Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9. Bölüm: Hırsız

@egeninincisiizmiir

Herkese Selamın Aleyküm.

 

Nasılsınızz?

 

Hemen bölüme ışınlıyorum sizi.

 

9. Bölüm: Hırsız

 

Bir saniye...

 

Oğuz...

 

Yukarıdaydı...

 

Yaşadığım farkındalıkla elimdeki telefon yeri boyladığında yaşadığım şoku üzerimden atamazken olduğum yerden kıpırdamam şu anda mümkün değildi. Bağırmak için ağzımı açtım ama bağıramıyordum. Sesim içime kaçmış gibiydi, daha kim olduğunu bile bilmediğim kişinin adım sesleri yakınlaşırken ben hareket bile edemiyordum.

 

Elinde telefon feneriyle bana doğru yaklaşıyordu. Sessiz temkinli adımları beynimde şimşek gibi çakarken vücuduma yayılan adrenalin, ellerimden bacaklarıma kadar heryerimi korkuyla titretiyordu. Büyük bir yutkunma geçti boğazımdan, acıyla yaka yaka indi boğazımdan aşağıya. Kesik kesik nefeslerimin ardından gözümden bir yaş süzüldü yanağımdan aşağıya. Yaşın sıcaklığı beni biraz olsun kendime getirirken dudaklarımdan güçlü bir yardım çığlığı yayıldı. Birkaç metre geride olan merdivene doğru koşmaya başladığımda karanlık merdivene ulaşacağım sırada büyük birşeye çarpmamla vücudumda kalan son adrenalin de anında salgılanarak bilincimi kapatmıştı.

 

Oğuzun anlatımıyla...

 

Duyduğum güçlü çığlığının ardından bana doğru koştu, muhtemelen korkudan beni görmezken küçük, çelimsiz beden beni bulduğunda saniyeler sonra üzerime doğru düştüğünde onu kollarının altından, sırtından yakaladım. Baygın bedeni bedenime baskı yapıyordu. Tek elimle onu tutarken diğer elimle de yüzüme tutulan ışığı engellemek için uğraşıyordum.

 

"Çek şunu gözümden Tuna." Dedim dişlerimin arasından ve devam ettim.

 

"Ve arkanı dön." Saçları açıktı ve o bunu görmemeliydi.

 

Yani o böyle isterdi.

 

"Ne oluyor abi, niye arkamı dönüyorum."

 

"Tuna dediğimi yap!" Sabrımın son demlerindeyken sesim karanlık evde yankılandı.

 

Söylediğimi yapıp arkasını döndü.

 

"Arkanı dönmeden ışığı merdivenlere tut." Dedim ve diğer elimi de bacaklarının altından geçirerek onu kucakladım. Yukarıdan topuz yapılmış dağınık saçlarıyla kafası aşağıya doğru sarkıyordu. Ne onu ne de beni daha fazla yormamak için merdivenleri temkinli adımlarla çıktım ve onun odasının kapısına geldiğimde kapısı kapalıydı. İşimi riske atmadan hali hazırda açık olan odamın kapısından içeriye girdim. Dağınık yatağıma diz çöküp yavaşça onu yatağa bıraktım. Burnuma gelen kokusuyla gözlerim istemsizce kapanırken ondan uzaklaştım.

 

Kokusu bebek kokusu gibiydi. Gerçek anlamda saf ve temiz bir bebek gibi kokuyordu.

 

Gözlerimi açıp kendime geldiğimde yatağın üzerindeki pikeyi üzerine örttüm. Abajurun yaydığı sarı ışık küçük, yuvarlak yüzünü aydınlatıyordu. Derin bir nefes aldım, gözlerim karanlık odayı gezdi bir süre ve nefesimi geri bıraktım.

 

İki parmağımla boynunda nabzını bulunca rahatlıkla odadan çıkıp Tunanın hesabını dürmeye doğru ilerledim. Karanlığa alışan gözlerimle hızlıca merdivenlerden indim.

 

Mutfaktan gelen tıkırtılar ve yanan flaş ışığı Tunanın orada olduğunun kanıtıydı. Birkaç adımda yanına ulaştım.

 

"Ulan gerizekalı hiç haber vermeden eve girmek ne demek?!" Sinirle sesimi yükselttim.

 

"Kız korkudan bayıldı!" Beni hiçbir yerine takmadan elindeki şu dolu bardağı ağzına götürdü. Birkaç yudum aldıktan sonra konuştu.

 

"Hoş buldum kuzen, sağol." Kayıtsızlığıyla mümkünmüş gibi biraz daha sinirlendim.

 

"Lan madem geliyorsun neden hırsız gibi giriyorsun eve. Zili çal, beni ara birşey yap!"

 

Elindeki bardaktaki suyu bitirip tezgaha koydu.

 

"Bi sen zekisin zaten." Küçümseyerek kurduğu cümlenin devamını getirdi.

 

"Birincisi; aradım açmadın, ikincisi zile bastım çalmadı çünkü elektrikler yok."

 

Açıklaması mantıklı olsa da içim soğumamıştı.

 

Merdivenin oradan gelen tıkırtıların peşine Suayın sesi yankılandı evde. Tuna ve ben merdiven tarafına çevirdik bakışlarımızı. Aynı anda elektrik gelmiş ve mutfağın ışığı yanmıştı.

 

"HIRSIZ!"

 

Çok geçmeden de sağ elinde büyük bir bibloyla görüş açımıza girdi. Üzerindeyse benim siyah kapşonlu hırkam vardı, fermuarı tamamen kapatmış, şapkasını da takmış ve iplerini önde kurdale şeklinde bağlamıştı. Kapşonlu ona birkaç beden büyük olmuştu, şu anda tam bir penguene benziyordu. Gülmek istesem de kendime engel oldum ama Tuna benim kadar kontrollü değildi.

 

Tuna ve ikimizi fark ettiğinde şaşkınlıkla yerinde takılı kaldı. Havada tuttuğu bibloyu yere indirdiğinde yüzünden geçen duyguları anlayamıyordum.

 

Gözleri dolmuştu, çenesi titriyordu ama hepsinin zıttı olarak zar zor gülümsedi. Titrek dudakları aralandı ve zar zor ağzından döküldü.

 

"Tuna."

 

Ne olduğuna anlam veremiyordum ve bu beni sinirlendirmişti. Tunaya çevirdim kafamı. Onun da gözleri dolmuştu. Kollarını hafifçe iki yana açtı. Gülümseyen dudaklarını araladı.

 

"Fırfır."

 

Tekrardan Suaya döndüğümde bu sefer dolan gözleri taşmıştı. Kollarını o da tıpkı Tuna gibi açtı ve seri adımlarla buraya geldi. Ben daha ne olduğunu kavrayamadan ikisinin kolları birbirine dolanmıştı.

 

Kaşlarım hayretle kalkarken olanlara anlam vermeye çalışıyordum. Gözlerimi yavaşça kapattım ve iki saniye sonra yavaşça açtım. Kaşlarım da eski haline gelmişti ama onlar eski haline gelmemişti.

 

"Hiç değişmemişsin." Tunanın söylediklerinden sonra oda ona cevap verdi.

 

"Sende."

 

Sabrımın son demlerinde, içim sinirden gıdıklanırken artık kendimi tutamadım. Sesimin mesafeli olmasına dikkat ederek konuştum.

 

"Ne oluyor burda?!" İkili nihayet ayrıldığında ikisi de bana döndü. Bakışlarım ikisi arasında mekik dokurken sinirli olduğum sanırım anlaşılıyordu. Ama ikisinden de herhangi bir açıklama gelmemişti.

 

Gözlerimi kapatıp burnumdan sertçe bir nefes çektim, dudaklarımı yalayıp nefesimi yavaşça vererek sakinleşmeye çalışıyordum.

 

"Siz nereden tanışıyorsunuz?"

 

&

 

 

Suayın anlatımıyla...

 

Başım tıpkı delici bir aletle ediliyormuş gibi sızladığında gözlerimi açabilmiştim. Gözlerim mahmurca etrafı dolaştığında korkuyla yerimden sıçrayarak kalktım. Uyandığım oda baba fazlasıyla yabancı gelirken ağlamak üzereydim. Korkudan titreyerek oturduğum yataktan kalkmak için yeltendim.

 

Birkaç saniye kendimi zorlayıp en zon olanları hatırlamaya çalıştım. Bu odaya gelip gelmediğimi.

 

Ama hafızamda buna dair hiçbir veri yoktu.

 

En son bayıldığım ve herşeyin koptuğunu hatırlıyorum.

 

Hırsız...

 

Kaçırılmış mıydım?

 

Nefes alış verilerin hızlanıyor ve boğazımdaki yumru büyüyorken odaya biraz daha dikkatli baktığımda aslında o kadar da yabancı gelmediğini gördüm.

 

Sol taraftaki büyük cam ve sağ taraftaki büyük gardrop...

 

Evdeydim, bayıldığım yerde...

 

Ama benim odam değildi.

 

Kalktığım yere döndüğümde yatağın üzerindeki pikede gezdirdim gözlerimi.

 

Biraz önce benim üzerimde olan pikeye...

 

Herşeyin bir rüya olup olmadığı ihtimali geçiyordu aklımdan.

 

Yatağın kenarına özensizce bırakılan siyah kapşonlu hırkayı aldım elime. Önce biraz tereddüt etsem de hızlıca üzerime geçirdim. Hızlı hareketlerim sonucu burnuma gelen koku hırkanın giyilmiş olduğunu anlatıyordu.

 

Önümdeki fermuarı çekip, kapşonunu da kafama geçirip öndeki ipleri sıkarak boğazımı kapattım.

 

Soft parfüm kokusu biraz olsun beni sakinlerştirirken amacıma odaklanıp temkinli ve sessiz adımlarla odanın çıkışına ilerledim.

 

Kapı aralıktı, kendime çekerek kapıyı açtım ve koridora ulaştım. Merdivene doğru ilerlerken koridorlardaki mobilyanın üzerindeki bibloyu ne olur ne olmaz diye sağ elime tutuşturdum.

 

Merdivene daha da yaklaşıp hızlı ve temkinli adımlarla iniyordum ki alttan gelen konuşma sesleriyle dudaklarımdan bir bağırış çoktan çıkmıştı. Bu cesareti nereden aldım bilmiyorum ama alttan gelen tanıdık sesle adımlarımı hızlandırdım. Merdiveni indiğim anda mutfağın ışığı yanmıştı ve herşey artık tamamen ortadaydı. Havada olan sağ elimdeki bibloyu yavaşça yere bıraktım.

 

Kalbim de burnum gibi sızlıyordu, içim özlemle titrerken çenem de onu örnek alır gibiydi. Gözlerimse...

 

Onlar da içim gibi doluydu.

 

"Tuna." Dudaklarımdan uzun zaman sonra dökülmüştü bu isim. Mutlu geçen çocukluğum demekti bu isim, kendimle barışık geçen dakikalar demekti, özlem demekti.

 

Ama korkmuştum bir yandan, gidip sarılmak istiyordum ama araya zaman girmişti. Belki de değişmişti. Bu ihtimaller beni korkuturken o bunları yerle bir etti.

 

"Fırfır."

 

Kollarını açarak söylediği lakabım peşine bende rahatlık getirmişti. Gözümden süzülen sıcaklıkla bende kollarımı açıp ona ilerledim ve birkaç adım sonra çocukluğuma kavuşmuştum. Sıkıca sardım onu kollarımla, oda bana aynısını yaptığında daha fazla ağlamamak için kapattım gözlerimi. Herşeyin üzerine bana ilaç gibi gelmişti.

 

Bedenen değişse de kalben hiç değişmemişti. Sıcacıktı her zaman bana. Aramızda en fazla bir yaş vardı, abiydi o benim için ama ben ona hiç böyle seslenmemiştim.

 

"Hiç değişmemişsin." Boğuk sesi ulaştı kulaklarıma.

 

"Sende." Dedim.

 

"Ne oluyor burada?!"

 

Sinirli olduğunu belli ederce evde yankılanan ses yüzünden usteksizce ayrıldım ondan. Dolu gözlerini gördüğümde burukça gülümsedi.

 

Oğuzdan tarafa döndüğümde bakışları Tuna ve benim aramda gidip geliyordu.

 

"Siz nereden tanışıyorsunuz?"

 

İki elimle göz altlarıma akan yaşları çekiştirerek sildim. Akan burnumu da çektikten sonra benim cevaplamama kalmadan Tuna benim yerime cevaplamıştı.

 

"Küçüklükten tanışıyoruz." Kafasını döndürüp gülümseyerek bana baktı.

 

"O zaman baya yakındık." Gülümseyerek kafa salladım ona.

 

Oğuza döndüğümde somurtkan yüzü yumuşamamıştı uyuz.

 

Birkaç saniyelik sessizliği bozan yine de o oldu.

 

"İyi misin sen, bayıldın bir anda?"

 

Bir yandan kafa sallarken cevapladım onu.

 

"İyiyim, hırsız sandım, korkunca da..." Kafasını bunalmış bir ifadeyle onaylar biçimde salladı.

 

Tekrar Tunaya döndüm.

 

"Özlemişim." Gözüm iflah olmaz bir şekilde yine dolmuştu.

 

"Eh yani tabi, beni özlemeyen de ne bileyim." Ağlamaya yaklaştığımı anlayıp da ortamı dağıtmak için söyledikleri beni güldürmüştü. Yanağımı koparırcasına iki parmağının arasında sıkıştırıp bıraktı.

 

Oğuz tahammülsüz yüzüyle Tunaya yaklaşıp elini omzunun üzerine koyup sıktı. Sertçe sıktığı parmaklarının beyazlığından belli oluyordu.

 

"Tuna, işin bittiyse yolu biliyorsun kardeşim. Hadi!"

 

"Ayh! Bir hoşgeldim hediyesi vereyim dedim adama bak. Kovdu beni. Unutmam ama ben bunu Oğuz efendi."

 

"Geç oldu Tuna hadi!" Oğuzun Tunayı evden çıkarma çabaları kaşlarımı çatmama neden olsa da üzerine varmak istemedim. Kapıya doğru ilerleyen ikisinin peşine Tunayı yolcu etmek için ben de ilerledim.

 

Koridorun ışığını yakıp Tunanın ayakkabılarını giymesini bekledim. Ayakkabılarını giyip kapıdan çıkarken bana döndü.

 

"Allaha emanet, görüşürüz."

 

"Sende." Diye mırıldandım. Tuna benim yanımda duran Oğuza döndürdü bakışlarını.

 

"Oğuz sen benle bir gelsene, biraz konuşalım." Ne konuşacakları kafamın içerisinde dönerken Oğuz çoktan kabul etmiş ve ayakkabılarını giydi, vestiyerden evin anahtarını alıp evden çıkmıştı. Arkasını dönüp kapının kolunu tuttu ve bana hitaben konuştu

 

"Ben gelirim birazdan." Kafamı olumlu anlamda salladım. Kapıyı çekip kapattığında. İşte şu şekil karına hesap vereceksin.

 

İçimden kendi kendime konuşmama güldüm. Gün bitmeye yakınken, umutlar solarken mutluluk kapımı çalmıştı.

 

Ne konuştuklarına merakımdan yapmamam gereken birşey yapıp kafamı kapıya dayadım. Kendimi duymaya zorlasam da hiçbirşey duyamıyordum. Kafamı kapıdan çekip kapının dürbününe ulaşmak için parmak ucumda yükseldim. Nihayet dürbüne ulaştığımda onları izlemeye başladım.

 

Tuna birşeyler anlatıyordu, arada Oğuz da konuşuyordu ama genel olarak konuşan Tunaydı. Sonunda ikisi birbirine sarıldığında yüzümde anlamsız bir gülümseme yayıldı. İkisi birbirinden ayrıldıktan sonra Tuna hızlı hareketlerle Oğuzun kafasına vurup kaçmaya çalıştığında Oğuz da arkasından ona bir tekme savunmuştu. Tuna gülerek arkasını dönüp eliyle Oğuza kalp yaptığında dudaklarımdan minik bir kıkırtı koptu.

 

İkisi de birbirine el sallayarak vedalaştığında Oğuz arkasını dönmüş eve geliyordu. Yüzünde ile defa gördüğüm geniş bir gülümseme vardı, kalbim yakalanmanın eşiğine gelmenin heyecanıyla hızlanırken aniden kapıdan uzaklaştım. Mutfağa doğru koşup bibloyu bıraktığım yerden alırken kapıyı açıp içeriye girmişti.

 

Kapıyı kitledikten ve birkaç tıkırtıdan sonra koridordan kendini belli etmişti, elimdeki bibloyla ona döndüm. Yüzünde hala bir gülümseme vardı ama deminkinden oldukça farklıydı.

 

"İyi anlaşıyorsunuz." Ona kafamı salladım.

 

"Öyleydi. Aramıza mesafeler girdi."

 

Belli belirsiz omuzlarımı silktim. "Eskisi gibi olur muyuz bilmem."

 

İçime ister istemez bir huzursuzluk çökmüştü. Çocukluğumun kurtarıcısıyla aramın açılması en son isteyeceğim şey bile değildi.

 

"Aramızda kalsın, Tunaya söyleme ama tamam mı?" Şüpheyle çatılan kaşlarıyla başını ağır ağır salladı.

 

"O bana hep abilik yapmıştı, ben onu hep küçük ağabeyim olarak görürdüm."

 

Gözlerim dolarken küçükçe gülümsedim. Eski anılarım gözlerimin önüne geliyordu. Onun da kuşkulu bakışları yumuşamış gibiydi.

 

"Oda benim ona abi dememi isterdi ama aramızda pek yaş olmadığı için hiçbir zaman söylemedim." Yüzünde belli bir gülümseme oluştu.

 

"Sanırım bunu Tunanın biryerleri kalkmasın diye ona söylemiyoruz."

 

Gözlerim kısılırcasına gülümsedim. Onunla yaptığımız ilk güzel sohbetti. Sanırım birbirimize alışıyorduk.

 

Başıyla üzerimi gösterdi."Yakışmış."

 

Üzerimdeki hırkasını kast ettiğini anladığımda yüzümdeki gülümsemenin sırıtmaya dönmesine engel olamadım.

 

"Yıkayıp geri veririm." Deyip merdivenlere yöneldim. Hızla merdivenlerden çıkarken arkamdan seslenmişti.

 

"Yıkamaya gerek yok."

 

"Hayırlı geceler." Diye bağırdım merdivenden aşağıya.

 

"Sana da."

 

İçim kıpır kıpır, yüzümde gülümsemem eşliğinde odama attım kendimi.

 

&

 

Uzun zaman sonra mutlu olarak uyandığım ilk gündü. Üzerimden, yazdan kaynaklı aldığım, ince pikeyi çekip attım. Huzurlu, kaliteli bir uyku çekmiştim. Banyoya ilerleyip günlük rutinlerimi hallettikten sonra yatağımı toplamak ve üzerimi giyinmek için odama geri döndüm.

 

Yatağımı hızlıca toparlayıp üzerimi giyinmek için gardroba ilerledim. Bugün ablamın yanına, o eve gidecektim.

 

Dolaptan bordo bir etek üzerine de beyaz bir tshirt, onun üzerine de beyaz bir gömlek çıkarttım. Giyeceklerimi teker teker giyip başımı yapmak için aynalı şeyin önüne oturdum. Bunun adı neydi ki? Makyaj masası mı? Artık her neyse.

 

Kahverengi, sıradan dalgalı saçlarımı toplarken aynada yüzümü inceliyordum. Orta kalınlıktaki kaşlarım, kahverengi, badem gözlerim, kıvrık, orta uzunluktaki kirpiklerim, hafif kemerli ama ucu kalkık burnum ince olmayan ama kalın da olmayan dudaklarım. Çirkin değildim, Allah herkesi en güzel şekilde yaratmıştı. Ama kendimi çok da güzel bulmuyordum.

 

Kendimle kısmen barışık biriydim.

 

Hayatım boyunca babama benzememek için ettiğim dualar kısmen kabul olmuştu ama anneme benzemek istediğim dualar pek kabul olmamıştı sanırım. Kendime has bir çehrem vardı.

 

Buna da şükür.

 

Saçımı düşük bir topuz yapıp siyah bonemi de taktıktan sonra sıra şalıma gelmişti. Şal çekmecemden bordo bir bambu şal çıkartıp, bir kenarını içeriye katlayıp başıma örttüm. Her zamanki şeklini verip arkadan bağladığımda hazırdım.

 

Odanım havalanması için camı üstten açıp odadan çıktım. Koridorda biraz ilerledikten sonra onun odasının önünde durdum. Onu uyandırmalı mıydım? Belki kahvaltıyı birlikte hazırlardık.

 

Ama ya ters teperse, şu birkaç gün içerisinde hiç sabah kalktığını görmemiştim, hazırladığım kahvaltıya bile gelmemişti, yani ona da ben çağırmamıştım aslında. Belki de sabah uyandırılmak onu asabileştirirdi ama bu varsayımlarla bir yere gelemeyeceğim için onu kahvaltıyı hazırladıktan sonra kaldıracaktım.

 

Dikilip kaldığım yerden kımıldadım ve aşağı mutfağa indim. Saat on sularıydı ve ev sabahın güneşiyle tamamen aydınlanıyordu. Yazın ferahlığı vardı evde, her ne kadar hava sıcak olsa da.

 

İlk iş olarak hemen ocağa çay suyu koyup dolaptan kahvaltılıkları çıkarttım. Kahvaltılıkları tabağa koyup amerikan mutfak masasına koydum. Burası hem tezgah hem masa olarak kullanılıyordu.

 

Dolaptan mısır unu ve gerekli malzemeleri alıp kuymak yapmaya başladım. Kuymak... Demirbaşlarımdan birisi...

 

Kavrulan una yeterince su koyup koyulaşmaya bıraktım. Kaynayan suyla da çayı demleyip dolaptan aldığım salatalık ve domatesleri kesmeye başladım. Yeni evliler gibi kalpli mi kessem.

 

İç konuşmama gülerken kuymak kıvam almış peynirini bekliyordu. Peyniri de koyup erimesi için onu yalnız bırakıp kestiğim salatalığa döndüm. Birkaç bıçak darbesiyle onu da halletmiştim.

 

Tabağa düzgünce dizdiğim domates ve salatalıkları yerine ulaştırdıktan sonra peyniri eriyen kuymağı karıştırıp masaya koydum. Peyniri tam olması gerektiği gibi uzanıyordu. Kuymağın kokusu kahvaltılıklarla birleşip mükemmel kokusunu mutfağa dağıttığında fark etmediğim açlığım gün yüzüne çıkmıştı.

 

Kuymak soğumadan Oğuzu kaldırmak için yukarıya adımladım. Kapıya ulaştığımda içeriden ses gelip gelmediğini anlamak için biraz bekledim, ses gelmiyordu. Kapıya üç kere tıkladım, herhangi bir ses kulağıma ulaşmamıştı.

 

İçeri girmeli miydim, yoksa geri mi gitmeliydim? Belki de kapıdan seslenmeliydim.

 

Son kez kapıyı tıktıklayıp seslendim.

 

"Oğuz."

 

İçeriden gelen sesle biraz geriye çekildim. Kapı içeriden sessizce açıldı. Oğuz uykulu, zar zor açılan şiş gözleriyle bana bakıyordu. Kumral saçları dağılmış, pembe dudakları şişmişti. Üzerindeyse siyah dar bir tişört altında da bol bir eşofman vardı.

Kulağımda yankılanan kalp atışlarımı bastırarak konuştum.

 

"Kahvaltı." Kafasını sallayıp kapıyı olduğu gibi açık bırakıp odasındaki banyoya girdiğinde ben de ne zaman tuttuğumu fark etmediğim nefesimi özgürlüğüne bıraktım.

 

Tamam, benim için alışılmış şeyler değildi ama bu kadar gerilmeme de gerek yoktu.

 

Kendimi sakinleştirerek aşağıya indim ve sofrada eksik olan birkaç şeyi de tamamladım. Çok geçmeden o da gelmişti. Üzerini hiç değiştirmemişti, saçlarının öndeki kısımlarıysa yüzünü yıkadığını gösteriyordu.

 

Şu birkaç gün içerisinde ilk kahvaltımızdı. Hep evde olmamıştı çünkü, okulu vardı, erkenden çıkıyordu.

 

Elimdeki çaydanlığı masaya koyarken bir yandan da onu izliyordum. Karşı taraftaki sandalyeye geçip oturdu. Kendi bardağıma çay doldururken ona sordum.

 

"Çay ister misin?" Kafasını hayır anlamında salladığında çaydanlığı yerine bıraktım.

 

Ortadaki kuymaktan kaşık yardımıyla tabağıma alırken konuştu.

 

"Bunları yapmak zorunda değilsin."

 

Elimdekileri masaya bırakmadan hafif çatılan kaşlarımla ona baktığımda o bana değil sofradakilere bakıyordu.

 

"Neyi?" Dedim. Anlamıştım anlamasına ama anlamaza yatarak aramızdaki etkileşimi arttırmak istiyordum. Bir ömür böyle geçmezdi.

 

"Herşeyi, bu yemekleri, temizliği, düzeni." Başını kaldırıp bana baktı.

 

"Zorunda değilsin." Kaşlarım eski halini alırken yüzümü yumuşattım.

 

"Biliyorum." Sanırım bu anlaması için yeterliydi. Biraz sessizlikten sonra ekmek alıp tabağımdaki kuymağı ekmek ve çatal yardımıyla mideme yolluyordum.

 

Onun yemediğini görünce gözlerimi ona döndürdüm. Bana bakıyordu, kafamla kuymaği işaret edip yemesini bekledim. Hareketlenip tabağını doldurduğunda bende önüme dönüp kahvaltımı yapmaya devam ettim.

 

Olan gerginliğim yavaş yavaş ortadan kalkarken ben de doymaya yaklaşmıştım. Tabağımda çok az şey kalmıştı. Sağ tarafımda kalan çay bardağını elimle kavrayıp dudaklarıma götürdüm. Sıcak çaydan yavaşça bir yudum aldım. Avucumu ısıtan çay, yavaş yavaş içimi ısıtıyordu. Evet yazın, evet bu sıcakta... Türk milletiyiz!

 

"İşe mi?" Kafamı odak noktam, tabağında kaldırdım.

 

Beni merak mı etmişti yoksa öylesine bir soru muydu?

 

"Yok, izin aldım. Ablama gidiyorum." Daha tabağına geri dönmediği için ben de dönmedim.

 

"Annemler, akşama yemeğe çağırıyorlar."

 

"Gidecek miyiz?" Dedim düşünmeden.

 

"İstersen gideriz." Dediğinde pek isteyeceğimi düşünmüyordu galiba.

 

"Tamam, o zaman ben bir tatlı yapayım, ablama gider, geç olmadan gelirim çıkarız." Tabağıma dönerek kalan üç beş lokmayı da hızla yemeye devam ettim.

 

"Bir şey yapmana gerek yok, onlar herşeyi ayarlamıştır zaten."

 

Ağzımdaki lokmayı çiğneyip yuttuktan sonra konuştum.

"Öyle eli boş gidilmezki." Tabağımda nihayet bir lokma kalmıştı.

 

"Ayıp olur." Son lokmayı da ağzıma attım.

 

"Yoldan alırız o zaman." Çiğnediğim lokmayı yutup üzerine de çayımı gönderip konuştum.

 

"Ben," Sağ elimin işaret parmağını kendime doğrultup biraz öne eğilerek ona yaklaştım ve gözlerimi hafif kıstım.

 

"Bir aşçıyım ve dışarıdan aldığım bir yemekle misafirliğe gitmem." Peçeteyle ağzımı silip masadan tabağım, çatalım ve çay bardağımla kalktım. Elimdekileri suda akıtıp makineye koyarken sordum.

 

"Sevdikleri bir tatlı var mı?" Elimdeki son şeyi, bardağı makineye yerleştirdim.

 

"Bilmem." Umursamazca çıkan sesinden sonra anında ona döndüm.

 

"Nasıl bilmem?" Omuzlarını silkti. Masadan eli dolu bir şekilde kalkarken konuştu.

 

"Bilmiyorum işte." Elindekileri tezgaha bırakıp tekrar masaya gidip bu sefer herşeyi toplamıştı. Muslukta bulaşıkları akıtmaya başladı. İşlerin sadece bana kalmaması beni mutlu etmişti.

 

"O zaman senin sevdiğin tatlıyı yapayım." Beklentiyle ona baktığımda o da bana döndü ve sinsice gülümsedi.

 

"Baklava." İçimden kahkahalar savururken yüzümde sadece sinsi bir gülümseme vardı. Baklavayı iyi yapardım.

 

"Fıstıklı, cevizli, fındıklı. Hangisi?"

 

 

 

Suay şu şekil dirheysh

 

Fıstıklı, cevizli, fındıklı arasından en güzeli sizce hangisi?

 

Bence bezelyeli jdgqydyrywhs.

 

Şaka bir yana fıstıklıyla aşk yaşıyoruz.

 

Ee bölüm nasıl??

 

Sevdiniz mi Tunayı?

 

Sizce Tuna ve Oğuz ne konuştu?

 

Yeni bölümde gorüşmek üzere.

 

Ayyyy yeni bölüm için çooğkkk heyecanlıyıığğmmm bu arada, beklemede kalın, Allaha emanet olunnn ^^

 

 

Loading...
0%