Yeni Üyelik
3.
Bölüm
@efsunkaruh


[Bu bölüm; cinayet, tecavüz, nekrofili gibi unsurlar barındırmaktadır. Rahatsız olacakların okumamasını rica ediyorum.]

 


Güncelleme Tarihi: 27 Temmuz 2024

devamını oku…

Suyun büyülü bir gücü vardır. Su son ve yine su başlangıçtır. Doğurur ve öldürür. Sıvı olan ilk varlıktır ve kanın atasıdır. Soğuk olduğunda da kanı bile çürütmekten geri durmaz. Su zihindir. Daima gidecek bir yol bulur. Su hafızadır unutmaz ve daima aklında tutar geçmişin acılarını, çığlıklarını, sevgilerini, gülüşlerini. Şimdi temizlediği her kan damlasında genç kızın çığlıklarını hatırlıyordu.

Gitgide sessizleşti ve sonunda sadece bir cesede dönüştü.


2 Temmuz 1982

Bir adam yağmur seslerinin içinde ıslık çalıyordu. Arabasının bagajını açarak parçalara ayrılmış bedene baktı son defa. Ne kadar güzel göründüğü düşündü, koleksiyonunda bir başyapıt vardı artık ve bu onun göğsünü kabartıyordu. Gazeteyi açarak bedenin parçalarını sarmaya başladı ve bir pirinç çuvalına koydu. Yağmur hızla yağmaya devam ederken yolun kenarına sürükledi ağzını sıkı sıkı bağladığı çuvalı, bir yandan da mırıldanıyordu “Yağmur tüm pisliği temizler.” Şiddetli su sesi adamın sesini yutuyordu.

Şimdi Tai Hang Yolu’nda bir çuvalın içerisine sıkıştırılan ceset parçalarının kanı tamamen çekilmiş haldeydi. Ruhsuz bedenden arta kalan damlalar ise o geceki yağmur ile çoktan temizlenmişti. Aynen daha öncekiler gibi… Yağmurdan başka kimse yoktu o gece arabada boğuk çığlıkları işiten, gözlerinden yaşları da almıştı sonunda hırsla camları döven damlalar, damalarındaki kanı da.

Ertesi sabahın ilk ışıklarında bir çiftçi fark etti çuvalı. “Bunu kamyona yüklemeyi unutmuşuz galiba.” Dedi yaşlı adam. Zayıftı, biraz da kamburu vardı. Senelerdir çeltik tarlasında çalışmaktan teni kavrulmuştu ve çuvala uzandı nasırlı elleriyle. Yüzü buruş buruş haldeydi. Çuvalın ipini çözüp açtığında görmeyi beklediği şey tüm gece yağan yağmurdan dolayı şişmiş pirinçlerdi. Gördüğü şey yaşlı adamı neredeyse öldürecekti. Küçük dilini yutmuş gibi kaybetti konuşma yetisini o an. Ne yapacağını bilemedi… Eli ağzına giderken, kalp atışları hızlanmıştı o sırada tarlanın diğer işçileri de işbaşı için gelmişlerdi. Gördükleri manzara damarlarındaki kanı dondurdu. Sonunda orta yaşlı bir kadın konuşarak, herkesin düşüncesini dile getirdi “Bu o da onlardan, o haberdeki katilin kurbanlarından.”

Başka bir kadın beklemedi, onaylar bir cümle ekledi “Yağmurlu Gece Kasabı, onu herkes işitiyor bu aralar.” Yutkundu, yüzünde bariz bir dehşet ifadesi vardı. Göz ucuyla yeniden baktı. Şüphesiz yaşarken oldukça güzel ama şimdi buz kesmiş tüm gece yağmurdan mosmor olmuş, dudakları mürdüm tonunu almış bir genç kız suratıydı bu. Başını çevirdi kadın, midesindeki bulantıdan kurtulmak için geriledi. Kurbanın gözleri açık ve yüzünde derin bir ıstırabın izleri net bir şekilde okunuyordu. Acı çekmiş, sesleri koparcasına bağırmış ama kimse onu duymamıştı. Çok sürmedi çağrılan polisler geldi. Bu vaka polisi köşeye sıkıştırıyordu. Bir cinayet daha olursa oldukça büyük bir belaya denk geleceklerini biliyorlardı. Halkı yeniden güvende hissettirmeleri gerekliydi. Polisler cesedi bulan işçilerle konuşurken bir kadın koşturarak beyaz bir otomobilden indi. Güzel, bakımlı bir kadındı. Dizlerine gelen geleneksel tarzda krem renkli bir elbise ve aynı renkte ayakkabılar giriyordu. Kırmızı işlemlerle süslenmiş ve saçları özenle toplanıp, zamanın modasına uygun şekillendirilmişlerdi. Gözleri kıpkırmızı olmuş halde yaklaştı bedeni bir ceset torbasına alınan kızına. Krem bir takım elbise içine siyah bir gömlek giymiş bir adam da omuzları çökmüş bir halde onu takip etmişti. Suskun, acısını içine gömmeye çabalayan bir babaydı o.

On yedi yaşındaki kurbanın annesi parçalanmış bedene sarıldığında hıçkırıklarını, boğazından dışarıya çıkan çığlıkları durduramadı. Çantası bir yana savrulurken o sadece göğsündeki sızıyla kavruluyor ve bu dünyaya ait her şeyi yitiyordu. Sonunda bir polis kadının omzuna dokundu “Onu götürmemiz gerek hanımefendi. Otopsi gerekiyor.” Kadın başını iki yana salladı. Ayrılmak istemiyordu. Onu kendileri almalılardı, dün akşam teşekkür yemeği için çiçekli bir elbiseyle evden ayrılan kızı ona “Merak etme anne, büyüdüm ben eve kendim dönebilirim.” İzin vermişlerdi. Karı koca bir iş yemeğinde olacaklardı. O akşam kızını kırmak istemedi, sonuçta hayatta tecrübe kazanmasına izin vermeleri gerekliydi. “Ama bu tecrübe ölüm olmamalıydı.” diye düşündü genç kadın. Yüreğindeki sızı gitgide onu ele geçiriyordu. Bir daha sarılıp, saçlarını öpemeyecek olduğu kızından ayrılmak istemiyordu. Şimdi tüm hisleri yalındı. Sadece yitirişti onun için an. Kızını kaybetmişti, kızı daha on yedisine gireli bir ay oluyordu. “Keşke…” dedi. Hiçbir keşke olana fayda etmezdi. Bir süre zaman durdu. Kadının gözyaşları durmadı ama sesi gitgide kısıldı. Eşi koluna girdiğinde sallanarak ayağa kalktı ve yanındaki polise baktı.

“Bulun…” dedi cılız sesiyle, içinde katile karşın büyük bir nefret vardı. “Ne olursa olsun bulun o canavarı. Sadece benim kızım değil, diğer kadınlar da öldürüldü.” Sonra sustu, geriye çekildi. Ceset alınıp götürüldüğünde sadece izliyordu. Adam ise sadece yitikti. Kadın yitirmiş ve adam yitikti; onlar hayatlarını kaybetmiş bir karı kocaydı şimdi. Basın çoktan akşam gazetelerine bir başlık daha ekliyordu ve radyolar öğlen haberlerinde özellikle kadınların gece tek başına çıkmamaları hususunda uyarılarda bulunuyordu.

Katil kimdi? Hakkında hiçbir bilgi yoktu. Yağmur tüm kanıtları temizlemişti. Dört kurbanın da cinsel organları yoktu ve kanları son damlalarına kadar bedenlerinden arıtılmıştı. Üçü aynı şekilde, aynı yolun üzerine bırakılmıştı ve Shing Mun nehri yakınında bulunan, 3 Şubat da ortaya çıkan ilk ceset de aynı kişinin kurbanı olarak kabul ediliyor en azından bu ihtimal üzerinde çokça duruluyordu.

Sanki İblis tüm karanlığını birinin içine sızdırmış ve Hong Kong’un 1980’lerinin başında ‘Yağmurlu Gece Kasabı’ ismini ağızdan ağıza yaymayı kendine görev edinmişti. İnsanlar dehşeti hatırlasın istiyor gibiydi. Çin halkının içinde büyük bir korku doğuyordu. Sonunda Çin polisi işin hızlı çözülmesi için yardım almaya karar verdi. Birçok vakayı hızlı çözmesi ve aydınlığa kavuşturmasıyla bilinen Natsuki Misao’yu Amerika’dan çağırma kararı vermeleri hızlı olmuştu. Döneme bakıldığında Çin ve Amerika ilişkileri pek de sıkı fıkı değildi bu sebeple Natsuki Misao’yu kendi kimliği ile davet etmenin en doğru karar olduğu kanaatine varmışlardı. Japon asıllı olması da sorun yaratabilirdi belki ama vahşice işlenen bir cinayetin daha vuku bulmasını göze alamazlardı.

2 Temmuz günü sona ermeden Amerika’ya, Natsuki’nin ofisine bir telgraf çekildi. Tüm masraflar karşılanacaktı, tek istenilen vakanın en hızlı şekilde çözülmesiydi. Otuzunun ortasında olan kadın deri sandalyeye iyice yaslanmış ve başını geriye atmış bir halde tavanı izliyordu. Elleri iki yana sarkmıştı ve sağ elinde ince bir dal da sanki düşecekmiş gibi parmakları arasında duruyordu. Heyecanlı bir iş istiyordu. Çoğu zaman mahkeme duvarı gibi olan yüzünü güldüren tek şey insanlıktan nasibini almayan varlıkları darağacına göndermekti. Katillere, tecavüzcülere ve hırsızlara duyduğu inanılmaz bir kin vardı ve içinde yanan bu alev ancak onların yok oluşunu, nefeslerini verip de geri alamadıklarını izleyişinde biraz sönüyordu.

Kadının ofis odası basitti. Dört duvar bir kare ediyordu. Pencerenin önüne, odaya ortalanarak koyu renkli ahşap bir masa konumlandırılmıştı. Karşıda yine koyu renkli bir kapı yer alıyordu. Kapının üst kısmı camdandı ve bir stor perdeyle kapatılmıştı. Masanın sağında bir dolap vaka dosyalarını taşırken sol taraftaki büyük bir mantar pano çeşitli fotoğraflar, gazete kupürleriyle donatılmıştı. Panonun solunda da bir kara tahta şu anlık boş bir halde yeni işini beklercesine bekliyordu. Odanın camlarının beyaz stor perdesi batan güneşin ışıkları odayı istila etmesin diye sıkı sıkıya kapatılmıştı fakat pek de işe yaradığı söylenmezdi. Batmaya yakın olan güneş boşluklardan sızıyor ve mantar pano ile kara tahtaya çizgiler halinde düşüyordu. Natsuki Misao, güneşin bu ok gibi delip geçen ışıkları gözüne girmesin diye her zaman taktığı siyah fötr şapkayı gözleri üzerine indirmişti. İşaret ve orta parmakları arasındaki ince dalı, koyu kırmızı bir ruj sürdüğü dudaklarına götürdü. Ciğerleri dolan dumanı bir süre orada bekletti sonra yavaşça üfledi, bir bulut gibi başının üzerinde kümeleniyordu şimdi gri bulut. Doktorların ısrarla sigara tavsiyesi verdiği yıllardı. “Sigara sağlığınız için oldukça yararlıdır, tüketmeyi unutmayın.” Demeyi hiçbir programda ve reklamda es geçmiyorlardı. Odanın kapısı tıklatıldı ve bir kadın içeriye adımladı. Topuklu siyah ruganları, diz hizasına gelen kalem eteğiyle ve kalın çerçeveli gözlükleriyle o kesinlikle tipik bir sekreterdi.

Hiçbir zaman hoşlanmadığı ve onun gözünde sadece ofiste bir avare gibi tekerli sandalyeyi döndüren kadına göz ucuyla baktı “Çin’den gelen bir telgraf var.” Dedi bıkkın bir sesle. Bu Misao’nun ilgisini çekmişti. Sigarayı tuttuğu eliyle şapkasını kaldırdı ve gözlerini kadına kaydırdı “Dinliyorum.”

Sekreter Bayan Broen ne kadar bu çekikten hoşlanmasa da profesyonelliğini kenara atmadan devam etti “Beş ay içinde işlenen dört vakaya el atmanız isteniyor. Bir seri katil. Son cinayetin kurbanı bu sabah bulunmuş. Elbette sizi kendi kimliğinle çağırıyorlar. Tüm masraflarınızı karşılayacaklar. Geri dönüş cevabınız nedir?” Bu sırada kâğıdı masanın üzerine bırakmıştı. Kadın, bir nefes daha alarak izmariti cam küllüğe bastırdı ve sayfaya eğildi “Kabul ediyorum, yarın akşam orada olurum.”

Natsuki Misao, bir Sherlock ya da Poirot değildi ama mesleğinin iyisi olduğunu söylemek yalan olmayacaktı. Şimdi uluslararası basında dahi oldukça büyük bir yer edinen vakayı çözebileceği üzerine insanlar çoktan konuşmaya başlamıştı. Ofisten çıkan bu bilgi hızla sokaklara caddelere ve akşam yemeklerini yiyen insanların masalarına kadar hızla yayılmıştı. 3 Temmuz sabahı manşetler onun Çin’e gittiğini yazdı: Ünlü dedektif Natsuki Misao Çin’e uçuyor. Hatta onun bunu çözüp çözemeyecek olduğuna dair iddialar ortaya atılıyor ve bahisler de öne sürülüyordu. İnsanlar bir yandan da böyleydi işte en kan dondurucu olay paranın altında ezebilirlerdi. Ve bu bahislerin odağı olan kadın Natsuki Misao, 1982’nin Temmuz ayının başında Çin’e varmış ve merkez karakolundaki ekiple görüşmüştü.

“Otopsi çıktıları nelerdir?” dediğinde otopsi doktoru fotoğrafları ve belgeleri ona uzatmıştı “Dört vakada da kadınların cinsel organları kesilmiş ve kayıp. Son vakada nekrofili ilişki de olduğunu doğruladık. Kız, epey can çekişmiş, sonra nefesi kesilmiş…” Kadın başını yavaş yavaş salladı, bir yandan da parlak lacivert bir deriye sahip olan defterine de şu cümleyi yazarak bir sonraki sayfaya geçmişti:

Kurban, 17 yaşındaki Leung Wai-sum. (2 Temmuz 1982)’

“Oldukça açım bir şeyler yedikten sonra otele geçeceğim, yarına kadar dosyayı incelemiş olurum.” Dedikten sonra karakoldan kolunun altına bir ton belgenin olduğu dosyayı sıkıştırarak ayrıldı. Binadan çıkarken dudakları arasına bir dal sıkıştırmış ve merdivenleri ağır ağır inmişti.

Bu vaka için şimdi tek yapması gereken doğru yolu izlemek ve adaleti yerine getirmek için bir katili daha bulmaktı. Siyah olanı beyaz ile tamamen yok etmesi gerekiyordu. Onun doğruları netti. Nefreti kadar netti. İnsanları sevmediği kadar netti. İnsanları sevmezdi; zayıf ve aptal olanlarından hiç haz etmezdi. Yeterli şekilde gelişmeyerek başka insanların hayatlarını gasp etmeyi kendilerine hak gördükleri için nefret ediyordu onlardan. Elleri desteleri sayanlardan da bir o kadar nefret ederdi. Onlar da yalanla hayat çalanlardı. Hayattan değerli bir şey yokken biri nasıl başka birininkini rahatça alırdı? O bunu kabul etmiyordu. Yine de zihni açılsa onun fikirleri de herkes tarafından pek de kabul görmeyebilirdi. Onun için çaresizlik hiçbir zaman gururun önüne geçmemeliydi.

Kadın dumanı dışarıya verirken son merdivenden indi ve caddeye çıktı. Kendini esen ılık rüzgâra bırakarak ilerliyordu. Uzun boyu Çin halkının minyon kadınlarını şaşırtsa da o bu tepkilerin pek de farkında değildi. Ara sokaklara saptı. Güneş batmış ardında sadece bir kızıllık bırakmıştı. Yavaş yavaş o da silinip gidiyordu sıcak Temmuz akşamının göğünden. Işıklar yanıyor ve karanlığı aydınlatıyordu. Natsuki Misao, on yedi yaşında olan son kurbanın bir teşekkür yemeği için katıldığı Sheraton Otel’e yöneldi sonunda. Odasını özellikle buradan ayırttırmıştı. Eşyalarını odasına bırakmak için bir lobi görevlisine birkaç dolar verdi ve kolunun altındaki dosyayla yemekhaneye ilerledi. Köşedeki kare masaya ilerlemiş ve sırtını duvara vermişti. Görüş açısı oldukça genişti, rahatça tüm yemekhaneyi görüyordu. Dosyalardan birini alarak Çince bir şekilde yazılan raporu okumaya başladığı zaman not defterini de çıkarmıştı. Aynı zamanda masaya bir Çin haritası açmıştı. Karakolda polisler onu için cesetlerin bulunduğu noktaları işaretlemişti.

Derin bir nefes alarak paketini çıkardı. Son bir dal kaldığını fark etmesi canını sıksa da beklemeden onu yine kırmızı rujunun sürülü olduğu dudakları arasına yerleştirmişti. Kibrit ile tutuşturduktan sonra solan ince dalı metal tablaya bıraktı. Sandalyesini ciddiyetle biraz daha yaklaştırdı ve yanına gelen garsona bir biftek istediğini söyledi. Garson bu kadını pek de rahatsız etmemesi gerektiğini düşünerek dediğini getirecek olduğunu bildirmiş ve yanından ayrılmıştı.

Çinlilerin katilin bir taksi sürücüsü olduğu fikrine kendisi de katılıyordu. Cesetlerin bırakıldığı noktalara gece yarısı ulaşabilmek için bir arabaya ihtiyaç vardı nitekim dört kurbanda en son taksiye binerken görülmüşlerdi. Fakat hangi taksicinin arabasına binmişlerdi? Tüm taksileri aramak imkânsız olduğu gibi geceleri özellikle de yağışlı havalarda kaçak taksicilik faaliyetleri yürüten çok sayıda kişi vardı. Bu içinden çıkılmaz bir düğümdü.

Masanın boş kısmına istediği iyice pişirilmiş et konduğunda basit bir teşekkür etti. Elindeki Çince yazılmış belgeyi okumaya devam ediyordu. Bunların hepsi karakolda ona söylenenden farklı değildi. Son kurban önce boğulmuş, ölü bedeni tecavüze uğramış sonra da parçalanmıştı. Sinirlenerek izmariti tablaya bastırırken dişlerini sıktı. Kimse birinin hayatını bu kadar kolay alamamalıydı. Dünya çok kolay alınan hayatlar vardı. Hem de kitleler halinde, öldürülen çocukların çok olduğu ve sadece çıkarlar uğruna alınan hayatlar vardı. Aynı onun doğduğu Japonya’da olduğu gibi. Fakir doğmuşsan kimse sana yemek vermeye tenezzül etmezdi ve senin hayatının hiçbir önemi yoktu. Ölü bedeninin de pek önemi yoktu. Bir sokak kenarında son nefesini acı içinde verebilir ve kurda kuşa yem olabilirdin. Yahut aç köpekler kemiklerine kadar seni tüketebilirdi. Şimdi bu vakayı daha çok çözmek istiyordu ve yemekhaneyi temizleyen kadınların konuşmalarına kulak şahidi oldu “Ben gelirken yine yağmur bulutları toplandı, şiddetli yağacak bugün de.”

Kadın başını belgeden kaldırmıştı. Belki bir taksi turu ile Çin’i dolaşmak iyi olabilirdi. Sonuçta kendini tekrar eden şeylerle bir yere varamayacaktı. Hızlıca yemeğini yedikten sonra toparlandı ve serpiştirmeye başlayan yağmurla beraber ilk gördüğü taksiye bindi. Taksi sahibi kırklarının sonunda bir adamdı. Nereye gitmek istediğini sorduğunda Misao, Shing Mun Nehri’ni söyledi. Taksi şoförü buna pek anlam veremese dahi genç kadını onaylamıştı. “bu aralar oralar pek tekin yerler değil hanımefendi.” Dedi dikiz aynasından kadına bakarak.

“Güzel gözüktüğünü söylemişlerdi. Neden öyle diyorsunuz?”

“Etrafta dolaşan bir katil var. İlk cesedi bu nehirde buldular. Bazıları da kadının hayaletinin artık etrafında dolananlara musallat olduğunu söylüyorlar.”

Natsuki Misao gülmeden edemedi “Hayalet hikâyeleri epey popüler yani?” Adam omuz silkti “Hayaleti bilmem ama katilin gerçek olduğuna eminim.”

Sonra arabadaki iki kişi de sustu. Taksinin ışıkları karanlığı delip geçiyordu. Nehrin uzandığı yol boyunca ilerlemeleri ardından yeniden şehir merkezine döndüklerinde genç kadın yeni bir adres vermiş ve bu sefer ilk kurban olarak kabul gören 22 yaşındaki gece kulübü dansçısı olan Chang Fun-lan’ın çalıştığı kulübe varmıştı. Gerekli ücreti vererek kulübe girdi. Kulübün duvarlarının bir kısmı ortama farklı bir hava katsın diye sıvasız tuğlalar halinde bırakılmıştı. Orta yaşlarına varmak üzere olan kadın masalardan birine oturmuş ve garson kızdan sadece soğuk bir su istemişti. Bilmediği bir yerde sarhoş olmayı göze alamazdı. Dosyayı önüne koyarken elinde kamerayla beraber bir adam yaklaştı yanına. Bir dergi için çalıştığını ve birkaç fotoğraf alıp alamayacak olduğunu sorduğunda Natsuki neden olmasın demişti kendi kendine. Bazen kendisine ait birkaç iz bırakmak fena bir fikir olmayabilirdi. Poz vermek için yirmilerinin ortasındaki adamın dediklerine uymuştu. Ayağa kalaktı ve otelden ayrılmadan evvel aldığı yeni Marlboro 100’s kutusunu açarak içinden ince bir dal çıkardı. Tuğla duvara yaslanmış ve gözlerini kameraya dikmişti. Beyaz gömleğinin yakalarını düzeltti ve blazer ceketinin yakaları üzerine bıraktı. Flaş patladı. Daha sonra fötr şapkasını da takarak birkaç poz vermişti genç fotoğrafçıya. Bunlarda yüzü tam olarak belli olmuyordu.

Genç adam, kadına fotoğrafları birkaç hafta sonra alabilecek olduğu fotoğrafçının adresini vererek ayrıldığında Natsuki Misao soğuk suyu bir seferde içmiş ve daha canlanmamış olan kulüpten ayrılmıştı. Yağmur şiddetle yağmaya devam ederken ikinci bir taksi daha çevirmek için elini uzattığında dolu taksiler onu es geçiyordu. Sonunda bir taksi boş halde durduğunda ıslanmaktan haz etmeyen bir halle bindi ve otelin ismini verdi. O sırada taksinin yirmilerinin sonunda duran genç sürücüsü ona dikiz aynasından bakmış daha sonra ıslık çalarak bir ritim tutturmuş ve gaza basmıştı. “Buraların yabancısı mısınız bayan?” dedi bir kere daha aynadan kadına bakarken “Aksanınız düzgün ama biraz yavaş konuşuyorsunuz.”

Misao genç adama baktı. Sürücü koltuğunun çaprazında oturmasından ötürü adamın yan profilini görebiliyordu. Sol profilinden izlediği adama baktığında onun oldukça yakışıklı olduğunu düşündü. Dolgun dudakları ve dikiz aynasından bakan keskin gözleri vardı. Fakat onun en önemli özelliğinin saçları olduğuna karar verdi kadın. Yumuşak ve gür duran saçları ensesine doğru uzatılmıştı. Islık çalmaya devam ediyor ve sesi camlara vuran yağmur damlalarına karışıyordu.

“Öyle, doğru tahmin ettiniz. Bir iş gezisi için geldim buraya.” Adam başını sallayarak onu onayladığında ışıkları olmayan bir yoldaydı. Arabanın farları ve karşıdan gelen arabaların farları yolu aydınlatıyordu. Radyodan bazı cızırtılar geliyordu. Kesik kesik de olsa spikerin sesi duyuluyordu “Yağmurlu Gece Kasabına dikkat edin…”

“Şu olay…” dedi taksi şoförü “Ne kan dondurucu değil mi?” Şoförler bu olay hakkında konuşmayı seviyor diye düşündü Misao ve bu sohbete devam etmeye karar verdi.

“Cidden öyle. Bugün geldiğim zaman otele kahvaltı yaparken gazetelerde gördüm ben de. Cidden rahatsız edici. Sizce polis onu hemen bulur mu?”

“Bilmem…” dedi genç adam “Sonuçta bu dördüncü cinayet. Beşincisinin bugün ya da yarın işlenmeyecek olduğunun da garantisi yok.”

Misao başını salladı, bu sohbet ona keyif veriyordu. Adamın tok, kendini dinleten bir ses tonu vardı, daha fazla konuşma isteğiyle “Ne kadar yolumuz kaldı?” dediğinde gözleri dikiz aynasında kesişmişti. Adam sanki onu anlamışçasına eğlenen bir kıkırtı bıraktı “Siz ne kadar isterseniz o kadar yolumuz var hanımefendi.” Diyerek yanıtlandırdı kadını.

“O zaman beni güzel yerlerde dolaştırsanız iyi olacak. Yağmurdan dolayı gezme fırsatım olmayacak ve kısa sürede Japonya’ya geri dönmeyi planlıyorum.” Birkaç manşetin ismini kullanacak olduğunu bildiği için Amerika yerine Japonya demeyi uygun bulmuştu. Çocukluğumdan beri gitmediğim Japonya…

Radyodan cızırtılı sesler gelmeye devam ediyordu “Son kurban on yedi yaşındaki…” Bu sefer Natsuki Misao konuyu cinayetlere çeken taraf olmuştu “Kurbanların cinsel organlarının alındığını okudum. Gerçekten katil bir deli olmalı.”

Şoför onu bekletmeden yanıtlandırmıştı “Burası kalabalık bir ülke zihninde hasar olan insanlar da bir o kadar çok, bazı insanlar eşit doğmuyorlar ve bu sebepten başkalarının hayatlarını bitirebilmeyi kendilerine hak görüyorlar. Bence aptalca.”

Bu hararetli bir tartışmanın başlangıcı gibi görünse de Natsuki Misao biraz şaşırmıştı. İlk defa kendi fikirleriyle uyuşan birine denk geliyordu, adama bir defa daha baktı. Tuhaf bir his içinde dolanıyordu. O, ilgisini mi çekiyordu? Paketinden bir sigara alarak arabadaki küllük kısmını açtı ve bir kibritle tutuşturdu. Bu tip aptalca fikirlerle uğraşmak istemiyordu. En hızlı şekilde Amerika’ya geri dönmeliydi.

“Size katılıyorum beyefendi.” Dedi “Hiçbir sebep böyle bir vahşeti haklı çıkarmaz.”

Adam ciddi bir görüş ortaya atarak onu güzel bir tartışmanın içine çekmişti “Tanrı için yapsa bile mi?”

Kadın dumanı usul usul verirken duraksadı ve gözlerini dikiz aynasına dikti. Adamın koyu kahverengi gözleri dipsiz çukurlar gibiydi “Tanrı adaleti emreder ve adalet de böyle saçmalıkları ortaya koyanları darağacında sallandırmaktır.” Sözleri çıktı dudaklarından. Kendi bile bu kadar sert çıkışmayı beklememişti. Adam hafif bir biçimde dudaklarını büzerek başını salladı ağır ağır “Son zamanlarda burada ‘Tanrı bize bunu emretti’ diyerek abuk subuk şeyler yapan bir ton insan var. Herkesin Tanrısı kendisine sonuçta.”

Araba o sırada yavaşlamış ve otelin önünde durmuştu. Tüm gecesini bir kadına ayırırsa para kazanamayacak olduğuna emindi genç adam “Son durak hanımefendi.” Dediğinde Misao bu hoş sohbetin ve arabanın ılık havasıyla mayışmış bir halde kapıyı araladı. Borcunu ödemiş ve her zaman yüzünde yer almayan bir tebessümle inmişti.

“Belki iş bittikten sonra birkaç gün daha burada kalmalıyım.” Demeden edemedi kendi kendine. Hayatı boyunca birçok katili aramıştı ama şimdi aşkı da aramayı düşünmek bir anlığına aklından geçip gitti. Sanki onu bir daha göreceğim. Ne yüzünü tam olarak gördüm ne de ismini biliyorum. Ama o biraz… farklıydı ya da tuhaf.

Otele girdiğinde asansöre binmişti. Yavaş adımlarla indiğinde kendisine ait olan, kapısında 523 yazan odaya girdi, ayakkabılarından ve ceketten kurtularak kendini yatağa bıraktı. Her şeyden evvel biraz gözlerini kapatmalıydı.

Sabah uyandığında kısa bir duş arından kahvaltı masasındaydı. Zihnini bulandıran esas konu kurbanlarda nasıl bir damla kanın bulunmadığıydı. Sanki Dracula gece yarısı üzerlerine çökmüş ve tüm kanlarını emmişti. Fakat adli tıp raporu buna dair hiçbir iz yoktu. Belki de o izler bedenlerinin kayıp olan parçalarındaydı.

Kahvesini yudumlarken önündeki gazeteyi açmıştı. Sadece öylesine göz atıyor ve ihtimalleri tekrar tekrar düşünüyordu. Sonundaysa elde ettiği her yol sadece daha fazla çıkmazla baş başa bırakıyordu dedektifi.


⠀⠀⠀⠀⠀⠀⠀5 Ağustos 1982

Otelin çevresindeki tüm esnafla konuşma konusunda kararlıydı. Son birkaç dükkân kalmıştı ve neredeyse ümidi yerlerdeydi. Buraya geleli otuz günden fazla olmuştu ve o bir adım daha ilerleyememişti. Bu durum onu daha da hırslandırıyor ve geceyle gündüzü karıştırmasına sebep oluyordu. Herhangi bir görgü tanığı yoktu. Yağmur ve karanlık her şeyi kusursuzca örten suç ortaklarıydı. Sonunda ara sokaklardaki bir lokantaya girerek basit bir hamburger istemişti. Amerika kültürü hiç tereddüt etmeden tüm dünyayı istila ediyordu. Önüne konan kolaya bakarken başını geriye attı. En azından bir şeyler olmalı diye geçiriyordu içinden. Birileri bir şey görmüş olmalı. Yoktu. Sanki genç kız otelden hiç çıkmamış gibiydi. Valelerden bile onu gören yoktu ve bu durum can sıkıcı oluyordu. Diğer kurbanlar için de durum farksız değildi. Sanki onlar hiç var olmamış kadınlardı. Öylece sadece cesetleri var olmuştu bu dünyada.


18 Ağustos 1982

Bazen bazı şeyler sadece olması gerektiği için olur. İşte bugün o günlerden biri olacağından habersizdi Natsuki Misao.

Çine ilk geldiği gün çekilen fotoğraflarını almak için kendisine verilen Kodak mağazasına girdiğine genç kadını karşılayan fotoğraflarını çekmiş olan Xi Yang olmuştu “Hoş geldiniz. Fotoğraflarınız hazır. Birkaç tanesini izin verirseniz dergide de kullanmak istiyorum.”

Natsuki Misao yüzüne memnuniyet tebessümünü yerleştirdi ve genç fotoğrafçıyı takip ederek yan yana sıralı olan beş fotoğraf banyosu odasından ilkine girdi. İplerde asılı birçok fotoğraf vardı. Xi Yang, işlemi biten fotoğrafları dikkatle ipten alırken genç kadın da büyük odada geziniyordu. Oldukça geniş bir odaydı ve en uç köşedeki fotoğrafların önünde durduğunda nefesini tuttu. Fotoğraflar duvara dönük asılmıştı ancak biri bu örüntüyü bozuyır ve doğrudan ona bakıyordu. O gözler dimdik ona bakıyor ve ıstırap çığlıklarını duyuruyordu Natsuki Misao’ya.

Boğazına bir elektrik kablosu dolanmış kadını tanıyordu. Yağmurlu Gece Katili’nin üçüncü kurbanı bir sokak temizlik işçisi olan Leung Sau-wan idi o kederli, gözyaşları göz pınarlarında kurumuş bakışların sahibi.

“Buldum seni.” Dediğinde kendi kendine Xi Yang başını kaldırmıştı “Bir şey mi dediniz hanımefendi?” Natsuki Misao başını salladı yavaş yavaş “Bu fotoğrafları kim getirdi biliyor musunuz?” Köşede asılı olan ve bir kısmı duvara dönük olan fotoğrafları işaret etmişti. O sırada bir tanesini çekerek eline almış ve ikinci kurbanın parçalanmadan önceki fotoğrafına baktı. Chan Wan-kit öylece uyuyor gibi duruyordu. Dansçı olması sebebiyle vücut hatları son derece düzgündü. Sadece boğazına dolanmış olan kablo onu ölü gösteriyordu. Gözleri kapalıydı, sanki kolay bir ölüm olmuş gibiydi. Oysa genç kadın dakikalarca debelenmiş ve ölüm meleğini öyle görmüştü.

Xi Yang başını iki yana salladı “Bilmiyorum ama yan tarafta asılı olan numaradan ne vakit almaya gelecek olduğunu bilirsiniz.” Kadın kendisine söylenen kâğıdı ipten indirdi. “Dört gün önce getirilmiş. Yirmi üç numara.”

Genç fotoğrafçı elindeki fotoğraflarla yaklaştı “O zaman bugün ya da yarın almaya gelecektir. Bir sorun mu var?” Kadının yanına yaklaşarak fotoğrafa baktığında donakaldı genç adam “Bu kadın dedi…” yüzü tanıdık geliyordu “Leung Sau-wan, haberlerde fotoğrafını görmüşsündür. Lütfen polisi ara ve Natsuki Misao’nun iki sivil polis istediğini bildir. Onları burada bekliyorum.”

Xi Yang bir an hareket edemese de sonra kadının dediklerini harfiyen yerine getirmişti. İki sivil polis kısa süre içerisinde geldiğinde Natsuki fotoğraflara dokunulmamasını söyledi. Gerekirse birkaç gün burada kalacaklardı. Bu derece yaklaşmışken kesinlikle onu elinden kaçırmak istemiyordu. Banyo odasının köşeyi gören daha karanlıkta kalan kısmına bir sandalye attı ve her zaman olduğu gibi geriye yaslandı. Bacak bacak üzerine atmış ve fötr şapkasını gözlerine indirerek yakmadığı bir dalı dudakları arasına yerleştirmişti. Kolları göğsünde kavuşurken iki sivil polise de dükkândan ayrılmamalarını tembihledi.

O gün birçok kişi içeriye girip çıktı ve kırmızı ışıklar altında hareket etti ancak kimse cinayetlerin kanıtlarına yaklaşmadı.


19 Ağustos 1982


Erken bir saatte stüdyoya erken bir saate yeniden gittiklerinde yine aynı şekilde oturmuş ve beklemeye başlamıştı. Sonunda içeriye biri girdi. Islık çalıyordu. Natsuki bu ıslığı daha evvel duyduğuna emindi. Nefesini tuttu. Topuk sesleri duyuluyordu. Köşeye doğru ilerliyordu. Kadın şapkasını biraz kenara çekerek yavaşça ayağa kalkmaya hazırlanırken adam durmuş ve mırıldanmaya başlamıştı “Tanrı için öldürüyor ve yağmurla temizliyoruz.” Islığı ile aynı ritimdeydi dedikleri sanki bir çocuk tekerlemesi tekrarlıyordu “Kanlarını sun ve umudu tat, sana çocukluğunda verilmeyen her şey için.”

Kadın ayağa kalktı, Yağmurlu Gece Katili arkasına döndü ve yüzünü tam seçemediği bedene baktı. Natsuki’nin dudakları aralanmıştı “Tanrı bana seni darağacına göndermem gerektiğini söylüyor.” Adam bir aydan fazla süre geçmesine rağmen o kadının sesini tanıdı, onda iflah olmaz bir delinin zihni vardı “Tekrar karşılaşmayı beklemiyordum hanımefendi. O gece isminizi öğrenmediğim için çok pişman oldum.” Sonra güldü, “Belki de sizi koleksiyonuma eklerdim, ne dersiniz?” eli cebine gitti ve geri çektiğinde birkaç defa katlanmış elektrik kablosu sallanıyordu.

Kadın tereddüt etmeden ona biraz yaklaşarak yüzünü kırmızı ışıklar altında aydınlığa çıkardı “Ne yazık ki buradaki tek koleksiyoner sen değilsin.” Tabancasını tereddüt etmeden ileriye doğrulttuğunda adam ellerini havaya kaldırmıştı “Beni gerçekten vuramazsın.”

“Bence vurabilirim sonra rahatça evime dönerim.”

“Japonya’ya?”

“Amerika’ya. Çin beni seni bulmam için özel olarak görevlendirdi. Ve şimdi karşımdasın.”

“Kaçabileceğimi biliyorsun değil mi?” Genç kadın dilini damağına koyarak şaklattı “Dışarıda iki sivil polis var. Direnmeni önermem. Ayriyeten beynini dağıtmak için ne kadar heyecanlı olduğumu görmüyor musun?”

Genç adam sonunda köşeye sıkıştığına ikna olarak ellerini kaldırdığında Natsuki Misao, sivil polislere seslenmişti. Bir dramada değillerdi. Her şey olup bitecekti. Polisler içeriye girmeden önce bir soru dudaklarından çıktı kadının “Kanları nasıl aldın ve ne yaptın?”

Kapı açılmıştı. Polisler içeriye girerken adam güldü. Alay onun bedeninin her zerresindeydi.

“Tanrı nasıl yapılacağını öğretti. Asla onunla konuşamayacak olduğun için de nasıl olduğunu öğrenemeyeceksin.” Bu sırada bileklerine kelepçe geçirilmişti ve sonra da fotoğraf stüdyosundan çıkarılarak polis aracına bindirilmişti.

Karakola götürülen adamın evine de aynı gün içinde baskın yapıldığında yatağının altında kalan kanıtları ele geçirmişlerdi. Kadınların neşterle alınan cinsel organları kavanozlar içine konulmuştu ve birçok pornografik içerik de bir kutu içerisinde toplanmıştı. Böylece Lam Kor-wan’ın katil olduğunu suçlarını detaylı bir şekilde itiraf etmesi sonucunda kanıtlandı. Yüzünde bir zerre pişmanlık yoktu. O alay eden gözler, flörtöz bakışlarla etrafı süzmeye devam ediyordu.

Sadece bir kişi durumun daha farklı olduğuna inanıyordu. Bu Natsuki Misao’dan başkası değildi.

Lacivert kaplı defterini çıkardı ve yeni bir cümle yazdı:

‘Katil azmettirilmiştir.’

Bu iki kelimenin başına ne kadar bela olacağından habersizdi.


Güncellenme Tarihi: 27 Temmuz 2024

devamını oku…

Lam Kor-wan ilk mahkemeye çıkarıldığı zaman jüri üyeleri ona idam cezası verdiler. Aynen Natsuki Misao’nun istediği gibi. Ancak daha sonra bu karar değiştirildi ve müebbet hapis olarak işleme kondu. O sırada Natsuki Misao’ya bir teşekkür töreni düzenlenecekti ancak kadın ansızın kayboldu ve kısa sürede de ismi önce dudaklardan sonra da hafızalardan silinip gitti.

Loading...
0%