@efloranizz35
|
(Barış'ın anlatımıyla)
Sarayın her zamankinden daha karanlık olan koridorlarından ilerlerken yukarıdan gelen çığlık seslerini işittim. Sesler, yukarı çıkan merdivenlere ilerlemem için işaret veriyordu.
Yukarıya doğru çıktıkça duvarda kan izleri meydana geliyordu. Arkama baktığımda göz, gözü görmeyecek bir karanlık vardı. Oralı olmadım, karanlığın beni içine hapsetmesine izin vermedim ve yukarıya doğru çıkmaya devam ettim.
Yukarıya çıktıkça çığlık sesleri daha net duyuluyordu. Merdivenlerin basamağı bittiğinde yerde kesilmiş, kıvırcık saçlar görmüştüm. Elime aldığımda bu saçların saraydaki tek sahibinin Eflora olacağı aklıma geldi. Yine bir şeye bulaşmış olması lazımdı.
Kendi salonuma doğru ilerlerken siyah sisle kaplanmıştı her taraf.
Salonumdan içeriye girdiğimde Valeria'nın asıldığını gördüm. Boynundaki halat onun nefes almasını önlemişti, ölmüştü... Onun bedeninin altında yatan kızıl saçlı bir kadın vardı. Ona doğru adım attığımda onun Litost olduğunu görmek içimi ürperttmişti.
Nefesim gittikçe daralıyordu. Zorla yutkundum ve dizlerimin üzerine çökerek elimi Litost'un boynuna nabzı atıyor mu diye bakmak için götürmüşdüm. Nabzı atmıyordu, teni buz gibiydi... Ölmüştü... "Litost..." derken titremişti sesim. Yan tarafında bir beden daha vardı. Yanına doğru yaklaştığımdaysa yüzü tanınmayacak bir vaziyetteydi. Yerdeki tacı gördüğümdeyse yatanın Nazlı olduğunu anlamıştım... Vücudunun her bir tarafında yanık vardı. Yakılarak öldürülmüştü...
Sandalyeye bağlanmış vaziyette bir kız oturuyordu. Saçları gelişi güzel omzuna kadar kesilmişti. Vücudunun her bir yanında; yanıklar ve izler vardı. Kolunda bir damga vardı... Bu damganın aynısı Valeria'da da vardı. Büyücülere yapılan bir damgaydı. Bu damga onların elinden her şeyi alıyordu: sesini, hareket edişini, gözlerini... En sonunda acılı bir biçimde ölüme götürüyordu... Bu damganın geri dönüşü yoktu, ölecekti... "Eflora..." diye fısıldamıştım. Kafasını zorlukla kaldırarak bana doğru bakmıştı. "Ben geldim güzel kardeşim, kurtaracağım seni." Eflora, ayaklarına doğru baktı, bana bir şey göstermeye çalışıyor gibiydi. Ayaklarına doğru baktığımda ayak bileğinden zincirlendiğini görmüştüm.
Gözlerimin içine hüzünle bakıyordu, "Kaybettik" dercesine. Konuşmuyordu, neden konuşmuyordu benimle? "Konuş benimle Eflora. Sinir et beni. Yeter ki konuş." umutsuzca bakmaya devam ederek gözlerini kaçırmıştı. Gözleriyle kolundaki damgayı göstermişti. Kısacık kesilmiş saçlarını okşadım ve hemen sonrasında onun bedenine sımsıkı sarıldım. Eflora'nın arkasındaki bir papatya yapraklarını döküyordu. Eflora ölüme yaklaştıkça yapraklar dökülüyordu. Tüm yaprakların dökülmesiyle Eflora daha hareket etmemişti. "Eflora?" demiştim titreyen sesimle. O ise hiç bir tepki göstermemişti. Bedenine sarılmayı bıraktığımda yüzü öne doğru düşüyordu. "Eflora?" diye yineledim. Göz yaşlarım süzülüyordu... "Ölmedin değil mi? Sen beni bırakmazsın ki?" Tepki yoktu. Ölmüştü. Bense enkazda kaldığımı kabul etmiyordum.
"Eflora? Kardeşim benim, uyan hadi buradan gitmeliyiz."
Yine tepki yoktu.
"Uykun mu geldi kardeşim benim?" cevap yoktu. Elimi saçlarına götürdüm ve okşadım. "Uyu kardeşim, uyu baş belam... Ama sonsuz olmasın... Özlerim seni." dedim hüzünle ve hemen sonrasında devam ettim, "İyi uykular minik kardeşim." demiştim ve onun oturtulduğu sandalyenin yanı başına yaslandım ve yavaşça gözlerimi kapatarak uykuya dalmıştım...
🌼🌼🌼
Sabahın ışıklarıyla kan ter içinde gözlerimi açmıştım. Etrafıma baktığımda; kendi odamda, kendi yatağımda olduğumu görmek içimi rahatlatmıştı. Gördüklerimin kötü bir kabustan ibaret olduğu konusunda kendimi avutuyordum. Bu rüya bana verilmek istenen bir mesaj mıydı yoksa sadece bilinçaltı mıydı? İlkay'la konuşmam gerekiyordu, hemde acil. Kafamı yataktan kaldırdım ve hızla üzerime doğru düzgün bir şeyler giyindim.
Açık mavi gömleğimin yanında, bordo bir kravat ve üzerine lacivert smokin; altıma, smokinle aynı renkte lacivert bir pantolon giyinmemle üzerime kahverengi cübbemi giyinerek odamdan ayrıldım.
Salonumda vakit kaybetmeden koridora çıkmıştım ve oradaki şövalye Alptuğ'nun yanına ilerlemiştim. "Günaydın Alptuğ. Prenses İlkay'a, onu toplantı salonunda beklediğimi iletir misin?"
Alptuğ, kafasını onaylar bir biçimde salladı ve hemen harekete geçti. Bense, toplantı salonuna yavaş adımlarla ilerledim. Toplantı salonuna doğru ilerlerken gördüğüm rüya gözümün önüne geliyordu.
Litost'un yerde yatan vücudu, Nazlı'nın yanmış bedeni, Eflora'nın damgalanması... Rüyamdaki çığlık seslerini tekrardan işitiyordum. Bu rüya beni çok etkilemişti...
Toplantı salonunua girdim ve oradaki uzunlama masanın etrafında yer alan sandalyelerden bir tanesini kendime doğru çekerek oturdum ve İlkay'ı beklemeye koyuldum. Dakikalar sonrasında kapı açıldı ve İlkay'ın belirmesiyle, ayağa kalktım. İlkay, telaşla yanıma doğru yaklaştı, "Bir sorun mu var Barış? Beni çağırdığını duydum apar topar geldim." dedi, nefes nefese kalmış bir şekilde.
"Öncelikle hoş geldin, İlkay."
"Hoş buldum, Barış."
"Çok garip bir rüya gördüm."
"Ne rüyası?" diye sorduğunda kaşlarını çatmıştı.
"Diğerlerinden çok farklıydı, gerçek gibiydi... Uzun zamandır bu kadar kötü bir kabus görmemiştim." dediğimde, sandalyeyi kendisine doğru çekerek oturmuştu. Kollarını önünde bağladı ve dinlemeye devam etti.
"Berfin, damgalanmıştı. Vücudunun her bir tarafında yanıklar, izler vardı. Papatya soldukça o ölüyordu..."
Yutkundu. Cevap verememişti. Anlatmaya devam ettim.
"Litost, annesinin asılmış bedeninin altındaydı. Teni buz gibiydi, nabzı atmıyordu. Ölmüştü..." onun cevap vermesini beklemeden devam etmiştim, "Nazlı, canice yakılarak öldürülmüştü. Yüzü tanınmayacak haldeydi..."
"Sarayın içinde siyah dumanlar vardı. Sarayda göz gözü görmüyordu..."
"Sence bunlar bir işaret mi?" dedi İlkay, endişeli bir sesle.
"Olabilir..."
Salona derin bir sessizlik hâkimdi. İkimizde konuşmuyorduk, düşünüyorduk.
"Rüya Krallığı'na gitmeye ne dersin?" diye bir öneri atmıştı.
"Evet, gideyim..." dediğimde yine yüzü düşmüştü. "Ama Leviathan ne olacak?" diye eklediğinde gülümsedim, "Güzel bir kraliçesi olacak."
İlkay, kaşlarını çattı ve başını 'hayır' anlamında salladı, "Sizin yerinize geçmek istemiyorum, majesteleri."
"Öyle düşünme İlkay, Leviathan'ı birisine emanet etmek zorundayım. O kişi de sensin. Halk direnişte, ailemin büyücüleri öldürdüğü; benimse tanrıçaları öldürmeye başladığımı düşünüyorlar. Tahtı sana devr ediyorum. Leviathanlılar ne diyorsa o."
İlkay'ın böyle bir şeyi istemeyeceğini biliyordum ama Leviathan'daki en güvendiklerimdendi. Rüya Krallığı'na gitmeliydim ve halkım böyle bir direnişteyken ben duymazdan gelemezdim. Hem bu Kral Nacht'ın bana göstermek istediği bir gelecekti belki de. O yüzden gitmek zorundaydım.
Litost için, Nazlı için, Eflora için, Leviathan için gitmeliydim...
"Bir kaç saate yola çıkacağım, İlkay. Her şeyi sana devrediyorum. Bir şey sorarlarsa rüyadan bahsetme. Eski dostunu ziyarete gitti de. 1 ay sonra döneceğim. Ayrıca gitmeden Berfin için bir mektup bırakacağım. Ona vermeni istiyorum."
Artık kral olmayacağım için Eflora'dan bir şey saklamaya lüzum yoktu. Ona her şeyi açıklamam ve yanında olacağımı bilmesi gerekiyordu.
"Onu sevmiş gibisiniz?" diye gülümsedi.
"Gibisi yok. Diğerleri bir kaç dakikaya ayaklanır; sonra konuşuruz, İlkay."
"Tamamdır." dediğinde toplantı salonundan ayrılmak üzere kapıya yöneldim.
Kendi salonuma doğru hızla ilerledim. Salonuma vardığımda salonun köşesinde yer alan kapıdan odama geçtim. 1 ay olmayacağım için çantamı hazırlamaya koyuldum. İhtiyacım olabilecek birkaç şeyi koydum ve çantayı bir kenara bıraktım. Gitmeye hazırdım... Bir kaç saat sonra krallıktan 1 aylığına ayrılacaktım. 1 ay bile olsa bu krallıktan ayrılıyor olmak düşüncesi canımı sıkıyordu.
(Eflora'nın anlatımıyla)
Yeni bir güne gözlerimi açmıştım. Hzlıca yataktan kalkarak, yatağımı düzelttim. Gardırobuma doğru yöneldim ve içinden siyah bir elbise aldığım gibi yatağımın üzerine koydum. Geceliğimi çıkardım ve siyah elbisemi elime alarak giyinmeye koyuldum. Arkadan elbisemin fermuarını zorda olsa kapatmıştım. Elbise yere kadar uzanıyordu ve beni oldukça zarif göstermişti. Kıvırcık uzun saçlarımı topuz yaptım ve masamın üzerinde ki parlak papatya desenleri olan tacımı kafama taktım.
Odamdan dışarıya çıktım ve salonumdaki tahtıma doğru ilerlerken kapının sesini işitmemle kapıya doğru baktım. 'Girin' dememe fırsat kalmadan kapı aniden Sylwia tarafından açıldı, arkasındaki Ophelia ve İlkay'ı gördüğümde şaşkınlığımı yüzümde belli etmemeye özen göstererek: "Hoş geldiniz!" dedim, neşeli bir ses tonuyla. Yüzlerinde anlam veremediğim bir hüzün vardı ve bunun nedenini merak ettikçe daha çok endişeleniyordum.
"Bir sorun mu var?" diye sorduğumda Prenses İlkay'a baktım. İlkay, öne çıktı. "Barış'la çok yakın oldunuz bu 3 günde ve sanırım bu haber en çok da seni üzecek." kralla yakın olmak mı? İyi de kralla bir samimiyetim bile yoktu. Ben onun için bir beladan ibarettim. Yine de itiraz etmeden: "Sizi dinliyorum." diyerek kollarımı önümde bağladım.
İlkay, derin bir nefes aldı ve dilinden kelimeler dökülmeye başladı. "Kral Barış, 1 aylığına Rüya Krallığı'na gitti."
İçimi anlamsız bir boşluk kaplanmıştı ama bu bir yandan da iyi bir haberdi. Sonuçta, doğal davranabilirdim. Peki, nedeni neydi, içimdeki boşluk neden canımı bu kadar yakıyordu?
Sylwia, tahtıma doğru ilerledi ve ellerimden tuttu, "İyi misin, ballı lokumum?"
İyi miydim bunu ben de bilmiyordum... Kral gittiği için kalbimdeki sızı anlamsızdı. Özellikle kralın bana karşı olan tepkilerini düşününce...
Ophelia'da, Sylwia'nın yanına yaklaştı. "Balam Hanım, Kral bu mektubu sana yazmış." diyerek elindeki parşömeni bana doğru uzattı. Mektubu yavaşça elinden aldım ve ikiye katlanmış parşömen kağıdını yavaşça açtım. Yazıyı okumaya başlamıam ile ellerimin titremeye başlaması bir olmuştu.
"Sevgili Eflora, Sana bir yalan söylemek durumunda kaldım ve belki de senin korkmana, kendin olamamana sebep oldum. Ama bunların hepsi İnanlı senin içindi. Bazı nedenlerden dolayı 1 ay krallıkta yokum. Sana şimdi diyeceklerim belki de anlamsız gelecektir. Fakat bilmenin senin de hakkın olduğunu düşünmekteyim. Şu an yanında olamayacak olsam da döndüğümde söz veriyorum yanında olacağıma dair... Tomris'in kuklası olan ve onun kanını taşıyan diğer büyücü benim, Eflora.
Bu mektubu okurken bana karşı bir kin besleyeceksin biliyorum. Kalbini çok kırdığımın da farkındayım. Hayal kırıklığına uğradın, biliyorum. Ama emin ol mecburdum. Döndüğüm gün sana bunu açıklayacağım. Söz, minik tatlı kardeşim. Dikkat et ve İlkay'a zorluk çıkartma." Satırlar son bulmuştu... Tekrar tekrar yazıları okurken gözyaşlarımdan mektup bulanıklaşmaya başlamıştı. Parşömeni tekrar ikiye katladım ve Ophelia'yla göz göze geldik. Endişeli gözlerle bakarak, "Berfin, iyi misin?" diye sordu. Kafamı onaylar bir biçimde sallamıştım ama iyi miydim, bende bilmiyordum. Kalbimdeki ağrı mektubu okumamla artmıştı.
Kral Barış, Jacob'tı... Büyücü kanlarımız aynı kandan geliyordu. Yani, abim miydi şimdi benim? Benim bir abim mi olmuştu ve mektubunda bana, 'kardeşim' mi demişti? Bu kelimeyi ilk defa birisi benim için söylemişti... Peki, o kadar kardeşiysem beni bırakıp neden gitti? Veya o gün o kırıcı sözleri neden söyledi?
Yanılmışım... Abilerin hepsi aynı olurmuş. Aralarında bir fark vardı. Birisi vücudumda morluklar oluşturmuştu. Diğeriyse kalbimde darbeler... Şimdi hangisi daha çok yakardı canı?
Ophelia, tekrarladı. "Berfin, iyi görünmüyorsun. İyi olduğuna emin misin?"
"Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Sylwia, Ophelia'nın kolunu hafifçe çekti ve göz göze gelmişlerdi. "Biraz yalnız bırakalım Tuğçe." Ophelia, tekrardan bana baktı ve hiç bir şey demeden yanımdan uzaklaşırken; Sylwia, "Kendini üzme, ben her zaman buradayım..." dediğinde yapmacık bir gülümsemeyle karşılık verdim. Sylwia, hafifçe koluma dokundu ve Ophelia'nın arkasından salondan ayrıldı.
"Bir şeye ihtiyacın olursa bana gel Berfin." demişti Prenses İlkay ve benden cevap beklemeden o da yanımdan hüzünle ayrılmıştı. Ben ve düşüncelerim salonda yalnız kalmıştık. Parşömene son kez baktığımda gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Kendimi yalnız hissediyordum adeta. Neden böyle olmuştu hiç bir fikrim yoktu ama onun varlığına alışmıştım. Jacob olduğunu bilmiyordum ama yanımda hissediyordum. Şimdi ise öyle değildi...
🌼🌼🌼
|
0% |