Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1 | Gizemli Yabancı

@ejderhacik

Keyifli okumalar dileriz...


***


Gerçeklik ve hayal arasındaki farkı anlamak, onları ayırt etmek neden bu kadar zordu? Gerçeklik beni bu dünyada tutmaya çalışıyordu, ama hayal dünyam bunu inatla reddediyordu. Göz kapaklarım ağırlaşmaya başladığında hayallere kanmış, gerçekliği çoktan reddetmiştim. Ben bu savaşı en başından kaybetmiştim.


Nedense içimi adlandıramadığım bir duygu kavuruyordu. Kazandığımı hissediyordum, ama sonuçları kazandıklarımın hepsini hiçe sayıyordu. Çünkü o bu savaşı en başından kaybetmişti.


Gözlerimi kapatmamla mavinin en güzel tonuna sahip olan bir gökyüzüne uyanmam bir oldu. Yine buradaydım, her şeyin başladığı yerde. Artık çevreye bakınma ihtiyacı bile duymuyordum. Bu evrende keşfettiğim her şey omuzlarıma bir yük yüklüyor, yeni sorumluluklarım oluyordu. Burası sadece bir hayalse neden ağlıyordum? Burada yaşayanlar için, buradaki katliamlar için, burada akan her göz yaşı için.


Kader çizgim her zamankinden daha zikzaklıydı. Dokunulmuş gibiydi. Kader bağları örülürken düğümler atılmıştı, hiç çözülmemek üzere. Ve bazıları koparılmıştı, hiç birleştirilmemek üzere.


Burada uyanmadan önce rüyamda yaşlı bir hayalet görmüştüm. İnce bir ipe dokunuyor, yönünü değiştiriyordu. Ama o kadar ince bir hassasiyetle dokunuyordu ki, sanki birazcık sert davransa ip kopacakmış gibi.


Masmavi gökyüzü bana kucak açarken sağanak yağmurun habercisi olan kırmızı bulutlar hızla bana doğru yaklaşıyordu. Bulutları beyazken daha çok seviyordum. Çünkü ne zaman kızarsalar her yerim ıslanıyordu. Yağmurdan hoşlanmazdım. Hele de bana kimsesiz bir kedi kadar savunmasız hissettiren o sağanak yağmurları hiç sevmezdim.


Üstüme büyük cüsseli birinin gölgesi düştüğünde başımı geriye atarak gökyüzüne baktım. Kükreyen ejderhayla göz göze geldiğimde bana saldıracağından adım kadar emindim. Bana saldıracağını öfkeyle bakan koyu kırmızı gözlerinden ve saldırmaya hazır olan duruşundan anlamıştım.


Kanatlarını çırparken esen şiddetli bir rüzgâr saçlarımı savurarak uçurdu. Kaçacak mıydım yoksa kaderime boyun mu eğecektim? Ama bir önemi var mıydı, buraya da kaderime boyun eğdiğim için gelmemiş miydim zaten?


Gökyüzünde bir kükreme daha yükseldiğinde bulutların arasındaki ihtişamlı kırmızı ejderha, zarif bir kavis çizerek hızla aşağı doğru süzülmeye başladı. Benden büyük olan ayakları, yeryüzüyle buluştuğunda yer sarsıldı ve dengemi kaybedip sendeledim.


Yüksek sesli bir çığlık kopardığımda ejderhayı daha da öfkelendirmiştim. Burnundan soluyan ejderha ateşini bana doğru püskürtmeye hazırlandığında kül olacağıma nerdeyse emindim. Acaba hayal dünyamda ölsem gerçek hayattaki bana ne olurdu? Bu düşüncelerle boğuşurken siyah kukuletalı gizemli bir yabancı aniden önüme atıldı ve ejderhaya doğru usulca yaklaştı, bana saldırmak üzere olan ejderhaya...


Kukuletalı bu yabancı, bize doğru püsküren ateşi tek hamleyle buza çevirdi. Büyük buz kütlesinden uzaklaşmak için iki adım geriledim. Kırmızı ejderha daha da öfkelendiğinde yüksek bir sesle kükreyip kanatlarını açtı ve gökyüzüne doğru havalandı.


Etrafımızda bir tur döndükten sonra kanatlarını çırparken bir kez daha ateş püskürttü. Kukuletalı yabancı onun bütün ateşini tekrardan buza çevirdiğinde ejderha bir kez daha ateş püskürterek ufak buz dağını eritti. Ama kukuletalı yabancı pes etmiyordu. Bu sefer çok daha büyük bir buz dağı yarattığında ejderha birkaç metre geri çekilmek zorunda kalmıştı. Buz dağı dikenler çıkararak ejderhaya doğru hızlıca ilerledi. Ejderha geriye kaçmaya çalışırken keskin, dikenli buz dağları onu takip ediyordu. Ejderha öfkesini bir kenara bırakıp zayıflığını kabul ederek pes etti ve hızla uçarak uzaklaştı.


Tehlike yok olduğunda rahatlamıştım.


Bu gizemli yabancı bana doğru yaklaştı. Kukuletası yüzünden yüzünü göremiyordum. Onu tanıdığımı da sanmıyordum. Bu tanımadığım yabancı aramızda bir adımlık mesafe kalacak kadar yaklaştığında ne yapacağımı şaşırmıştım ve hiç beklemediğim bir şekilde elini alnıma koydu. Elinin sıcaklığı beni mayıştırıyordu. Yavaşça gözlerim kapanırken sanki o da bu anı bekliyormuş gibi hiç zorlanmadan beni düşmeden önce yakalayıp belimi kavradı.


Ve artık bilincim tamamen kapanmıştı.


***


Sıcak ama rahat olmayan bir yerde yatıyordum. Ara sıra duyduğum konuşma seslerini boğuk boğuk duyduğum için hiçbir şey anlayamıyordum ama bir şeylerin ters gittiği hararetli konuşmalardan belliydi.


Gözlerimi açmayı başardığımda soğuk zeminde uyanmıştım. Şöminede yanan ateşin ısısını yüzümde hissedince zevkle gülümsedim. Isınmak için beni mayıştıran ateşe biraz daha yanaştım. Ama sonra yaşanan her şey zihnime bir şimşek gibi çaktı ve tüm huzurumu yok ederek bütün vücudumu büyük bir panik dalgası sardı.


Neredeydim ben?


En son gelen yabancı da kimdi?


Bana ne olmuştu?


Bayılmış mıydım?


"Uyanmışsın..." Duyduğum sesle irkilerek kafamı kaldırdım. Kukuletalı yabancı olmalıydı bu adam. Ama şu an pelerini de kukuletası da olmadığı için yüzünü görebiliyordum. Hâlâ kendime tam gelemediğimden olacak ki sadece "Sen de kimsin?" diye sorabildim, kelimeleri zar zor toparlamayı başarıp.


"Ben mi?" derken derinden gelen hırıltılı bir kahkaha ile güldü. Gülmesinin aksine sesi oldukça yorgundu. Kırmızı gözlerinin altları şişmiş ve uykusuzluktan morarmıştı. Kırmızı gözleriyle uyumlu olan siyah saçları alnını örtüyordu. Yapılı vücuda sahip bu adamın ardından kulübenin içine pencereden hızla bir şahin daldı ve kemikli pençeleriyle adamın geniş omzunu kavrayıp tünedi.


Yirmilerinin ortalarında olduğunu tahmin ettiğim bu adam omzundaki şahinin tüylerini okşarken korkuyormuş gibi görünmüyordu. Şahinle ilgilenirken bana bir soru yöneltti. "Aslında şaşırdım. Beni buralarda tanımayan yoktur. Asıl sen kimsin ve Ejderhaların İninde ne halt ediyordun?"


Bu evren bana aitken başkasının benden hesap sorması zoruma gitmişti açıkçası. Burası zaten benim hayal dünyam değil miydi? O da benim bir hayal ürünümken nasıl olurda bu kadar kibirli davranabilirdi, bana karşı?


"Önce sen benim soruma cevap ver," deyiverdim inat ederek.


Başını yana yatırıp gözlerini kısarak tehdit edercesine bana baktı. "Seni Arcadia Meclisine götürmemi istemiyorsan sorularıma hemen cevap vermelisin," dedi çok bilmiş bir tavırla. "Yoksa Arcadia Meclisinde yaşanacaklar pek hoşuna gitmeyecek."


Bu kim olduğumu anlatmazsam sonrasında neler olacağı hakkında bir uyarıydı ve şu an içinde bulunduğum durum hiç mi hiç hoşuma gitmemişti.


Onu ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Gerçeği söylesem buranın sadece benim hayal dünyam olduğunu, onun gerçek olmadığını veyahut benim buraya ait olmadığımı... dediklerime inanır mıydı ki, yoksa delirdiğimi mi düşünürdü?


Sabırsız bir çocuk gibi gözlerini bana dikmiş cevabımı bekliyordu. Ona verebilecek bir cevabım olmadığından "Arcadia Meclisi de ne?" diye sordum merakıma yenik düşüp. Ama bundan hemen pişman oldum. Burayla ilgili hiçbir şey bilmediğimi anlaması benim için pek de iyi olmayabilirdi. Sorum buralar hakkında çok bilgi sahibi olmadığımı açık etmişti.


"Arcadia Meclisi genelde suçluların sorgulanıp yargılandığı ve cezalarının kararlaştırıldığını çok acımasız bir yer," dedi ürkütücü ve buz gibi bir ses tonuyla. Beni korkutmak için böyle davrandığı barizdi. Ama bir yandan da böyle davranmaktan eğleniyor gibi bir hâli vardı.


"Ama ben suçlu değilim," dedim ani bir korkuyla.


"O zaman bana kim olduğunu söyle. Sadece suçlular kendinin kim olduğunu saklar," dedi dudağı alay ve kibirle yukarı kıvrılırken.


Derin bir nefes aldım ve daha şimdi uydurduğum yalanı anlatmaya başladım. "Burada daha önce hiç ejderha görmemiştim. Merakıma yenik düşüp ejderhaları seyretmek için ejderhaların bölgesine gittim. Ejderhaları seyrediyordum. Ta ki sen gelene kadar..."


Tek kaşını kaldırıp öyle mi der gibi bana baktı ve "Ben gelmesem neredeyse kül oluyordun!" diye isyan etti kibrini gizleme gereği duymayarak. Ama daha çok dalga geçiyor gibiydi takındığı ifade.


"Her neyse," diyerek onu susturdum, benimle daha fazla alay etmemesi için. "Sen benim soruma cevap ver. Sen kimsin?"


"İsmim Lucas. Ben meclisin önemli bir üyesiyim. Buz elementinin lideriyim," dedi böbürlenerek. "Ayrıca ejderhaların bölgesine senin gibi ölmeye meyilli olduğum için gitmedim. Bu mevsimlerde yetişen ve nadir bulunan gezgin otunu bulmaya gitmiştim. Şanslısın ki seninle karşılaştık ve senin hayatını kurtardım."


"Peki, neden beni bayılttın?"


Tam ağzını açıp bana cevap vermek için konuşmak üzereyken kapı sertçe yumruklandı. Korkuyla yerimden birkaç santim sıçradığımda alay eden muzip bir ifade takınıp bana baktı ve genizden gelen bir sesle kıkırdadı.


Ama kapı daha sert yumruklanmaya devam edince benimle daha fazla alay edemeden gidip kapıyı açmak zorunda kaldı. Kapının açılmasıyla genç bir oğlanın aceleci adımlarla içeriye dalması bir oldu.


Oğlanın suratındaki endişeyi fark edince kendini tutamadan "Neler oluyor?" diye sorma gereği duydu Lucas.


Oğlan bir süre soluklandıktan sonra "Ejderhalar..." demeyi başarabildi kesik nefeslerinin arasından. "Geldiler. Buradalar. Başkente, Erymna'ya saldırıyorlar." Kelimeleri arka arkaya sıraladı hızlıca. Korktuğu için titreyen sesini duymanıza gerek yoktu, dehşetle bakan gözleri bunu için yeterliydi.


Lucas önce "Sakin ol," diyerek oğlanı sakinleştirdi. Ama bunu oğlanı sakinleştirmek için mi yoksa kendini dizginlemek için mi söylediği meçhuldü. Sonra bana dönüp "Burada kal ve ölmeye meyilli değilsen sakın dışarı çıkma," diye uyarıda bulunup hızlı adımlarla kulübeyi terk etti.


Oğlan hissettiği endişeyi üzerinden atıp sakinleşmeyi başardığında benim varlığımı yeni fark etmişti. Kaşlarını çatıp konuşmak için dudakları aralandığında dışarıdan ejderha kükremeleri yükseldi. Bu sesler genç oğlanı harekete geçirmeye yetmişti. Beni umursamadan aniden kulübeden dışarı fırladı.


İçeride kalsam da neler olduğunu merak ediyordum. Ama dışarıya çıkmaya da korkuyordum. Tüm bunlar birer rüyadan ibaretse neden korkuyordum ki?


Hissettiğim bu korku, korku filmi seyrederken filmdeki her şeyin bir kurgu olduğunu bilmene rağmen korkmak gibiydi. Rüyaydı, fakat korkuyordum. Öylesine gerçekçi bir rüyaydı ki tüylerimin diken diken oluşunu bile hissedebiliyordum.


Hemen tahta çerçeveleri olan pencere pervazına doğru koştum ve dışarıda neler olup bittiğini seyretmeye koyuldum.Daha demin kulübeden çıkan oğlan etrafta görünmüyordu. Ama Lucas oradaydı. Ön saflarda cesurca yerini almıştı. Herkes kaçışırken ejderhaların karşısına göğsünü gere gere dikilmişti. Daha önceden beni koruduğu gibi bu seferde kasabayı koruyordu.


Bu seferki ejderhalar kırmızı değildi. Mavi tonlarında biri koyu biri açık mavi iki ejderha vardı. Biri diğerine göre daha iri cüsseli ve asildi. Koyu mavi pullarının arasından parlayan açık mavi pullar ona renk katıyordu. Keskin mavi bakışlarıyla birlikte zarif hareketlerle gökyüzünde kavis çizerek süzülüyordu.


Üç tane de beyaz renkli ejderha yeryüzüne doğru süzülerek yaklaştığında şimşekler çakmaya, koyu kırmızı kara bulutlar gri gökyüzünde görünmeye başlamıştı. Bu beyaz ejderhalar fırtınanın habercisi olan kırmızı bulutlar ve gri gökyüzü ile bir uyum içerisindelerdi ve beyaz pulları asaletle parıldıyordu. Rüzgâr hızla kasabanın üstünde dönerken herkesi uzak durun der gibi uyarıyor, her yere yıkım getiriyordu.


Beyaz renkli ejderhalar etrafa şimşekler saçıyorlardı. Bazı evlere yıldırımlar düşmüş ve yangınlar gitgide büyümeye başlamıştı. Kalabalık oradan oraya kaçışırken kasabaya büyük bir karmaşa hâkimdi. Çığlıklar, rüzgârın uğultusunu birazda olsa bastırıyordu. Büyük bir şimşek daha patladığında gökyüzü bir anlığına kan kırmızısına büründü ve mor şimşek yeryüzüne indi, gökyüzü bir saniyeliğine mora boyandı. Ardından büyük bir patlama sesiyle her yer inledi.


Şiddetle esen rüzgâr önce beyaz renge sahip, dehşet saçan, öfkeli ejderhaların kanatlarının arasında dolaştı sonra kasabanın üstünde turlayıp bazı evlerin çatılarını uçurdu. Fırtına büyürken kasabanın aldığı hasarda gitgide büyüyordu.


Sonra birden gökyüzü başıma düştü.


Ya da ben öyle sandım. 


Tavan üstüme yıkılmaya başladığında kendimi korkuyla zar zor evden dışarı attım. Kıl payı kurtulmuştum, tamamen şans eseriydi. Molozların etrafa saçtığı parçalar tozu dumana katmış, görüşümü zorlaştırıyordu. Nefes nefese kalmışken durduğum yerde soluklandım. Vücudumdaki adrenalin yükselirken omurgam stresten yay gibi gerilmişti.


Ejderhaların her yeri yakıp yıkmasının manzarası karşısında olduğum yere çivilenmiştim. Herkes kaçışıyordu ama ben ne yapacağımı bilmiyordum. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Ben buraya ait bile değildim. Burası benim hayal dünyamdı ama neden uyanamıyordum bu rüyadan? Neden hâlâ burada bu korkuyu iliklerime kadar hissetmek zorundaydım? Kendimi cimcikleyip uyanmaya çalıştım, ama garip bir şekilde canım yanmıştı.


Lucas, gökyüzündeki iki beyaz ejderhaya buz saçarak onları uzaklaştırmayı başardı ama mavi olanlar hâlâ buradaydı. Savaşmak için hâlâ direniyorlardı. Ve nedendir bilinmez Lucas özellikle onlardan uzak duruyordu, mavi olanlarla savaşmıyordu. Gözlerim kasabayı hızlıca taradı, ancak üçüncü beyaz ejderha ortalıkta görünmüyordu.


Gözlerim üçüncü beyaz ejderhayı ararken tüm ejderhalara dehşet saçan başka bir ejderha gri gökyüzünde göründüğünde duyulan kükreme yeri göğü inletti. Ama bu ejderha kasabada yaşayan halka değil, ejderhalara saldırıyordu.


Kanatlarının dışı yeşil olan bu ejderhanın iç gövdesi kahverengiydi. Vücudunun bazı bölgelerindeki çatlaklardan dışarı dallar ve sarmaşıklar fırlamıştı. Kafa bölgesindeki çatlaklardan dışarı çıkmış olan dallar tıpkı bir boynuz şeklindeydi. Kendi üzerinde yeni bir ekosistem oluşturmuş gibi görünüyordu. Tıpkı doğa ana gibi görünüyordu. Ya da doğanın ta kendisi. Doğanın kralı, doğanın yapıtaşı. Artık ne derseniz deyin ama söylenebilecek her söze rağmen yine de korkunç ve muhteşem görünüyordu.


Ejderha yaklaştığında ejderhanın üstünde ona sıkı sıkı sarılmış olan ejderhayla bütünleşmiş bir biçimde duran bir kadın vardı. Yeşil gözleri ve açık kahverengi saçları üstüne bindiği ejderhasıyla oldukça uyumluydu.


Kadının gözleri Lucas'ı bulduğunda ejderhayı Lucas'a doğru uçurdu ve ejderhayla birlikte yeryüzüne indiğinde ejderhanın sırtında ayağa kalktı. Verdiği emirle ejderha yere yatıp iyice eğildi ama yine de kadının bulunduğu nokta yerde yüksekteydi. Kadın bunu umursuyor gibi görünmüyordu.


Hızlıca tek hamlede ejderhanın üstünden atladı. Tatlı yüz hatlarının aksine alnı endişeyle kırışmıştı. Lucas'ın kulağına yaklaşıp bağırarak bir şeyler söylediğinde Lucas kaşlarını çatıp kasabayı tarumar etmekte olan ejderhalara baktı. Sanırım etrafta ses karmaşası yüzünden birbirlerini anlamakta zorlanıyorlardı.


Ayaklarım yerden kesilene kadar kayıp olan üçüncü beyaz ejderhanın arkamda olduğunu fark etmemiştim. Ejderhanın kanadını savurmasıyla gökyüzündeki korkunç gri hortumun rüzgâr akımına kapıldım. Havalanıp dönmeye başladığımda bir çığlık koptu dudaklarımın arasından. Bu oldukça baş döndürücüydü.


Gökyüzünde benimle birlikte uçan eşyalardan birine toslamamak için denizde yüzüyormuş gibi kollarımı boşlukta savurdum, ancak faydasızdı. Etrafımda uçan keskin ufak şeyler bana doğru uçtuğunda kollarımı yüzüme siper ettim ve o ufak keskin parçalardan biri kolumu sıyırdığında büyük bir sızı hissettim.


Gözlerimiz Lucas'ınkiler ile buluştuğunda nihayet beni fark etmişti. Ama az önce gördüğüm gibi yerde değildi. Diğer ejderhalara kıyasla daha küçük ve hemen hemen bir at boyunda olan mor bir ejderhanın sırtındaydı.


Rüzgâr beni sertçe ileri savurduğunda yere hızla çarpıp parçalanarak ölmeye hazırdım. Mor ejderhasıyla kırmızı bulutların arasında süzülen yüzünü zar zor seçebildiğim Lucas hızla ejderhasını aşağı doğru sürmeye başladığında beni yere çarpamadan önce havada yakalamayı başarmıştı. Rahatlamanın verdiği hisle derin bir nefes alıp ejderhaya sıkı sıkı sarıldım.


"Sana evden çıkmaman gerektiğini söylemiştim. İyi misin?" Şefkat dolu ses kulağıma dolduğunda söyledikleri beni öfkelendirmişti.


"Ev başıma yıkılıyordu!" diye patladım öfkeyle. "Ve hiç iyi değilim, götür beni buradan!" Öfkem gözyaşlarına dönüşürken oldukça korkuyordum. Zaten yeterince büyük bir karmaşa vardı ve bu karmaşanın oluşturduğu gürültüler benim korkumu arttırıyordu.


Kolumdan akan kana dokunduğunda kaşlarını çattı ve kanı çiçeğe sürdü. Ne yapmaya çalıştığını anlamamıştım. Çiçek birdenbire soluverdi. "Şş... Sakin ol. Şimdi seni güvenli bir yere götüreceğim, tamam mı? Hareket etmemeye çalış. Yaralısın," derken ki sakin ses tonu aşırı sinir bozucuydu. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu.


"Evet, yaralandım. Çünkü kendimi evden dışarı zor attım ve büyük bir hortuma kapıldım. Bana evden çıkmamam gerektiğini söylemiştin!" diye hiddetle bağırdım hıçkırıklarımın arasından. Burnumu çekip göz yaşlarımı sildiğimde pür dikkat hareketlerimi seyrediyordu.


Sinirlerim bozulmuştu, çünkü bu rüyanın gerçekçiliği bana kendimi delirmiş gibi hissettiriyordu. Sinirlerim bozulmuştu, çünkü az önce ölecekmişim gibi hissetmiştim. Ve sinirlerim bozulmuştu, çünkü yükseklik korkum vardı.


Ejderhanın dizginlerini sertçe çekip havada keskin bir manevra yaptığında kenara doğru savrulmam beni susturmaya yetmişti. Bir an düşeceğimi sanmıştım ama kendimi sıcacık kolların arasında bulmuştum.


Beni düşmemem için sıkı sıkı tutarken soğukkanlı bir tavırla ve sakin bir ses tonuyla konuştu. "Sadece korkuyorsun ama geçecek. Önce sakinleşmelisin. Histeri krizi geçirmen sadece işimi zorlaştırıyor."


Öfke nöbeti geçiriyordum. Öfkeliydim, korkuyordum ve aynı zamanda ağlayıp duruyordum. Son anlarında çırpınan insanlar kadar umutsuz hissediyordum kendimi. Şu an abarttığımı düşünebilirdi ama az önce az daha ölüyordum.


Bir rüyaysa neden bu kadar korkuyordum ki?


Kafam karışmaya başlamıştı ve artık düzgün düşünemiyordum. Şu anda korkmaktansa olayın ciddiliğini reddedip bunun bir rüya olduğuna inanmak daha kolaydı. Bende öyle yaptım.


"Bırak beni," diye sızlanmaya devam ettim. Beni zapt etmeye çalışan kolları aynı zamanda ejderhayı kontrol edip yönlendiriyordu. Beni sakinleştirmek için benimle konuşmaya çalışıyordu ama onu dinlemeyip inatla çırpınmaya devam ediyordum.


Kendimi bildim bileli yükseklik korkum vardı ve aşağı bakmak sadece midemi bulandırıyordu. Hatta birazdan kusabilir, çırpınırken aşağı düşebilir veya bayılabilirdim. Kalbim küt küt atmaya başladığında daha fazla aksiyona dayanabileceğimi sanmıyordum. "Beni yere indir!" diye bağırdım göz yaşlarım çeneme süzülürken.


"Biraz sabret. Bildiğim bir mağara-"


Sözünü kestim. "Hemen beni aşağı indir!"


Ejderhanın üstünde tepindiğimde kollarını etrafıma sarıp beni durdurmaya çalıştı. Ama tırnaklarımı sertçe koluna geçirdim ve acıyla inleyip isteğim doğrultusunda hızlıca ejderhayı aşağı doğru yönlendirdi. Tek kolunu çırpındığım için ve düşmemem için bana sararken diğeriyle ejderhayı aşağıya indiriyordu. İkisini aynı anda yapmak zor olmalıydı ama tek umurumda olan en kısa sürede ayaklarımı yere basmaktı.


Beni indirene kadar onu tırnaklarımla çizmeye devam etmiştim. Dağların arasındaki küçük bir mağaranın yakınına iniş yaptığımızda hızlıca onun kollarından kurtulup ondan birkaç adım uzaklaştım. Bacaklarımın titrediğini fark edince daha fazla yürüyemeden olduğum yerde duraksadım.


"Sakinleştin mi?"


Başımı salladım ve derin bir nefes aldım. "Hımhı."


Gülümsedi. "Tırnaklarını koluma geçirmeyeceksen gel bakalım," diyerek hızlıca yanıma geldi ve beni tek hamlede kucağına aldı.


"Bırak beni," diye huysuzlandım.


Kolumdaki sıyrığı göstermek ister gibi çenesiyle kolumu işaret edip "Olmaz. Yaralandın," diye itiraz etti.


"Kolumdaki yara yürümeme engel değil," diye tersledim somurtarak.


Korkudan titrediğimi elbette fark etmişti ama bunu yüzüme vurmak yerine sessiz kalıp tüm huysuzluklarıma katlanmayı tercih etti. Beni usulca mağaranın içine götürdü ve yere oturmamda yardımcı oldu.


"Yaran ne durumda önce ona bakmalıyım."


Kollarımı kendi kendime sarılıyormuşum gibi dizlerimin etrafına sarıp çenemi dizlerimin üstüne yerleştirdim ve burnumu çektim. "Ne durumda olduğu umurumda değil," diye tersledim ama artık bağırmıyordum. Üstüme garip bir dinginlik çökmüştü. Tıpkı fırtınadan sonra her yerin sessizliğe bürünmesi gibiydi. Dev bir tsunamiden sonra her yerin ve denizin yüzeyinin dümdüz olması gibiydi.


Lucas beni umursamadan cebindeki otları eline alıp benim duyamayacağım bir şeyler mırıldandı. Ve otlar ufak bir ışık saçtığında artık elinde otlar değil, bir çanta vardı. Kamp çantası gibi oldukça büyüktü ve birçok gözü vardı.


Çantanın içinden bir merhem ve bir şişe su çıkardı. Kolumdaki yarayı önce temizledi, sonra merhemi sürüp sargı beziyle bandajladı. "Kolunu oynatmamaya çalış ve dinlen," diyerek beni iyice tembihledi.


Neden bana böyle davranıyorsun, diye sordum içimden. Çünkü bu çok mantıksızdı, beni tanımıyordu bile. Gerçi rüyalarda mantık aranmazdı. O yüzden bunu düşünmemeye çalıştım. Birazdan uyanacaktım ve her şey düzelecekti.


Başımı dizlerimin arasına gömüp bir köşeye saklanır gibi sindim ve ona cevap vermedim. Daha fazla konuşmak istediğimi sanmıyordum.


"Ben gidip biraz yemek getireceğim," dediğinde başımı hızla kaldırıp onu kolundan yakaladım. Acıyla inlediğimde kolumu hareket ettirmemem gerektiğini yeni hatırlamıştım. Biraz fazla geç hatırlamıştım.


"Gitme." Sesim az önceki bağırışlarıma kıyasla oldukça kısıktı ve konuştukça boğazım daha da çok acıyordu. "Yalnız kalmak istemiyorum. Sen yokken ya ejderha gelirse o zaman ne yapacağım?"


"Merak etme, mağaranın girişini gitmeden önce tılsımlayacağım. Kimse senin burada olduğunu göremeyecek ve kimse bu mağaraya bile giremeyecek," dedi güvenilir olduğunu göstermek ister gibi. Ona hayatımı kurtarmasına ve her şeye rağmen güvenmiyordum. Ama başka seçeneğim de var gibi görünmüyordu.


Ben cevap vermeyince sanki açıklama yapmasına ihtiyacı varmış gibi, "Hemen gidip geleceğim. Döndüğümde yiyecekte getireceğim. Sen burada dinlen ve kolunu kıpırdatmamaya özen göster," diye ekledi.


"Yapabileceğim başka bir şey olduğunu sanmıyorum zaten," diyerek burun kıvırdım ve başımı başka bir yöne döndürdüm.


Söylediğime karşılık bana tip tip bakmakla yetindi ve söylediği gibi mağaradan ayrılmadan önce mağaranın girişinde durup benim anlamadığım bir şeyler mırıldandı. Ufak bir ışık patlaması olduğunda mağaranın girişini tılsımladığını anlamıştım.


Aklımda binlerce soru vardı. O gelen güzel kızda kimdi? Lucas neden mavi ejderhalarla savaşmaktan çekinmişti, hem de böylesine mükemmel bir gücü varken? Bu soruların arasında kaybolmuşken derin bir uykuya daldığımı fark etmemiştim.


***


Yüksek sesli bir ejderha kükremesine uyandım. Yine aynı korku etrafımı sardı. Mağaraya birinin girdiğini duyduğum adım seslerinden anlamıştım. Mağaranın içi zifiri karanlık olduğu için kim olduğunu seçemiyordum.


"Merak etme, benim," dediğinde tüm endişem yok olmuştu.


Demek ki Lucas geri gelmişti.


"Hava kararmış," dedim gözlerimi ovuştururken. Hâlâ uyku sersemiydim. "Oysa hemen geleceğini söylemiştin..."


"Dediğim gibi her şeyi açıklayacağım. Ama önce yemek yemelisin," dediğinde buna karşı çıkmadım. Çünkü hem karşı koyacak gücüm yoktu hem de acıkmıştım. Güzel bir yemeği geri çeviremezdim.


Yanında getirdiği eşyaları mağaranın köşesine bıraktıktan sonra karanlık mağarayı aydınlatmak için sırtındaki odunları dikey bir biçimde birbirlerine çaprazlayarak yerleştirdi. Çakmak taşını birbirine sürterek oluşturduğu ufak kıvılcımla odunları yaktı ve alevin gitgide büyümesini gururla seyretti.


Mağaranın içi aydınlandığında bende rahatlamıştım. Isınmak için ellerimi ateşe uzattım. Lucas bir yandan ateşin büyümesi için ateşi yellerken bir yanda da tuttuğu balıkları çubuğa diziyordu. Balıkları alevde yavaş yavaş pişirdi.


Ortamda sessizlik hakimdi. Sadece alevin çıkardığı çıtırtılar ve dışarıdan hayvan sesleri geliyordu. Balıkların dışı kızarınca piştiğini anlamıştım. Acıkmış küçük bir çocuk gibi heyecanla bir ileri bir geri sallanıyordum. Balıkların kokusu burnuma geldiğinde dilimi dudağımda gezdirdim ama bunu yaparken bir seyircim olduğunun farkında değildim. Lucas'ın tavrıma güldüğünü görünce yanaklarımın ısındığını hissettim.


Pişmiş balıklardan birini bana uzattı, diğerini kendine aldı. Ve afiyetle balıklara yumulduk. Anlaşılan ikimizde oldukça acıkmıştık. Balıkların hepsini mideye indirdiğimde karnım fazlasıyla şişmiş ve ağrıyordu ama yine de bu kadar fazla yediğim için pişman değildim. Elimi karnımda gezdirip mağaranın duvarın yaslandım ve bacaklarımı uzattım.


Aniden bakışlarını bana çevirdi ve "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu. Bunu gerçekten merak ettiğinden mi yoksa ortamdaki sessizliği bozup sohbet başlatmak istediğinden mi sormuştu, emin değildim.


"İyiyim," diye geçiştirdim onu. Aslında iyi olmadığımın o da farkındaydı ama beni zorlamamak için konuyu daha fazla üstelemedi. Belki de hiç umursamamıştı ve ben birilerinin beni önemsediğini düşünmek istiyordum. Bu daha iyi hissettiriyordu.


Elindeki matarayı bana uzattı. İçinde ne olduğunu önemsemeden matarayı tepeme dikip tek bir yudum bile kalmayana kadar hepsini içtim. Tadı garipti ve limon kokan kokusu da tadı gibi sudan oldukça farklıydı ama umursamadım.


Kurumuş boğazım ferahlayınca artık konuşmak için hazırdım. "Bana her şeyi anlatacaktın," diyerek ona söylediği sözü hatırlattım.


"Peki, tamam. Neyi öğrenmek istiyorsun?"


"Bana hemen geleceğini söylemiştin," diye yineledim. "Ama çoktan hava karardı. Neden bu kadar geciktin ki?"


"Beni bu kadar merak ettiğini bilmiyordum," diye muzırca gülümsediğinde ona alttan alttan baktım. Derin bir nefes alıp sonunda ciddi bir cevap vermeyi akıl ederek konuştu. "Balık tutmak düşündüğümden daha uzun sürdü." Umursamaz bir tavırla omuz silkti.


Bu sefer sorularımdan bu kadar kolay kaçamazdı. "Bana her şeyi anlatacağını söylemiştin," dedim içimdeki sinir patlamasıyla. "Sorularımdan kaçmak için basbayağı yalan söylüyorsun. Ayrıca balık tutmak bu kadar uzun sürmez."


Sırıttı. "Balıkların nazlanası tutmuş."


"Doğru düzgün cevap versene bana," dedim dayanamayarak. Sabrım iyice taşıyordu. Ya da ben her şeye karşı fazla sinirliydim. Ama ne olursa olsun bana sorularımı cevaplayacağını söylemişti ve ne olursa olsun istediğim cevapları teker teker alacaktım.


İşaret parmağını bana doğru salladı. "Birincisi Küçük Hanım balık tutmak sabır işidir. Bu yüzden uzun sürebilir. İkincisi ise ben bir Tanrı değilim, balıkları yoktan var edemem. Ki yapabilsem bile sırf seni meraklandırmak için hava kararana kadar beklerdim."


"Peki," dedim daha fazla ısrar etmeden. "Ama sorularım bitmedi. O mavi ejderhalara özellikle saldırmaktan çekindiğin gözümden kaçmadı. Beyaz ejderhalarla savaşıyordun ama mavilerden kaçtın. Bunun özel bir sebebi var mı?"


"İyi gözlemcisin," dedi düşünceli bakışlar eşliğinde. "Ama sorabileceğin bir sürü şey varken neden bunu merak ediyorsun ki?"


"Sadece soruma cevap ver."


"O zaman sorunun cevabını anlayabilmen için sana her şeyi en başından detaylı detaylı anlatmalıyım. Ama zaten bunları bilmen gerektiğini sanıyordum. Çünkü buradaki herkes bu bilgileri bilir," dedi imalı bakışlarla. Vurgusu ve iması gözümden kaçmamıştı. "Her neyse. Ejderhaların renklerine göre güçleri vardır. Mavi ejderhalar buz gücüne sahiptir. Kırmızılar ise ateş. Beyazlar rüzgâr, hava ve şimşek. Yeşil ve kahverengi karışımı olan ejderhalar toprak. Siyah olanlar su. Ve son olarak mor olan ejderhalarda hiç gücü olmayanlardır. Mor olanlar diğerlerinin aksine daha ufak ve daha kolay eğitilirler.


İnsanların güçleriyse aynı şekilde göz renklerine göredir. Yine renkler aynı şekildedir. Kırmızılar ateş. Siyaha yakın koyu kahverengi olan gözlere sahip insanlar su gücünü kullanabilir. Gri göze sahip olan insanlar hava, rüzgâr ve şimşek. Yeşil gözler toprak. Mavi gözler ise buzdur. Ama mor gözlü olanlar hiçbir güce sahip değillerdir.


Halk içinde en yoğunu mor gözlerdir. En az bulunanlar ise ateş ve su güçleridir. Ejderhalarda en kolay eğitilen mor olanlardır. Morlar dışında büyük olan ejderhaları eğitmek için karşındaki ejderha ile aynı güce sahip olmalısın. Ama bir istisna var. Su ejderhaları şu ana kadar hiç eğitilememiştir. Bunu başaran ve hatta bunu denemeye bile cesaret eden hiç kimse olmamıştır şu ana kadar. Su ejderhaları korku saçarlar. Gemileri alabora ederler ve denizdeki tüm canlılar onlardan korkarlar. Denizin dışında da yaşayıp uçabilseler de tercihen su altında yaşamayı ve denizcileri korkutmayı seçerler yaşam tarzı olarak. Onları bırak eğitmeyi yanlarına bile yaklaşamazsın.


Ayrıca seninle aynı elemente sahip olan ejderhaya saldıramazsın. Çünkü aynı güçler birbirlerini sıfırlarlar ve hiçbir zarar veremezler. Aksine kendi elementindeki ejderhayı eğitmen her zaman daha kolaydır. Mor olan ejderhaları herkes rahatlıkla eğitebilir.


Neden mavi ejderhayla savaşamadığıma ve ondan uzaklaştığıma gelecek olursak çünkü ben buz gücüne sahibim. Yani güçlerimiz birbirini nötrleyeceği için onlarla savaşamam. Bu hiçbir işe yaramaz. Aksine boş yere enerji harcayıp yorulmama sebep olurdu."


Uzun açıklamasından sonra derin bir nefes aldı soluklanmak ister gibi. O kadar hızlı hızlı konuşmuştu ki konuşma esnasında nefes almayı bile unutmuş olabilirdi.


Hayranlıkla söylediği her şeyi teker teker düşündüm. Şimdi her şey anlam kazanmaya başlamıştı. Ama cevaplandıramadığım sorularım tekrardan aklıma gelince yüzümü buruşturdum. "O kız da kimdi? Hani şu devasa yeşil ejderhanın üstünde olan."


"Ah... O mu? Cayena'dan bahsediyorsun sanırım. O mecliste savaşçı olarak eğitilen öğrencilerden biri. Ayrıca son sınıfta," diye açıkladı.


"Peki tılsımlamak ne demek? Mağaranın girişini tılsımlamıştın."


"Tılsımlamak büyü için kullanılan bir kelimedir. İnsanlar büyü yapamaz ama büyü yapmamıza yardımcı olan bazı çiçekler vardı, nadir çiçeklerdir bunlar."


Bir sürü sorum cevaplanmıştı. Sadece anlamlandıramadığım ve Lucas'ın anlattıklarıyla çelişen bir sorum kalmıştı. "Senin gözlerin kırmızı olduğu halde nasıl oluyor da ateş yerine buz gücünü kullanıyorsun? Bu senin anlattıklarına göre saçma."


"İkimizde yorulduk, artık yatalım sorularını yarına sakla," diyerek benim sorumu cevaplamamak için savuşturdu.


"Hayır, ama daha benim sorularım-"


Cümlem yarım kaldı.


Bir an bedenim taşıyamayacağım kadar ağırlaştı sanki. Direnmeyi denedim ama göz kapaklarım ağırlaşırken yavaş yavaş kapanıyordu. Ben yere yığılırken Lucas hızla bana doğru atılıp beni yere düşmeden önce yakaladı ve zarifçe tuttu. Beni mağaranın bir köşesinde uyumam için yerleştirdiğinde bilincim kapanmak üzereydi.


Uyuyakalmadan önce duyduğum son cümleler şunlar oldu: "Üzgünüm. Bugün yaşananlardan dolayı kâbus görmemen için sana bir içecek hazırladım. Hesaba katmadığım şey ise bu içeceğin yan etkilerinden birinin uyku getirdiğiydi."


Yine de sorularımı cevaplamaktan bir şekilde kaçmayı başarmıştı.


***


Bizim için yıldızı parlatmayı unutmayın⭐

Loading...
0%