Yeni Üyelik
7.
Bölüm

6. Bölüm: Acının Sarhoşluğu

@egeninincisiizmiir

Hellööö, herkese selamın aleykümmm.

 

Nasıl olmuş bacım bir yorumlara yazıığğğhhnn.

 

6. Bölüm: Acının sarhoşluğu

 

"Denize düşüp yılana sarılmıştı..."

 

"Seninle birlikte bu dünyadaki cennetimi yaşamak için uğraşacağım." Sessizce fısıldadığım cümlem kulaklarına vardığında yavaşça geriledi. Yersiz cesaretimi o da beklemiyordu muhtemelen. Yüzündeki ifadeyle bana hiçbir ipucu vermezken tahminlerimle yetiniyordum.

 

Sanırım artık gitme vakti gelmişti. Aramızdaki sessizliği daha da uzamasını istemediğim için konuştum.

 

"Ben gitsem iyi olacak." Kapıya yöneldim, taksiyi aramak için İnternet'e numara bakarken bir yandan da yürüyordum. Buraya en yakın durağın numarasını çevirdim. Telefonu kulağıma götürdüm

 

"Ne yapıyorsun?" Peşimden gelmişti, kaşlarını hafifçe çattı, bu sinirden değildi. Sadece ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu.

 

"Taksi çağıracağım, buraları pek bilmiyorum."

 

"Gerek yok, ben getirdim ben bırakırım."

 

"Ge-" Gerek yok dememe kalmadan kulağıma götürdüğüm telefonu alıp kapattı. Geri bana uzattığında alıp çantama geri koydum. Emri vakilerden nefret etsem de bir şey demedim.

 

Oğuz'un anlatımıyla...

 

"Allah'a emanet ol." Yine onun sözlerini cevapsız bırakıp oradan ayrıldım. Her böyle yaptığımda bozuluyordu ama bir şey belli etmemeye çalışsa da her halinden anlaşılıyordu. Daha şimdiden onun canını sıkıyordum ama olması gereken buydu. Ona umut veremezdim. Onun hayatını da kendiminki gibi mahvedemezdim.

 

Onu evine bırakıp eve gitmek yerine annemlere sürdüm arabayı, aklımda bir şeyler takılı kalmıştı. Son zamanlarda onlara uğramazdım, onlar gelmedikçe de görüşmezdik. Beni deli yerine koyduklarından beridir bu böyleydi. Her görüştüğümüzde doktora gitmem için zorlanıyordum.

 

Düşüncelerimi dağıtmak için camı açtım. Eskiyi düşünmek ataklarımı tetikliyordu. Yaz yüzünden ılık esen rüzgar tenimi okşayarak içeriye doldu. Kumral saçlarım rüzgarın etkisiyle savrulurken bunun bana iyi geldiğini hissettim.

 

Annemlere gitme sebebim elbette ki kızın kolundaki yara izini sormaktı. Eski bir yara olduğu belliydi. Nasıl olduğu benim için muallaktı. Aklımda türlü türlü düşünceler yer ediyordu. Canına mı kıymak istemişti, diye düşündüm. Belki de sadece talihsiz bir kazaydı. Ama ne olursa olsun acı kaçınılmazdı. Acı çekmişti belli ki, belki de hala daha acı çekiyordu. Yara izinin bu kadar derin olması merakımı daha da artırıyordu, üstüne üstlük sorduğumda cevap vermeyip, beni geçiştirmişti. Bedeninde iz bırakan yara, ruhunda da iz bırakmış mıydı? Bana cevap vermek istememesi belki de bunun kanıtıydı.

 

Rüzgarla birlikte yaptığım yolculuğu, siyah boyalı, demir bahçe kapısından içeriye girerek bitirdim. Emniyet kemerinin vücudumda hissettirdiği gerginliği kırmızı tuşa basarak yok ettim. İçimdeki gerginliğin de gitmesini umuyordum ama umduğum gibi olmadı. Arabadan inip kapıyı sertçe kapattım, uzaktan kumandayla arabayı kilitleyip çocukluğumu, tüm masum anılarımı geçirdiğim eve gittim. Zili çalıp açılmasını bekledim. Beklemeyi hiçbir zaman sevmemiştim ve gerginliğim de üzerine konulunca tahammül edememe noktasına gelmişti. Zili tekrar çaldım. Sonunda açılmıştı hızlıca içeriye girdim. Ayakkabılarımı büyük bir özentisizlikle çıkartıp zaman kaybetmeden içeriye girdim. Uzun zaman sonra geldiğim bu ev ufak değişiklikler dışında ana hatlarıyla aynıydı.

 

Annem her zamanki oturduğu koltukta oturmuş bir şeyler okuyordu. Geldiğimde kafasını elindekinden kaldırıp bana baktı. Yüzündeki heves uzun zaman sonra evlerine geldiğim içindi ama yüzümdeki ifadeyi görünce normal haline büründü.

 

"Konuşmamız lazım." Dedim, duvarlara çarpıp, bana geri gelen sesim yüksek eğildi ama sessiz ev karşısında yüksek gibi çıkmıştı.

 

"Kötü bir şey olmadı inşallah." Sesindeki endişe yüzüne de yayılmıştı. Her ne kadar onlara kırgın olsam da endişelenmesini istemedim.

 

"Olmadı." Sesimi yine de mesafeli tutmaya çalışıyordum ve başarılı oluyordum da.

 

Az da olsa rahatlamıştı.

 

"Gel otur konuşalım." Eliyle oturduğu yerin yanına hafifçe vurdu. Ilerledim ve karşısındaki krem koltuğa oturdum. Yanına oturmadığım için hayal kırıklığına uğradığını görebilmiştim.

 

"Onun," dedim ve biraz düşündüm. Nasıl söylemem gerektiğini bilmiyordum.

 

"Bileğinde yara izi var." Kaşları çatıldı, oturduğu yerde kıpırdanıp biraz öne geldi. Bir şeyler biliyordu ve içinde bunu rahatsızlığını yaşıyordu.

 

"Kimin?" Kimden bahsettiğimi gayet iyi anlamıştı ama bilmemezliğe yatıyordu.

 

"Yapma Selma Hanım," dedim, anne demediğim her an onu daha da üzüyordu ama artık anne demeye dilim varmıyordu. "Kimden bahsettiğimi gayet iyi anladın."

 

"Yara izini bilmiyorum ama..." duraksadı.

 

"Bunu sana söylemenin doğru olacağını sanmıyorum." Burnumdan verdiğim nefes aramızdaki sessizlikte duyuldu.

 

"Bu evliliğin olmasını istiyorsan bildiklerini anlatırsın." Dedim, bunu yapamazdım ama yine de söyledim. Bu onu korkutmuştu, biraz bekledi ve konuştu. Blöf bazen işe yarardı.

 

"Suay, babasından şiddet görüyor." Söylediği birkaç kelime beynimden aşağı kaynar suların sökülmesine sebep olurken bozuntuya vermemeye çalıştım.

 

Demek ki babası yanındayken bu yüzden farklı davranıyordu. Babası yanındayken huzursuz, mutsuz ve bir o kadar da isteksiz görünüyordu herşey için.

 

Taşlar yavaş yavaş yerine oturmaya başlamıştı.

 

Belki de babasından kurtulmak için benimle evlenmeyi kabul etmişti. Bu ihtimal beni bozguna uğratmıştı.

 

Denize düşüp yılana sarılmıştı çünkü.

 

"Ama kolundaki yara izini gerçekten bilmiyorum oğlum." Duyduklarım bana yeterdi. Donuk bakışlarım eşliğinde ayağa kalkıp çıkışa ilerledim. Beni kurtuluş yolu olarak görüyordu ama gittiği yol yanlıştı.

 

Ayakkabılarımı giyip evden çıktım. Arabaya binip kemerimi bağladıktan sonra fevri ve hızlı hareketlerle bahçeden çıkıp ana yolda arabayı sürmeye devam ettim.

 

Ne ara ve nasıl geldiğimi anlamadığım hedefime varmıştım. Artık refleks haline gelmişti, evden dışarı çıktığımda neredeyse sadece buraya gelirdim.

 

Arabadan inip arabayı kilitledim. Geldiğim yer şehri üstten kucaklayan bir tepeydi. Biraz daha ilerleyip tepenin tam üstüne çıktım ve yere oturdum. Burası bana huzur veren tek yerdi, evimden çok daha güvenli hissediyordum burada. Tenhaydı, tehlikeliydi, hatta bazen sarhoşların mekanıydı.

 

Ben de acının sarhoşuydum.

 

Hava tamamen kararmamıştı ama aydınlık ta değildi, sokak lambaları yanmıştı. Yumuşakça esen hava saçlarımla istediği gibi oynarken gözlerimi kapatıp kafamı arkaya eğdim.

 

Onu düşündüm, babasından şiddet görüyordu. En yakınından, en çok güvenmesi gerekenden.

 

İnsanı en çok ta en yakınları zarar veriyordu bu hayatta. İnsanın güvendikleri en çok yara açanlardı.

 

Bu duyduklarım ona olan bakış açımı, düşüncelerimi ve davranışlarımı tamamen değiştirecekti ama bana güvensin istemiyordum, hatta benden uzak durmalıydı, bu onun için daha iyi olacaktı.

 

Daha çok yara açmamam için.

 

Onun da benden uzak durması gerekiyordu.

 

Belki de bende daha çok yara açılmaması için.

 

Telefonumun cebimde yaydığı titreşim ve sesle düşüncelerime biraz ara verdim. Siyah kot pantolonumun cebinden telefonumu çıkarttım, telefonun boşlukta yaydığı ses rahatsız olmama yetmişti. Ses tuşuna basıp sessize aldım.

 

Tuna kişisi arıyor...

 

Kabul tuşuna basıp, telefonu kulağıma götürdüm.

 

"Efendim Tuna." Tuna anne tarafından kuzenimdi ve son zamanlarda pek görüşemesek te iyi anlaşıyorduk.

 

"Benim kardeşim evleniyormuş." Gereksiz heyecanıyla söylediği cümleyle yüzümü buruşturdum.

 

"Öyle. " Sesim ona kıyasla fazla durgun ve isteksiz çıkmıştı.

 

"Maşallah çok istekli duydum sesini." Dalga geçerek söylediğine gözlerimi devirdim. Şu anda onunla bile konuşmak istemiyordum.

 

"Tebrik etmek için aradım. " Benden cevap gelmeyince devam etti.

 

"Kimle evleniyorsun." Sıkıntıyla bir nefes verdim.

 

"Boşver, sen tanımazsın." Daha ben tanımıyorum demek istesem de söylemedim. Karşı tarafta biraz sessizlik olduktan sonra konuştu.

 

"Sen evlenmek istemiyorsun değil mi?" Anlaması benim için şürpriz değildi ama kafam o kadar çok doluydu ki bir de Tunaya bir şeyler anlatmak istemedim.

 

"Tuna, şuan müsait değilim. Sonra konuşsak."

 

"Kaç bakalım kaç, ne de olsa birkaç ay sonra geliyorum, o zaman alırım ben ifadeni."

 

"Kapattım." Dedim ve ondan cevap gelmesini beklemeden telefonu kapattım. Kimseyle eskisi gibi samimi olmak istemiyordum ve bu kişilerden biri de Tunaydı ama ne yaparsam yapayım yanımda duran tek kişi de oydu. Neler yaşadığımı en iyi o biliyordu.

 

Hava artık tamamen kararmıştı. Birkaç dakikadır elimde tuttuğum telefonun ekranına iki kere dokunup saatin görünmesini sağladım. Buraya geldiğimden beri muhtemelen 2 saat geçmişti. Oturduğum yerden ayaklandım, hafif baş dönmesiyle beraber şiddetli kulak çınlamasıyla sendeledim. Ellerim kulaklarımı kapatmaya çalışırken baş dönmem geçmiş, kulak çınlamam eskiye nazaran siddetini yitirmişti. Arabaya doğru ilerledim.

 

"Kimsenin tercihi değilsin." Yine başlıyorduk, duymak istemediğim sesler yine beni yalnız bırakmıyordu. krizlerim genelde akşam olurdu. İçimden tekrarladım,

 

Sus.

 

Sus.

 

Sus. 

 

Söylediklerimi aksine her zamanki gibi beni dinlemiyordu.

 

"Benden başka..."

 

~

 

Suay'ın anlatımıyla...

 

Sessiz araba yolculuğu evimin önüne geldiğinde bitmişti. Emniyet kemerini çözüp arabadan inecekken konuştum.

 

"Allah'a emanet ol."

 

Yine sözlerimi cevapsız bıraktığında ufaktan bozulsam da bozuntuya vermemeye çalıştım. Ne olacak! Ruhsuz öküz işte!

 

Araba yolda yaptığı sesle uzaklara kaybolmuştu. Gün batmaya başlamıştı, güneş tüm parlaklığıyla bulutları turuncu ve kırmızının tonlarına boyamıştı. Bu manzara elektrik direkleriyle birlikte bir bütün oluşturmuştu. Sokakta oynayan çocukların sesi dünyayı olduğundan farklı bir şekilde maskelerken eve gitmek için hareketlendiğimde kaldırıma oturmuş olan dedikodu takımının bana bakıp gülüşün konuştuklarını gördüm.

 

Hiçbir şey söylemeden apartmana girmek için adımlarımı atsam da beni rahat bırakmamışlardı.

 

"Kız Suay, bulmuşsun zengin yakışıklı adamı. " Dedi içlerinden biri. Bir diğeri de devam etti. Sesini duyduğumda kim olduğunu tanımıştım.

 

"Nasıl buldun kız böylesini, nasıl kandırdın adamı da sana baktı. Büyü mü yaptın kız yoksa?" Aralarında dönen gür kahkahaları sokağı inlettiklerinde onlara döndüm. Dış görünüşümden gayet memnundum.

 

"Tüm mahalleyi elinden geçiren sen mi söylüyorsun bunu Gülay." Dedim, yüzü düşmüş sinirden köpürmesi an meselesiyken daha fazla onlarla atışmadan içeriye girdim. Allahım sen affet dedim içimden. Söylediklerim asılsız olmasa da söylememem gerekirdi ama kendimi tutamadım. Beni sözleriyle irite ettiler, kirletmeye çalıştılar, tutamadım dilimi.

 

Birkaç merdiven sonunda evin önüne gelmiştim. Elimde hali hazırda duran anahtarla içeriye girdim. Ev çoğu zaman olduğu gibi sessizdi. Kapattığım kapının sesi tüm evde yayılmıştı. Odama geçerken onu gördüm, her zamanki gibi oturma odasındaki yemek masasına oturmuştu. İnce uzun bardaktaki beyaza dönük şeyin ne olduğunu gayet iyi biliyordum. Bardağı üç parmağıyla hafifçe kavrayıp dudaklarına götürdü. Birkaç yudum aldıktan sonra masaya sertçe bıraktı, onda olan tiksinme dolu gözlerimi fark etmişti.

 

"Ne bakıyorsun ulan?!" Zar zor, kelimeleri yutup, yuvarlayarak konuşuyordu. Yüzümü buruşturdum, her geçen gün daha da beter oluyordu.

 

"Ne bakıyorsun dedim lan!" Sesini yükseltmişti. Neyse ki Duru bu gün babasındaydı da onu duymayacaktı. Hiçbir şeyden habersiz dedesini seviyordu. Kucağına gidiyor, hatta bazenleri birlikte oyun bile oynuyorlar. Babam benimle yapmadığı ne varsa torunuyla yapıyordu.

 

Oturduğu yerden seri hareketlerle kalktı ve hafif sendeleyerek yanıma geliyordu. Allah bilir kaç tane devirmişti. Gözlerimi ondan ayırıp odama gireceğim sırada bileğimden sertçe kavradı. Tamamen ona döndüm. Tiksintiyle baktım ona.

 

"Tiksiniyor musun benden he?!" Yüzüme vuran nefesinden alışkın olduğum alkol kokusu ciğerlerime dolduğunda midem istemeden de olsa çalkalanmıştı.

 

Cevap vermedim. Cevap vermeyeceğimi biliyordu. Boşta kalan eliyle çenemi sertçe kavradı. Parmaklarını tenime batırıyordu, acı çekiyordum ama belli etmemeye çalıştım. Güçlüymüş gibi davranmaya çalıştım.

 

"Senin yüzünden bu haldeyim lan ben!" Babamdan sebepsiz yere çok dayak yemiştim. En ufak şeylerden dövüyordu beni çocukluğumdan beri. İlk yediğim dayağı dün gibi hatırlıyordum.

 

4, 5 yaşlarındaydım o zaman, annemin resmine bakıp, onunla konuşuyordum. Diyordum ki 'Anne, babam beni hiç sevmiyor, sen olsaydın beni severdin değil mi? Saçlarımı da örerdin. Diğer kızların saçlarını anneleri hep örüyormuş. Benim saçlarımı hiç örmüyorsun.' Bunun için çok ağlıyordum ve babam bunu gördüğü gibi aldı annemin resmini benden. Bana annemi benim öldürdüğümü söyleye söyleye dövdü o akşam. Ağlaya ağlaya uyudum o gün ve sabahında uyandığımda küçücük bedenimde inanılmaz ağrılar hissettim.

 

İlk defa o gün vücudumun renk alabileceğini gördüm ve bu benim hiç hoşuma gitmemişti. Moru, kırmızıyı yeşili sevmezdim, hala daha sevmiyorum. Bu renkler bana acıdan başka birşey hatırlatmıyordu. Kışı ve sonbaharı severdim, yazı ve ilkbaharı sevmezdim. Yağmuru severdim ama arkasından çıkan gökkuşağından nefret ederdim. Sarıyı severdim çünkü iyileşmek demekti, acıların azalması demekti benim için.

 

Bir keresinde bir kâseyi kırdığım için dövmüştü, neymiş, en sevdiği kâseymiş. Bir keresinde de dizimi yaralamıştım ve anne diye ağlarken, anne diye ağladığım için dövmüştü. Anne dememe tahammülü yoktu.

 

Bu yaşıma kadar annemin benim yüzümden öldüğünü kafama vura vura, tenime işleye işleye öğretmişti bana. Ben de artık kendimi suçlayacak seviyeye gelmiştim.

 

Annem benim yüzümden ölmüştü, hiçbir değeri olmayan ben için...

 

Hep bir incir çekirdeğini dahi doldurmayacak cinsten olan mevzularda dayak yerdim. Şimdi de olan buydu. Ablam odasından çıkıp gelmediğine göre o da evde değildi.

 

"Bırak beni!" Dedim, söylediğim şeyle daha da hiddetlenip beni daha da fazla hırpalayacağını biliyordum ama yine de söylemiştim işte. Söyleyebildiğim tek şey de buydu zaten. Gözleri sağ bileğimde, açıkta kalan yara izine değdiğinde bakışlarını kaldırıp yüzüme baktı. O an işin nereye varacağını anladım, artık o kendinde değildi. Gözleri her yara izimi bulduğunda kişliği değişiyordu, daha da nefret doluyordu bana karşı.

 

Yüzümdeki elini bırakıp yukarıya kaldırdığı gibi sertçe suratıma indirdi. Bu onu kesmemişti ki ard arda yineledi, dudağımdan sızan sıcaklık, dudağımın içinden de sızıyordu ki yakından tanıdığım kan tadını alıyordum. Burnumdan çeneme inen sıcaklık da onlara katıldı.

 

Tuttuğu kolumu bıraktığında bedenime indirdiği darbeleri kaldıramayan bedenim soğuk parkeyle buluştuğunda devreye ayakları girdi. Her vurduğunda gözlerimden acıyla akan yaşlar, iki dudağımın arasından çıkan iniltilerle birleşiyordu. Karnıma indirdiği tekmeyle dizlerimi kendime çektim. O durumda kendimi ne kadar koruyabilirsem koruyordum. Bedenimden sarsıntıları hissetmemeye başlamıştım. Nihayet durmuştu, yorgun düşmüştü belliki.

 

Durmasını fırsat bilerek ayaklanmaya çalıştım. Karnıma saplanan sancıyla dudaklarımdan kopan inilti evde yankılandı. Acıma rağmen zar zor ayaklandım, sendeleye sendeleye odamın kapısını açıp içeriye girdim, kapıyı da üzerime kilitledim. Kendimi temkinlice yatağıma bıraktım. Ağrılarım yetmezmiş gibi ağzımdan ve burnumdan gelen kanlar beni daha da rahatsız ediyordu. Birkaç dakika yatakta dinlendim, kemiklerim sanki intikam isteyen hançerler gibi her nefes aldığımda içime batıyordu.

 

Ayağa kalkıp aynalı çekmecemden kendime baktım. Dudağımın kenarı patlamış ve kanlar süzülüyordu. Burnumda ise neresi yaralıydı bilmiyorum ama o da kanıyordu. Bej rengi kumaş elbisemin üzerinde birkaç damla kan vardı ama üzerimi değiştirecek durumda değildim. Çekmecemden bir ıslak mendil aldım. Kızaran suratım ve patlayan dudağımdan akan kanları temizlemeye çalıştım ama her dokunduğumda ayrı bir acı vardı. Ve biliyordum ki sabah uyandığımda bu ağrıların misliyle baş etmek zorunda kalacaktım.

 

Yüzümdeki bütün kanları temizleyip peçeteyi çekmecenin üzerine fırlattım. Ağlıyordum ama bedenimdeki acı yüzündendi, kalbimi artık kırabilecek bir yerde değildi babam. Elbisemin eteğini yukarıya kaldırıp belime ve karnıma baktım. Henüz morarmamıştı ama dokunsam da dokunmasan da müthiş bir ağrı bütün bedenimi kaplıyordu.

 

Elbisemin eteğini düzelttim ve gardırobumdan valizimi çıkarttım. Çok fazla kıyafetim yoktu kısa zamanda gerekli olacak kadar kıyafet aldım ve telefonumun şarj aletini de koyup valizi kapattım. Bu evden gitmenin zamanı artık gelmişti. Biraz Özgede idare ettikten sonra otelde kalırdım ve muhtemelen birkaç hafta sonra da evlenirdim.

 

Kafamdan kayan şalımı çekiştirerek düzelttim. Kapının kilidini çevirip odadan çıktım. Babamın beni dövdüğü yerde duran çantamı aldım ve kapıya yöneldim. Geriye baktığımda halının kaydığını ve yerde birkaç damla kan olduğunu gördüm. Arkamı dönüp dış kapıdan çıktım. Her adımın benim için daha da zorlayıcıydı. Merdivenlerden tutuna tutuna indim. Dış kapıya ulaştım ve dışarıya çıktım. Binadan uzaklaşıp dinlenmek için kaldırım taşına oturdum. Sokak lambasının sarıya döndürdüğü sokakta tek bir insan sesi yoktu ve bu da benim işime geliyordu.

 

Çantamdan telefonumu çıkarttım. Özgeyi arayıp telefonumu kulağıma götürdüm. Birkaç çalışta açtı.

 

"Alo."

 

"Özge." Diyebildim sadece ve bu konuşmayla bile karnıma sancı saplanmıştı. Nefesim kesildiğinde derin bir nefes almaya çalıştım, her türlü acı çekiyordum.

 

"Suay, iyi misin? Birşey mi oldu? Sesin kötü geliyor."

 

"İyiyim. " Dedim zar zor. Yalandı.

 

"Bu akşamlığına sizde kalabilir miyim?" Sesim zorlandığım için kısık ve güçsüz çıkmıştı. Güçsüzüm de zaten, hayatım boyunca da böyle olmuştu.

 

"Olur olur, senin sesin çok kötü geliyor. Bak iyi misin?" Onu cevaplayacak gücüm yoktu.

 

"Beni evin önünden alabilir misin?"

 

"Tamam geliyorum ben hemen." Sesi birşeylerden şüphelendiğini ele veriyordu.

 

Telefonu kapattığımda güçsüz kolum telefonla birlikte kucağıma düştü. Gözlerim ağırlığa bağlanmış gibi aşağıya doğru çekiliyordu. Başımı yanı başımdaki valize yasladım ve Özgeyi beklemeye devam ettim. Ne kadar geçti bilmiyordum ama araba farları olduğum sokağı aydınlattığında gözlerimi araladım. Gözlerimi kamaştıran ışık süzmesine rağmen arabayı tanıdım. Bu Özgenin arabasıydı. Arabanın kapısı açıldığında Özge telaşla yanıma geldi.

 

"Hani iyiydin?" Dedi, bir yandan da kalkmam için bana yardım ediyordu. Yardımlarıyla birlikte ayağa kalktım ve beni arabaya bindirmesine yardım ettim. Ön koltuğa oturduğumda Özge geri gidip valizimi arka koltuğa koydu, tekrar sürücü koltuğuna oturduğunda araba hareketlendi.

 

"İyi misin?" Özgenin endişeli sesi arabada yayılırken cevaplamaya halim yoktu. Kafamı sallamakla yetindim.

 

"Tabii ki de iyi değilsin." Gözlerim kapanıyordu, buna engel olamadım.

 

"Kapatma gözlerini! Suay, lütfen!" Özgenin ağlamaklı sesiyle söylediklerini yapmaya çalıştım ama nafileydi. Göz kapaklarımda oluşan ağırlıkla beraber sıcak uykunun kucağına düştüm, belki de ölümün sıcaklığıydı bu.

 

Veee beeen.

 

Suayın şerro babasına sövmek serbesttir, ağzınızı korkak alıştırmayın.

 

Bölüm gelmeden kesit paylaşıyorum bileeesssiiiiğiiiizz.

 

Yeni bölümde görüşürüüzz, kendinize iyi bakıınn, bıy!

 

 

Loading...
0%