Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15 | Beklenmedik Yalanlar

@ejderhacik

Kusura bakmayın. Geçen hafta sınav haftam olduğu için hiç bölüm yayımlayamadım.


Ve tekrardan kusura bakmayın, bölüm biraz uzun oldu.


Umarım bu bölümü seversiniz, çünkü bu bölümde bol bol Lucas göreceksiniz ahksjsj


Şimdiden keyifli okumalar dilerim💖


***


Dün gecenin yorgunluğuyla hemen uyuyakalmıştım ve sabah erken uyanamadığım için kahvaltıyı çoktan kaçırmıştım. Sevgili oda arkadaşım Cayena da beni uyandırmaya tenezzül etmemişti, erkenden uyanıp kahvaltıya gitmişti.


Güneş tam tepeye yükseldiğinde çoktan öğrenciler antrenmanların büyük bir kısmını bitirmiş olmalıydılar ve kahvaltıyı kaçırmıştım. Bu yüzden yataktan kalkmaya gerek duymamıştım. Karmaşık düşünceler her zamanki gibi zihnimde cirit atıyordu. Bu gece yine aynı rüyayı görmüştüm. Şu aralar sürekli aynı rüyayı görüyordum. Siyah saçlı bir kız mutlu bir şekilde uçurtmanın peşinden koşuyor. Sonra gökyüzü kararıyor ve koyu mora bürünüyor. Yer sarsılıyor. Güzel sesli kadınların şarkısı gökyüzünde yankılanıyor ve gökyüzünde bir yıldız yükseliyor. Her şey normale döndüğünde mutlu kızın yerini bir ceset almış oluyor.


Hep aynı rüya.


Bu kabustan kurtulamıyordum.


Asillerin rüyası yol göstericiydi.


Fakat bu rüyadan çıkarmam gereken anlam ne olabilirdi ki?


Mor gökyüzünde yükselen parlak bir yıldız ve yankılanan bir şarkı...


Rüyamın neye benzediğini anlayınca korkuyla yataktan doğruldum.


Ludo Yıldızının Laneti! Darius ile dün akşam dinlediğimiz hikâye, nedense gördüğüm rüyaya çok benziyordu. Mor bir gökyüzü ve bir yıldız. Ludo yıldızı olmalıydı. Sonra duyduğum büyüleyici şarkı ise sirenlerin sesi olmalıydı.


Yaşadığım aydınlanmayla birlikte donup kalmıştım.


Bunu gidip Darius'a anlatmalı mıydım? Anlatsam da sadece hikâyeden etkilenip bir kâbus gördüğümü söyleyecekti. Çünkü benim bir asil olduğumu bilmiyordu. Ama Lucas biliyordu. Lucas benim bir asil olduğumu bildiğine göre rüyamda gerçek hayat arasında bağlantıyı kurabilir ve hatta bana inanabilirdi. Ama bunu Lucas'a anlatmamın en faydası olurdu ki...


Umutsuzlukla vazgeçip yeniden başımı yastığa koydum.


Peki, o zaman o siyah saçlı kız kim oluyordu?


Kızın rüyamda nasıl öldüğünü hatırlamaya çalıştım. Vücudunda yanıklar vardı ve bileklerini sarmaşıklar sarmıştı. Ayrıca boynunu kesen bir hançer yarası vardı ve her yeri kana bulamıştı. Gözümün önüne gelen görüntüyle birlikte miden bulandı. Başımı iki yana sallayarak gözümün önündeki görüntüyü yok etmeye çalıştım.


Bu diyardaki olaylar neden beni ilgilendiriyordu ki? Benim eve dönmem lazımdı. Evet, bir asil olmak ve güç kullanmak oldukça cazip bir fikirdi. Ancak ailem... bu onları bir daha göremeyeceğim anlamına geliyordu.


Bu diyarda benim başka bir yerden geldiğimi bilen tek kişi Lucas'tı. Yani evime nasıl geri dönebileceğimi sorabileceğim tek kişide Lucas'tı. Ama evime geri dönüp dönemeyeceğimin bir yolu olup olmadığını bile daha bilmiyordum. Yine tek çarem Lucas gibi görünüyordu.


Yataktan güçlükle kalkmayı başardığımda banyoya ilerledim ve elimi küvete uzatarak yavaş yavaş dolduğunu hayal ettim. Elimden akan su usulca küveti doldururken zaman hızla akıp gidiyordu.


Eğer erken kalksaydım şu anda Darius'un yanında olacaktım. Muhtemelen beni bulamayınca öğrencilere ders vermişti ya da meclise dönüp oradaki işlerini halletmişti. Onun hayatı kesinlikle çok sıkıcıydı.


Dışarıdan bakıldığında Darius hayatında hiçbir duygusu olmayan, sıkıcı ve basit bir adam gibi görünüyordu. Ama içine girdiğiniz pişmanlık, suçluluk ve çaresizlikle karşılaşıyordunuz. Çevresindeki herkesten bu duygularını saklamak için etrafına kapkalın duvarlar örmüş, ama o duygulardan kendini koruyamamış biriydi Darius.


Küvet dolduğunda kendimle gurur duymuştum. Artık Lucas'ın buzlarının erimesini beklememe gerek yoktu, çünkü kendimi güç kullanma konusunda oldukça geliştirmiştim. Kendimi küvetin içine bıraktım ve acele etmeden yavaş yavaş tadını çıkara çıkara keyif yaptım. Yumuşak bir keseyle ve sabunla bolca köpürterek bütün vücudumu temizledim.


İşim bittiğinde bir havluya sarınarak banyodan çıktım ve dolabımın önüne geçip üzerime yaz aylarına uygun açık mor bir elbise giydim. Mor elbisenin üzerindeki papatya desenleri çok hoştu, o yüzden bu elbiseyi seçmiştim. Bir an için bu dolabın içindeki kıyafetleri benim için kimin seçtiğini düşündüm. Sanırım Freya'ydı.


Neyse, ne önemi vardı ki...


Saçlarımdan akan su damlaları yeri ıslatmaya başladığında saçlarımın nemini ufak bir havluyla alıp saçlarımı taradım. Dolabımı biraz daha karıştırınca taraklı toka bulmuştum. Üzerinde bembeyaz inciler vardı. Saçımın önden iki tutamını başımın arkasında buluşturarak taraklı tokayla sabitledim ve saçımın salık kısımlarının özgürce omuzlarıma düşmesine izin verdim. Saçlarım kurumaya başladıkça bukleleri daha da belirginleşmişti. Aynadaki görüntümden memnundum.


Odamdan çıktığımda nereye gideceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Çünkü Lucas'ı nerede bulacağımı bilmiyordum. Meclise gitme kararı aldığım için at binmeyi düşündüm, fakat giydiğim güzel elbise buna izin verecek gibi görünmüyordu. Yürümekten başka çarem yoktu sanırsam.


Meclise ne kadar sürede yürüyeceğimi bilmiyordum, ama at ile giderken çok da uzak değildi. Bu yüzden fazla uzun sürmeyeceğine emindim. Efil efil uçuşan elbisemin mor, pilili eteğinin verdiği hisle etrafımda birkaç kez dönmeden duramamıştım. Rüzgâr tenimde dolaşırken neşeli bir şekilde sekerek meclise doğru yürüyordum.


Meclise vardığımda içeri girip girmemekte tereddüt etmeme rağmen fütursuzca içeri girmiştim. Etrafıma bakınarak umursamazca yürürken tek umudum Lucas'ı bulmak ve ona evime nasıl döneceğimi sormaktı. Asil olduğum için buradan gidersem Agnes benim gücümü asla çalamazdı ve bende aileme kavuşmuş olurdum. Bu şekilde iki tarafta mutlu olurdu bence. Keza aklıma daha mantıklı bir çözüm gelmiyordu.


Buz elementinin liderinin çalışma odasının önünde duraksadım. Eskiden burası Lucas'ın odasıydı. Lakin artık Kai'ya ait bir odaydı. Elimizdeki kaybetmek ne kadar kolay, diye düşündüm. En kötü olaylar bile kapıyı tıklamak yerine çat kapı geliyordu. Her şey an meselesiydi.


"Beni mi gözetliyorsun?"


Düşüncelerimden saniyesinde arınıp "Efendim?" dedim.


Kai'ın kapısının önünde dikilmişken onun kapıyı açması pek de hoş olmamıştı. Kapının kenarından başını uzatmıştı. "Diyorum ki kapımda neden bekliyorsun? Bir şey söylemek istiyorsan orada dikilip beklemek yerine kapıyı çalabilirdin."


"Ah..." dedim sorunu anlayarak. "Kusura bakma. Sadece dalmışım."


Kapıyı tamamen açtı. "İstersen gelebilirsin."


Ciddi misin, diye bağırmak geldi içimden. Ben buraya Lucas'ı bulmaya gelmiştim. Şimdi de onu reddetmek için bir bahanem yoktu. Harika!


Açık kapıdan içeri girdim. Mateus'un çalışma odasının aksine daha sade ve ferahtı. Oda resmen beyaz ve maviyle bütünleşmişti. Duvarlar beyaz, koltuklar siyah deriydi. Mecliste bir kütüphane olduğu için odasına kütüphane yapmayı gereksiz bulmuş olsa gerek sadece masasında birkaç tane kitap vardı. Odanın içi neredeyse bomboş sayılırdı.


Koltuklardan birine dikkatlice yerleştim ve elbisemin eteğini düzelttim. O da başta duran koltuğa oturmak yerine benim tam karşıma oturdu.


"Aslında seninle konuşmak istiyordum, burada karşılaşmamız iyi oldu," dedi hızlıca konuya girerek buz elementinin lideri Kai. Mavi gözlerini bana diktiğinde sarı saçlarının güneşle aydınlanan tutamları altın sarısı parlıyordu.


"Ne konuda?" 


"Şifalı çiçeğin çalındığını eminim biliyorsundur," dedi sakince.


Neredeyse nefesimi tutmuştum ama rahat görünmek için bacak bacak üstüne attım ve beni deniyor olması ihtimaline karşı "Hayır, öyle bir şey duymadım," diye itiraz ettim, yüzüme yarı şaşkın bir ifade kondurarak. Çünkü öğrenci yurdunda bu konunun dedikodusunu hiç duymamıştım. Sadece bir keresinde Freya bana bu durumdan bahsetmişti ama Kai'ye bu detaydan bahsetmeme gerek yoktu. Bu bilgiyi halktan saklıyor olmalılardı ve benim bu durumdan haberdar olmam dikkat çekerdi.


"Su elementine dair izler bulduk," dedi Kai ağır ağır. Nazik davranmaya çalışıyordu.


Söylediği şey beni tedirgin etmişti. "Ve bu yüzden benimle konuşmak istedin, öyle mi? Benden şüpheleniyor musun?"


"Aslında..."


Oturduğum rahat deri koltuktan birden ayağa kalktım. "Ne cüretle beni suçlarsın!"


Kai bir anlığında afallamış gibi duraksadı. Ne diyeceğini bilmiyor gibi bocalıyordu. "Sadece bu benim görevim. Kişisel bir şey değil."


Topuklarımın üzerinde döndüm ve sağlam adımlarla kapıya kadar yürüdüm. "Bir daha bana böyle ithamlardan bulunma," diyerek onu tembihledikten sonra suratına dahi bakmadan odadan çıktım.


Kapıyı kapattıktan sonra gülümsedim.


Kendimi avutmaya çalıştım. Benden şüphelenmiyordu, sadece geçmişte sorgulandığım için şifalı çiçek konusunda beni sorgulaması gerekiyor gibi düşünmüştü. Ama bu sadece göreviydi. Şifalı çiçeği benim çaldığımı kimse bilmeyecekti. Acaba benim çaldığımı öğrenirlerse Roxana ve Lucas sanki hiçbir şey yapmamışlar gibi kenara çekilip tüm suçu bana yıkarlar mıydı?


Endişeyle ellerimi şakaklarıma götürdüm ve rahatlamak için kendime biraz masaj yaptım.


"Konuşmalarınızı duydum."


"Hı?" dedim anlamayarak. Başımı kaldırdığımda karşımda dikilen Lucas'ın suratında memnuniyetsiz bir ifade vardı. Onun rahatsız edici bakışlarını üzerimde hissetmemle bedenimdeki bütün kasların gerildiğini hissedebiliyordum.


"Çok egolu davranıyorsun."


"Efendim?" dedim yutkunarak.


"Gücünü kullanmayı öğrenince eskisinden daha da kibirlenmişsin. En son asil olduğunu öğrenince kibirli davranmaya başlamıştın," dedi kayıtsız bir ifadeyle.


Kırmızı gözleri siyah gözlerimle kesiştiğinde yutkundum. Söylediklerine ve ona öylece bakakalmıştım. Vücudumu garip ve rahatsız edici bir his sarmaladığında tek isteğim buradan hemen gitmekti. Onun benim hakkımdaki düşüncelerinin beni neden bu kadar rahatsız ettiğini de anlamamıştım. Normalde olsa bunu umursamazdım bile.


"Darius'tan özel ders alıyorsun ve hiçbir yeteneğin olmamasına rağmen öğrenci yurduna girmeye hak kazandın, diye kendini çok mu iyi sanıyorsun?" dedi bir adım daha yaklaşarak. "Kai bir Element Lideri. Ona böyle davranabileceğini mi sanıyorsun?"


"Kime nasıl davrandığım seni ilgilendirmez," dedim hırsla.


"Kendini bu kadar büyük görmemelisin. Bir dahakine Raine'e veya Mateus'a böyle davrandığında kendini zindanlarda bulursun. Roxana'ya böyle davrandığında ise küle dönüşürsün," diye uyardı.


Kendimi müthiş rahatsız hissediyordum. Onun bu davranışları canıma tak etmişti artık. "Peki, sana ne demeli? Sende çok saygılı sayılmazsın, öyle değil mi? Meclisteki herkes senin çocuk gibi davrandığını ve sorumluluklarını yerine getirmediğini söylüyor. Bu durumdayken beni yargılamaya hakkın yok," derken sesim oldukça sakindi, fakat dudaklarımdan çıkanlar oldukça gaddardı.


Zaten çatık olan kaşları daha çok çatılmış, kırmızı gözleri koyulaşmış ve yüzünde dehşet vuku bulmuştu. Onun bam teline dokunmuşum gibi hissediyordum. Bir anda hareketleri ve duruşu hararetlendi. Öyle bir hararetlendi ki şu anda boynundaki bütün damarları sayabilirdim.


Bir şey söylemek için dudakları aralansa da sert konuşmamak için kendini tuttuğu barizdi. "Neden buradasın?" diye sordu sakin bir tavırla. Konuyu kapatmasına ve tartışmayı uzatmamasına sevinmiştim.


"Evime dönmek istiyordum," diye dudak büktüm.


"Evine?"


"Buraya gelmeden önce yaşadığım yere. Yani ailemin yanına. Meclise gelmemin sebebi de evime nasıl döneceğimi sana sormak içindi."


"Üzgünüm ama ailen orada olsa da sen buraya aitsin," dedi.


"Ama evime dönmem bence herkesi mutlu eder," dedim onu ikna etmek için.


"Ne açıdan?" dedi anlamayarak.


"Ben evime dönersem Agnes asla benim gücümü çalamayacağı için ölümsüz olma hayalini gerçekleştiremez. Bende hem aileme tekrardan kavuşmuş olurum hem de burada daha fazla soruna neden olmam." Durumu kıvranarak izah ettiğimde rahatlamıştım.


"Dönemezsin."


Söylediği cümle benim de onun gibi kaşlarımı çatmama neden oldu. "Nedenmiş o?"


"Çünkü sen buraya aitsin ve şimdi burada yarattığın sorunları çözmeden gitmene izin veremem," dedi yine ters ters.


"Hangi sorunlar?"


"Mesela ben artık bir element lideri değilim, bunu çözmelisin. Sonrasında yaktığın o gözcü kulesini tamir etmelisin ama bunu boş ver. Zaten meclis halleder. Ve unuttun mu? Bizim birlikte halletmemiz gereken bir görev var. Buz asiliyle ilgili bir görev," dedi Lucas, elini yüzüme doğru uzatarak gözlerimin önünde parmak şıklatarak. "Şimdi hatırladın mı?"


"Ama senin element lideri olmanı nasıl sağlayacağım ki!" diye sitem ettim.


Asılan suratıma aldırmadan sahte bir iç çekişle, "Bu senin sorunun," dedi gözlerini kısarak. "Peki, o zaman... Şimdi isyancıların yanına gitmeliyiz."


"Şimdi mi?" diye şikâyet ettim içgüdüsel bir şekilde.


"Evet, şimdi." Üzerimdeki elbiseye bir göz attı ve lakayt bir tavırla "Ama ejderhaya o elbiseyle binebileceğinden emin değilim," dedi.


"O zaman ben gidip üzerimi değiştireyim. Sen zaten beni nerede bulacağını biliyorsun," dedim meclisten çıkmaya yeltenirken.


***


Öğrenci yurduna vardığımda üzerime rahat bir şeyler geçirmiştim. Saçlarımı at kuyruğu şeklinde toplayıp perçemlerimin yüzümü çevrelemesine izin vermiştim. Tam odadan çıkacakken Cayena'nın komodinin üzerinde duran parfüm dikkatimi çekti. Çiçekli kokusu olan parfümü pompasından nazikçe boynumun iki yanına sıktım. Bir iki fıs sıktığımdan dolayı Cayena'nın bana kızacağını düşünmüyordum.


Odamdan çıktığımda öğrenci yurdu her zamanki gibi kalabalıktı. Koridordan merdivenlere doğru yürürken koridorun bir köşesinde toplanmış öğrenci topluluğu gördüm. Tüm kızlar toprak asili olan Valerian'ın etrafındaydı. Ne hoş, şimdi Valerian'ın neden bu kadar burnu havada davrandığı belli olmuştu. Okuldaki öğrenciler onun etrafında toplaşıp onu şımartıyorlardı.


Bakışları bana kaydığında muzırca gülümseyerek tek gözünü kıptığında bense karşılık olarak göz devirdim. Kızlar Valerian'ın kime baktığını görmek için bana döndüğünde kısa bir süreliğine herkesin gözleri bana dönmüştü. Ne ironik ama... onun popülerliğine karşı benim rezilliğim. Bu yurttaki öğrenciler arasında pek de hoş bir ünüm olduğu söylenemezdi. Hele ki en son askerlerin beni zorla götürmesi ve üzerimde gecelik olması faciasından sonra...


Fısıldaşıp konuşmalar tekrardan başladığında adımlarımı hızlandırdım. Valerian kızların arasından sıyrılıp peşimden gelmeye başlayınca daha hızlandım. Valerian'ı herkes tanıdığı için onun yanında görünmem benim için iyi olmayacaktı.


Kolumu yakaladığında sessizce bir küfür mırıldandım.


"Bu sabah seni göremedim," dedi üzülmüş gibi.


"Uyuyakalmışım," dedim onu nasıl başımdan savacağımı düşünürken.


Bana baktı, neden rahatsız olduğumu anladı ve etrafımızdaki seyircilerimize baktı. "İstersen başka bir yerde konuşabiliriz."


"Gerek yok," dedim kolumu ondan kurtararak. "İşlerim var."


Topuklarımın üzerinde dönüp merdivenlere yöneldim ve hızlı hızlı merdivenleri indim. Öğrenci yurdundan çıktığımda ilerideki eğitim alanında, düz arazide mavi bir ejderha ve Lucas'ı gördüm. Lucas'ın yanına vardığımda sabırsızlıkla ejderhaya bindim.


"Bakıyorum da öğrenciler arasında epey popülersin sanırım," diye takıldı Lucas, sanki bunun nedeni kendisi değilmiş gibi. Tahminimce benim hakkımda "çok güzel" konuşan öğrencilerin sohbetine kulak misafiri olmuştu.


"Hem de epey..." diye dalga geçtim.


Ejderha gökyüzüne yükseldi ve esen rüzgâr saçlarımı efil efil uçurdu.


***


Ejderhadan inip Kimsesizler Ormanına ayak batığımızda sonunda yeryüzüne inmek beni rahatlatmıştı. Bir tık alışmış olsam da yüksekte uçmak beni korkutuyordu. Şimdi geri kalan yolu biraz yürüyecektik. Bu orman her gelişimde sanki biraz daha kasvetli oluyordu. Bir an önce buradaki işimizi bitirip buradan ayrılmak istiyordum. Sanki orman da benimle aynı düşüncedeymiş gibi o da bizim gitmemiz için elinden geleni yapıyordu. Orman ilerledikçe her yer daha da ıssızlaşıyor daha da tehlikeli hâle geliyordu sanki.


İsyancıların mağarasına yaklaşıkça midem düğüm düğüm olmuştu. Kendimi fazlasıyla gergin hissediyordum. İstemsizce Lucas'a "Umarım buraya son gelişimiz olur," dediğimde bana garip garip baktı. Ne dediğimin yeni farkına varmıştım. "Yani buradaki işimizi bir an önce bitiririz ve buradan ayrılırız," dedim hızlıca.


Gözü yerde olsa da yüzünde küçük bir tebessüm oluşmuştu. Bazen bana benden ne kadar nefret ettiğini hissettiriyordu, bazense beni hâlâ sevdiğini hissettiriyordu.


"Ne yapacağız oraya gidince?" diye sordum.


"Plan çok basit," dediğinde sözünü kestim ve "Planı bensiz kurdun yani..." dedim alınmış gibi bir tavırla.


Göz devirdi ve dediğimi yok sayarak planı anlatmaya başladı. "Mağaranın girişindeki iki askerin durduğunu hatırlıyorsun, değil mi? Onların kıyafetlerini alıp muhafız kılığına girip içeri sızacağız. Sonrası içinde bulunduğumuz şartlara göre şekillenecek."


"Gerçekten çok etkileyici bir plan. Bunun üzerine çok düşündün mü?" dedim kinayeyle.


"Senin planın nedir, bir de senden dinleyelim," dedi Lucas karşılık olarak.


"Bence..." dedim düşünmek için kendime zaman tanıyarak. "...direkt gidip Edwin'e sorabiliriz."


"Ne yani Edwin'e gidip 'Bana birkaç damla kan verir misin?' mi diyeceksin?" dedi Lucas neredeyse bağırarak.


"Evet."


Lucas sabır dilenircesine derin bir nefes aldı ve beni yok sayarak önden yürümeye devam etti. Yürümeyi bıraktığımızda artık mağaranın girişine varmıştık. Artık buraya girmeye alışmıştım. Sarmaşıkları kenara itip girişi gizlenmiş olan mağaraya girdim. Lucas ile uzun bir süre aşağıya doğru yürüdük.


Karşımıza Lucas'ın bahsettiği gibi iki tane muhafız çıktığında ne yapacağımı bilemez hâlde göz ucuyla Lucas'a baktım. İki muhafızın ellerinde mızraklar vardı. Bellerindeki palaska gibi bir kemerde de kılıçları asılıydı. Yüzlerini kapatan miğferleri yüzünden ikisinin de yüzünü hiçbir şekilde göremiyordum. Tüm vücutlarını saran parlak, demir zırhları, sadece ama sadece eklem yerlerini açıkta bırakıyordu. Kalbin hemen üstüne de isyancıların arması işlenmişti.


İki muhafızda bizi gördüklerinde mızraklarını çaprazlayarak içeri girmemizi engellemişlerdi. Ama zaten içeriye girmeden önce yapacak başka bir işimiz vardı, ki onlar yapacağımız işin onlarla ilgili olduğundan habersizdi.


"İçeriye giriş izniniz var mı?" diye sordu muhafızlardan biri. Hangisinin sesi olduğunu bilmiyordum, ama sesi oldukça ince ve tizdi.


Lucas cevap vermek yerine kılıcını çıkardığında muhafızlardan biriyle karşı karşıya gelmişti. Bende onu taklit ederek kılıcımı çektim. Karşımdaki muhafızın yüzünü göremesem de vücuduna ve hareketlerine bakarak kadın olduğunu veya oldukça ufak cüsseli bir erkek olduğunu söyleyebilirdim.


Zırhın üzerinde kısa süreli bir göz gezdirdim. Ona hasar vermek istiyorsam eklem yerlerini hedef almalıydım. Ama onu öldürmemek için çok fazla zarar vermemem gerekiyordu. Kılıcımı savurduğumda onu etkisiz hâle getirmek için uygun anı kolluyordum. Fakat karşımdaki kişi bir muhafız olduğundan olsa gerek benden kat be kat daha güçlüydü.


Onun kolayca savurduğu tek bir darbeyle kılıcım elimden kayıp gittiğinde ağır çekimde üzerime doğru savrulan mızrağın beni ikiye ayırmasına saniyeler kalmıştı. Lucas kılıcıyla bana saplanmak üzere olan mızrağı kılıcıyla tokuşturarak durdurduğunda korkuyla geriye çekildim. Etrafıma bakındığımda diğer muhafız yerde baygın bir şekilde yatıyordu. Lucas kaşla göz arasında ikincisini de etkisiz hâle getirdiğinde zırhın açıklık olan bir kısmından şırıngayı derisiyle buluşturup bayıltmıştı.


"Zırhları çıkar," diye emretti Lucas. Ufak cüsseli olan kişinin zırhının tokalarını kayışlarından çıkardığımda içinden tahminimin doğru olduğunu kanıtlayan bir kadın çıkmıştı. Ama beni asıl şaşırtan şey ise Lucas'ın dövüştüğü iri cüsseli kişinin de kadın olmasıydı.


Lucas kendi zırhının giymeyi başarabilse de benim için durum aynı değildi, tam bir faciaydı. Bunun mantığını anlayamadığım için üzerime geçirmeyi de başaramamıştım. Ben hangi parçanın nereye geleceğini çözmeye çalışırken Lucas baygın iki kişiyi saklamak üzere götürmüştü. Ya da ölü. Bunu düşünmemek için gözlerimi kapatıp başımı iki yana salladım.


"Zırhını neden giymedin?" dedi Lucas. Sanırım işini bitirmiş olmalıydı.


"Sadece nasıl giyeceğimi bilmiyorum..." dedim sızlanırcasına.


"Buraya gel," diye gülümsedi. Ona garip bir şekilde baktım. Bugün bana fazlasıyla iyi davranıyordu. Normalde beyefendi, bana trip atıp beni sinirlendirmekten başka bir şey yapmazdı.


Ona ihanet ettiğim günden beri hiçbir zaman eskisi gibi olmamıştık. Eskisi gibi... yani şakalaşıp onunla kavga etmek... Eğlenceli ve samimiydi. Şimdi ise aradan belki aylar geçmişti ve Lucas bir kere bile dönüp suratıma bakmamıştı.


"Niye öyle bakıyorsun?" diye sordu.


"Hiç," diye omuz silktim ve zırh parçalarını ona uzattım.


Zırh parçasını elimden almak yerine öncelikle kılıç kemerini takmak için belime uzandı. Kemeri belime sıkıca tutturduğunda zırh parçalarından rastgele bir tanesini Lucas'a uzattım. Başını onaylamaz bir biçimde iki yana sallayarak başka bir parçayı elimden aldı.


"Görev için heyecanlı mısın?" diye sorarken sesi fısıltı gibiydi.


"Hayır."


Göğüs zırhını takabilmek için bana yaklaşmıştı ve bir an için burası çok sıcaklaşmaya başlamıştı. Lucas bana kısa bir bakış atıp tereddüt etti. Sorun olmadığını söylercesine başımı salladım. Benden onay alınca göğüs zırhını takmak için parmakları vücuduma dolandığında nefesimi tuttum. Birden tüm mağara küçülmüş ve içinde sıkışmışım gibi hissetmeye başladım. Yanaklarımın ısındığını ve vücudumdaki tüm kanın yanaklarımda toplandığını hissettiğimde kızardığımı anlamıştım. Lucas'ın parmakları bu sefer göğüs plakamın demir bağlarına yöneldiğinde kalbim tekledi. Kaburgalarımın altındaki tokaları birleştirdiğinde gövdem tamamen zırhla sarmalanmıştı.


Omuzlarıma bir ağırlık bindiğinde duruşum yamuldu ve bu Lucas'ın kahkaha atmasına sebep olmuştu. "Bu çok ağır!" diye isyan ettim. "Bunu takmasan olur mu?" Onu ikna etmek için en tatlı yüz ifademi takınıp gözlerimi belerterek ona baktım.


Başını sallayarak güldü ve omuzlarıma yerleşecek parçaları nazikçe yere bıraktı. Sonrasında elimden küçük birkaç parça aldı. Sağ kolumu kendine doğru çekti ve bileğimi kendine doğru çevirip dikkatli bir şekilde sert zırhın deri tokalarını takmaya başladı, parmakları çalışkan ve hızlıydı. Dokunuşları nazik ve içimi titretecek kadar ılıktı.


Ön kol zırhımı taktığında aynı işlemi sol koluma da yapmıştı. Ama bunu yaparken kaşlarını çattı ve duraksadı. Sesi bir anda anlamadığım bir şekilde yumuşamıştı. "Roxana seni korkutuyor mu?"


"Bu da nereden çıktı?"


Bir bana baktı bir de kolumda bulunan ve iyileşmekte olan yanığa. Soru sorarcasına kaşları havalandığında omuz silktim ve konunun hızlıca kapanması için zırhın diğer parçasını uzattım. Sol kolumun zırhının tokalarını tamamen taktığında artık yanık gözükmüyordu.


"Roxana seni korkutuyor mu?" diye yineledi sorusunu.


Umursamaz görünmeye çalışsam da nefesim titremişti. "Hayır."


"Bunu Roxana yaptı, değil mi?"


"Roxana'nın yaptığını nereden uydurdun?"


"Sen Roxana'yı delirtecek kadar sivri dillisin, Roxana'da birine zarar verebilecek kadar öfkeli biri. Şimdi sorduğum soruyu cevapla. Sana bunu Roxana mı yaptı?" diye üsteledi yumuşak bir sesle. Ancak yumuşak sesinin aksine yüz ifadesi... oldukça korkutucuydu.


"Ne fark eder," dedim umursamaz görünmeye çalışarak ama gerilmiştim.


İki kaşının ortasında oluşan çukur derinleştiğinde onun dramatikliğine daha fazla dayanamayacağımı karar vermiştim. Önden yürümeye başlayarak "Akşama kadar burada oturup konuşursak o güzel planların pek yolunda gitmeyecek gibi görünüyor," dedim.


"Bu konu burada kapanmadı," dedi arkamdan seslenerek ve benim yanlış yönden gittiğimi görünce "Orası yanlış yön," deyip benim onu takip etmem için önüme geçti.


"Yani şimdi öylece Edwin'in odasına mı gideceğiz?" dedim onaylatmak için. Lucas'ın çok "mükemmel" planı benim pek de içime sinmemişti doğrusu.


Sorum cevapsız kalmıştı. Sadece Lucas'ın peşinden nereye gittiğimizi dahi bilmeden gidiyordum. Muhtemelen kafasında planının geri kalanını kuruyordu ya da başka şeyler... Kim bilir?


Yeraltı şehrine girdiğimiz ilk andan itibaren o kasveti ve o boğulmuşluk hissini her bir hücrenizde hissediyordunuz. İsyancılar oldukça zengin bir örgüt olmasına karşın yeraltı şehrinin sokaklarında kalan kimsesiz bir sürü kişi gözüme çarpmıştı. Hatta bazılarının davranışları pek de normal değildi. Küçük barakalar ve sokaklar derme çatmaydı. Adeta herkesin illegal işler yaptığı bir cehennem gibiydi.


İsyancılar bile buranın cehennem olduğunu anlamış olsa gerek kendilerini halktan soyutlayan bir duvar örmüşlerdi ve isyancıların önemli kişileri duvarın öbür tarafında kalıyordu. Yoksul ve illegal işler yapan insanlardan uzakta ve güvende yaşıyorlardı ama bu pis işlerin yapılmasına olanak veren de onlardı.


Duvarın öteki tarafına muhafız zırhlarımız sayesinde sorunsuz bir şekilde geçmiştik. Burası daha temiz ve düzenliydi. Bu tarafta yaşayanların giyimi ve evleri bile daha düzgündü. İlk geldiğimle bu detayların hiçbirini fark edememiştim.


Toplantı odasına yaklaştığımızda Edwin'in çalışma odasına yaklaştığımızı biliyordum. Biraz daha yürüdükten sonra toplantı odasının yanından geçmiştik. Yani gerçekten Edwin'in odasına gidiyorduk.


Yaklaştığımızı anladığımda planla ilgili hiçbir şey bilmediğimden "Lucas-" diye söze başladığımda Lucas planının detaylarını sormama fırsat bırakmadan hızlıca önümden yürüdü ve artık çevremizde bizden başka muhafızlar olduğu için rahatça konuşmamız imkânsız hâle gelmişti.


Ciddi miydi bu adam!


Derrick ve Roxana'nın odasının hemen ardından altın harflerle Edwin yazan kapıya varmıştık. Kapısının önünde iki tane muhafız bekliyordu. Edwin'in odasının tam önüne geldiğimizde muhafızlar mızraklarıyla çarpı işareti yapıp içeri girmemizi engellemiştiler. Lucas bir adım öne çıkıp "Teslim etmemiz gereken önemli bir mektup var," dediğinde muhafızlar yeniden yolu açmıştı. "Ve ayrıca burada daha fazla nöbet tutmanıza gerek yok, mektubu teslim ettikten sonra buradaki nöbeti biz devralacağız," diye ekledi Lucas onları buradan göndermek için.


"Değişim bir saat sonra olacak sanıyordum," dedi muhafızlardan biri.


"Bende öyle sanıyordum ama generalden aldığımız son bilgiye göre bize bu şekilde emredildi," dedi Lucas dediklerini toparlamak için. Muhafızların da işine gelmiş olacak ki bunu pek sorgulamadan kabul edip gittiler.


Muhafızlar kenara çekildiklerinde Lucas kapıyı tıklattı.


İçeriden "Gel," diye bir ses geldi.


Ters ters Lucas'a bakarak içeri girdiğimde oldukça tedirgin hatta endişeliydim.


İçeri girdiğimizde Lucas kapıyı tekrardan örtmüştü. Edwin bize dikkat bile etmedi, hâlâ önündeki kitabı okuyordu. "Masaya bırakabilirsiniz," dedi fakat gözleri yine de kitabından ayrılmamıştı.


Bırakacak bir mektup olmadığı içi Lucas'a baktım.


"Aslında böylesi uzun bir aradan sonra daha iyi karşılanmayı bekliyordum," dedi Lucas yüzündeki miğferi çıkarıp. Edwin'in duyduklarıyla gözleri iri iri açılmıştı ama şaşkınlığından kurtulması çok uzun sürmedi. Lucas'ın sözlerinin bitmesiyle kafasını kaldırıp ikimizle de kısa bir göz teması kurduktan sonra sandalyesinden sakince ayağa kalktı.


Edwin'i dikkatle incelediğimde yanında kendini savunmak için herhangi bir silahı olmadığını fark ettim. Bu durumda Edwin güçlerini kullanmak zorunda kalacaktı. Ama Lucas'ın da buz gücü olduğundan ikisi de birbirlerinin güçlerini sıfırlayacaktı. Bu durumda Edwin'le savaşması gereken kişi bendim. Belki de bu yüzden Lucas beni de yanında getirmişti.


"Hâlâ yaşamam ne büyük şans..." dedi Edwin, Lucas'a doğru samimiyetsiz bir şekilde gülümseyerek.


Lucas topladığı saklı çiçekleri ortaya çıkardığında Edwin konunun ne olduğunu hemen anlamış ve bir anda sıkılmış bir ifade takınmıştı. "Bende neden geldiğinizi merak etmeye başlamıştım..."


"Gelirken hediye getiremedik ama çiçek getirdik," dedim Lucas'ın varlığından güç alarak. Miğferimi çıkardığımda sonunda rahatça nefes alabilmiştim. Zırhlarımı teker teker söküp yere bıraktığımda Lucas'ta aynı şekilde bu bunaltıcı zırhlardan kurtulmuştu.


"Buket tercih ederdim," dedi Edwin çarpık bir şekilde gülümseyerek.


Lucas'ın gözleri ikimizin arasında dolandığında kafası karışmış gibi duruyordu. "Soraya," diyerek dikkatimi çekmeyi başardığında kaşlarını çattı. "Biz buraya siz oturup sohbet edin diye mi geldik?"


"Aa doğru," dedim ne yapmam gerektiğini anlamış bir şekilde. Sonra tekrardan Edwin'e baktım. "Kanından bir damla ödünç alabilir miyim?" dedim tatlı tatlı gülümseyerek.


Söylediklerime cevap niteliğinde ok şeklinde buzlar üzerime doğru uçtuğunda çığlık atmıştım. Buzdan bir kalkan etrafımı çepeçevre sardığında üzerime uçan oklar buzdan kalkana çarpmıştı ve ben parçalanmaktan son anda kurtulmuştum. Şimdi Lucas'ın aynı güçler birbirini nötrler derken neyi kastettiğini daha iyi anlıyordum.


Teşekkür eden minnet dolu bakışlarla Lucas'a baktım.


"Ne kadar da misafirperversin..." diye takıldım Edwin'e ama şaka kaldıracak gibi gözükmüyordu. Her an beni öldürebilecek gibi bakıyordu. Yanımda Lucas olduğu için şanslı bile sayılırdım.


"Ne istiyorsun?" dedi Edwin ama muhatap aldığı kişi ben değildim, Lucas'tı.


"Ne istediğim çok açık değil mi?" dedi elindeki çiçekleri gösteren Lucas.


Eğer ortam bu kadar gerici olmasaydı Lucas'ın elindeki çiçeklerle ikisini de sinir edebilecek romantik espriler yapabilirdim ama donarak ölmek tercih edeceğim bir şey olmazdı.


Lucas bu uzun konuşmalara dayanamamış olacak ki buzdan okları Edwin'e doğru yönlendirmişti bile. Bende Lucas'a ayak uydurup ellerimle su küreleri oluşturup Edwin'e saldırmak için hazırlanmıştım.


"Bana bu su kürelerinin zarar verebileceğini mi sanıyorsun?" dedi Edwin ve saniyeler içerisinde oluşturduğum su kürelerini tamamen dondurdu. Buz olduğu için ağırlaşmış küreler, kontrolümden çıktığı için pat diye yere düştü. Lucas'ın ise buz oklarını aynı şekilde birkaç saniyede parçalamıştı. Lucas ona tekrar buz okları gönderdiğinde Edwin yine kolay bir şekilde okları parçalamıştı. Buzdan okları ikisi de aynı güce sahip oldukları için ikisi de kontrol edebiliyordu ve bu karmaşaya yol açıyordu.


Lucas bu sefer buzdan küreler oluşturup Edwin'e doğru saldırmaya çalıştı. Edwin buz kürelerini daha ona yaklaşamadan parçalıyordu. Edwin'in şu an tek yaptığı kendini savunmaktı. Lucas ise sadece saldırıyordu. Bana aynı elementlerin birbirlerini nötrleyeceğini ve saldırmanın sadece kendisini yoracağını kendisi anlatmıştı. Ama şimdi kendi söylediklerinin tam tersini yapıyordu. Lucas bu sefer de Edwin'i olduğu yerde sabitlemek için büyük buz parçaları gönderiyordu. Bende bir yandan Edwin'in dikkatini dağıtmak için ona su küreleri gönderiyordum. Ama bire karşı iki olmanıza rağmen Edwin bizden üstün geliyordu.


"Sadece buz asilinin sen olup olmadığını kanıtladıktan sonra buradan gideceğiz," diye açıklamaya çalıştı Lucas, yorgunluktan bitkin düşünce. Ancak yine de Edwin'in saldırılarına karşılık vermeye çalışıyordu.


"Hayatta olduğuna göre şifalı çiçeği kullanmış olmalısınız. Ve şansa bak ki şu sıralar en son açan şifalı çiçeğin çalındığı dedikodusu ortalıklarda dolaşıyor," dedi Edwin çiçeği benim çaldığımı vurgulayarak. "Belki benim kanımı almaktan vazgeçerseniz çiçeği sizin çaldığınızı kimseye söylemem. Diğer türlü ağzım pek sıkı değildir," dedi Edwin bizi tehdit edercesine.


"En başından beri bize güvenmiyordun," dedi Lucas tahminde bulunarak.


"Bu doğru," dedi Edwin.


"Soraya'nın o gün odanı karıştırmasına sen izin vermiştin," dedi yine Lucas.


"Bu da doğru," dedi Edwin başını sallayarak.


Bu iki adam benim anlamadığım ne konuşuyorlardı böyle, hem de benim hakkımda! Bir dakika, bir dakika... Bir şeyleri anlamaya çalışıyordum. Odasını karıştırmama izin mi vermişti. Bugün Edwin'in odasına girerken kapısında muhafızlar vardı fakat ben Edwin'in odasını karıştırmak için odaya girdiğim gün kapıda hiçbir muhafızdan eser yoktu. Ayrıca kapı da kilitli değildi. Bu da demek oluyordu ki... Edwin o gün bize güvenmediği için ve bizi denemek için bunu bilerek yapmıştı.


Ne söyleyeceğimi bilmediğimden dolayı dudaklarım iğne ve iplikle birbirine dikilmiş gibi sımsıkı kapalıydı. Lucas ve Edwin böylesine hararetli bir konuşmaya dalmışken belime yerleştirdiğim hançer geldi aklıma. Edwin'in tüm odağı Lucas'tayken ve beni kâle almıyorken aklımdaki planları yürürlüğe koymam pek de zor olmazdı, diye düşündüm.


Parmak ucumda hayalet gibi süzülerek ona belli etmeden Edwin'in yanında ulaştığımda Edwin'in bu savunmasız halini fırsat bilip arkadan hızlıca sağ bileğini hançerle yaralamayı başarmıştım. Keskin hançer onun bileğini yarıp geçerken hiç mi hiç pişmanlık duymamıştım, aksine bu mide bulandırıcı ses bana haz vermişti.


Edwin'in gözleri yere akan kanlara kilitlenmişti. Şaşkınlığı üzerinden yeni atınca bana baktı ve "Bunun bedelini ödeyeceksin," dedi öfkeyle.


Dediklerine pek aldırmadım, sadece sinirlenip bana zarar vermemesi için hızlıca ondan uzaklaşıp Lucas'ın arkasına saklandım. Şu anda bu büyük başarımı kutluyordum. Ve bu başarımla uzun süre Lucas'a kendimi övebilirdim. Ona kesinlikle hiç beklemediği bir anda saldırmıştım.


Edwin onun kanına dokunmamamız için tam kanı donduracakken Lucas da bu anı fırsat bilip çiçeğin yapraklarını Edwin'in yere akan kanlarına değdirdi. Çiçek beklediğimizin aksine solmayınca Lucas ile kısa süreliğine "Şimdi ne yapacağız?" der gibi bakıştık. Buz asili Edwin değildi. Öyleyse buz asili kimdi?


Edwin bize buz asilini bulmamız konusunda sadece zaman kaybettirmiş üstüne üstük buz asili olduğu hakkında yalan söylemişti. Ama Lucas'ta, bende onun yalan söyleme ihtimalini hiç düşünmemiştik.


Edwin'in yüzünde zafer kazanmış gibi bir ifadesi vardı. Sanki tahta oturuyormuş gibi bir edayla deri sandalyesine oturdu.


"Buz asili nerede?" dedi Lucas biz çiçeğe bir de yerdeki kana bakarken. Asilin kanı saklı çiçeği soldururdu. Lucas hâlâ bir umut çiçeğin solmasını bekliyor olmalıydı. "Buz asilinin nerede olduğunu sordum sana," dedi Edwin'e doğru bir adım atarak.


Lucas'ın yanına yaklaşarak elimi omzuna koydum. "Lucas bırak," dedim sakin olmaya çalışarak. "Buradan hemen gidelim sonra ne yapacağımızı konuşuruz."


Bana aldırmadan Edwin'e doğru bakmaya devam ediyordu. Bende Edwin'e baktım. Yüzündeki sırıtış hayra alamet değildi. İçime kötü bir his doğduğunda vücudumdaki her bir hücrem buradan kaçmam için bana yalvarıyordu.


"Lucas gidelim buradan."


Ensemi yalayıp geçen tek bir cümle irkilmem için yeterliydi. "Bakıyorum da ziyaretini kısa tutmakta kararlısın su asili." Cümlenin sahibiyle göz göze gelmek için arkamı döndüm. Gözlerim önce açık kapıyı sonra da kapı eşiğinde duran Derrick'i buldu.


"Ne zamandır oradasın?" diye soludum.


Derrick, gri dumanlı gözlerini yumdu ve kafasını geriye atarak güldü. "Yanındaki istediği yere gidebilir ama su asili sen burada kalıyorsun." Bize doğru yaklaşmak için iki üç adım attığında demir protez bacağından kulak tırmalayıcı, robotumsu sesler yankılanmıştı.


"Nedenmiş o?" diye sordum.


"Çünkü mecliste Agnes ve adamlarının seni avlaması çocuk oyuncağı," diye güldü Derrick, sinir bozucu yüz ifadesiyle. "Orası güvenli değil. Meclisin seni Agnes'ten koruyabileceğini mi sanıyorsun? Hem de daha senin su asili olduğu bilmedikleri hâlde. Ama burada istediğin her şeyi sana sağlayabiliriz," diye devam etti konuşmasına Derrick, beni ikna etmeye çalışarak. Ama ikna edemezse de umursayacağını sanmıyordum. Benim seçimlerimin onun istediği gibi davranmasını engellemeyeceğini biliyordum.


"İsyancıların da çok masum ve güvenli oldukları söylenemez," dedi Lucas beni kolumdan yakalayıp kendi yanına çekerken.


Derrick'in önümüzde Edwin'in arkamızda olması kendimi savunmasız hissettiriyordu. Ama Lucas'ın sıkıca kolumu tutmaya devam etmesi biraz olsun içime su serpiyordu.


"Ya buradan tek başına çıkarsın ya da çıkamazsın," dedi Derrick. Bu adam kendini ne sanıyordu böyle...


"Ama önceki sefer kadar şanslı olacağını sanmıyorum sahte buz ustası," diye ekledi Edwin.


Edwin'in hemen arkamızda olduğunu unuttuğum için sesini duymak yerimden sıçramama neden olmuştu. Rahatsız bir hisle arkamı dönüp onu kontrol etmek zorunda hissettim kendimi. Neyse ki hâlâ taht sandığı sandalyesinde rahat bir pozisyonda oturmaya devam ediyordu.


"Onsuz gideceğimi mi sanıyorsun? Sizin derdiniz benimle, onu rahat bırakın," diye araya girdi Lucas.


"Senin artık hiçbir değerin yok, aradan çekil," dedi Derrick, Lucas'a aşağılayıcı sözlerle. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hem Derrick hem de Edwin'le savaşabilir miydik, onu da bilmiyordum. Öte yandan burada kalma düşüncesi bile korkunçtu. Acaba burada kalsam buz asili ile karşılaşır mıydım, diye düşündüm. Büyük ihtimalle karşılaşırdım ama denemeye değmezdi.


Derrick ile aramda duvar gibi duran Lucas bir adım bile kıpırdamayınca Derrick onun sözünün dinlenmemesine sinirlenmiş görünüyordu. Bende onun bu tavrına sinirlenmiştim.


Derrick'in kafasından aşağı büyük bir su kütlesini boca edince tahmin edersiniz ki Derrick'in siniri katlanarak daha da artmıştı. Derrick'in uzun siyah saçlarından yere su damlamaya devam ederken hâlâ üzerindeki şaşkınlığı atamamış olsa gerek ağzı yarım açık bir şekilde kalakalmıştı. Edwin, Lucas ve Derrick, üçü de bu yaptığıma inanamıyormuş gibi aval aval bana bakarken sadece sırıttım.


"Teşekküre gerek yok," diye fısıldadım Lucas'a doğru. "Hak etmişti."


Lucas bu dediğime kafasını iki yana sallayarak güldü. Ama çok geçmeden onun gülmesini bölen Edwin, yarattığı onlarca buzdan oku bize nişan almıştı. Bir sürü buzdan keskin ok bizi parçalamak için üzerimize doğru uçarken Lucas, "Soraya dikkat et!" diye bağırırken iki kolunu etrafıma sararak ikimizi de yere attı.


Lucas, oklardan kaçmak için ikimizi de yere atınca buzdan oklar üstümüzden geçip duvara saplanmıştı. Yerden kalkamaya yeltendiğimde üzerimdeki ağırlık buna izin vermedi. Lucas'ın ağırlığı kıpırdamam için bana pay bırakmıyordu. Biz toparlanana kadar Edwin ve Derrick'in bize hasar vermemesi için bizi içine alacak şekilde etrafımıza sudan oluşan bir kalkan ördüm. Kalkan yüzünden dışarıyı net göremiyorduk, ama en azından şimdilik güvendeydik. Bu onları oyalardı ve bizim soluklanmamız için bize fırsat verirdi.


"Lucas kıpırdayamıyorum," diye huysuzlandım üzerimden kalkması için.


Boynumdan yere doğru damlayan kanı görünce bir anda panikledim. Nihayet Lucas ağır hareketlerle üzerimden kalktığında hızlıca ayaklanıp elimle boynumu kontrol ettim ama herhangi bir yerim Edwin'in keskin okları yüzünden yaralanmamıştı. Yine de kıyafetimde kan lekeleri vardı.


Önce elime gelen kana baktım sonrasında az önce Lucas'ın beni korumak için bana doladığı kollarına baktım. Oklardan birkaç tanesi Lucas'ın zaten yaralı olan koluna isabet etmiş olmalıydı.


Ona iyi olup olmadığını sormama fırsatım kalmadan bizi çevreleyen su kalkanım aniden buza dönüşüp patladı ve etrafa saçılan keskin buz parçalarından korunmak için ellerimde yüzümü kapattım. Her şey birkaç saniye içinde gerçekleşmişti. Şüphesiz ki bunu buz elementine sahip olan Edwin yapmıştı.


Ellerimi yüzümden çektiğimde kolumda ve elimde bir sürü ufak kesikten kan sızıyordu. Lucas'ta benden farklı görünmüyordu. Endişeli kızıl hareleri beni bulduğunda hemen beni kendi yanına çekti ve etrafımıza buzlar saçtı.


Derrick buzlardan korunmak için protez bacağına rağmen hızlıca etrafımızdan dolanıp Edwin'in yanına ulaştığında kapının önünde duran kimse yoktu artık. Önce Lucas'a sonra bu küçük odadan kaçabileceğimiz kapıya baktım.


Tabanları yağlama vakti gelmişti. Lucas ne yapacağımı anladığında dikkat dağıtmak için onlarla bizim aramıza kalın buzdan bir duvar ördü ve bana ayak uydurarak koşmaya başladı. En son arkamızdan duyduğum tek şey Edwin veya Derrick'in "Yakalayın onları askerler," demesiydi.


Odadan çıktığımızda ne tarafa gideceğimizi bilmediğimiz için ince uzun koridorlarda rastgele yollara saparak izimizi kaybettirmeye çalışıyorduk. Lucas ara sıra benim arkada kalmamam için yavaşlıyor veya beni çekiştiriyordu.


"Koş," diye mırıldandı nefes nefese Lucas. Ne dediğini pek algılayamadığımdan bu sefer biraz daha yüksek sesle "Daha hızlı koş," dedi Lucas, beni kolumdan çekerek.


Vücudumda artan adrenalin yüzünden kimin ne dediğini algılamak ya da sakinliğimi korumak benim için gittikçe daha da zorlaşıyordu. Dümdüz, uzun koridorda gördüğümüz ilk sola giden koridora doğru koşmuştuk.


Arkama baktığımda arkamızdan bir düzine asker koşuyordu. Kesinlikle arkama baktığıma pişman olmuştum. Benim aksime Lucas soğukkanlılığını koruyor ve bir eliyle kolumdan çekiştiriyor diğer eliyle de bize arkamızdan saldıran askerleri engellemeye çalışıyordu. Onlara büyük buz okları gönderiyordu. Askerler de kendi sahip oldukları güçlere göre bazıları ateş püskürtüyor, bazıları ise sarmaşıklarla saldırıyordu. Mor gözlü olanlarsa ellerindeki okları ya da hançerleri fırlatıyorlardı.


Elimde ortalama bir su kütlesi oluşturup askerlerin yüzlerine doğru atmaya özen gösterdim. Islanan zemin yüzünden birkaç deneyimsiz asker kayıp düştü.


Bir süre sonra arkamızdaki askerlerin sayısı neredeyse yarıya düşmüştü. Ama diğer sorunlarımızdan biri şuydu ki nereye koştuğumuzdan ne Lucas'ın ne de benim bir fikrim vardı. Ve daha ne kadar hızlı koşabilirdim bilmiyordum. İkimiz de yavaş koşmaya başlamıştık. Askerlerle aramızdaki mesafe gittikçe daha da azalıyordu.


Kulağımın dibinden bir ok ıslık çalarak geçtiğinde korkudan kalbim çıkacaktı neredeyse. Bir adım daha sağda koşsaydım o ok beynimi delip geçecekti. Neyin içine düşmüştük biz böyle?


Lucas buradan deyip kolumu çekiştirmişti. "Nereye gidiyoruz sende bilmiyorsun değil mi?" dedim.


Tam bana dönüp cevap verecekken gizemli bir elin Lucas'ın ağzını kapatarak yanından geçtiğimiz bir odaya çektiğini gördüm. Etrafa bakındığımda solumdaki kapının sertçe kapandığını gördüm.


*** 


Bölüm sonuu


Sizce son sahnede ne oluyor?


Bölümü beğendiniz mi?


Görüşürüzz

Loading...
0%