Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15. Bölüm: Papatya

@egeninincisiizmiir

15. Bölüm: Papatya

 

Araba evin önünde durduğunda kemerimin kırmızı tuşuna basıp arabadan indim. Akşam sıcağı tekrar sarmaladı bedenimi. Bagajdan bavullarımızı alıp sürükleyerek kapıya doğru ilerliyorduk birlikte. Fazlasıyla yorgun hissediyordum. Gezmenin yorgunluğu ve yol yorgunluğu vardı üzerimde ama yine de güzel geçmişti günüm.

 

Kapının yanına geldiğimizde Oğuz kapıyı açmakla uğraşıyor ben de uykulu uykulu onu bekliyordum. Uykumu açmak için gözlerimi etrafta gezdirdim bir süre ve ayak uçlarıma bakındım ve bir daha yukarı, kapıya çıkarttım gözlerimi.

 

Bir saniye!

 

Orada...

 

Yerde...

 

Ayaklarımın dibinde...

 

Fare vardı!

 

Geri çekilerek bir çığlık attım ve Oğuzun sırtına yapışarak onu da geri çektim biraz. Elindeki anahtar yere düşmüştü. Metal sesinin taşlara çarpma sesi aramızda yankılanırken kafasını bana çevirdi ve üstten aşağı bana bakmaya başladı.

 

"Fare vardı, ayaklarımın dibindeydi." Dedim tiksintiyle, ani bir titreme yayıldı vücuduma ve silkelendim. Aynı yere bakmamla parmağımı o gri şeye uzatıp bağırdım biraz.

 

"Bak orada hala, orada." Sırtında olan ellerimle onu sarsıyor, gömleğini biraz daha sıkıyordum.

 

Gür kahkahası evimizin bahçesinde yankılandığında kendini tutamayacak öne doğru eğildi ve fareyi eline aldı.

 

Fareyi eline aldı! Fareyi nasıl eline alır?

 

Ondan birkaç adım uzaklaştım.

 

"Ne kadar tatlı bir fare bu böyle." Diye mırıldandığında eline, hatta ona bakamıyordum.

 

Büyük kulakları, pis ayakları, tırnakları, sarı dişleri, gri pis kürkü... Düşünmek midemi bulandırmıştı.

 

Verdiğim tepki size belkide çok gibi gelebilirdi ama farelerde ilgili pek de iyi anılarım yoktu.

 

Oğuzun bana yaklaştığını anlayabiliyordum. Ellerimi ona doğru uzattım, dur işareti yapıyordum bir yandan da geriliyorum.

 

"Gelme!" Diye biraz bağırdım. Sesim titremişti.

 

"Vallahi bayılırım Oğuz gelme!" Hala üzerime doğru geldiğinde arkamı dönüp arabaya doğru koştuğumda kapıyı açmaya çalışıyordum. Kapı kilitliydi açılmayınca arkamı döndüm. Oğuz bana elindeki şeyle yaklaştığında gözlerimi sıkıca kapattım, gözlerimden yaşlar inmişti.

 

"Oğuz gelme, lütfen." Ellerimi yüzüme koyup çömeldim ve başımı dizlerime yasladım. Titremeye başlamıştım, hıçkırıklar da ağlamama katıldığında nefes almam zorlaşmıştı.

 

"Ya bir baksana."

 

"Bakamıyorum diyorum." Dedim zar zor hıçkırarak, dediğim anlaşılıyor mu bilmiyorum.

 

"Uzaklaş." Diye mırıldandım sessizce.

 

"Uzaklaş!"

 

Karanlık, yanımda kıpırdayan ve ciyaklayan küçük bedenler. Üzerime tırmanan, saçlarımın arasında gezinen, kıyafetimi, saçlarımı kemiren sıçanlar.

 

"Gelmeyin!" Diye bağırdım karanlık, rutubet kokan odada.

 

"Baba!" Gelmeyeceğini bile bile bağırdım yine. Beni buraya koyan oydu ben de yine de ondan yardım istiyordum, beni buradan çıkarmayacağını bile bile.

 

Kolumda hissettiğim sıcaklıkla çarpılmış gibi başımı kaldırdım dizlerimden. Sol tarafıma baktım, yaşlı gözlerim onu gördüğünde elini yanağıma götürüp gözyaşımı sildi.

 

"Fare değil kediydi." Diye mırıldandı usulca. Kucağında kıpırdanan şeye baktığımda gri, küçük şeyin gerçekten de kedi olduğunu gördüm. Hatta yavru bir kediydi.

 

Evet fare değildi ama ben hala titriyordum. Hıçkırdım birden, gözümsen sıcak bir sıvı indi yanağımdan çeneme ve bedenim titremesi arttı.

 

"İyi misin?" Gözlerine baktığımda endişelendiğini görebiliyordum.

 

Olumlu anlamda kafamı salladım ama iyi değildim. Titreyen ellerimi uzatıp kucağındaki yavruyu aldım.

 

"Kedileri severim." Diye mırıldandım ve titrek bir gülüş kaçtı dudağımdan, gözümden de bir damla. Elimin altındaki minik bedeni okşadım. Hoşuna gittiğine dair minik hırıltılar çıkarıyordu. Burnumu çektim, çocuk gibi.

 

"Çocukken sokakta bulduğum yavru kediyi eve saklamıştım." Diye mırıldandım kediyi severken.

 

Yan tatafımdan minik bir gülüş geldi.

 

"Sonra?" Dedi sorarak.

 

"Babam evden attı." Dedim ve güldüm. Sonra da beni dövdü.

 

Ondan ses gelmeyince ona baktım. Yüzü ciddileşmişti ama bu korkutucu değildi. Yavaşça ayağa kalkışını ve elini birbirine çarptırarak temizleyişini izledim.

 

Sağ elini bana uzattığında elindeki yara bandını çıkarttığını gördüm, ne çabuk iyileşmişti? Elindeki yaralar kabuk bağlamıştı. Birden fazla küçüklü, büyüklü kahverengi kesikler...

 

Onu daha fazla bekletmeden küçük kediyi sağ elime aldım ve bana uzattığı elini sol elimle kavradım. Elimi acıtmayacak şekilde sıkıp beni kendine doğru nazikçe çektiğinde ayağa kalkıp elini bıraktım.

 

Birlikte kapıya doğru ilerlerken gözünden akan yaşları silip burnumu çektim. O kapının kilidini açmak için uğraşırken kucağımdaki kediyi yere bıraktım. Eve almak isterdim ama bu tek başıma alabileceğim bir karar değildi.

 

"Bay bay kedicik." Diye mırıldandım kediye doğru.

 

Kapı açıldığında eve girdik. Evin serin havası bizi karşılamıştı.

 

&

 

Önümdeki gastronom kuvetlerdeki sebzelerden yeterince alıp tavaya bıraktım. Tavanı sapını tutup hareket ettirerek sebzelerin karışmasını sağlıyordum.

 

"Masa 14 e kim bakıyor?" Bıçak sesleri, tabak sesleri, ateş sesi ve konuşmalar arasından gelen sesle seslenen kişiye baktım. Elimi havaya kaldırıp kendimi belli ettim.

 

"Ben."

 

"Müşteri görüşmek istiyor, sorun varmış." Sıkıntıyla bir nefes verdim. Mesleğimi sevsem de bazen böyle pürüzler ortaya çıkabiliyordu. Yanımda bana yardım eden iş arkadaşıma döndüm.

 

"Sen beni bir 5 dakikalığına idare et." Olumlu anlamda kafasını salladığında elimdeki siyah eldiveni çıkıştaki çöpe fırlatıp attım. Bana haber veren kişiye döndüm.

 

"Sorun nedir?"

 

"Yemeği beğenmemiş." Kaşlarımı çatarak ona döndüm.

 

Bazı tatlar herkesin damak tadına uymayabilirdi. Beğenmediysen iç çayını çorbanı, git bir daha da gelme kardeşim. Ya da başka bir yemek seç.

 

"İyi de ben bu konu hakkında ne yapabilirim." Garson kız bıkkınlıkla suratıma baktı.

 

"Biliyorsun abla müşterileri. Çok sorgulama." Ona hak vererek masa 14 e ilerledim. Çok uzakta olmayan masaya geldiğimde şaşkındım. Sadece şaşkınlıkla kalmayacağımı da biliyordum artık.

 

Masaya iyice yaklaşıp masadakilerin beni fark etmesini sağladım.

 

Masada çoğu kişiyi tanımıyordum ama tanıdığım bir kişi bütün masaya bedeldi.

 

"Buyrun, sıkıntı nedir?" Masada çoğu kişinin yüzü bana dönmüştü.

 

"Çorba tatsız tuzsuz, saman gibi." Dedi Buse. Tunanın deyimiyle şırret Buse.

 

"Ayrıca soğuk geldi." Tek eliyle tabağı ileriye ittirdi.

 

Önündeki çorbaya kısa bir bakış attım ve emin oldum, Gazpacho çorbasıydı bu ve bu çorba soğuk servis edilirdi.

 

Yüzünde bana karşı olan nefreti görebiliyordum. En son Oğuz onu fena bozmuştu ve bunu acısını benden çıkarıyordu. Bu masa meselesinin de tesadüf olduğunu düşünmüyordum, bile isteye benim ilgilenmemi istemiş olmalıydı.

 

"Yemek damak tadınıza uymamış olabilir. İsterseniz başka bir sipariş verebilirsiniz. Ayrıca o çorba soğuk servis edilir, serviste bir hata yok yani." Dedim tek düze bir sesle.

 

"Yok istemiyorum, diğerlerinin de bunun gibi olacağına eminim." Dedi ve yaslandığı yerden ayrıldı.

 

"Tabi hepsini sen yapıyorsan." İçimdeki siniri kahkaha atarak dışarı bırakmak istedim ama sadece gülümsedim.

 

"İçtiğiniz çorba restoranımızın specialidir." Dedim, içimde ağzının payını verebilecek olmanın hoşnutluğunu taşıyordum. Tabii şu anda dışarıda olsak, iş yerinde olmasak ağzının payını çok daha farklı verirdim.

 

"Ve çorbanın menüye girmesini ve special olmasını da sağlayan benim." Yüzündeki bozulmayı taa mutfaktan bile görebilirdim.

 

"Eğer memnun değilseniz başka bir sipariş verebilirsiniz."

 

"Yok istemez." Dedi tiksintiyle ve çorba tabağını elinin tersiyle tekrar itekledi.

 

"Toplayabilirsin." Patavatsızlığı ve cahilliği beni bir kez daha güldürdü.

 

"Garson arkadaşımızdan rica edebilirsiniz, iyi günler." Tam oradan ayrılacaktım ki sözleri beni durdurdu.

 

"Ben müşteri değil miyim? Senin toplamanı istiyorum." Sinir gülümsemem kaybolup içimden başka bir Suay çıkacaktı ki kendimi tuttum. Sakinliğim en büyük silahımdı.

 

"Müşterilerin isteklerine göre mesleğimizi değiştirmiyoruz."

 

"Müdürünü çağır!" Dedi sakinliğini koruyamayıp kıskançlıkla, çıldırmıştı.

 

"Şikayetçiyim senden."

 

"Müdürüm şu anda burada değil ne yazık ki!" Dedim sahte bir üzgünlükle, içten içe o kadar mutluydum ki.

 

"Çıkıştaki danışmadan şikayet dilekçesi doldurabilirsiniz. Tekrardan iyi günler."

 

Bana cevap vermesini beklemeden mutfağa doğru, kendimle gurur duyarak ilerledim.

 

Beni şikayet etmesinden korkmuyordum çünkü yanlış bir şey yapmamıştım ve restoranımızın sahibi de anlayışlı biri olduğundan bana hak vereceğine emindim.

 

&

 

"Suay!"

 

Tek gerçek arkadaşımın bana seslenmesiyle otobüs beklediğim duraktan bana elinde dışı kırmızı kâğıtla kaplı papatya buketi ile koşturan arkadaşıma baktım.

 

Yüzünde bir gülümseme vardı, ben de gülümsedim.

 

"Sana çiçek gelmiş. Sen çıktıktan sonra geldiği için görememişsindir." Elindeki buketi bana uzattı.

 

Çiçeği koklama gereği duymadım çünkü papatyanın kokusunu sevmezdim. Görüntüsü hoştu ama.

 

"Kimden gelmiş?" Dedi imayla, yüzünde de yaramaz bir sırıtış vardı. Bendeyse mimik oynamıyordu çünkü Oğuzun böyle bir çiçek göndermeyeceğinin bilincindeyim.

 

Papatyaların arasındaki zarfı aldım ve içindeki beyaz kart çıkarttım.

 

Hatalı olduğumu biliyorum, özür dilerim.

 

Beni affet lütfen.

 

~ANIL~

 

Sinirle gözlerimi devirip kartı Özgeye doğrulttum. Onun da yüzünde benimkinin aynısı olan bir ifade yayıldığında yumruğumu sıkarak kağıdı buruşturdum.

 

"Ne yapacaksın peki?"

 

Özgeye cevap vermeden biraz İlerideki çöp konteynırına ilerledim ve elimdeki buketten çıkan not kağıdını çöpe attım. Çiçekleri de çöpe atabilirdim ama kıyamadım. Başka birine vermek daha mantıklıydı. Otobüs durağına çevirdim gözlerimi. Hedef alanıma annesi olduğunu düşündüğüm bir kadınla durakta bekleyen kız çocuğu girmişti. Yanlarına ilerleyip çiçeği uzun uğraşlar sonucu onlara verebildim. İlk başlarda tedirgin olsalar da sonradan çiçeği gülümseyerek almışlardı.

 

Sağ tarafımdan gelen korna sesiyle o tarafa baktığımda tanıdık arabayla kaşlarım çatıldı. Onun gelmesini beklemiyordum.

 

"Oğuz mu o?" Özgenin sorusuyla kafamı sallayarak onu onayladım ve kollarımı ona sardım.

 

"Sonra görüşürüz. Kendine iyi bak." Sırtını sıvazlayıp ondan ayrıldım.

 

Arabanın çevresini dolanıp ön koltuğa oturdum.

 

Kemerimi takarken konuştum.

 

"Gelmeni beklemiyordum."

 

"Geçiyordum, seni de alayım dedim." Ne tesadüf ki çıkış saatimde buradan geçiyormuş!

 

Arabayı çoktan hareket ettirmişti.

 

Çiçekleri görüp görmediğini merak ediyordum ki merakımı ortadan kaldırdı.

 

"Çiçekler kimden geldi?"

 

Ona döndüğümde gözü yoldaydı, sakindi.

 

"Anıldan."

 

Ciddi olup olmadığıma bakmak ister gibi kısa bir süreliğine kafasını bana çevirdi. Ciddi olduğumu anlamış gibiydi. Yüz ifadesi hiç değişmemişti, acaba çiçekleri başka birine vermeseydim de bu kadar gamsız olabilecek miydi?

 

"Papatyaları sevmiyor musun?" Çiçekleri başkasına verdiğim için soruyordu bunu. Ciddi misin der gibi baktım yüzüne o da bir müddet sonra bana baktı ve gülümsedi.

 

"Papatyalarla bir sorunum yok." Dedim gülerek. Gerekli mesajı almış olmalıydı.

 

Aramızda uzun denilebilecek bir sessizlik olduğunda bunu bozdum.

 

"Bugün Buse restorana geldi." Beni dinlediğine dair bir mırıltı çıkardığında devam ettim.

 

"Yemeği beğenmeyip mutfaktan beni çağırttı, aşağılayamayınca da beni şikayet etti." Kendimi tutamayıp sessizce bir kahkaha attım.

 

"İyice saçmaladı." Diye mırıldandı.

 

Kendimi ortalığı karıştırıp köşesine çekilen büyücü yengeler gibi hissetmiştim.

 

Ama yapmam gerekenin bu olduğunu hissetmistim.

 

Aman, sakın kocandan bir şey saklama!

 

Rahatça geri yaslandım ve sessizce akan yolu izledim. Tahmini bir 10 dakika sonra eve varmıştık.

 

Ben emniyet kemerini çözmekle uğraşırken bütün odağımı kendinde topladı.

 

"Ben bir şey yaptım." Tedirgince ona döndüm.

 

"İstersin, istemezsin bilemiyorum artık." Meraklı beni ortada bırakıp arabadan indi.

 

Aklıma kötü kötü şeyler geliyordu, zorlukla yutkundum ve arabadan indim.

 

Yoksa kuma mı getirdi?

 

Allahım sen aklıma mukayyet ol!

 

O kadarını da yapmamıştır!

 

Bu devirde de olmaz öyle şey!

 

Mod on, Kemalim yapmaz öyle şey!

 

Kalbim ağzımda bir şekilde onu takip ettim.

 

Kapıyı açtığında içeri girdik. Ayakkabılarımı çıkartıp koridorda onu bekledim. O da ayakkabılarını çıkardığında dayanamadan sordum.

 

"Ne oldu?"

 

"Bir elini yüzün yıka, üstünü başını değiş de öyle konuşalım." Yüzünde büyük bir ciddiyet hakimdi.

 

"Söyle işte!" Dedim ısrarla.

 

"Salonda bekliyorum." Sorumu cevaplamadan salona doğru ilerlediğinde ben de korkulu ve temkinli hareketlerle merdivenleri çıktım ve odama girdim. Aklımdan binbir düşünce geçiyordu.

 

Daha fazla bu karanlıkta devam edemeyeceğim için ışığı açtım. Arkamı döndüğüm gibi yatağın üzerindeki kutuyu gördüm.

 

Bu kutudan çok kedi taşıma çantasıydı. Heyecanla kutunun yanına gittim ve içeride geçen akşamki miniği gördüm. Hızla kapağı açıp onu dışarı çıkarttım.

 

Gri pofuduk tüyleriyle, boynundaki kırmızı, minik zilli tasması ona çok yakışmıştı.

 

"Aşkım, çok tatlısın." Sessiz bir miyavlama çıktı ağzından ve bu onu içime sokma isteği yapmıştı bende. Onu boynuma yatırıp sarılır gibi sevdim.

 

"Yerim seni aşkım, ne olsun senin adın?" Onu boynumdan çekip yukarı kaldırdım. Cinsiyetini anlamaya çalışıyordum.

 

"Kız mısın, erkek misin sen?"

 

"Erkekmiş kerata." Kapı tarafındaki sesle oraya döndüm. O kadar mutlu olmuştum ki gülerken yine önümü görememiştim.

 

Kapıya doğru ilerledim gülüşüm biraz azalmıştı ki önümü görebiliyordum.

 

"Böyle bir şey nasıl kötü bir şey olabilir?" Kediyi ona doğru tuttum.

 

"Aklıma neler neler geldi." Diye mırıldandım.

 

"Neler geldi?"

 

"O da bana kalsın." Daha fazla sorgulamadan kafasını olumlu anlamda salladı.

 

"Veterinere götürdüm, gerekli her şeyi yaptılar." Kafam olumlu anlamda salladım.

 

Kediyi kucağına doğru tuttuğumda istediğimi yapıp kediyi kucağına aldı.

 

"Üstümü değiştirip geliyorum." İkisini de odadan postaladığımda üzerimi değiştirmek için tekrar odama girdim.

 

Jogger tipinde gri bir eşofman, üzerine de beyaz bir tişört ve üzerine de gri bir kapşonlu alıp banyoya girdim. Siyah elbisemi ve başımdaki şalı çıkartıp yerine banyoya getirdiklerimi giydim.

 

Saçlarımı yukarıdan döndürerek topuz yaptığımda hazırdım. Başıma örtü olmak istememiştim. Artık yanında rahat olmak istiyordum, eğer ilerleme kaybetmek istiyorsam, ki ilerleme kaydettiğimizi görebiliyordum, bunu sıkıntı etmemeliydim artık.

 

Önceden giydiklerimi coraplarımla beraber kirli sepetine attım. Odama dönüp çekmecemden beyaz bir soket çorap alıp ayağıma geçirdim.

 

Merdivenlerden koşar adım indim ve oturma odasına, onların yanına ilerledim. Oğuz televizyonun karşısına oturmuş televizyonu seyrediyordu. Baseninin üzerine bıraktığı kediyse öylece yatıyordu, uyumuş gibiydi.

 

Sessiz adımlarla televizyonun aydınlattığı oturma odasına giriş yaptığımda içimi bir heyecan kaplamıştı. Oğuzun uyku mahmuru bakışları bana döndüğünde saçlarıma gitti gözleri ve hafifçe gülümsedi. Utangaç gülümsemem yanaklarımı aldığında kızarmıştım kesin!

 

Oğuzun sağ tarafına aramıza mesafe koyarak oturdum.

 

Bacağının üzerinde yatan kediye bakarak konuştum.

 

"Adı ne olsun?" Kediyi her ne kadar yumuştura yumuştura sevmek istesem de uyuyor olması beni engelliyordu.

 

"Bilmem, sen bulursun bir şeyler."

 

Minnak, minnoş, duman... aklımdan bunun gibi klasik klasik isimler geçtiğinde sessizce ofladım. Daha özgün bir isim istiyordum.

 

"Osman!" Diye hafifçe aydınlanarak bağırdığımda Oğuz çatık kaşlarıyla bana döndüğünde karanlıkta kalan suratıyla o kadar komik görünüyordu ki gülemek isteğimi zar zor bastırdım.

 

"Osman kim?!" Kendimi tutamayarak kıkırdadım.

 

"Kedimizin ismi olsun."

 

"Olmaz!" Diyerek önüne döndüğünde gözlerimi devirdim.

 

"Hiç güzel bir isim değil çünkü." Biraz daha düşündüm.

 

"Hulusi? Efe?" Sorarca ona baktığımda bedenini bana döndürdü.

 

"Niye hepsi erkek ismi?" Televizyonun sürekli değişen renkli ışıkları çatık kaşlı yüzünü aydınlatıyordu.

 

"Neden Pelinsu değil de Hulusi?"

 

"Kedimiz de erkek ya hani?" Dedim, yüzünde mini minnacık bir aydınlanma belirtisi görebilmiştim. Yüzümü buruşturdum hafiften.

 

"Ayrıca Pelinsu ne?"

 

"Takıla takıla Pelinsuya mı takıldın Hulusi." Sanki Hulusi diye bana seslenmişti ve bununla birlikte bende gülme isteği uyandırdı.

 

"Behlül?" Dedim sorarca yine. Bu sefer de ciddiyetle yanıtladı beni.

 

"Olmaz, büyüyünce kızların tepesinden inmez." Kendimi tutamadan bir kahkaha patlattığımda kısaca bana dönüp güldü ve tekrar önüne döndü.

 

Dakikalar geçmişti ve benim aklıma isim gelmiyordu. Aklıma gelen muzur bir düşünceyle sinsice sırıttım. Biraz utanacaktım ama yine de içim bunu yapmak için dolup taşıyordu.

 

"Öpücük?" Kafası hızla bana döndüğünde ağzı aralıklıydı.

 

"Hıh, ne?" Şaşkınca ağzından çıkan nidalar bana kahkaha attıracaktı ki alt dudağımın kenarını köpek dişimle ısırıp bunu dizginlemeye çalıştım. Gözleri dudaklarıma kaydığında adem elmasının hareketlendiğini gördüm. Ne yaptım lan ben...

 

"Kedimizin ismi." Dediğimde gözlerini dudaklarımdan çekti. Karnımdaki kıpırdanmaları gidermek için yutkundum ama pek bir işe yaramamıştı.

 

"Çiko, miko bir şeyler koysak." Sesi mi titremişti?

 

"Abidik gubidik şeyler yerine." Rahatlamak ister gibi nefesini kaçırdı dudaklarından.

 

"Sen bul o zaman!" Diye çıkıştım ona.

 

"Çakır?" Dediğinde direkt cevap verdim.

 

"Gözleri kahverengi."

 

"Carlos."

 

"Beğenmedim." Burnum dikti.

 

Biraz zaman geçti ve tekrar bir isim geçirdi.

 

"Thor."

 

Thor, güzel isimdi. Ama olmaz gibiydi tek başına.

 

"Buldum!" Diye parladım bir anda.

 

"Hulusi Thor."

 

Adı Hulusi, soyadı Thor. Çok uyumluydu.

 

&

 

Sabahın erken saatlerinden beridir akşama çağıracağım misafirler için hazırlık yapıyordum. Ablamı, Özgeyi, Oğuzun ailesini ve tabii ki Tunaları çağırmıştım. Oğuzun hala tarafından olan şırret kuzenin de burada olduğunu, ailesi çoktan şehir dışındaki evlerine gitmelerine rağmen onun hala Selma Teyzelerde kaldığını öğrenmiştim. Büyük ihtimalle onun da gelme ihtimali vardı bu yüzden çorba olarak restorantta güya beğenmediği çorbayı yapmıştım.

 

İyi kötü hafta sonuna gelmiştik. İş yerinde Anıl beni ufaktan ufaktan rahatsız etmeye başlamış, konuşmak için fırsat kolluyor ki ben Özgenin yardımıyla ondan kurtuluyordum.

 

Tepsiye yerleştirdiğim böreği fırına gönderdim ve telefonuma hatırlamak için alarm kurup dolaba yöneldim. Dünden hazırladığım soğuk kahveyi büyük bir bardağa döküp içerisine de birkaç tane buz attım. Başımı da güzelce örtüp bahçeye çıktım. Bahçe duvarları yüksekti, içerisi gorünmezdi ama alışkanlıktı işte.

 

Bahçede havuzun yanındaki gölgelikli salıncağa oturdum. Hulusi Thor çimenlerle oynuyordu. Kendisine epeyce alışmıştım. Biz evde yokken tek başına kalmasına da üzülüyordum.

 

Demin benim de çıktığım kapı tarafındaki hareketlenmeyle gözlerimi Hulusiden çektim. Uzun boyu, yüzme şortu ve sadece omzuna attığı beyaz havluyla bahçeye çıktı. Bana doğru geldiğinde bakışlarımı ondan çekip kahveyle ilgilendim. Omzundaki havluyu benim oturduğum yerin yanına bırakınca tekrar ona baktım. Elimdeki bardağı fark ettirmek için hareketlendirdim.

 

"Soğuk kahve ister misin?" Olumsuz anlamda kafasını sallayıp kendini havuza bıraktı. Bedeninin suya çarpma sesiyle etrafa da su sıçramıştı.

 

Evimizde büyük denilecek bir havuz vardı, çoğu kişinin hayaliydi böyle bir ev ama ben buna rağmen yüzme bilmediğim için havuza giremiyordum. Kocaman göz devirdim kendime.

 

Oğuz hızlıca kulaç ata ata havuzun karşısına vardı ve geri sırt üstü yüze yüze geldi. O birkaç defa gidip geldiğinde ben de kahvemi bitirmiş sayılırdım. Bu sıcakta iyi gelmişti. Hulusi küçük bedenini bacaklarıma sürttüğünde eğilip onu oturduğum salıncağa aldım. İşaret parmağımla çenesinin altını gıdıklar gibi sevdim. Hoşuna giden mırıltılar çıkartırken burnumdan nefes vererek güldüm.

 

Havuz tarafına baktığımda Oğuz kollarını havuzun dışında kıvırmış, saçlarını geriye atmıştı ve bizi izliyordu. Yüzünde sakin bir ifade vardı ve yüzünden sular damla damla akıyordu. Kıvrık kirpikleri ıslanmıştı, sanki rimel sürmüş gibi görünüyordu.

 

Telefonumdan yükselen alarm sesiyle gözlerimi ondan çektim ve ayaklandım. Eve girdiğimde direkt mutfaktaki fırından böreği çıkarttım. Öğle vakitleriydi ve ben bütün yemekleri hazırlamıştım. Çayın yanına vişneli ve çikolatalı berliner, börek, tuzlu kurabiye, tatlı kurabiye hazırlarken yemek olarak da Gazpacho çorbası, ve patlıcanlı, biberli soğuk mezeler hazırlamıştım. Çökertme kebabı da yapacaktım ama saatin yaklaşmasını bekliyordum.

 

&

 

Zilin çalmasıyla Özgenin ve ablamın yardımıyla masada yaptığım küçük dokunuşları bırakıp salonda oturan Oğuza kaş göz hareketi yaparak benimle kapıya gelmesini işaret ettim. Biz sofrayı hazırlarken o Duruyla ilgilenmişti. Onun Duruyla iletişimi hiç düşündüğüm gibi olmamıştı. Onları her gördüğümde yüzümde karşı koyamadığım bir gülümseme oluşuyordu. Duruyu tek eliyle kucağına aldığında Duru kollarını Oğuzun boynuna sardı ve birlikte peşime geliyorlardı. Çocuk da eline nasıl yakışmış.

 

Siyah, polo yaka bir tişört, altına da siyah kumaş bir pantolon giymişti, Duruysa ona tamamen zıt pembe türlü bir elbise giymişti. Ben de haki renginde belden oturtmalı bir elbise, namahremim olmamasına rağmen başıma da krem rengi bir şal bağlamıştım.

 

Herkes koridorda olduğunda kapının koluna sol elimi sardığımda yüzüğümün parlaması yüzümü güldürmüştü.

 

Kapıyı açtığımda ilk başta Selma Teyze vardı, arkasında Adnan amca onun arkasında Tunanın ailesi, Buse ve Tuna...

 

Hangi yüzle buraya geldiğini sorgulayarak moralimi bozamazdım bu yüzden Selma Teyzenin bana uzattığı çiçek ve çikolata yı alıp vestiyerin üzerine bıraktım. Bu hediye beni isteme günüme götürmüştü.

 

Diğer herkesi geçirdikten sonra sıra Buse ye geldiğinde yılışık bir şekilde beni atlayıp Oğuza yanaştığında içimde midemde hissettiğim kıpırtılar hiç hayra alamet değildi. Bir anda saçına yapışıp kapı dışarı etmek istiyordum onu. Tuna Buseyi geçip hızla Oğuza sardı kollarını. Busenin ne yapacağını anladığını sanıyordum ki Oğuzdan ayrılıp bana göz kırpınca artık emin oldum. Oğuzun kucağındaki Duruyu seve seve oturma odasına geçtiler. Ben de Buseyle muhatap olmadan kapıyı kapattım ve ona ters bir bakış atıp peşlerinden ilerledim.

 

İkimizde birbirimize olan bu düşmanlığı biliyorduk ama savaş henüz başlamamıştı.

 

Loading...
0%