Yeni Üyelik
6.
Bölüm

KARA VARİS

@efiahopia

Günışığı göz kapaklarımdan içeri sızıyordu. Karanlığın içinde karıncalanan düşüncelerim gözlerimin önünde dans ediyordu sanki. Ve zihnimin kanlı boğumlarına yerleşen tınılar, beni kendime gelmeye zorluyordu.

 

"Tehlikeli olduğunun farkındayım ama yapmak zorundayım, biliyorsun."

 

Tınılar yerini fısıltılara bıraktığında önce garipsediğim ve yabancıladığım, ancak artık tanıdık gelmeye başlayan sesin kime ait olduğunu kestirebiliyordum. Paloma ve ihtiyarın konuşmalarına kulak misafiri olmak için gözlerimi açmamaya karar verdim.

 

Paloma'nın tehlikeli olduğunu söylediği şey benim burada ki varlığım olabilirdi ve bu beni huzursuz ediyordu.

 

"Eğer onu getirmeseydim şuan zindanda çürümeye mahkum edilecekti nesini anlamıyorsun."

 

Fısıltılı sesi başta dudak şıpırtısı gibi gelsede, kulaklarımın iyi duyması başka bir gerçekti. Benden bahsettiği gerçeği de gün yüzüne çıktığı gibi kendini buna mecbur hissetmeside vicdanımı rahatsız ediyordu.

 

Kısa bir an sessiz kaldıktan sonra tekrar konuştu Paloma.

 

"Ona bende güvenmiyorum ama Kaizer'in ellerine bırakamazdım. O çok güçsüz, bunu hissedemiyor musun? Senin benim gibi değil, dayanamaz."

 

Bana güvenmiyordu, bunu anlıyordum. Kaizer'de dün akşam bahsettiği şu herif olmalıydı. Söylediği şekilde dayanamayacağım bir işkence görür müydüm gerçekten bilmiyordum. Ayrıca bana ihtiyarın işkence gördüğünden bahsetmişti fakat kendisini hiç bu konuya dahil etmemişti.

 

"Bir süre saklayacağım, çocuklara zarar gelecek bir şeyi zaten devam ettiremem."

 

Çocuklar mı?

 

Yeni bir şey daha öğreniyordum. Bir de çocukları mı vardı? Eğer işler tehlikeye girerse beni bırakmaktan çekinmeyeceğini çok daha net anlamıştım. İşler sarpa sardığında yalnız kalacaktım.

 

Zaten hiç kalabalık olmamıştım...

 

Yattığım yerde huzursuzca kıpırdanırken, sanki yeni uyanıyormuş gibi gözlerimi ovuşturarak etrafa sersemce bakışlar attım. Yavaşça gerindiğimde tüm kaslarımın sızladığını hatta acıdığını iliklerime kadar hissettim.

 

Sanki dün bizi kovalayan adamlar gece haberim olmadan beni hırpalamışta sonra tekrar bu yatağa bırakmış gibi bir sızıydı.

 

"Günaydın." dedim yinede çatallı çıkan sesimle.

 

"Solarae." diye karşılık verdi Paloma. "Hazırlan bakalım, çıkıyoruz."

 

Solarae? Sanırım o da bana günaydın demek istemişti.

 

"Bir şey mi oldu?"

 

"Askerler kasabada seni arıyorlar. Buraya gelmeleri an meselesi." Elinde eski bir beze sarılmış ekmeği bana uzattı az sonra. "Bunu al."

 

Söylediğini yapıp ekmeği aldım. Sert oluşu hayal kırıklığına yol açmıştı. Dünden beri bir şey yemediğimi hatırladım.

 

"Nereye gidiyoruz?"

 

Tam arkasını dönmüştü ki sorumla tekrar bana dönerek baştan aşağı süzdü beni. "Kasaba pazarına, ama bu kıyafetlerle değil." derken, parmağını bana dikerek aşağı yukarı hareket ettiriyordu.

 

Söylediği şeyle kendime dönüp şöyle bir baktım. Beyaz askılı geceliğim bu ortama tamamen zıt dururken, üzerine yapışan toz ve pislik beni iyice dışlıyordu bu insanlardan. Bu şekilde yataklarında uyumama izin verdikleri için ayrıca teşekkür etmeliydim. Ya da etmeyebilirdim. Bu yatak zaten pek hijyenik durmuyordu.

 

Tüm bunların dışında şu anda daha büyük bir problem vardı. Askerler kasabadaysa, neden oraya gidiyorduk?

 

"Ama dedin ki-"

 

"Ne yaptığımın farkındayım, merak etme." dedi, beni bölerek. "Pazarı didik didik etmişlerdir, köylere ineceklerinden eminim. Şuan bizim için en güvenli yer orası."

 

Anladığımı belirtircesine başımı salladım. "Ne giyeceğim peki?" derken, ellerimi açıp vaziyeti gösterdikten sonra onun koluna astığı kumaş parçasına gözüm ilişti.

 

"Bunu giy." diyerek uzattı elindeki kıyafeti. Elbiseye uzanıp omuz kısımlarından sarkıtarak inceledim.

 

Tamam, benim geceliğim berbattı fakat bu kıyafetin yanında oldukça şık olduğu kesindi. Rengi beyaz mıydı yoksa beyazdan dönme gri miydi çözememiştim. Ayrıca bir kaç yerinde alakasız renklerde yaması bulunuyordu. Düşüncelerimde ki memnuniyetsizlik yüzüme de yansımış olacak ki Paloma, "Pis değil, sadece eski, idare et." deyiverdi, çabasız bir sesle.

 

Onun ikazından sonra ifademi düzeltmeye özen gösterdim. Pis bir kıyafet olsaydı bile benim için uğraşılıyordu. Karşılığını bu şekilde vermem pek hoş değildi açıkçası. Bu hareketimden dolayı kendime kızdım ve elime aldığım kıyafeti tek kelime bile etmeden çabucak üzerime geçirdim.

 

Kollarının ve boynunun etrafında yaldızı yıpranmış şeritler vardı. Eminim ki yeniyken daha güzel bir elbiseydi bu. Az sonra duvarda asılı olan ve içerisi yer yer pas tutmuş, kirli aynaya baktım. Göz altlarım yorgunluktan mıdır yoksa deliksiz uyumaktan mıdır bilinmez, şişmişti. Yeşil harelerim de daha bir soluk duruyordu sanki, renklerimi kaybetmiş gibiydim. Benzim sarımtrak bir haldeydi. Kısaca berbattım.

 

"Saçlarını bağla, sarışınlar burada dikkat çekerler." dedi Paloma aceleyle ve elime kaşe kumaş, eski; kahverengi bir pelerin tutuşturdu.

 

Paloma'nın söylediği her şeyi yerine getirirken, tek gözlü odada izleniyormuşum gibi hissettim. Gözlerim ihtiyar kadına takıldığında ürperdiğimi itiraf etmeliyim. Sanki gözlerinin yokluğu ondan bir şey eksiltmemiş gibi, dağlanmış çukurları ensemdeydi. Öylece ayakta dikilmiş beni izliyordu.

 

Tedirgin ve çabuk hareketlerle pelerini üzerime geçirip, beze sarılmış ekmeği elime aldım. Son olarak pelerinin kukuletasının sarı tutamlarımı kapattığına emin olduğumda tamamdım.

 

Tam kapıya yöneldiğimiz anda ani bir hareketle geri dönen Paloma, taş şömineye eğilerek bir şeyler yaptı. Sonra bana dönerek "Yaklaş." dedi, hızla. Ardından yüzüme yaklaştırdığı elinde ki siyahlığı farketmemle, parmaklarının kaşlarımla buluşması bir oldu.

 

Kaşımı boyamıştı.

 

"Neden?" diye soruverdim boyadığı kaşlarımı çatarak.

 

"Kaşların sarı saçlarını ele veriyor."

 

Kendi dünyamda ırkçılık mevcuttu fakat burada bu durumun sarı saçlılara yapıldığına şahit olmak beni epey şaşırtmıştı. Hemen sonra Paloma dış kapıyı yine büyük bir gıcırtı eşliğinde açıp kafasıyla bana 'çık' işareti verdi ve ardından ihtiyar kadına seslendi.

 

"Buraya gelirlerse başının çaresine bakarsın."

 

Hızla konuştuktan hemen sonra kapıyı sertçe çekerek kapattı. Dışarı çıktığımda esen rüzgar, soğuk havayı hassas tenimle buluşturmuştu. Etraf, üzerinde ki çiğ taneleri henüz kurumamış çimen kokuyordu. Griye çalan gökyüzünde ise, havanın ayazını kıramamış güneşin solgun ışıkları, dalların arasından ince ince toprağa sızıyordu. Soğuk bir yel estiğinde çiçekleri dağılan karahindibalar, uçuşan toz zerreleri gibiydi.

 

Tek bir yere bakarken sanki tüm orman avucumun içindeymiş gibi her şeye hakimdi bakışlarım. Az önce çıktığım o tek gözlü eve çevirdim yüzümü. Ormanın içersinde, seyrek ağaçların göbeğinde bulunan bu kulübe, doğaya gizlenmiş bir kaya parçasını andırıyordu. Az önce bu küçük gibi görünen, gerçektende küçük olan fakat göründüğü kadarda ufak olmayan kulübenin mimarisi ilgi çekiciydi.

 

Geldiğim dünyadan pek bir farkı yoktu bana göre. Yoksa burası zaten benim dünyam mıydı? Saçmaladığımın farkında olarak dünyadayken Asar ile konuşmalarımız geldi aklıma. Kulaklarımı tıkayarak dinlemediğim her şey şimdi karşımda kanlı canlı duruyordu. Ama o tüm bunları nereden biliyordu? Tüm bu düşüncelerimden beni çekip çıkaran bir ses duydum.

 

"Hızlan!"

 

Bu ses tabii ki Paloma'ya aitti. Uzun ve hızlı adımlarla aramızdaki mesafeyi daha da açarak yürümeye devam ediyordu. Yürüyüşü o sert karakterini ele vermeyek kadar ahenkliydi. Zarif fakat bir o kadar ölümcül duruyordu. Onu tanımadan önce sadece zarif bir kadın görülebilirdi fakat ben onun ölümcül taraflarına da şahit olmuştum.

 

"Sana bir şey sormak istiyorum." dedim, titreyen dudaklarımın arasından. Bana verilen pançoya sımsıkı sarılmak soğuğu bir nebze önlese de, üşümem konusunda pek fayda sağlamıyordu ne yazık ki.

 

"Sor bakalım," Göz ucuyla bana bakıyordu.

 

"Kim bu Kara Varis?"

 

Hızlı adımlarından ödün vermeden devam etti yürümeye. Derin bir nefes aldı ama konuşmayı reddeder gibi sustu. Onun hakkında konuşmak Paloma'yı huzursuz mu ediyordu, yoksa korkutuyor muydu kestiremiyordum.

 

Kendi düşüncelerimle boğuşurken Paloma'nın zarif fakat sert çıkan sesi, tüm bu sessizliği bozdu. "Tanzanit Hükümdarı. Gölgelerin son varisi. Bizleri pek sevmez çünkü kendi halkını bizlerden üstün görür. Ayrıca geçmişten kalan bir hesabı var Kuvarsla. Bu yüzden bizde onu sevmeyiz."

 

"Siz kimsiniz?" deyiverdim birden.

 

"Bizler..." duraksadı. "Bizler Kuvars halkıyız. Güneşin doğduğu şehrin insanlarıyız yani." İç çekerek gülümsedi. "Ya da artık doğamadığı."

 

"Nasıl yani?" dedim şaşırarak. "Güneşin doğduğu şehir ne demek?"

 

"Burada güneş Kuvars'tan yükselir," parmağıyla sağ tarafı işaret ediyordu, hemen sonra sol tarafı gösterdi. "Ay ise Tanzanit'ten."

 

Bu durumu fazlasıyla garipsedim. Eğer benimle dalga geçmiyorsa bu oldukça tuhaf bir durumdu.

 

"Fakat dünyada-"

 

"Dünyada nasıl olduğunu biliyorum Lila fakat gel gör ki burası dünya değil, düzen sizin evreninizden daha farklı işler."

 

Ben şaşkınlıkla tekrar bir soru soracaktım ki eliyle elimde ki beze sarılı ekmeği işaret etti. "Bir yandan karnını doyur, sonra vakit bulamayabilirsin."

 

Dediğini yaparak elimde ki sertleşmiş ekmekten bir parça kopartıp ağzıma attım. Dünden beri bir şeyler yemediğimi hatırlayınca, mideme giden bu bayat ekmek bile çok iyi gelmişti.

 

"Peki," dedim, ekmeği çiğnemeye çalışırken. "Nasıl oluyor bu? Yani güneş sağdan sola gittiğinde tekrar Kuvars'a nasıl ulaşıyor eğer düzen farklıysa?"

 

Ormanda ki patika yol bir araba yoluyla kesiştiğinde durdu ve yolun ilerisini gözlemlerken beni yanıtladı.

 

"Güneş ve ay tam tepede buluşur." dedi, tekrar bana bakarken. "O sırada Kuvars'ın Tanzanit'e yakın bölgelerinde gece, Tanzanit'in Kuvars'a yakın bölgelerinde ise gündüz olur. Sonra ay ve güneş doğdukları yere geri giderler."

 

Şaşkınlıktan ağzıma attığım ekmek parçasını çiğnemeyi unutmuş, öylece bakakalmıştım.

 

"O halde bazı kısımlarda hiç gece ve gündüz olmuyor, öyle mi?"

 

"Aynen öyle, çabuk kaptın." dedi, kibirli bir şekilde gülümseyerek.

 

Kaşlarım hayretimi gizleyemecek kadar havalanmıştı.

 

"Ama anlamadığım, Kara Varis'in sizinle alıp veremediği ne?"

 

"Yüzyıllar önce, Kuvars'ın varisiyle bir anlaşmazlık yaşamışlar. O gün bugündür Kuvars'a zulmetmek için elinden geleni yapıyor."

 

"Yüzyıllar önce mi? Kaç yaşında bu herif?"

 

Dudağının kenarı kıvrıldı. "1600 küsür olmalı."

 

Söylediği o ütopik rakamı duyunca, boğazıma kaçan ekmek parçasına engel olamayarak öksürmeye başladım. "1600 küsür mü?" dedim, aciz bir çabayla öksürürken.

 

"Dediğim gibi, bu evren dünyadan daha farklı işler. Zamanda böyledir. Kara Varis kadar olmasada, biz Harmonlar da uzun yıllar yaşarız."

 

Harmonlar, öyle mi?

 

"Çok garip." dedikten hemen sonra bir kere daha öksürerek boğazımı temizledim. Demek bahsettiği tüm bu zulüm, yaşlı bir bunağın eseriydi.

 

Beni onaylarcasına başını salladı.

 

Ağzıma bir lokma daha atarak konuşmaya devam ettim. "Mantığıma oturmayan çok şey var ama. Mesela Kuvars'ın başında bir lider yok mu? Neden bahsettiğin bu zulme göz yumuyor?"

 

Paloma sıkıntıyla yerdeki bir dal parçasını alarak toprağı eşelemeye başladı. "Soyu devam eden bir varis yok ne yazık ki. Şuan kenti yöneten kişi bir güneş soylusu değil."

 

"Peki," dedim, söylediği ayrıntıyı çokta önemsemeyerek. Ekmeğin son lokmasınıda ağzıma atıyordum o sırada. "Neden bu kadar kötü olan birine baş kaldırmıyorsunuz?" diyerek başka bir soru yönelttim. "Öyle ya, onu bu konumdan indirecek olanlar yine sizler değil misiniz?"

 

"Sorun şu ki, halk bunu istemiyor." dedi, yolun ilerisine doğru boynunu uzatırken. "Buna bende dahilim."

 

Diğer insanları tanımamış olsamda, Paloma kendini ezdirecek birine asla benzemiyordu. Yine de Kara Varis'e karşı çıkmaması için kuvvetli bir sebebi olmalıydı.

 

"Ona muhtacız." dedi sessizce, içimi okumuş gibi. Bunu söylemek utanç veriyor olmalıydı ki oldukça sessiz bir şekilde dile getirmişti.

 

"Bazen," derin bir nefes aldı. "Zalim bir lider bile halkını ayakta tutabilir."

 

"Ama siz onun halkı değilsiniz."

 

"Orası öyle."

 

"O halde ona muhtaç da değilsiniz."

 

Beni küçümser gibi gülümsedi. Açıkçası bu tavrı sinir bozucu olsada duygularımı ele vermedim. Sonrasında bakışlarını gökyüzüne dikti. Hava bozuyordu.

 

"Kuvarstayız Lila." dedi, hala gözkyüzüne bakarken. "Güneşin şehrindeyiz ama şu göğün haline bak."

 

Başımı, tekrar kaldırdığımda, az önce gördüğümden daha farklı bir manzarayla karşılaşmadım fakat ufak bir aydınlanma yaşadım. Sanırım Paloma'nın ne demek istediğini anlıyordum.

 

"Yoksa," dedim gözlerimi kısarak. "Kara Varis sizi bununla mı tehdit ediyor. Karanlıkla..."

 

Güldü.

 

"Tam tersi." dedi, elini şıklatarak. "Bizi karanlıkla koruyor."

 

Bu defa alayla gülme sırası bendeydi.

 

"Nasıl?" Kafam çok fazla bilgiye maruz kalmanın etkisiyle karışmıştı fakat bunu belli etmedim.

 

"Güneş Kuvars'ı terk ediyor." Kafamın karıştığını anlamıştı. "Bizim için aydınlık, karanlık, ve hiçlik vardır. Gündüz yahut gece, eğer bunlardan birine sahip değilsen yok olursun." Parmağıyla bulutların ardına gizlenmiş gibi duran güneşi gösterdi. "O yavaş yavaş yok oluyor şayet Kaizer karanlığıyla bize hükmetmezse hiç oluruz. Bunun 'yok olmak' demek olduğunu anlamışsındır umarım."

 

Havalanan kaşlarım ve farketmeden açılan ağzımla Paloma'yı dinliyordum. Her şey bir masal gibi geliyordu kulağa. Ne kadar kolay söylüyordu 'yok olmak' kelimesini. O konuştuktan sonra daha da emin olduğum bir şey varsa buradan hemen gitmekti. Benden sonra yok olacaklarsa olabilirlerdi. Harmonların kıyameti gelmeden buradan tüymek istiyordum.

 

Hemde hemen!

 

Paloma düşüncelerimi okumuş gibi, dudağının kenarı şeytanice kıvrıldı. "Merak etme," dedi muzipçe. "O gün gelmeden sana veda etmiş oluruz."

 

Dudaklarımı birbirine bastırarak gülümser gibi bir hareket yaptım. Umarım dediği gibi beni buradan hemen uğurlarlardı. En azından onun için uğraştığımızın farkındaydım. Paloma'nın elindeki kuru bir dalla toprağı eşeleyişini biraz seyretmiştim ki, şuan ki normalimizin dışında bir ses duydum. Biraz daha odaklanınca bunun toprak ve taşları ezen bir tekerlek olduğu anlaşılıyordu. Araba geliyor olmalıydı.

 

"Sonunda geliyor." Derin bir nefes verdim.

 

Paloma daldığı yerden ani bir hareketle başını çevirdi ve yolun ilerisine bakınmaya başladı. "Hayır gelmiyor." dedi kesin konuşarak.

 

Bu durumu garipsedim çünkü arabanın sesini duyduğuma ve hatta duymaya devam ettiğime emindim. "Sesini duyuyorum sen duymuyor musun?" dememin üzerinden çok geçmemişti ki araba dönemecin başında göründü.

 

 

Çakıl taşlarının tekerleğin altında ezilirken çıkardığı o gıcırtılı ses çok net bir şekilde kulağımdaydı. Bize yaklaşan bu araç körüklü bir faytona benzesede, onu faytondan ayıran en önemli şey at kullanılmamasıydı. Şöför kısmı sayılan yerde oturan adam ellerini öne doğru uzatmış parmaklarıyla garip hareketler yapıyordu. Aracın nasıl çalıştığını hala anlayamıyordum. Motoru neredeydi ya da direksiyonu nasıl döndürüyorlardı?

 

Araba yanımıza iyice yaklaştığında arabanın toprak üzerinde değilde, toprağın tekerleklerin altında kaydığını gördüm.

 

Göz yanılması.

 

Kesinlikle göz yanılması.

 

Çok şey yaşadım ayrıca hala açım.

 

Gözlerimi ovuşturup tekrar baktığımda aynı şeyleri görüyordum. Kaşlarım hayretle yükselip tam o kısma sabitlendi. Sonra kıpırdamadan yavaş yavaş Paloma'ya kaydı gözlerim. O da tam sırada göz kenarıyla beni süzüyordu. Sanki gördüklerimin gerçek olduğunu doğrulamak istermiş gibi gözlerini yumdu bir an. Araba tam önümüzde durdu. Paloma boğazını temizledi uyarı dolu bir tonla.

 

Şaşkınlığımı zor da olsa gizlemeliydim. Belirgin bir sesle yutkunduğumda Paloma'nın dudağının kıvrıldığını gördüm. Tanrım, ben ne yaşıyordum böyle!

 

Yüzü rüzgardan yanık haldeki tene sahip olan arabacı, bakışlarını Paloma'ya çevirdi bıkkınca ve hemen sonra bana kaydı. Tek kaşının kalktığını görür gibi oldum. Paloma "Turabulus Pazarına gidiyoruz." dedi elini cebine atarken. Ben o sırada çabucak arkaya geçerek arabaya yerleştim. Fayton'un toz kaplanmış ve yer yer sökülmüş altın yaldızları, uzun süredir bu iş için kullanıldığını gösteriyordu.

 

Paloma cebinden madenleri çıkarmış, akabinde duyulan metallerin birbirine sürtünme sesinden hemen sonra arabaya binmişti. Derin ve keskin bakışlarla arabacıya odaklanmıştım. Bu aracı nasıl çalıştıracağını merak ediyordum. Nitekim yumruk yaptığı ellerini yavaşça açtığında bizde hareketlenmeye başladık. Araba sanki toprakla bir bütün gibiydi. Toprak arabanın altında hareketleniyor ve bu devinim sonucunda fayton tıkırdayarak da olsa ilerliyordu. Sanki tekerler bir kızak görevi görüyordu. Toprağın üzerinde kusursuzca kayıp ilerliyorduk.

 

Bu durum ne toprakta ani gürültüler oluşturuyor ne de daha farklı bir ses duyuyorduk. Yalnızca eskimiş tahtaların gıcırtıları ilişiyordu kulağıma o kadar. Bir de tekerlerin altında ezilen çakıl taşları…

 

Korkuyordum.

 

Kalbimin atışlarını boğazımda hissederken biraz daha hızlanmıştık. Adamın hareketleri yükselen hıza göre daha fevri bir hal alıyordu. Korkuyla Paloman'nın koluna yapıştım. O ise sanki her zaman bu durumu yaşıyormuş gibi sakin ve soğukkanlıydı. Tabii ki de yaşıyordu, ne zannediyordum ki? Benim tüm şaşkınlıklarımı görmezden geliyordu ve bu beni çok, hemde çok sinir ediyordu.

 

"Korkuyorum." dedim, oldukça fısıldadığımı düşündüğüm bir sesle.

 

Paloma baş parmağını dudağına götürerek susmamı işaret edince bende ağzıma hayali fermuarımı çekerek oturduğum yere sindim.

 

Ne kadar korkarsam korkayım buradaydım işte. Kukuletamla saçlarımı rüzgardan korumaya çalışarak iyice kapatırken "Buradam gideceğim." dedim, kendi kendime. Ardından orman yolunu seyre daldım.

 

 

***

 

Etimin sıkıştırılmasıyla yerimden sıçradım. Paloma elini tenimin üzerinden çekerken ben sıkıca sarındığım pelerinime daha çok sokuluyordum. Hava soğuktu ve araba durmuştu. İnmemiz gerektiğini anlayarak ve önlemlerimi alarak yavaşça aşağı indim. Gözlerim uykunun getirdiği bir ağırlıkla pusluydu. Birkaç kez kırpıştırıp odaklandığımda geldiğimiz yeri görebiliyordum artık. Kalabalık insan sesleri kulağıma ilişiyordu.

 

Hemen sağ tarafımızda taş bir köprü, onun altında ise rengi yeşile çalan mavi, pis bir akıntı salınıp duruyordu. Henüz demlenmiş yeşil çay rengindeki yayvan, geniş, ölü dalgalara sahipti. Taş duvarların arasından ürkekçe akan akıntının hemen yanıbaşına dizilmiş bir yığın satıcı vardı ve hemen hemen hepsi balık satmakla meşguldü. Kokmaması için üzerine tuz serptikleri balıkları bir yandan ıslıyor diğer yandan fiyatlarını yüksek sesle duyuruyorlardı.

 

Turabulus pazarı…

 

Oradan oraya koşuşturan; çıplak ayakları tozdan kararmış çocuklar, tezgahlarındaki mahsülleri elden çıkarmaya çalışarak bağıran satıcılar, dilencilik yapan oldukça düşkün kimseler ve müşteri olduğunu varsaydığım, diğerlerine nispeten daha derli toplu duran insan kalabalığıyla doluydu burası.

 

Akıntının etrafına sıralanan satıcılardan başka ikiye bölünen bu pazarda, her iki taraftaki binaların altında da birçok dükkan ve satıcı mevcuttu.

 

"Beni takip et." dedi Paloma, etrafı gözlemlediğimi anlayarak. Bu durumun bir sonunun gelmeyeceğinin farkında olduğundan sanırım, bana daha fazla fırsat vermeden yola koyuldu. Hava gitgide serinliyordu. Pelerinime daha çok büründüm. Paloma beni hızla çekiştirerek aceleyle yürümemi sağladı. Önümde ki uzun insan kalabalığı; iki tarafı tek katlı, rustik taş duvarların arasında volta atıyordu ve bende bu kalabalığın içinde kayboluyordum.

 

Ne kadar yürüdüğümüzü bildiğim söylenemezdi. Birkaç dakika mı? Dünya hesabıyla ne yapıyordu bu? Daha hızlı mıydı yahut daha yavaş?

 

Paloma'nın pelerinine tutunarak yürürken etrafta koşturan çocuklardan biri pelerinme takıldı ve beni çekiştirdi. Pelerinin üzerimden kayıp gitmesine sadece bir an kalmıştı ki Paloma bunu farkedip kukuletamdan beni kendine çekmeseydi yerde sürünüyor olabilirdim.

 

"Az kalsın düşüyordum." dedim, korkuyla.

 

"Daha dikkatli ol, saçlarını görürlerse seni ben bile kurtaramam."

 

Şimdi şaşkınca Paloma'nın ifadesiz yüzüne bakıyordum. Bu ırkçılık olamazdı, bu çok ama çok daha büyük bir şeydi. Neden sadece rengimden dolayı kurtarılmalıydım ki? Paloma'ya soracaklarım birikiyordu ve bunların arasında tehlike arz eden saçlarımda vardı.

 

Neyse ki ardımızda bir kaç dükkan tezgahı bıraktıktan sonra hemen solumuzda duran bir kapıdan içeri girdik. Alkol kokusu taş duvarlara sinmiş, ortalıkta rahatsız edici bir sis vardı. Etraf loştu, masalardaki irili ufaklı adamlar ve yanlarında yarı çıplak duran kadınlar içeri adım attığımız an bize dikkat kesilmişlerdi. Paloma bakışlara aldırmadan "Zarzu!" diye seslendi gür bir sesle.

 

Masadaki adamlardan biri geğirdi diğeri göbeğini sanki derisini yırtması mümkünmüşcesine kaşıdı. Başka biri sakallarından dökülen alkolü bir dikişte içti ve başka biri büyük bir tavuk parçasını iki eliyle tutarak büyük bir ısırık aldı. Yanında kadın olanlar ise onlarla ilgilenmekle meşguldü. Eski ve çürümüş tahtaların kokusu artık alkolden daha hissedilir olmuştu.

 

"Zarzu!" diye gür bir sesle tekrar denedi Paloma. İçkilerin ayrıca birkaç atıştırmalığın olduğu vitrin ve hemen önünde bulunan tezgahın oradaki kapı büyük bir gıcırtıyla açıldı. Gelen genç bir adamdı ve alnında boncuk boncuk ter birikmiş, saçları nemlenmişti. Üzerinde eski, beyaz bir gömlek vardı. Saçları kumraldı ve kirli yüzüne rağmen keskin çene hatları onu yeterince yakışıklı gösteriyordu.

 

"Geldim, geldim." dedi, gayet sempatik bir sesle. Garip bir şekilde Paloma'nın bu sinirli tavrını gayet normalmiş gibi karşılıyordu. Bilmiş ve muzip yüz ifadesi Paloma'ya baktığında simasında yer edinirken, bakışları bana kaydığında tek kaşı havalandı. Gözleri tekrar Paloma'ya kaydı. Paloma kaşlarıyla bir iki işaret yaptıktan sonra Zarzu denilen genç adam- ki gerçekten ne kadar gençti orası tartışılırdı, başını belli belirsiz aşağı yukarı salladı şüpheyle. Paloma yine hızlı hareketlerle giriş kapısının hemen sağında duran ahşap basamaklara yöneldi.

 

Son bir kez arkamı dönüp baktığımda kalabalığın arasında gözlerini enseme dikmiş birini görüyordum. Oradaydı ve kısık ve gözlerini üzerimizden çekmeden içkisini yudumluyordu. Bakışlarımı üzerine dikmekten itinayla kaçındım zira dikkat çekmek son isteğimdi.

 

Yukarı çıktığımızda rutubet kokusuyla beraber bir kaç ahşap kapı karşılıyordu bizi. Paloma beni en sağda bulunana götürünce onun burayı iyi bildiğini anlamıştım. İçeride eski püskü bir yatak, hemen yanı başında ise tahta kurularının istila ettiği bir komodin bulunuyordu.

 

Pek hijyenik olduğu söylenemezdi fakat aşağıda ki adamların hijyen aradığını da zannetmiyordum.

 

Paloma hiç bu pis görüntüden çekinmeksizin yatağa oturup çizmelerinin bağcıklarını gevşetirken odanın kapısı ani bir gürültüyle açıldı. Zarzu denen adam hemen arkamızdan gelmişti.

 

"Neler oluyor?" dedi genç adam, içeri girer girmez. "Kim bu?" bakışlarıyla beni baştan aşağı süzdü. Bu ani tepkisini kontrolsüzce bulsamda sesimi çıkarmadım. Bana kalırsa tepkisi çok ölçüsüzdü. Ne yani, Paloma herhangi bir arkadaşıyla gelmiş olamaz mıydı buraya?

 

"Zarzu!" dedi Paloma dişlerini sıkarak. İşaret parmağını dudağına götürerek sessiz olması için uyarıyordu. "Bana yardım etmen için buradayım, ele vermen için değil."

 

Az önce tek taraflı tanıştığım Zarzu histerik bir şekilde güldü. Hatta o kadar çok güldü ki, elleriyle dizlerinden destek alarak eğilecek kadar ilerlemişti bu. Sağlıklı bir gülüş olmadığı konusunda türlü yeminler edebilirdim. Sinirleri bozulmuş gibiydi daha çok. Gülüşü yerini sinirli nefes alışverişlerine bıraktığında konuştu.

 

"Sensin değil mi? Kara Varisin aradığı hani..."

 

Soruyu, reddetmemizi ister gibi soruyordu. Solukları derinleşti çaresiz bir sinirle gözlerini devirdi. "Tabii ki sensin."

 

Zarzu başını ellerinin arasına koyarak ani bir şekilde arkasını döndü sonra tekrar bize yönelerek, "Yeter artık!" diye çıkıştı Paloma'ya. "Artık riskli oyunlarına beni dahil etmekten vazgeç anladın mı? Şimdi hemen bu kızıda alıp buradan gidiyorsun, duydun mu?"

 

Paloma sessiz kalıp hareket etmeyince, Zarzu kendi kendine gülmeye başladı fakat bu daha çok endişe içeren bir gülüştü.

 

"Ne yaptın Paloma? Dünden beri tam üç kez talan ettiler burayı. Senin arkadaşın olmaktan başka suçum yok lanet olsun ki!"

 

 

"Burayı talan etmeleri benim suçum değil. Onları ben göndermiyorum." dedi Paloma, dişlerinin arasından.

 

"Bana burada ne olduğunu anlatmadan sana yardım edeceğimi düşünme sakın!"

 

"Ne kadar az şey bilirsen senin açından o kadar iyi olur." Paloma şimdi daha sakin gözüküyordu. Oldukça garipsediğim ani ruh değişimleri vardı.

 

"Tanzanitli mi bu yoksa?" dedi Zarzu kaşlarını kaldırarak. Paloma'nın onlara karşı nefretini biliyor olacak ki, beni kaçırdığını düşünmüş olmalıydı.

 

"Değilim." dedim, sessizliği bozarak.

 

Paloma, "Lila!" diyerek beni uyardı. Konuşmamı istemiyordu, fakat gecikmişti.

 

Bunun üzerine Zarzu'nun kaşları alayla havalandı. "Öyle mi, peki nereden çıktın sen bakalım? Paloma'nın arkadaşı olamayacak kadar çıtı pıtı gözüküyorsun çünkü."

 

"Yeter Zarzu! Böyle sorular sormaya devam edeceksen kendi başımın çaresine bakarım ben."

 

"Nasıl bakmayı düşünüyorsun? Hem nasıl bir akılsızlıkla buraya geldin ki? Kara Varis'in adamları burada olurlar birazdan." Zarzu'nun sesi çabasız bir tepkiyle doluydu lakin yinede sessizdi.

 

"Ama burayı aramışlardı, köye gitmeleri gerekiyor." dedi Paloma şaşkınlıkla. Böyle bir gelişmeyi beklemediği açıktı.

 

"Belki daha sonra giderler fakat bir müddet daha burada dolanacakları kesin."

 

"Kahretsin." Paloma'nın sesinde şimdi bariz bir öfke mevcuttu. Sanki sarsılmaz planlar yaratmıştı zihninde ve biri o planlara sessizce çöküyordu. Duraksadı.

 

"Onun renklerini al." diye devam etti ani bir çıkışla. Yüz ifadesi birden aydınlanmış gözüküyordu.

 

Zarzu'nun sesi şaşkınlıktan olacak, daha yüksek çıkmıştı. "Ne?" Güldü. "Ne saçmalıyorsun sen? O kızı o halde bulurlarsa beni yaşatacaklarını mı zannediyorsun?"

 

"Onu buradan ancak bu şekilde çıkartabilirim. Saklamam gerek anlamıyor musun?"

 

Renklerimi almaktan kastı neydi bilmiyordum fakat kulağa pek hoş bir şeymiş gibi gelmemişti.

 

"Neden saklaman gerekiyor? Kim bu Paloma?" Zarzu sinirlenmişti. O kadar ki ani bir hareketke bana yönelip kaşlarıma kadar çektiğim kukuletamı başımdan, "Sen kimsin?" diyerek çekti. Bu hareketine sinirlenerek onu ittirdim ve hızla kukuletamı eski haline getirdim fakat yüzümü net bir şekilde görmüş olmalıydı ki, şaşkınlıktan eli havada kaldı ve gözleri kocaman açıldı.

 

"S- ss-" dedi kekeleyerek. Daha önce hiç bu kadar dehşete düşmüş birini gördüğümü hatırlamıyordum. Hayır, doğrusu daha önce hiç yüzü aniden kireç gibi olan birini gördüğümü hatırlamıyordum, evet.

 

Dili tutulmuş gibi s harfini söyleyip durdu bir kaç kere. Fakat daha sonra iyice çözülen dili bu defa benim kaşlarımın çatılmasına sebep olacak olan bir şeyi haykırdı.

 

"Saçların..." Yutkundu. "Saçların."

 

Kaşlarım çatıldı. Evet, Paloma beni bu konuda uyarmıştı, hatta birkaç defa uyarmıştı fakat bu mevzunun bu kadar ciddi olduğunu düşünmemiştim. Zarzu'nun gözlerinde saf bir korku yer edinmiş, endişesi ise dinmek şöyle dursun artmıştı sanki. İkimiz birden Paloma'ya baktık. Elini bıkkınlıktan düşmüş yüzüne götürmüştü ve ne diyeceğini bulmaya çalışıyor gibiydi.

 

Hepimiz ayaktaydık.

 

Zarzu telaştan titreyen elleriyle Paloma'yı omuzlarından tutup sarstı. "Buradan gitmeniz gerek, hemde hemen!"

 

Paloma omzunu tutan elleri bir çırpıda uzaklaştırdı. "Yeter Zarzu, düşündüğün gibi bir şey değil; her şeyi anlatacağım sadece durumu şuan açıklayamam."

 

Zarzu ne düşünüyordu ki?

 

Genç adam odanın kapısını hafif aralık bırakarak dışarı göz atıp tekrar geri kapattı sessizce. "Anlamıyorsun, Kara Varis bugün buraya gelecek. Eğer o herif bu kızı arıyorsa, sadece sen değil bende yanarım. Ama en çok bu kızın başı derde girer, anladın mı?"

 

"İşte bu yüzden onun renklerini al diyorum sana!" dedi hiddetle.

 

Neler olduğunu anlamıyordum fakat şu renklerimi n alınması konusu canımı sıkmıştı. Hiç sırası olmadığını bile bile konuştum. "Bilmem farkında mısınız ben buradayım ve renklerimi vermeyede pek niyetim yok!"

 

Renklerimle ne yapacaklardı? En önemlisi nasıl almayı planlıyorlardı. Belkide en önemlisi bu bile değildi. Önem sırasını kafamda tartacak durumda değildim.

 

İkiside sanki dünyanın en saçma ve en gereksiz konuşmasını yapmışım gibi bakışlarını dikti ve ardından gözlerini devirdi. "Seni görünmez yapacağız." dedi Paloma az önceki haline nazaran daha anlayışlı bir sesle. Kendimi tedirgin hissettim ve endişeyle ellerimi ovuşturmaya başladım.

 

Kendi kendine giden araba fikrini daha benimseyememişken görünmez olmak, ya da birinin bu güce sahip olması fikri bana çok uçarı geliyordu. Dalga geçmelerini fakat daha sonra durumumu göz önünde bulundurduğumda dalga geçmemelerini umdum.

 

Bu işlem bana yapılacaksa ne kadar tehlikeliydi ve eski halime dönebilecek miydim diye merak etmeye başladım artık. Öncelik tehlike sıram buydu şuan.

 

"Bugün Hiskapanı yanında getirirse biteriz. Renklerini almam hiçbir işe yaramaz o varken." dedi, Zarzu. Benim korkmuş halim onların umurlarında değildi.

 

Ayrıca büyük bir endişeyle bahsedilen Hiskapan neden aniden konumuza dahil olmuştu? His ve duyguları mı kontrol ediyordu, bu yüzden mi ondan korkuyorduk ya da korkmamız gerekiyordu? Cevaplanması gereken sorularım fazlasıyla birikmişti.

 

"O gelmeden gideceğiz Zarzu, şuan vakit kaybediyoruz." dedi Paloma çabucak. Zarzu elini öyle bir hızla alnına vurdu ki, vurduğu kısmın o an moraracağını belki daha kötüsü olmuş olabileceğini düşündüm. Sanki başka çaresi yokmuş gibi öfkeli ve çaresizdi.

 

"Umarım ne yaptığını biliyorsundur Paloma." dedi, kısık bir sesle. Onun için üzülmüştüm. Benim yüzümden başına bir şey gelmesi ömür boyu vicdanımda derin izler bırakacaktı.

 

"Onu odama götürmeliyiz, burada olmaz." diyerek kapıya yönelen Zarzu'nun hareketleri aceleciydi. O odadan çıkarken peşinden giden Paloma'nın koluna yapıştım. "Canım çok acıyacak mı?" dedim, titreyen bir sesle.

 

"Seni temin ederim hiç canın acımayacak." Ses tonu güven veriyordu ve beni birazda olsa rahatlatmıştı. Paloma beni korumak istiyordu. Nedenini düşünmek için, en azından şuan kendimi zorlamayacaktım. Koruma içgüdüsünün ardında yatan sebepler hiç olmazsa şimdilik tamamen göz ardıydı benim için.

 

Odadan çıktıktan sonra uzun koridorda biraz ilerledik ve ardından kapısı kırmızı renkle bezenmiş bir odaya girdik. Oda, tüm bu gördüklerimle kıyaslandığında ihtişamlı denilebilecek kadar güzeldi ve ayrıca rengarekti. Duvarlarda bir çok tablo asılıydı-ki her biri farklı hikayelerin görselleri gibi duruyordu. Yere serilmiş halı, kırmızı mavi ve yeşil gibi bir çok renk barındırıyordu içinde. Mor bir koltuk vardı odada ve kenarları altın varakla kaplanmıştı. Küçük olmasına rağmen odanın içerisine bir sürü çiçek, bitki yerleştirilmişti. Birbirine asla uymadığını düşündüğüm renkler müthiş bir kombinasyonla karşımda duruyordu.

 

"Ne yapmam gerekiyor." dedim, cılız bir sesle.

 

"Sadece bekle ve ben sana bitti diyene kadar kıpırdama."

 

Kafamı olumlu anlamda salladım ve benim için gösterdiği yerde gergince bekledim. Paloma odanın köşesinden bizi izlerken, Zarzu ellerini uzatıp omuzlarıma dokundu. Ardından omuzlarımdan tahminimce iki parmak kadar yukarı kaldırıp gözlerini kapattı. Korkuyordum ve kötü bir şey olmaması için tanrıya yalvarıyordum.

 

Çok geçmeden içimde bir karıncalanma hissettim, bu his garip hissettiren fakat öldürmeyecek kadar az olan bir elektrik akımı gibiydi ve vücudumun her zerresine yayılmış vaziyetteydi. Canım acımıyordu, yine de içimde bir şeylerin kıpırdadığını hissediyordum. Az sonra omuzlarımın üzerinde parıldayan ışıkla dikkatim Zarzu'nun ellerindeydi. Kıpırdamamamı söylediği için hareket edemiyordum fakat gözlerimi bakmaktan alıkoyamadığımdan olan biteni seyrediyordum.

 

Işık Zarzu'nun avuçlarından geliyordu ve gittikçe dahada parıldıyordu.Göğsüm heyecanla inip kalkıyordu artık. Sonra hiç beklemediğim bir şekilde, omuzlarımın üzerinde kopup ayrılan bir ışık huzmesi duvardaki tablolardan birinin üzerinde patladı. Sonra diğer omzumun üzerinden çıkan bir ışık huzmesi daha halıya düştü ve orada patladı. Hemen ardından farkettiğim şeyle şaşkınlığım çoğaldı. Vücudumdan ayrılan her bir parça parıldayan bir renkten ibaretti ve odada renklerini bulup oraya yerleşiyorlardı.

Omuzlarımdan çıkan yeşil bir renk, kendisinin benzerini bulduğunda orada patlayıverdi. Sonra grimsi bir renk, sadece grinin tonları olan tabloya doğru hızla ilerledi ve orada bir renkle çarpıştı.

 

Zarzu renklerimi alıyor ve aynı olan başka renklere yerleştiriyordu. Sanki bir ressamın tuvaldeki renklerini silmesi gibiydi bu durum. Yavaş yavaş soluyordu renklerim. Kendimi tamamen göremesemde bunu hissedebiliyordum. İçimdeki sıcaklık çoğaldı ve renkler artık daha hızlı hatta agresif bir halde sağa sola uçuşuyorlardı. İçimdeki karıncalanma hissi çoğaldı ve daha sonra yavaş yavaş yerini sıcak bir duyguya bıraktı; ardından hafif bir ürperti oyalandı zerrelerimde. Damarlarımda dingin bir akarsu geziniyordu sanki.

 

Zarzu'nun "Bitti." dediğini duydum lakin transta gibiydim. Bir nevi damarlarımda gezinen suda boğuluyordum ve duyduğum ses o suyun ötesinden geliyor gibi boğuktu.

 

Hayır, boğulmuyordum.

 

Ellerime baktım.

 

Su bendim.

 

Su kadar berraktım.

 

Vardım ve yoktum.

 

"Bitti mi?" dedim cansız bir sesle. Bunun bir soru olmadığını bildiğinden cevap vermemişti. Bende bir yanıt almayı beklemiyordum zaten. "Oturabilir miyim?" dedim bu defa. Ayakta dikilmek bu kadar yorabilir miydi birini? Bana ne yaptıysa uykumu getirmişti ve tüm enerjimi kaybetmiştim.

 

"Otur ama Kara Varis geldiğinde buradan hemen gitmen gerek." diyerek uyardı beni. Sonrasında Paloma ile konuştuklarına kulak asmadan koltuğa kendimi bıraktım. Odanın içerisinde hafif bir esintiden ibaret gibiydim. Hemen sonra bir takım gürültüler ilişti kulağıma. İnsanların huzursuz söylentileri buradan duyuluyor ve bu durum beni tedirgin ediyordu. Birden bire sanki bir hengâme varmışcasına seslerin yükselmesi garipti. "Neler oluyor?" dedim, titrek bir sesle. "Geldi mi yoksa?"

 

Paloma oturduğum boşluğa göz atarken bakışları anlamsızdı. "Kim, Kara Varis mi?"

 

"Aşağıda ki kargaşayı duymuyor musunuz?" dediğimde Zarzu irkildi ve "Hemen gelirim." diyerek hızlı adımlarla odayı terketti.

 

"Kalkabilecek gibi değil misin?" diye duymak istemediğim bir soru sordu Paloma.

 

"Çok halsizim, ne oldu bana?"

 

"Renklerin senin enerjinin bir parçasıdır. Onlar alındığı için halsiz düşmüş olman normal. Merak etme geçecektir." dedi, odanın içerisinde volta atmaya başlarken. "Umarım Hiskapan gelmeden buradan ayrılabiliriz."

 

Gözlerimi kapatıp uyumamak için büyük bir çaba sarfediyordum. "O kim ve neden ondan korkuyoruz."

 

"Ondan korkmuyorum tabii ki." dedi sanki gururundaki o kırmızı çizgiye dokunmuşum gibi. "İnan," dedim ağzımı zar zor oynatırken. "Neyden korkup neyden kormadığınla hiç ilgilenmiyorum. Sadece neden o gelmeden ayrılmalıyız, bunu merak ediyorum." dedim bıkkınca.

 

Yerinde durdu ve benim şuan bulunduğum yere odaklanadı. "Adı üstünde, o bir Hiskapan." diyerek önemsiz bir şeyden bahsediyormuşcasına tırnağıyla oynamaya başladı. "Ne hissettiğimizi anlayabilir. Heyecanımızı, korkumuzu, içimizde kabaran cesaretimizi… Her duyguyu hissedebilir. Ben hislerimi kontrol etme konusunda kendimi geliştirsemde, sen paçayı ele verirsin orası kesin."

 

Beni göremese bile hissedebilen biri gelecek ve beni eliyle koymuş gibi bulacak mıydı yani? Bunu bana en başından söyleselerdi en azında gücüm yerindeyken kaçmamın daha kolay olacağını düşünüp bu işe girişmezdim. Zaten bulunabiliyorsam görünmememin ne anlamı vardı ki? Adrenalin damarlarımda yeniden gezinmeye başlamıştı şimdi. Zihnim az önceye nazaran daha zindeydi. Yakalanma korkusu tekrar baş göstermişti vücudumda.

 

"Hemen gidelim o halde."

 

"Onlar yaklaşmaya başladığında çıkmalıyız. İnsanlar etraflarına toparlanacak ve bizi farketmeyeceklerdir bile. Şanslıyız ki kalabalık bir yerde duyguları ayırt etmesi onu biraz olsun oyalayacaktır."

 

Yavaşça yerimden doğruldum. "Onların yaklaştığını duyabiliyorum, sesleri işitmediğine emin misin?"

 

Paloma bir an durup odaklandı ve bahsettiğim seslere kulak kesildi. "Hayır." dedi basitçe. "Duymuyorum."

 

Çok garip buldum bu durumu. Oysa dışarıda ki insanların ne konuştuğunu duyabileceğim kadar netti kulağıma ilişen sesler. Biraz sonra odaya Zarzu geldi. Hareketleri aceleciydi ve yüzünde endişeli bir ifade vardı. "Paloma!" dedi, fısıltılı bir şekilde tıslayarak. "Buradalar."

 

 

Paloma'nın gözleri şaşkınlıkla açıldı ve dudakları bir şey söylemek istiyormuşcasına aralandı. Söyleyecekleri dudaklarının ötesine geçemedi. "Bu," dedi. Konuşmak için kendini zorluyor gibi gözüküyordu. "Nasıl olur?" Sinirle ellerini başının arasına aldı. "Zarzu bundan nasıl haberimiz olmaz."

 

"Kahretsin." dedi Zarzu kapıyı ardından kapatırken. "Bende anlamıyorum."

 

"Gitmeliyiz." Paloma kapıya yöneldi. "Dikkatleri üzerimize çekmemeliyiz Zarzu. Aşağı inelim."

 

"O ne olacak." Zarzu nerede olduğumu bilmeden herhangi bir yeri işaret etmişti.

 

"Halledeceğim. Sen sakin ol ve asla panik yapma Zarzu. Sana bir şey olmayacak tamam mı? Öğrettiğim gibi."

 

"Tamam." Zarzu gözlerini yumup derin bir nefes alırken göğsü yükseldi ve indi.

 

"Ben ne yapacağım." dedim, öfkeyle. Ben varmışım gibi davranıyorlar fakat ben yokmuşum gibi karar veriyorlardı. Paloma kapıyı araladı ve "Önce duruma bakacağım ardından sana ne yapman gerektiğini söyleyeceğim." dedi.

 

Odadan çıktıklarında yılgın adımlarla peşlerinden gittim. Az önce bulunduğumuz odaya gelip pencereden aşağı baktı Paloma ve Zarzu. "Kahretsin!" dediler, ağız birliğiyle.

 

Tam pencereye yanaşmak üzereydim ki, Paloma adımlarımı duyarak beni durdurdu. "Sakın!" dedi, fısıltıyla. "Sakın buradan ayrılma, ben bir yolunu bulup onları engelleyeceğim. Zarzu'nun odasına geri dön ve sakin kalmaya çalış. Duygularını ne kadar kontrol edersen o kadar iyi gizlenirsin ve ondan ne kadar uzak olursan o kadar bulunmaz olursun."

 

Ardından, tek bir söz daha etmeden hızla odadan çıktı. Zarzu tedirginlikle ellerini ovuşturup bir yandan söyleniyordu. "Mahvolduk!"

 

Korkudan adım atmayı geçtim, kılımı bile kıpırdatamıyordum artık. "K- Kara Varis gelmiş mi?" dediğimde, boğazımda ki yumru, sesimin güçsüz çıkmasına neden oldu.

 

Zarzu endişeyle sesimi duyduğu yöne baktı. "Birazdan burada olur. Hepimizi bitirebilecek biri o, her şeye hazırlıklı ol." dedi, o da odadan çıkıp beni yalnız bırakırken.

 

Kaç dakika öyle durduğumu hatırlamıyorum fakat korkunun bedenimi ele geçirdiğinin farkındaydım. Bu iki günde yaşadıklarım, bana fazlasıyla ağır gelmişti. Olası bir krizin eşiğinde hissediyordum kendimi. Patlamama ramak kalmıştı ve son bir darbeyi bekliyor gibiydim. O odaya dönmek istemiyordum. Burada beklemeyi ise hiç ama hiç istemiyordum. Pencereden aşağı baktım. İnsanlar yanlara çekilmiş, ortalarında ise atlı askerler sırtları dik, atlarının eğerlerini bir çekip bir bırakıyor, kibirli bir şekilde yol alıyorlardı. Pazarın köşesinden dönen asker kalabalığının ucunu görmek imkansızdı, bunu anlamıştım. Yine de…

 

Yine de kaçabilirdim.

 

Görünmezdim değil mi?

 

Gözlerim önce Paloma'yı aradı daha sonra Zarzu'yu bulmak istercesine gezindi bir süre. Oradalardı, han girişinin önünde. Kalabalığı yarmış ve en öne geçmişlerdi. Gizlenmek gibi bir niyetleri yoktu anlaşılan fakat benim vardı. Her şeyden önce bu lanet yerden defolup gitmeliydim. Beni böylece burada bırakıp gitmelerini mantığıma sığdıramıyordum. Saklamamışlardı henüz ve öylece kalabalığın başını çekiyorlardı. Ani bir öfke soludum. Sonrasını sonra düşünmeye karar verdim ama önce kimden kaçtığımı bilmem gerekiyordu.

 

Kara Varis kimdi?

 

Hiskapan nasıl biriydi?

 

Uğultular çoğalırken atlı askerler kenarlara dizilmeye başladılar. Sanki hep bunu yapıyormuşcasına çabasız görünüyorlardı. Az sonra ise koyu kahverengi bir atın üzerinde, kestane saçları ve buğday teniyle bir adam çıktı pazarın köşesinden. Gözleriyle etrafı tarıyordu fakat bu bir şey bulmak ister gibi değilde daha çok küçümsemek için yapılmış bir hareket gibiydi. Herkes ondan korkuyordu.

 

Hayır, aslında insanların gözünde gördüğüm şey korku değildi. Onun karşısında çıplak kalmış gibi birbirlerinin ardına sığınıyorlardı. Yüzüne bakmaktan imtina ediyor, mümkün mertebe kaçınmanın yollarını arıyor gibiydiler. Adam yaklaştıkça daha da belirginleşen siması sertti. Üzerine giydiği siyah deri zırhının savaş görmediği belli olurcasına yeni ve cilalı gözüküyordu; diğer askerler gibi başına çelik bir başlık geçirmemişti.

 

Kara Varis bu adam olabilir miydi?

 

Biraz daha ilerleyip durduktan sonra tekrar bir at nalının sesini duydum. Köşeden bir adam daha çıktı. Siyah bir pelerin giymiş, içine geçirdiği çelikten zırhı ise bu pelerinin arasından sızıyor, buğulu havanın ışıltılarıyla parlıyordu. Yüzünde ise çatık kaşlarını ve öfkeli bakışlarını ortaya koyan siyah bir maske vardı. Kukuletasının yüzüne düşürdüğü gölge sanki bir mezbahanenin soğuk ve kanlı duvarlarını hatırlatırcasına ürkünçtü. Hareketleri yavaş ve temkinliydi kabul ediyordum fakat bu bana daha çok tehditkar bir ilerleme gibi gelmişti. Önde gelen adam arkasını dönüp ona bakmış, arkadaki maskeli adam bir şeyi onaylar gibi başını hafifçe eğmiş ve yine öndeki adam atını sabit tutup yalnızca kendi etrafında dönerek konuşmaya başlamıştı.

 

"Bizi iyi dinleyin Kuvars'lılar. Şayet bugün o kadını bulur ve herhangi birinizin onu gördüğünden emin olursam, Batık zindanlarında Draveth'lere yem etmekten büyük zevk alırım. Uzun zamandır beslenmediler ve fazlasıyla açlar."

 

(böyle yapıyor çünkü en korkan kişilerden seçip kadının yerini öğrenmek)

 

Dravethler… 'Buraya özgü bir tür hayvan' diye düşündüm.

 

Ses tonu, sanki daha önce birkaç kere uyarıda bulunulmuş fakat geri dönüş olmayınca son büyük darbeyi vurmuşlar gibi bir etki bırakıyordu halkın üstünde. İnsanlar huzursuzca söylenmeye başlamışlardı.

 

'Bu kimse ortaya çıksın artık!'

 

'Hiskapan onu eninde sonunda yakalayacaktır.'

 

 

Daha bir çok konuşmayı net bir şekilde duyabiliyordum. Korkuları onları düşündürüyor ve yönlendiriyordu. Yine de kendinden emin bir tavırları olduğu da kesindi. En azından onların bir suçu yoktu ve bu yüzden hiçbir şeye yem edilmeyeceklerdi. Umarım Zarzu ve Paloma'da bu işten kurtulurlardı. Zira onların yakalanması demek benim ele verilmem demekti.

 

Hiskapan'ı da tanıyordum artık. Konuşan kişi o'ydu. Unutulacak bir siması da yok gibiydi ki bu benim için iyiydi. O beni tanıyamayabilirdi fakat ben onu tanıyordum artık.

 

Sonra tanıdık bir ses duydum. Kalabalığın karmakarışık uğultuları içerisinde kendini belli ediyor, bu fısıltı savaşını bıçak gibi kesiyordu. "Dravethlere yem arıyorsanız eğer önce kendi askerlerinizden başlayabilirsiniz. Duyduğuma göre bir kadını ellerinde tutamayacak kadar beceriksizlermiş." Öne çıkarak kollarını göğsünde birleştirdi;lp9 başı daha dik duruyordu. "Böylece bizlerde birkaç gereksiz mideyi doldurmak için fazladan çalışmak zorunda kalmayız."

 

O tanıdık ses Paloma'ya aitti. Arkası dönük olduğu için ifadesini göremiyordum ama konuşurken yüzünde o tiksinç ve küçümseyici ifadenin orada olduğuna kalıbımı basabilirdim. Ayrıca bu sözler üzerine halkın içinden kıkırtılar yükseldi ki bu durum Hiskapan olduğunu tahmin ettiğim adamı öfkelendirmişti. Bakışlarında yadsınamayacak bir öfke vardı fakat ifadesini korumaya çalışarak gülümsedi.

 

"Senin bizi mağaranda beklemen gerekmiyor muydu?" Herkesin farkedebileceği kadar iğneleyici bir tonda konuşuyordu. Dün beni kaçıranın Paloma olduğunu biliyor muydu yoksa? Ama öyle olsaydı önce o köye gelmezler miydi?

 

Paloma'nın ifadesini görseydim ona göre bir tavır takınabilirdim ancak şuan tahmin yürütüp evhamlanmaktan başka bir şey yapamıyordum.

 

"Belki mağaramda bekliyor olmalıydım ama senin gibi biriyle karşılaşmak, evrimin eğlenceli yanlarını hatırlatıyor."

 

"Bir aykırı için fazla cüretkarsın."

 

"Fazla cüretkar olan tek aykırı ben değilim."

 

Bir at kişnedi ve herkes korkuyla geri çekildi. Ardından ölüm sessizliği gibi bir şey oldu zira imseden çıt çıkmıyordu.

 

Sonra biri konuştu. Siyah maskeli, iri yapılı duran adam. "Yeter." dedi sakince. Sakinliği fazla tedirgin ediciydi. Bağırmadı ya da farklı tepkiler göstermedi. Tek bir hareketi yahut tek bir lafıyla nefes almayı unutmuştuk.

 

Evet, bende unutmuştum.

 

"O kadını," dedi yine aynı soğuklukla. "Bana getirin." Atı yavaşça kendisine açılan yolda ilerledi ve tam benim durduğum pencerenin hizasında durdu. "Ayrıca onu saklayanı bulduğumda," arkasını döndü. "Öldürmeyeceğimden emin olabilirsiniz." Tane tane ve anlaşılırdı. Bu konuşmayı yanlış bir yere çekme ihtimalim sıfırdı.

 

Öldürmeyecekti.

 

Ne demişti Paloma?

 

"Ölmek istersin ama öldürmezler…"

 

Bir ürperti vücuduma yayıldı ve tüm kıl köklerimi harekete geçirdi. Renklerim yoktu belki ama ben vardım ve titriyordum.

 

Buradan gitmeliydim.

 

İstemsizce nefesimi tuttuğumu, nefes verme isteğim yükselince farkettim. O anda Kara Varis olduğuna adım gibi emin olduğum adam yavaşça insanları izledi. Halkın üzerinde bıraktığı etkiyi görmek istiyordu büyük ihtimalle. Maske yüzünün bir kısmını kapatsa da, gözleri engin bir karanlık gibiydi ve sanki tüm bu evreni yutacak bir güce sahipti.

 

Gözleri bir şey arıyor gibi yavaşça etrafına baktı, baktı, baktı.., Ardından başını yukarı kaldırdı ve gözleri eski binaların üzerinde oyalanırken az sonra tamda benim bulunduğum kısımda arandı gözleri.

 

Bir insan bakışıyla birinin ruhunu okuyabilir miydi?

 

Okuyordu sanki.

 

Bunu bilmiyordum, bu hissedilebilir bir şeydi. Onun bakışlarını hissediyordum.

 

Beni göremediğini bilsemde onun karşısında çırıl çıplak kalmışım gibi utangaç, tedirgin ve huzursuzdum.

 

Zira en son, siyah birer alev topunu andıran bakışları, beni buldu. Aramızda mesafeler olduğunu biliyordum. Renklerim yoktu, beni göremiyordu belki. Yine de bulmuştu işte.

 

O an onun gözlerinden, sadece gözbebeğimden bile damarlarıma sızan derin bir karanlık hissettim. Kanıma karışan ve canımı acıtan enfes bir zehirdi sanki.

 

Ve bu nefret dolu bakışlar, bana hiç yabancı değildi...

 

 

 

 

Loading...
0%