@efloranizz35
|
Yeni bir bölümle sizlerleyim. Bu kurguda yer alan bir çok şey gerçek hayattan kurgulanmıştır. Umuyorum ki keyifle okuyacağınız bir bölüm olur...
(Kral Barış'ın anlatımıyla) (1802)
Zülfiyye'yle ayrılmak acı vermişti. Onunla doğru düzgün vakit geçirememek, ilgilenememek kendimi garip hissetmeme neden oldu. Zülfiyye, krallıktan şövalyeleriyle ayrılırken son kez Ozan'a tepkisiz bir biçimde baktım ve yanından sessizce ayrılarak atıma yöneldim. Eflora, Zülfiyye'yle konuşmamı fırsat bilip kaçmıştı ama haberi yoktu ki fark etmiştim. Peşinden gitmememin tek sebebiyse Zülfiyye'ydi. Kaçması konusunda pek bir şey diyemiyordum. Büyücülerin efsanesi Leviathan'da yayılmaya devam ediyordu ve Eflora'da bunu araştırırken efsaneleri öğrenmiş olmalıydı. Yoksa bana karşı bu kadar korkak davranmazdı. Atıma hızla bindim ve Leviathan Köyü'ne doğru sürdüm.
Leviathan Köyü'nde yüzden fazla ev bulunmasına rağmen doğa ön plandaydı. Etrafıma baktığımda herkes bir işle meşguldü: Atakan, bahçesindeki olgunlaşmış meyveleri ve sebzeleri topluyordu. Diğer bir tarafa baktığımdaysa Hemşire Hilal ve Zekiye insanları dışarıda muayene ediyorlardı. Bunu her ay yaparlardı. Çünkü bazı insanlar Leviathan'a geldiklerinden 1 ay sonrasında yavaş yavaş hayalete dönüşürdü. O insanları bir yerde toplayarak toplu tedavi uygulanırdı. Eğer tedaviye yanıt verilmiyorsa ölmüş ve gerçekten hayalet olmuş demekti. Hayaletler Leviathan sınırından özgür bırakılırdı. Diğer bir tarafa baktığımda Prenses Ophelia'yı görmemle atımdan indim ve yanına doğru yaklaştım. Eflora'yla daha ilk günden kurdukları samimiyet dikkat çekiyordu. Sanki daha önceden de tanışıyor gibilerdi. Belki Ophelia, Eflora'yı görmüştür ve bana nerede olduğu hakkında bilgi verebilirdi.
"Kolay gelsin Ophelia!" demem ile Ophelia, reverans yaparak gülümsedi. "Teşekkür ederim majesteleri!"
"Berfin'i buralarda gördün mü?" Diyerek direkt konuya girmemle kaşlarını çattı. "Hayır efendim, maalesef. Bir sorun mu var?" Dedi ve elindeki çiçek sulama kabını yere koydu. Lafı geçiştirir bir biçimde, "Yok, ona Leviathan hakkında bilgi vermeyi unutmuşuz da ben vereyim dedim." dedim ve derin bir nefes aldım. Tekrardan bana gülümser bir biçimde baktı ve gözlerini kırptı. Tekrar elbisesinin etek kısmını tutarak selamladı. Onu daha fazla meşgul etmemek adına atıma doğru döndüm. Vakit kaybetmeden köyden ayrılmak üzere atıma bindim ve nehrin üzerinden geçen tahta köprüden geçerek sarayın yolunu tuttum.
Ormanın içinden geçerken her zaman sessiz olan ormandan sesler işitmemle yönümü değiştirdim ve seslerin geldiği yöne doğru ilerledim. İlerledikçe sesler daha net duyuluyordu ve seslerin sahibini anlamak hiç zor değildi.
Eflora ve Litost.
Dikkat çekmemek adına atımdan hızla indim ve seslere doğru biraz daha ilerledim. Eflora ve Litost görünmeye başladığındaysa bir ağacın gövdesinde saklanarak onları dinlemeye çalıştım.
"Annen bir büyücüyse sen nasıl kaçmayı başardın?" diye sormuştu Eflora, düşünceli çıkan sesiyle. Büyücülerin henüz peşini bırakmış değil gibiydi ve bırakacak gibi de durmuyordu.
Litost, derin bir nefes alarak "Nefes nefese kalmıştım, kalbim çarpıyordu korkudan. Yakalanacağımı bile bile kaçmıştım oradan. Sonrasında bir kadın belirdi. Gençti... Kahverengi kısa saçları vardı; elbisesi de bembeyazdı, bir melek gibiydi adeta. Yanıma yaklaştı ve onunla gelmemi istedi. Kendisine 'büyücü ana' diyordu ve büyücülerin kaderini o belirlermiş. Ona yalvardım, annemi kurtarması için. Ama ölüm ve yaşama karışmadığını söyledi. Tuttum elinden çaresizce ve aniden kendimi burada buldum yuvamda. Kral yani o zamanki prens ve Ozan abi beni buldular. Hiç unutamam o gün Ozan abinin bana sarılışını. O günden, bugüne ona 'abi' diye hitap ettim çünkü o benim hep yanımda oldu." Litost'un anlattıkları gözümün önünde canlandığında hafif duygulanmıştım. Tabii, duygularımın esiri olmamıştım.
Eflora'nın nutku tutulmuş gibiydi başka soru soramamış sadece düşünürce Litos'un yüzüne bakıyordu..
Bu sefer soru yağmuruna tutan Litost olmuşçasına: "Hangi krallıktan geldin Eflora?" diye bir soru yöneltti. Eflora, burnunu çekti ve titreyen bir sesle, "Aurora Krallığı." diyerek yanıtladı.
"Nasıl sağ kaldın? Nasıl büyücü oldun? Kaç yaşındasın? Sakın büyücü değilim diyip kandırmaya çalışma. Kendini korumak için asanı çıkartmıştın." Diye sorularını ardı ardına sorarken Eflora'nın yüzünden bir şaşkınlık oluştu. Eflora'nın büyücü olması, annesiyle aynı soydan geliyor oluşu ilgisini çekmişti anlaşılan.
"17 yaşındayım, nasıl büyücü oldum bilmiyorum... Bir mektup geldi ve büyücü olduğumu öğrendim." o da benim gibi büyücü olmuştu demek ki. Ben de 16 yaşımda bana gelen mektupla büyücü olmuştum.
Bu kız herkese büyücü olduğunu yumurtluyordu. Ama bana gelince büyücü olduğunu saklıyordu. Kulağıma onun büyücü olduğu gelmeyecekmiş gibi... Madem bu kadar korkuyordu ölümden neden anlatıyordu herkese?
Onun gözümün önünden ayrılmaması lazımdı. Herkese anlatması onun ecelini getirecekti ve bu ölüm Leviathan tarafından değil, Ay Işığı tarafından gerçekleşecekti. Ağacın gövdesinden ayrılmak üzere adım attığımda Litost'tun sorduğu soruyla tekrar eski yerime geçtim.
"Abin, ablan veya kardeşin var mı?" Eflora'nın abisiyle sorunları vardı. Bunu da biliyordum. Ama detaylı bilmemle ona yardım edebileceğimi düşünüyordum. En azından abisi yeniden Leviathan'a gelmeye çalışırsa Eflora'ya daha çok yardımcı olabilirdim. Tabii, ona gerçekten 'abi' diyebilirsek.
"Abim var."
"Şanslısın, ben tüm kardeşlerimi kaybettim."
"Şanslısın." diye tekrarladı Eflora ve devam etti. "En azından özgürsün."
"Özgür olmamayı tercih ederdim."
"Özgür olmayı tercih ederdim." ikisi de duraksayarak birbirlerine hüzünle bakıyordu.
"O, sana ne yaptı? Yani abin..."
"Çok şey." dedi Eflora, anlatmak istemediğini belli ederek.
"Ne yaptı bilmiyorum. Ama durdurmayı denedin mi?"
"Cesaretim yok."
"Büyücüsün." diyerek diretti ve kaşlarını çattı, Litost.
"Bu bir şeyi değiştirmez." Eflora'nın gittikçe sesi titriyordu. Kendisini açıklama da bulunma zorunluluğunda hissediyor olmalıydı. Krallığa henüz yeni gelmişti, Eflora. Oldukça meraklı bir kişiliğe sahip oluşuyla aksiyon arıyordu.
🌼🌼🌼
Meraklı olsun, iyidir. Ama herkese her şeyi anlatması, geleceğinin eceliydi. Ağacın gövdesinden ayrıldım ve atımın yanına doğru ilerledim. Atımın yanına vardığımda yavaşça bindim ve saraya doğru sürdüm. Sarayın önüne dakikalar sonrasında vardığımda demir kapılar benim için açıldı ve direkt olarak sarayın bahçesine girdim.
Atımdan inerek sarayın bahçesinden içeriye doğru ilerledim. Sarayın içi her zamanki gibi sessiz olmasıyla beraber karanlıktı da. Mum ışığıyla aydınlatılan saray ıssız gibi olsa da sevgi ve saygının bulunduğu belki de tek saraydı. Benimle birlikte diğer soylular da kimseye karşı üstünlük sağlamıyordu.
Sarayın merdivenlerinden yukarıya doğru çıkarak salonuma doğru ilerledim. Salonumun kapısının önüne vardığımda bir erkek sesi işittim.
"Majesteleri!" arkama baktığımda gelenin Şövalye Alptuğ olduğunu gördüm. Alptuğ, başını eğerek selamladı ve hemen sonrasında dik duruşuyla:
"Majesteleri, Prenses Nelin rahatsızlandı. Hemşireler muayene ettiklerinde ölümcül bir hastalık olan Veba hastalığına yakalandığının teşhisini koymuşlar. Maalesef ki zamanı geldi ve ölümüne saatler kaldı. Prenses İlkay size iletmemi söyledi.
"Beni yanlarına götür Alptuğ." dememle Alptuğ, önden ilerlerken arkasından onu takip ettim. Nelin'in odasına doğru ilerledik. Kapının önünde duran kırmızı yere uzanan, hafif simli elbisesi ve açık kırmızı baş örtüsüyle ateş tanrıçası olduğunu hatırlatan Prenses İlkay'la göz göze geldiğimizde İlkay, beni bekliyormuşçasına elbisesinin etek kısmını tuttu ve bana doğru hızla koşarak boynuma sarıldı. Onun sırtını sıvazladığımda bedenimi bıraktı.
Gözleri dolmuştu. Nelin, 16 yaşında aramızdaki en küçük prensesti. Onun Veba'ya yakalanması hepimizi korkutuyord. Veba, hasta farelerden insanlara geçen bir mikrobun yol açtığı bulaşıcı ve öldürücü bir hastalıktı. Çok bulaşıcıydı ve erken teşhisi konulup tedavi edilemezse öldürücüydü.
İlkay, titreyen sesiyle: "Hiç umut yok... Hiç yok... Barış o... o, ölüyor..."
İlkay'a umut vermek istesem de onu kandırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. "Erken teşhis mi?" dememle İlkay, kafasını 'hayır' anlamında salladı. Ve göz yaşları süzülmeye başlarken, "Hemşire Berry, Nelin'le ilgileniyor ve bir umut olmadığını söylüyor. Yanı başımdaki Alptuğ'ya bakarak, emir verici ses tonuyla: "Hemşirelere haber ver. Köydekileri ve saraydaki kişileri muayene etsinler."
"Emredersiniz majesteleri!" dedi Alptuğ ve yanımdan emin adımlarla uzaklaştığında ben tekrar İlkay'a döndüm ve öylecene suratına baktım.
Nelin'le bu krallıkta yaptığımız her şey gelmişti aklıma. Her şeyin bir sonu vardı. Nelin'in de sonu bu şekildeydi. Son saatlerinde yanına gidemiyor olmak her ikimizin de canını yakıyordu ama elimizden bir şey gelmiyordu.
Sarayın sessiz koridorlarından sesler duyulmaya başlamıştı, koşuş sesleriydi.
"Nelin!" diye bağıran Ophelia'nın titreyen sesi sarayın koridorlarında yankılanıyordu.
Nelin, Ophelia'nın krallıkta en çok iletişimde olduğu kişilerden birisiydi ve belki de bizden çok o acı çekiyordu.
Ophelia, yanımıza doğru koşarak bizi es geçip Nelin'in odasının kapısının önüne geçmişti, göz yaşlarıyla. Kapıya vuruyordu, cevap bekliyordu:
"Nelin..." dediği an da nefesi kesilmişti. "Nelin, aç kapıyı... Nelin, beni sensizliğe alıştırma..." bu sözleri duyan İlkay'ın gözlerinden daha fazla yaş süzülmeye başlamıştı. Kapıya sırtını yasladı ve yavaşça yere çömeldi. Gözlerinden yaşlar süzülmeye devam ediyordu. "Nelin, cevap ver. Son kez sesini duyayım."
Ben ve İlkay'da Ophelia'nın yanına geçtiğimizde İlkay, titreyen sesiyle: "Nelin, korkma ve cesur ol. Biz senin yanındayız..." demişti fakat kapının ardındaki Nelin'den hiçbir cevap gelmemişti.
Ophelia, gözlerinden akan yaşlarla yere çömeldi ve kafasını kapıya yaslayarak son kez fısıldadı: "Cesur ol, Nelin... Ablan her zaman yanında olacak."
İlkay, Ophelia'nın kolundan tutarak kendisine çekmeyi denerken; Ophelia, hareketsiz bir şekilde kapının ardındaki Nelin'den umutsuzca cevap bekliyordu. Onu kaldıramayacağını kabullenerek kolunu bıraktı ve geri adım atarak yanıma geçti. Gözlerim İlkay'la buluştuğunda ona gözlerimle kolumu gösterdim ve girmesini bekledim. Elleriyle göz yaşlarını silmesini ardından koluma girdi ve Ophelia'yı, Nelin'le yalnız bırakarak sarayın ortak salonuna doğru ilerledik.
Ortak salonun kapısının önüne gelirken İlkay'ın gözlerinde gördüğüm halsizlikle elimi çabuk tuttum ve salona girerek hızla onu bir sandalyeye oturttum.
🌼🌼🌼
(2 saat sonra)
Saatler birbirini kovalıyordu. Ben ve İlkay, Ophelia'dan çaresizce haber bekliyor, bir mucize diliyorduk. İkimizde koltuğa oturmuş, birbirimizle göz teması kurmadan düşüncelere dalmıştık. Ortak oturma salonunun kapısı açıldı ve Ophelia'nın görünmesiyle İlkay'da, ben de ayaklandık ve Ophelia'nın konuşmasını bekledik. "Durumu nasıl Ophelia?" diye atıldığımda Ophelia'nın kızarmış gözleri benimkilerle buluştu. Ophelia; titreyen, tek düze bir ses tonuyla: "Öldü." demesiyle İlkay, feryat etti. Ophelia'da, İlkay'da bir daha mutlu olamayacaklarmışçasına haykırarak ağlıyorlardı.
Gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Onları güçlü tutmak benim elimdeydi. Bu yüzden ellerimle göz yaşlarımı sildim ve güçlü durmaya çalıştım. Ne kadar zor olsa da yapmak zorundaydım. Nelin'in ölümü belki de benim suçumdu. Onu koruyamamıştım... Nelin'in abisi Eomin'e Nelin, prenses olduğu zaman verdiğim söz gelmişti aklıma. Aylar önce Nelin'e bir şey olmayacağına dair ölüm cadılarının belgesini imzalamıştık. Nelin'e ne olursa benim sevdiğim bir insana işkence edileceği hakkındaydı...
Böyle bir şeyi Eomin'in benim ağzımdan duyması daha doğruydu. Çünkü kardeşi benim yüzümden ölmüştü. Yanlarından hızla ayrılarak sarayın koridorlarından dışarıya açılan kapıya doğru yöneldim. Sarayın bahçesine çıktım ve atıma doğru hızla ilerledim ve atıma bindim. Demir kapının önünde durarak açmalarını bekledim. Kapının muhafızlar tarafından açılmasıyla atımı dizginledim ve Leviathan Köyü'ne doğru hızla sürdüm. Küçüklüğümden beridir böyle olmuyordum.
Kızarmış gözlerim, telaşla atan kalbim ve zar zor nefes alışım...
Leviathan köyüne sağ salim varmıştım. Eomin, Leviathan köyünde ayakkabı tamirciliği yapıyordu. Leviathanlılar ayakkabılarında bir sorun olduğunda ilk buraya gelirlerdi. Çabucak dükkana doğru ilerledim ve kapının önüne vardığımda derin bir nefes alarak kapıyı açtım. Eomin, beni gördüğü an masanın arkasından ayağa kalktı ve gülümser bir biçimde kafasını eğdi. Eomin beni selamlayarak: "Hoş geldiniz majesteleri." dediğinde gülüşüne sahte bir gülümsemeyle karşılık verdim ve "Hoş buldum." diye yanıtladığımda direkt olarak beni soru yağmuruna tutmuştu:
"Nasıl yardımcı olabilirim efendim? Bir sorun yoktur umarım. Nelin nasıl?"
"Eomin, seninle konuşmak için geldim buraya." ciddi olmak çok zordu, gözyaşlarım süzülmemek için direniyorlardı adete.
"Buyurun efendim?"
"Kardeşin, Nelin..."
"Bir şey mi oldu Nelin'e?"
"Veba hastalığı teşhisi konulmuştu kardeşine ve-" dememle sözümü kesmişti "Söz vermiştiniz."
"Farkındayım ama-"
"Ama ne?"
"Elimden bir şey gelmiyordu. Hastalığı nasıl önleyebilirdim ki?"
"Bu ne kadar umurumda?"
"Düzgün konuş, Eomin." Eomin, derin bir nefes aldı:
"Yarın akşam bu krallıktan ayrılacağım. Nelin'in mezarı burada olmayacak, Ay Işığı Krallığı:na gömülecek. Bir gün kıymet biçtiğin birisi elimde olacak ve gözlerinin önünde öldüreceğim." diyerek yanımdan ayrılmasıyla ne diyeceğimi bilemedim. Şu an bir acısı olmasaydı şövalyeleri çağırır kellesini alırdım. Ama korkarım ki Nelin'i kaybetmesiyle ne dediğini kulakları duymuyordu.
Tarih umutsuzca tekrarlanıyordu. Yıllar önce Ay Işığı Krallığı'nın kralı Zed'in büyücüler tarafından öldürülmesiyle krallığın yaptığı ayaklanma ile büyücülerin kelleleri kesilmişti.
Yine bir ayaklanma olması an meselesiydi.
🌼🌼🌼
Yeni bölümü nasıl buldunuz? Oylarınızı ve iyi, kötü yorumlarınızı eksik etmemeniz dileğiyle yeni bölümde görüşmek üzere<3
Sizce;
Litost ve Eflora iyi anlaşacak mı?
Kral, Eflora'yı koruyabilecek mi?
Sizce Veba hastalığı saraydakilere ve diğer Leviathanlılara bulaştı mı?
Eomin'in krallıktan gitmesini doğru buldunuz mu?
|
0% |