Yeni Üyelik
1.
Bölüm
@efsunkaruh


Güncelleme tarihi: 27 Temmuz 2024

Yaz Hüzünleri Yakalayanı (@wehtaski) yeniden aramızda,

Mehsa bir yıl aradan sonra güncelleme yaptı. Şimdi oku!

Küçüklüğümden beri insan dünyasında olmayan şeylere bayılırdım.

Vampirlere, kurt adamlara, cadılara, vampir avcılarına...

Zamanında halkların zihinlerinde ürettikleri ve gerçek saydıkları; şimdi de insanları eğlendiren fantastik sayılan tüm bu şeylere bayılırdım.

Şimdi size bir hikâye anlatacağım.

Sizi buna inandırmak zorunda değilim ama unutmayın ki o kutuyu hep birlikte açtık.

Öncelikle kendimi size tanıtmak istiyorum. Ben Mehsa, Mehsa Tara Wisniewski. 26 yaşındayım. Yaklaşık 20 yaşından beri Düşkıran isimli bu blog hesabını kullanıyorum. Kendi çapımda fantastik öyküler, korku yazıları ve bulduğum, insanlardan dinlediğim -gerçek veya değil- öyküleri yazıyorum; fantastik, bilim-kurgu serilerini izliyor okuyor, fikirlerimi burada biriktiriyor ve sizlere sunuyorum. Aynı zamanda aynı isimli kanalımda da yayınlar yapıyor ve zaman zaman sponsorlarımın ya da gizem, polisiye kutu oyunlarını -veya bilgisayar- oynayarak sizinle altı senedir iletişimde bulunuyorum.

Şimdi bizler biraz geriye gideceğiz. Geçen yaza. Yani 2023'e.

O yayını hatırlayan çok kişi var ve ben o yayından bir süre sonra ortadan kayboldum. Şimdi bu hikâye sizin tüm sorularını yanıtlandıracak.

Yeniden demek istiyorum. Kimseyi bir şeye inandırma amacında değilim ancak o kutuyu hep beraber açtık.


21 Haziran 2023

Sabahın erken saatlerinde uyandığında yanında bedene baktı ve gerindi. Akdeniz ikliminin getirisi ile Haziran'ın sonunda havalar fazlaca ısındığı için sıcaklayarak uyanmıştı.

“Yves...” eşi ona tepki vermeden kelimenin tam anlamıyla ölü gibi yatmaya devam ederken gözleri yatağının yanındaki sehpaya kaydı. Üzerindeki beyaz saat şimdi sabah 07.26'yı gösteriyordu. Günlerden cumartesiydi ve kesinlikle erken uyanmaktan memnundu. Ellerini yukarıya kaldırarak gerindi ve ayaklarını yataktan dışarı sallandırdı.

Daha sonra elleri öylece iki yanına düştüğünde onun gözleri balköpüğü ve kahverengi tonları arasındaki parkeyi süzüyordu. "Bugün yayın var... Hiçbir şey ayarlamadım." diye söylenmeden edemedi. İşini kendi yönetse bile öylesine özensiz bir yayın yapmayı hiçbir zaman doğru bulmuyordu. Bir şeyler okunmalı, araştırılmalı ve birkaç saat insanları gerçekliklerinden kurtarmalıydı. Evet, Mehsa, her zaman insanlara bunu sunmayı hedeflemişti; gerçeklikten sıyrılmayı.

Eşiyle beraber köy denilebilecek sakin bir kasabada yaşıyordu. Kimi sabah yerleşimin dışına gidip yeşillikler arasında kahvaltı yaparlardı. İkisinin de işleri kendilerinin yönetimindeydi. Hayatlarından kesitler kaydederler, bazen markalar için modellik yaparlardı. Mehsa okur ve yazar, yayınlar açardı. Yves ise bazı editörlük faaliyetlerini yönetir ve çekim yapardı. Onların işleri buydu ve insanlarla olan kısıtlı iletişim sebebiyle rahat ve sakin bir hayatları vardı. Mehsa da elinden geldiğince şehirlerde sıkışan insanlara bu rahatlığı ulaştırmayı deniyor ve vaatlerinin tepesine yerleştiriyordu. Sosyal medyanın gelişimi ile değişen dünyanın yeni mesleklerinde kendine yer bulan bu ikili bir kaç milyonu aşmış olan takipçileri ile dijital dünyanın birer parçasıydılar.

Her şeye rağmen, onların bu huzurlu hayatına rağmen dünya temiz değildi, hiçbir zaman olmamıştı. Şimdi dünyayı birbirine bağlayan ekranlar da yeni yalanları süslemek için harika bir yoldu. Sahte gülümsemelerle, para üzerine inşa edilen güzellik algılarıyla beraber renkli efektler ardında can yakan bir hal olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Sonunda genç kadın kendinde ayağa kalkma gücünü bulduğunda zihnindeki düşünce yumağı da kaybolmuştu bir miktar. Ayaklarının dokunduğu cilalı temiz zemin ona farklı hissettirdi. Bazen insan o an mevcut her hüviyetinden kopar işte Mehsa için de tam olarak durum buydu. O yirmi beşinde olan bir genç yetişkin değil, evlenmiş değil ve sanki bu ufak kasabada da yaşıyor değildi. Sanki kendisine ait bildiği her şey büyük bir oyun evinden başka bir şey de değildi. Bir anlığına kim olduğunu bilmediğini düşündü. Bir anlığına nerede olduğundan emin olamadı. Birkaç saniye içinde vuku bulan bu hâl geçtiğinde zihninde belli belirsiz bir sis vardı. Adımları harekete geçtiğinde sadece uyku sersemi olduğuna karar verdi. Son zamanlarda birçok işbirliği almanın ve uygun tanıtımlar bulmanın zihnini yorduğunu düşündü.

Banyoya girdiğinde beyaz mermeri süzdü. Her şey biraz saydam geliyordu gözüne. Kalbinde hiç olmayan bir tuhaflık var oluyordu. Tanımlamalar güçtü ve karmaşa onu daha da içine çekiyordu. Yayın için bir şeyler hazırlamalı ve kahvaltıda ne yemek istiyorum? Biraz temizlik de fena olmazdı. Ama önce yüz yıkanmalı. Aynayı da silmek gerek su damlaları saçılmış. Büyüğünden küçüğüne birçok fikir zihnine akın ediyor ve o bu akışı durduramıyordu. Yeni çıkan kitapların listesini de paylaşmayı unutmamam gerek, Rose’un kitabını bu aya eklemesem mi?

Elleri alışkanlığın peşinden gidiyordu. Musluğu açmış ve soğuk suyu yüzüne çarpmıştı. Bu onu ferahlatırken karmaşayı sıraya dizmeye uğraşıyordu. Önce kahvaltı diye düşündü. Yavaş yavaş gerçekliğe geri dönüyordu. En azından bir miktar döndüğüne inanıyordu. Yine de zihninin bir yanı sanki onunla bugün dalga geçmek istiyordu ve her şeyi merak eden çocuk gibi soruyordu: Gerçeklik nedir?

Bu kaşlarının çatılmasına sebep oldu. Omuz silkti kendi içindeki haylaz çocuğa. Onun bu sorusu neden birden gerçeklik algısından koptuğu sırada ortaya gelmişti bilmiyordu ama bunun üzerine düşünecek vakti yoktu. Kâküllerini düzelterek çene hizasında biten saçlarını taradı. Gerçeklik işte şimdi bu, saçlarımı taramam ve tarağın arasında kalan birkaç teli alıp çöpe atmam.

Sonunda banyodan çıktığında gözü saate ilişti şimdi saat 07.30'du. Sadece dört dakikadaydı her şey oysa zihni saatler kovalamıştı.

“Dört.” O zaman aklına bir hikâye geldi. Başucunda sehpada duran ufak not defterine uzandı, telleri arasına ittiği kalemi alarak boş sayfayı açtı ve şunu karaladı: 00.04, ölüm.

Not defterini yerine bırakırken odadan ayrılmış ve mutfağa ilerlemişti. Çok tatlı, çok yağlı, kısaca ağır bir şeyler yemek istemiyorum. Havalar sıcakken zaten pek de iştahı olmazdı. Bu sebeple birkaç patatesi soydu ve doğradı sonra haşlanmak üzere ocağa bıraktı.

Kahve yapmak üzere tezgâhın diğer tarafına geçerken bir çift göz üzerine dikilmişti ancak genç kadın bunun farkında değildi o kupasına dolan kahvenin süzülmesini izlerken halen düşünceleri içinde dolanıyor, işlerini sıralamaya çalışıyordu.

“Kahve yaparken niye bu kadar ciddi görünüyorsun?” Sorusu fikirlerini yana itmesine sebep oldu. Arkasından işittiği sesin sahibine döndü ve kalçasını yasladı tezgâha. İnce parmakları arasına yerleştirdi kendi kupasını. Omzuna doğru eğerken başını, bir yandan da eşini süzerek yanıtlandırmayı es geçmedi “Çünkü kahve yaparken düşünüyorum.” Saçları yatmaktan birbirine girmiş hırçın çalılar gibiydi. Kendisinden epeyce diyebileceği uzun boyu – en azından omzuna anca geliyordu- ile uykusunu kesinlikle almış olduğu belli olan yüz ifadesiyle kendisine bakan adamla bu sabah da uyanabildiği için mutluydu.

Yves, bir “Hm...” sesi bıraktı ve yaklaştı eşine. Yüzüne eğilirken tezgâhta duran kendi kupasına uzanmıştı. Bu minyon, sevinç dolu kadının zihninden geçenler hiçbir gün aynı olmazdı ve o her gün neler düşündüğünü büyük bir zevkle dinlerdi. O sebeple merakının daha fazla önüne geçmedi.

“Bugün ne düşünüyorsun?” Bu sırada kupasını almış ve Mehsa'yı taklit etmek istercesine yaslanmıştı tezgâha. Şimdi ikisi de karşılarında asılı olan Van Gogh'un Ayçiçekleri'ne bakıyorlardı.

“Ölüm.” Dedi genç kadın. Sesinde ölü bir beden kadar soğuk bir tını vardı. Karşılarındaki günebakanları dahi soldurmuştu bu tuhaf ses tonu. Avuçları arasında tuttuğu sütlü kahveye dikti gözlerini devam etti “Gece yarısını dört geçerken ölüm meleği kapıyı çalıyor.” Aslında bu sadece yazmak istediği yeni bir hikâye için zihninde oluşan parçalardan biriydi. Önü arkası, karakteri, ölümü kucaklayanı hiç de belli değildi ama zihninde güzel bir ölüm vardı ve her şeyiyle onu anlatıyordu yanındaki bedene. Yves, gözlerini sağındaki bedene kaydırdı, bir an kalbi hızla çarpmıştı. Sanki biri kalbinde hapisti ve duvarla vuruyordu ve sonra yeniden tabloya dikmişti gözlerini genç adam “Bu yeni bir hikâye mi?” sorusu döküldü dudaklarından, zaten başka ne olabilir diye düşündü bir yandan.

“Öyle.” Bugün nedensiz bir sessizlik, tuhaf bir durgunlukla hareket ediyordu genç kadın. Bir yudum aldığı kupayı tezgâha koyduktan sonra yüzüne bir sırıtış kondurup eşinin boynuna doladı kollarını. Sıcak Haziran’ın aksine kendinde oluşan bu rahatsız edici soğukluğu kırmak istiyordu. “Sadece zihnimde imgeler var oldu sabah. Bir anda canlandılar. Ama o kadar soyutlar ki nasıl bir hikâye çıkar bilemiyorum. Sadece yazın ortasında kan dondurmak istiyorum.”

Genç adam biraz eğildi ve kendi elindeki kupayı bırakarak eşinin beline yerleştirdi ellerini. Şimdi birbirlerine yakınlardı. Huzurlu hissediyordu ve alınları birbirlerine yaslanırken adam bu an sonsuzlukta kalsın istedi. Lütfen sadece bu anda kalalım, zaman ve her şey dursun.

Genç kadının zihni sanki ona akıyordu ve onun bu anda kalma arzusu gitgide daha çok artıyordu. Onu her koşulda desteklemeye yeminli de olsa bu hikâyeyi yazmasını istemiyordu kalbinin derinlerinde.

“Nasıl bir hikâye yazacaksın merak ediyorum ama önce kahvaltı mı yapsak?” Dedi sonunda bu iyi bir orta yoldu. Mehsa gülümseyerek başını salladı ve ocağa ilerledi. Tencereyi alırken çalan kapıyla Yves'i buldu gözleri “Bir şey mi bekliyorduk?”

Eşi hayır anlamında salladı başını ve elindeki tabağı masaya bırakarak "Bakarım ben.” Diyerek mutfaktan ayrılarak girişe ilerledi. Geri döndüğünde Mehsa masayı hazırlamıştı ve Yves eski bir koliyle içeriye girmişti.

“Sana gelmiş.” Yere koydu pek de hafif olmayan koliyi. Mehsa'nın kaşları çatıldı. Üzerinde sadece ‘Mehsa Tara'ya’ yazıyordu. “Ben bir şey beklemiyordum.” Diyerek bakarken kutuya meraklanmış olduğu gözlerinden okunuyordu.

“Belki yeni bir oyundur ve reklam yapıyorlardır.”

“Muhtemelen öyledir ve harika bir denk geliş. Bu akşam ne oynarım ya da okurum bilmiyordum. İçinde güzel şeyler varsa işime yarar. Onu akşam açarız gel hadi. Bugün epey işimiz var.”

Genç adam anlamaz bir halde baktı karşısında hain bir plan kuran cadı misali ellerini ovuşturan kadına, “Temizlik.” Duyduğu bu kelime şimdi tüm hali açıklıyordu. Bir kahkaha bırakmadan edemedi Yves bir yandan da sandalyesine oturmuştu “Temizlik yapmakla derdi olan ben değilim hanımefendi, sizsiniz.” Kadının kâküllerin altındaki kaşları çatıldı ama ondan geri kalmayacaktı “İyi o zaman tüm evi temizleyin beyefendi.” Aslında derdi temizlik yapmakla değil süpürge ileydi ve bu işi tamamen Yves’e kakaladığı için memnunca kahvesinin bir yudumunu daha midesine indirdi. Genç adam onun bu haline gülümsedi, gerçekten ona öl dese ölürdü. Yine de onun zaferinin tadını çıkarmasından keyif aldığını da inkâr edemezdi, ufak tefek bir insan ona nasıl böyle yüce hisler veriyordu halen şaşıp kalıyordu. Kahvaltılarını devam ederken yeniden fikirleri arasına kaydığı belli olan yüzü inceledi, saçlarının dudaklarına ulaşmasını önlemek için kulağının arkasına sıkıştırışını izliyordu. Onun bu yüzü hiç eskisin istemedi, yine dileği buydu; donup kalalım tüm sonsuzluğun içinde. Çünkü hiçbir şeyini yitirmemiş biri olarak onu kaybetmenin fikri bile aklını başından alıyordu.

Bir şey daha vardı. Bugün Mehsa biraz farklıydı. Her zaman olduğu gibi güzel, tatlı bir gülümsemesi vardı ancak bir şeyler farklıydı. Sanki onun eşi değilmiş gibiydi, sanki onu hiç tanımıyor gibi… Ya da sadece kendi sanki buraya ait değil gibiydi. Değilim zaten. İçini sıkan bu düşünceyle başını geriye attığında, gözlerini kapattı. Kürek kemiklerinde bir sızı hissediyordu, ince sızı kalbine doğru kök salıyor ve ruhunu sıkıyordu. İçinden bir ses bir şeyler yolunda gitmiyor diyordu genç adama. Bu mükemmel üç sene kırılıyor gibiydi. Dört sene evvelini düşündü. Bir avareydi yeryüzünde, sonra gülümseyerek çiçekli elbisesinin içinde yanındaki masaya oturan kadını gördü. İşte o zaman sanki asırların yükü kalkmıştı omuzlarından. Ona bir hikâye vermişti, sonra da kalbini. Şimdi ise ömürlerinin sonuna kadar birlikte olacaklardı, öyle olmalıydı. Zihnindeki buhrandan koptuğunda sözleştikleri gibi evi temizlemeye başlamak üzere kolları sıvadı.

Gün akıp geçti ve zaman akşam saatlerine uzanırken Mehsa yayın için bilgisayarı başındaydı. Yves ise birkaç marka görüşmesi için diğer odadaydı ve ilerleyen dakikalarda yayına katılmayı planlıyordu. Bir yandan yayın akışını izlemek için bilgisayardaydı gözleri de.

Mehsa gülümseyen yüzüyle ekrandaydı ve birkaç ayarlama sonunda gözlerini kameraya kilitledi.

“Merhaba millet, ben Mehsa.”

Çene hizasına gelen saçlarını sağ kulağı arkasına sıkıştırdı.

“Bugün paylaştığım gönderide dediğim gibi; gizemli bir paket aldım ve sizinle açmak için epey heyecanlıyım.” Büyük bir koliyi masaya koyarak kadraja soktuktan sonra yüzünden eksilmeyen gülümsemesiyle devam etti.

“Gördüğünüz gibi yıpranmış, gönderene dair hiçbir bilgi yok. Açıkçası bana oyun ya da kitap gönderen hiçbir marka da bir şey söylemedi ama bundan cidden gizem kokusu alıyorum. Ve evet!”

Kolinin üzerindeki kâğıdı çıkararak gösterdi “Kesinlikle bana gelmiş. Gönderenin belli olmaması cidden heyecan verici, bence şimdiden harika bir tanıtım çalışması hazırlamışlar diyebiliriz. Oyun olabilir ya da bir kitap, cidden hiçbir fikrim yok.”

İsminin yazdığı kâğıdı bıraktı ve kolinin iki kanadını kapatan bandı bir maket bıçağı yardımıyla açtı.

Şimdi önüne çıkan şey eski defterler, birkaç kutu ve bir yığın mektuptu.

“Burada bir sürü eski şey var... İlk olarak, bir saniye...” kameralardan birini doğrudan kolinin içini çekecek şekilde açtı. “Her şey özenle eskitilmiş gibi duruyor. Gerçekten eski olduklarını düşünsenize, elli yıllık hatta belki daha eski mektuplar falan.” Gözleri sohbetin aktığı ekrana kaydı, kesinlikle izleyenleri de meraklanmışlardı. “Sırayla bakalım millet, birçok şey var. Birkaç günümüzü alacak gibi. Acaba sabaha kadar yayın mı yapsak? Kahveleri hazırlayalım.”

Yves gözlerini ekrana dikmişti. Mehsa, bir iple bağlanan mektup yığınını kutunun içinden çıkararak yana bıraktı. “Bunlara en son bakacağız, hepsini açmak biraz zor olacak çünkü. Göz önünde… Burada bir sürü fotoğraf var, bunlara bakalım.” Kutunun içinden iki tane fotoğraf çıkardı. Bunlardan biri siyah beyaz diğeri ise renkliydi. “Tarihler yazıyor.”

Renkli olanın ardındaki tarihi gösterdi “İki bin iki diyor, Ağustos ayıymış. Diğeri daha eski.” Siyah beyaz fotoğrafın arkasını okudu sesli bir biçimde “Çin’de çekilmiş ancak şehir ismi yok. Yıl olarak bin dokuz yüz seksen iki. Ancak hangi ay, emin değilim. Size de göstereyim.”

Önce siyah beyaz olan fotoğrafı kadraja soktu ve yakınlaştırdı. Uzun boylu bir kadındı fotoğraftaki. Üzerinde kendisine birkaç kalıp büyük olan bir blazer ceket vardı. Koyu renkliydi, belki de siyahtı. Kadın sıvası olmayan, tuğlalı bir duvara yaslanmıştı. Üzerindeki gömleğin ilk iki düğmesi açıktı, geniş yakalar blazer ceketin yakaları üzerine düşüyordu. Oldukça beyaz tenli olduğu su götürmez bir gerçekti. Kalın bir kemer yine koyu renkli bir pantolonu tutuyordu belinde ve kalın tabanlı botları boyunu biraz daha uzatıyordu. Zayıftı, köprücük kemikleri oldukça belirgindi. Gözleri ve elmacık kemikleri onun bir Asyalı olduğunu gösteriyor ve hafif belirgin çiller yüzünü süslüyordu. Keskin bakışları vardı, herhangi bir konuda kararlı olduğu belliydi. Sağ elinde ince bir dal işaret ve orta parmağı arasına yerleşmişti. Saçları geriye doğru gelişigüzel taranmıştı. İnce telli tutamlar omuzlarına iniyordu, pek de uzun olmayan ama uzun sayılacak haldeydiler. “İnanılmaz karakteristik bir yüz değil mi? Bu kişi gerçekten bin dokuz yüz seksen iki yılında yaşasaydı şu an ölmüş olması muhtemelen. Yirmi sekiz belki daha büyük diye düşündüm ben. Diğer fotoğrafa da bakalım, daha bir sürü var.”

Renkli olan görseli gösteriyordu şimdi. Yine aynı kadındı fotoğraftaki. Mehsa bunun için bir yorumda bulundu “Biraz önce neden gerçekten ifadesi kullandığımı anlamışsınızdır. Aynı kişi ama yıllar arasında yirmi sene var. Birinin yirmi senede hiç yaşlanmaması için vampir olması gerek sonuçta.” Bu fotoğrafta üzerinde siyah renkli bir elbise vardı. Asimetrik kesimli bu elbisenin ince askıları bulunuyordu. Dizlerinin aşağısına inen bazı uçlar ve ayaklarında da hafif topuklu terliklerle kesinlikle bir yaz tatilinde gibiydi. Saçları ensesinin yukarısında kırmızı fırfırları olan bir tokayla toplanmıştı. Perçemleri alnına dökülürken dudakları kırmızı bir ruj ile süslenmişti. Bir terasta duruyordu. Ardından uçsuz bucaksız bir deniz uzanıyor ve güneş kızıl ışıklarla batışında fotoğrafta haleler ortaya çıkarıyordu. Kadının yüzünde yine bir mimik bulunmuyordu, dümdüzdü. Tebessüm ya da üzüntü yoktu ama ilk fotoğraftaki kadar da sert bakmıyordu.

“İlk fotoğrafta cidden sert duruyor değil mi? Mesleğini merak ettim sahiden. Bir sürü yorum geliyor… Bakalım…” Kemik gözlüklerini takarak ekrana yaklaştı. “Manken mi? Gerçekten manken evet, bu çekimleri yapmışlar bakın. Ancak bize verilen hikâyede ne olduğunu bilmemiz iyi olur. Bence mektuplarda ve şu deri kaplı defterlerde iyi ipuçları var.”

Yves, yan odada ekrana bakmaya devam ediyordu. Adeta donup kalmıştı. Dudaklarından önce dört sonra da günebakan kelimeleri döküldü usulca. Ayağa kalktı, o kutuyu hiç içeri almamalıydı değil mi? Her şeyi yok etmek istiyordu, tüm sayfaları yakmak istedi ama bunu yaptığı an olacak şeyler sadece yıkımdı ve bunu çok iyi biliyordu. Yeniden koltuğa oturduğu zaman gözlerini kapattı. Zihninde tek bir düşünce vardı: Ne olursa olsun Mehsa’nın yanında olmalıyım.

Loading...
0%