olsaydım bu söylediği şeye gülebilirdim belkide. Fakat dudağımı oynatamayacak kadar bitkin hissediyordum.
Dünya varlıkları mı?
Zihin gücü mü?
"Bunun özel bir güç olduğunu düşünmüyorum." dedim, ufak bir kinayeyle.
"Ama öyle." diyerek ısrar etti. "Bizler rüya görmemek üzere eğitiliriz, eğer eğitilmezsek gerçeklikleri karıştırıp deliririz."
"Öyle mi? Ben dünya varlığıyım, peki siz kimsiniz?" deyiverdim.
"Biz Kuvars halkıyız. Ama sen zaten bunu biliyorsun."
"Ne dediğin hakkında en ufak bir fikrim yok." dedim, anlamsız bakışlarımı genç kadının yüzüne dikerken.
Gözlerini devirerek baygın bir nefesi serbest bıraktı. "Benimde senin hakkında en ufak bir fikrim yok."
Ses tonu, içinde ufak sinir kırıntıları barındırıyordu.
"Buraya nasıl geldiğini bilmediğini iddia ediyorsun, o halde şöyle başlayalım seninle." diyerek, yönünü tamamen bana çevirdi. "Dünya ve bizim evrenimizin arasında ki kapıyı öylece açıp giremeyeceğin malum." dedi, onu tasdik etmemi bekler gibi. Halbuki boş bakışlarımla karşılıyordum onu.
"Pekala," sakin kalmaya çalışıyordu. "Diyelim ki tamamen tesadüfen burada olduğunu iddia ediyorsun. Fakat bu evrene gelebilmen için kapıya bir kurban vermen gerek ve sen bununda tesadüfen olduğunu mu söylüyorsun?"
Önce alık alık baktım, ardından küçük bir kahkaha döküldü dudaklarımdan. "Ya sen ne anlatıyorsun?" Sinirle yükselen kahkaham biraz daha devam etmişti. "Bende ciddi ciddi dinliyorum seni. Bu evren zımbırtısını daha önce duymadım ama iyiki de duymamışım." Tekrar histerik bir kahkaha döküldü dudklarımdan.
"Birde kapıya kurban veriyoruz öyle mi? Ayin yapmadan gelemiyoruz yani bu Kuvars denen yere." Kahkalarım kesilmiyordu ve bu oldukça sinir bozucu olmalıydı ki karşımda ki genç kadının kaşları çatık, gözleri kısıktı ve öylece beni izliyordu.
"Kusura bakma," dedim hâlâ gülerken. "Anlattığın hikaye çok orjinal fakat benim biraz sinirlerim bozuk. Sen devam et lütfen."
Sessiz ve alaycı kahkahalarım devam ederken beni durduran şey, genç kadının keskin ve sert sesi oldu.
"Sen benimle dalga mı geçiyorsun?"
Gülüşüm soldu ve ikimizde biraz öylece bekledik. Bu, onun beni ve benimde onu anlayabilmem, ayrıca bazı şeyleri sindirebilmemiz için küçük bir zaman dilimiydi sadece.
"Asıl sen benimle dalga mı geçiyorsun." dedim, büyük bir ciddiyetle. Sorduğum soru aksi veya ters değildi. Gerçekten merak ettiğim bir konuydu bu.
"Anlattığın şeylere inanmamı beklemiyorsun herhalde. Özellikle şu evrene gelebilmek için kapıya kurban verilmesi kısmından bahsediyorum."
"Pekala, belki ben yalan söylüyorum. Ama tabiat senin yüzüne gerçekleri vurduğunda da ona böyle söyleyebilecek misin? 'Ey tabiat, benim dünyama benzemiyorsun, benimle dalga mı geçiyorsun?' diyebilecek misin?"
Sinirli fakat sakindi. Derin bir nefes alıp kısa bir an gözlerini yumdu."Burada gerçekleri söylediğinden şüphe etmemiz gereken biri varsa o da sensin. Belki de zarar görmemek için hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranıyorsun."
"Neden beni dinlemiyorsun. Yemin ederim ben buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Dediğin bu yer başka bir evren olsun, tamam. Kabul ediyorum. Şimdi de evime geri dönmek istiyorum artık. Otobüs, araba... Herhangi bir şey yok mu?"
Bu defa esmer kadın gülmeye başladı. Gülüşü beyaz ve sıralı dişlerini ortaya çıkarıyordu. "Yani sen buraya nasıl geldiğini gerçekten bilmiyor musun? Bana bin kez 'bilmiyorum' desende sana inanmayacağım. O yüzden senin yerinde olsam, doğruları konuşur ve nasıl geldiğimi anlatırdım."
"İnan bana neden bahsettiğini hiç bilmiyorum." derken sesim tonum samimiydi. Bahsi geçen kapı neydi, neredeydi, hiç bilmediğim bu yerde ne işim vardı ve nasıl bir belanın içine düşmüştüm bilmiyordum ve bu bilinmezlik aklımı yitirmeme neden olacaktı.
O an şaşkınlığın verdiği bir titreme dalgası tüm vücudumda hissedildi. Sonra anladım ki bu yalnızca şaşkınlık değil korkuydu.
Kaybetme korkusu.
Az önceki dalgavari halimden eser kalmamıştı. Tüylerim diken diken olmuş, vücudumu bir ürperti ele geçirmişti.
"Kapıya kurban vermek diyordun değil mi?"
"Evet, ne buradan dünyaya, ne de dünyadan buraya kimse elini kolunu sallaya sallaya giremez."
Eğer bu kadının anlattığı saçmalıklar doğruysa, eğer gerçekten bir kurban verilmesi söz konusuysa büyükannem bu evren için kendini kurban etmişti ve karşılığında beni buraya göndermiş olmalıydı.
İyi de, büyükannem beni hiç bilmediğim bir evrene neden göndermek istesindi ki?
Peki gerçekten böyle bir yer var mıydı? Böyle bir şeye inanmak mantığıma ters kalıyordu. Peki gerçekten benim burada ne işim vardı.
Eğer son zamanlarda basit şeyler yaşamış olsaydım, bu deli saçmasına asla inanmazdım fakat anlattıkları yaşadıklarımla örtüşünce bir yerde mantıklı geliyordu.
Bakışları soğuktu, ne ufak bir acıma ne de halime üzülen bir kadın yoktu karşımda. İfadesizlik maskesi elindeydi ve istediğinde takıp çıkarabilecek bir gücü vardı, anlamıştım.
"Bana açık konuşursan sana yardımcı olabilirim. Fakat bu şekilde bir yere varamayız ve ben seni uzun süre saklayamam."
Netti.
"Be- ben emin değilim ama..." dedim, cümleler ip gibi dilime dolanırken. Emindim halbuki. "Sanırım buraya gelmeme sebep olan kişi büyükannem."
"Nasıl yani?"
"Büyükannem beni göndermiş olmalı. O, bir şeyler yapıyordu ama ne yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Derin bir uykudan kalkmış gibiydim. Sonra bir hançer hatırlıyorum. " Sesim titredi. "Solgun yüzü gözümün önünde hala, vücudunun kızıla boyandığını anımsıyorum sadece. " İçli bir nefes ciğerlerimi terk etti. "Söylemesi benim için zor."
"O halde büyükannen seni göndermek için kendini kurban etmiş ama neden?"
Çok normal, çok basit bir olaymış gibi konuşuyordu. Sanki o an sayısız cinayet görmüş bir insanın ifadesizliğine bürünmüştü.
"Dünyada önemli biri miydin? Neden gönderdi seni buraya?"
"Sıradan bir öğrenciydim işte, ayrıca buraya gelmeyi ben istemişim gibi konuşuyorsun." Ses tonum ciddiydi. "Ben ne yaşadığımın farkına yeni yeni varıyorum, bu bahsettiğin evren zımbırtısı hakkında da hiçbir şey bilmiyorum."
"Ama büyükannen biliyordu, seni buraya öylesine gönderdiğini zannetmiyorum. Bir şeyleri eksik anlatıyorsun sarı kafa."
"Ne yazık ki bunun nedenini artık öğrenemeyiz öyle değil mi?" dedim, bastırılmış bir sinirle. "Ayrıca sana ne anlattıysam, o. Gözümü açtığımda buradaydım ve bu benim irademle gerçekleşmedi."
"Anlattıkların mantıklı ama sorgulanabilir, seni tanımıyorum ve güvenmek için bir sebebim yok."
Nasıl bu kadar duygusuz olabiliyordu, kahretsin!
"Peki böyle bir durumda ben neden yalan söyleyeyim, ayrıca geri gitmek istiyorum burada bir fare gibi saklanmak değil!"
Duygu karmaşası yaşadığım için dışa vurumlarım dengesizdi fakat o bunu umursamadı.
Sadece yüzünde alaycı bir ifade oluştu, sanki ona çıkışan ben değilmişim gibi.
Şüpheyle tekrar sordum. "Gidebilirim değil mi?"
Dudağı kıvrıldı, bu durumdan bir nevi zevk alıyor gibiydi.
"Tanzanitlilerden birini senin için kullanabilirim. Evrenimizin bir şey kaybedeceğini zannetmiyorum."
Sanırım az önce birini öldürmekten bahsetmişti. Ümitsizce göz devirdim.
"Ayrıca seni saklamaya meraklı falan değilim, çok istiyorsan gidebilirsin."
"Neden saklıyorsun beni, o adamlar kimdi?" Sorumu duyar duymaz sırıtışı genişledi ve kalkıp o garip çaydan kendine de koydu.
"Benim fikrimi mi soruyorsun yoksa kitaptan mı cevaplayayım."
Anlamsızca baktıktan sonra cevapladım. "Her ikiside."
"Bana sorarsan sadece nefes alıp veren et yığınları, oksijen tüketip durmaktan başka bir vasıfları yok anlayacağın."
Bu genç kadının birini sevebileceği şüpheliydi fakat bu denli nefret etmesinin sebeplerini düşünmeden edemedim.
Ben düşüncelerime dalmışken tekrar konuştu."Ama gelgelelim onlar, Tanzanit kentin müdavim fedaileri. Açıkçası tükenmekte olan insanlar içinden seçilmiş az çürükler diyebilirim."
Beynimin içinde Tanzanit, fedai tükenmek kelimeleri döndü dolandı. "Neden onlardan bu kadar nefret ediyorsun peki?" diye soruverdim.
Bakışları bir anlığına beni buldu ve tekrar önüne döndü. "Kendimce sebeplerim var."
"Beni neden saklıyorsun?"
"Başına gelecekleri bildiğim için."
Ani bir şaşkınlıkla kaşlarım havalandı.
"Ne gelecekmiş benim başıma?"
Büyük bir bıkkınlıkla gözlerini devirdi. Sanki konuşmaktan sıkılmış gibi iç geçirdi az sonra. Yine de beni cevapsız bırakmadı.
"Türlü türlü işkenceler, artık aklına ne gelirse. Ölmek istersin ama öldürmezler."
Bir şey söylemek için dudaklarım aralandı fakat beni bölen kapı sesi dikkatimi dağıttı. Gıcırtı, odada büyük bir gürültüye sebep olmuştu.
Hemen sonra kapıda bir karaltı belirdi ve içeri girdikçe karaltı, beli bükülmüş yaşlı bir kadına dönüştü. Elinde ki bir çeşit değneği tahta zemine yaslayarak zorlukla içeri adım attı, ardından bir şey farketmiş gibi benim bulunduğum kısma baktı.
O an gözlerinin olmadığını farkettim ve bu ürkmeme neden oldu. Göz yuvaları kapanmış ve içe göçmüştü, karşımda ki görüntü beni huzursuz etti.
Gözleri yoktu fakat beni görebiliyordu sanki.
Tedirgin bir şekilde adını bile bilmediğim genç kadına baktım. O da yaşlı kadını izlerken bana baktığını farkedince gülümseyerek göz kırptı.
"Hisleri çok iyidir."
Anladığımı belirtircesine gözlerimi yumdum. Yaşlı kadın içeri girip kapıyı yine büyük bir gıcırtı eşliğinde kapattıktan sonra şöminenin yanında ki eski berjere bıraktı kendini.
Derin bir iç çekti ve farkedilmeyecek kadar hafif el hareketleri yaptı. Konuşamadığını da farkedince içten içe üzüldüğümü hissettim.
Yaşlı kadın el hareketlerini yapmayı bırakınca, genç olan sanki görüyormuş gibi elini salladı.
"Farkındayım ihtiyar, fakat onu bırakamazdım."
Odaya girdiğinde bana sorduğu kadın buydu. İhtiyar tekrardan ellerini hareket ettirdi fakat bu, dünyada ki alfabeye pek benzemiyordu. Gözlerimi kısarak izlediğimde anlama ihtimalimin yükseleceğini düşünmüştüm.
Yanılmışım.
Bunun üzerine genç olan tekrar bir cevap verdi. "Canı cehenneme!"
Yaşlı kadın sinirlenmiş olacak ki bize arkasını döndü ve o şekilde oturmaya devam etti.
"Ne söylüyor?" dedim, duymamasını umarak.
"Şehirde seni arıyorlarmış, hatta kasaba pazarına kadar inmişler. Burada olmanın tehlikeli olacağını söylüyor."
Kaşlarım çatıldı.
"Neden beni arıyorlar?"
Histerik bir şekilde güldü ve olumsuz bir şekilde başını salladı gülerken.
"Yüzyıllardır buraya gelen olmadı, kimsin ve neden geldin, bunu bilmek istiyordur."
İstiyordur mu, kim?
"Kimden bahsediyorsun?"
Yüzü buruştu, dudakları tiksinç bir hal aldı.
"Kara Varis. Tanzanit kentin son varisi yani. Gelmiş geçmiş en zalim lider."
Zihnimde, korkularımı kemiren bir kurt meydana geldi o an. Nedense bu beni ürpertmişti. Genç kadın devam etti.
"İhtiyarı görüyorsun değil mi?"
"Evet." dedim, durumun farkında olduğumu belirten bir ifadeyle.
"Onu bu hale o getirdi. Öldürmediği için teşekkür bile edemiyorsun gördüğün gibi."
Kurt büyüdü, büyüdü.
"Bunu o mu yaptı gerçekten?"
Bu soruyu sorma ihtiyacı hissetmiştim, zira bir insan bu denli kötü olabilir miydi, sorgulamak istiyordum.
"Onu bulduğumda, kasaba pazarının bir köşesine bırakılmıştı." Bakışları, o günü hatırlıyordu, bunu harelerine yerleşen o ince hüzünden sezebiliyordum. Belli etmek istemiyordu fakat üzülüyordu.
"Her yeri kan içindeydi, sinekler kaplamıştı üstünü başını. Kimse yardım etmedi ona, neden biliyor musun?" dedi, nefretle.
"Neden?" deyiverdim birden.
"Çünkü o Kara Varis öyle istedi. Onu bu hale getirdikten sonra sanki bir leşmiş gibi fırlattı bir tarafa. Kaç gün öyle durdu bilmiyorum, ölmemişti de. Mucize gibi..."
Ardından yumruklarını sıktı sinirle. Sol kaşının üzerinde beliren damar bunun en büyük belirtisiydi.
"Bir kişi bile ihtiyara dokunmamış o lider bozuntusunun korkusundan. Onun zerresi kadar zalim olsam o pazarda tek bir canlı bile bırakmazdım ya neyse."
"Gerçekten mucize gibi." dedim, şaşkınlıkla.
"İşte bu yüzden seni saklamalıyız. Eline geçtiğin anda başına neler gelir bilemiyoruz."
Bu mevzuyu ciddi olarak düşündüğümde gerçekten korkunç bir durum olduğunu farkettim. Bir insan nasıl böyle gaddar olabilirdi. Yaşamını durdurmak belki onun için daha kolay olurdu fakat bunu yapmamıştı.
Şimdi bu genç kadın ise, amacını ortaya sunmuş, o zalim adama karşı beni koruduğunu açıklamıştı.
Peki bunu gerçekten bana merhamet ettiği için mi yapmıştı?
"Eğer dünyaya dönebilirsem-"
"Bunu unut." dedi, lafımı keserek. "Buraya nasıl geldin bilmiyorum ama buradan gitmek öyle kolay olmayacak. Kapıyı tutmuşlardır bile. Geri dönme ihtimalini düşüneceklerdir."
"Peki ben ne yapacağım burada." Göz kapaklarım korkuyla genişledi. "Ya yakalanırsam, ya saklayamazsan?"
"Eğer dediğimi yaparsan bir müddet saklanırsın, daha sonra bir açık bulabilirsek seni kapıya götürürüm."
Sormaya bile dilimin varmadığı fakat sormak zorunda kaldığım bir şey kalmıştı.
"Peki birini kurban vermek zorunda mıyız?"
"Yoksa kapı açılmaz." dedi, net bir şekilde.
Sıkıntılı bir nefes verdim. Kimsenin benim için ölmesini istemiyordum. Genç kadın yüzümde ki ifadeden çözmüş olacak ki omzuma hafifçe vurup konuştu.
"Üzülme, senin için en kötüsünü seçeceğim. Vicdan azabı çekmene gerek kalmaz."
Çaresizce gülümseyerek cevapladım onu.
"Ne kadar rahatladığımı anlatamam."
Belli belirsiz gülümsedi o da. Hemen sonra ayağa kalkıp mutfak tezgahına ilerledi. "Bu arada," dedim arkasından seslenerek. "Adın ne?"
Dönüp bana baktı, sanki düşünceli gibiydi. Acaba o da isim konusunda bana yalan mı söylemek istiyordu diye düşünürken "Paloma" dedi.
'Paloma' diyerek fısıltıyla tekrarladım ismini. Koyu esmer tene ve iri kirpiklerin ardındaki siyah harelere sahip, cesur kız.
...
|
0% |