Yeni Üyelik
19.
Bölüm

18 | Acımasızlığın Doruğu

@ejderhacik

Bölümden önce kısa bir uyarı yapmak istiyorum. Genel olarak hikayede ölüm, kan ve benzeri unsurlar olsa da azar azar varlar. Fakat bu bölüm bu tarz içeriklerin en yoğun olduğu bölüm diyebilirim. Yani bu bölümde kan, vahşet, ölüm ve benzeri unsurlar var. Kimisi okuyunca çok abartmışsın, o kadarda fazla bir şey yokmuş diyebilir fakat ben yine de uyarı yapmadan geçemedim. Bu tarz şeylerden etkilenenler okumasın ve bu paragrafın yorumlarına bu bölümü okuyamayacaklarını yazsınlar. Bende o kişilere bölümün önemli noktalarına dair özet geçeyim.


***


Gözlerimi araladığımda yeni doğmuş güneşin ışıkları azar azar yüzüme vuruyordu. Yeniden sabah olmuştu. Yeni bir güne başlıyordum. Güneş doğmuş olmasına rağmen evde derin bir sessizlik hâkimdi. Normalde Kiran ve Lucas benden daha erken kalkarlardı, fakat evde hiçbir ses seda yoktu.


Yataktan pek çıkasım gelmese de yataktan doğrulup ayağa kalktım. Banyoya doğru gidip elimi ve yüzümü yıkadım. Belki de Kiran ve Lucas dışarı gitmişlerdir diye evin diğer odalarına da baktım. Düşündüğümün aksine ikisi de mışıl mışıl uyuyorlardı. Aslında bu bir yandan iyiydi, çünkü Lucas'tan intikam alabilecektim. Neyin intikamıydı bende bilmiyorum ama içimde bir heves kalmaması için yine de yapacaktım bunu.


Onun yanına yaklaşıp yüzünü suyla ıslattığımda yerinden sıçrayarak uyanması bir oldu. Ben buna kahkahalarla gülerken o da bir yandan "Sen yine ne yapıyorsun?" diye söyleniyordu.


"Ödeşmiş olduk," dedim kısaca. Bu küçük intikamı benim kalbimi kıran sözlerine karşılık olarak saysın!


Ama onun sanırım bu sabah keyfi olmadığında "Rahat bırak da uyuyayım," dedi aksi bir şekilde ve arkasını dönüp uyumaya devam etti. Bu sabah anlaşılan Lucas sol tarafından kalmıştı ve aksiliği üzerindeydi. Yine de onu suçlayamazdım. Sonuçta bugün tekrardan isyancıların yeraltı şehrine gidecektik.


Sanıyorum ki Lucas ve Kiran bir süre daha uyumaya devam edeceklerdi. Bende bu fırsatı değerlendirip dışarı çıktım ve en son neredeyse boğulmak üzere olduğum denizin kıyısına yeniden geldim. Biraz güçlerimi kullanmak için çalışacaktım. Eğer tekrar isyancılara gidiyorsak önceki seferden çok daha iyi olmalıydım.


Artık suyu bir dalga hâlinde savurabiliyordum. Suyu istediğim gibi hareket ettirebiliyordum. Ve Lucas'ı ıslatarak uyandırabiliyordum. Fakat en büyük sorunum gücümü kullanınca çok çabuk yoruluyordum.


Tekrardan Kiran'ın evine döndüğümde Lucas ve Kiran bensiz oturmuş kahvaltı yapıyorlardı. "Bana da bırakın," diyerek kahvaltı masasına uçtum adeta. En sevdiğim reçeli bitirmişlerdi!


Lucas ve Kiran önce bitmiş reçel kabına sonra birbirlerine ve en son da reçelimin yasını tutmakta olan bana baktılar.


"Reçelim..." diye sızlandım.


"Soraya reçel bitti," dedi Kiran ağzına bir iki tane zeytin yuvarlarken.


"Niye bana bırakmadınız?" dedim ikisine de kızarak.


"Tadı çok güzeldi," diye sırıttı Lucas.


Kiran Lucas'ı omzundan ittirdi. "Öyle demesene."


"Ne desin?" diye sordum onun bu tavrına kaşlarımı çatıp.


"Mümkünse seni kızdırmayacak bir şeyler," diye somurttu Kiran. "Bu seferde tartışırsanız ayırmak için asla karışmam."


Lucas güldü, bense kollarımı göğsümde bağlayıp küstüm.


Kahvaltı bittiğinde Kimsesizler Ormanındaki isyancıların yeraltı şehrine gitmek için hazırlanmıştık. Yine ejderha yoluyla Kimsesizler Ormanının üzerinden uçmuştuk ve yeraltı şehrinin gizli girişini varınca ejderhadan inip mağaranın içinde derinlere doğru yürümeye başlamıştık.


Lucas'a ejderhasının geçen sefer neden gelmediğini sordum, bilmediğini söyledi. Bu sefer ejderhasını tek bir ıslıkla nasıl yanına çağırdığını sordum, ejderhaların küçükken yakalanıp eğitildiğini söyledi. Tekrardan eğitilmesine rağmen geçen sefer onu çağırdığımızda neden gelmediği sordum, "Genelde yakınımda dolaşır, ama Kimsesizler Ormanı'ndan hoşlanmaz. Ormanın dışından benim ıslığımı duyamayacağına göre..." diyerek geçiştirdi beni.


İsyancıların inine yaklaştıkça gerginlik tüm bedenime yayılıyordu. Yapacağımız en ufak bir yanlış yakalanmamıza sebep olabilirdi. Yakalanırsak bu sefer kaçabilir miydik veya kaçamazsak bize ne olurdu en ufak bir fikrim yoktu ve düşünmek dahi istemiyordum.


"Hazır mısın?" diye sordu Lucas fısıldayarak.


Hazır olmasam da her şeyin bir an önce olup bitmesi için "Evet," diye mırıldandım isteksiz bir tavırla.


"Ne yapman gerektiğini hatırlıyorsun, değil mi?" diyerek beni yokladı yine, kaçıncı kere olduğunu sayamamıştım.


Bu sefer yalnızca başımı sallamakla yetindim.


Lucas ve Kiran yavaşladığında onların önüne geçmek için adımlarımı hızlandırdım. Yeraltı şehrine girişin olduğu kapıyı görmek için sadece bir sapak kalmıştı. Lucas ve Kiran duvarın arkasında beklerken ben son sapaktan da döndüm ve yeraltı girişinde nöbet tutan zırhlı iki muhafızı gördüm. Muhafızlar beni görse de Kiran ve Lucas bu koridora dönmek yerine mağaranın taş duvarının arkasında beklediği için muhafızlar sadece beni görmüştü. Mızraklarını çaprazlayıp şehrin girişini kapattılar.


Onlarla konuşabilecek kadar yaklaştığımda "Kimsin?" dedi biri.


"Su asili desem yeterli olur mu?" dedim kendi avantajımı kullanarak. Bunu dediğim anda muhafızlar çaprazladıkları mızrakları yeniden yere dik konuma getirdiler. Ama yine de bana hemen güvenmediklerini seziyordum. Sonuçta su asili olduğuma onları hemen inandıramazdım. Bu yüzden cebimden saklı çiçeği çıkardım ve bir de hançer. Muhafızlar elimdeki hançeri görünce tedirgin oldular ama yanı zamanda meraklandıklarını da hissettim. Parmağıma bir kesik açıp kanımı çiçeğe damlattım ve çiçek elimde soluverdi. Asil olduğumu kanıtlamamım ardından "Edwin ile görüşmek istiyorum. Ya da Derrick..." Hangisi olduğu fark etmezdi. Yeter ki o kişi Roxana olmasındı.


Muhafızlar önce ne yapacaklarını bilemeyip duraksadılar. Sonra biri "Ben size eşlik edeyim," dedi.


Diğeri "Kapıda beklemeleri için yeni muhafızları çağırayım," dedi.


Biri bana eşlik ederken diğeri muhafızları çağırmaya gitmişti ve bu sayede kapı bir süreliğine boş kalacaktı. Bu fırsat Kiran ve Lucas için yeterli olurdu. Lucas ve Kiran'ın sorunsuz bir şekilde içeri sızmalarını umdum.


Diğer muhafızda görevlilere haber verdikten sonra bize yetişmişti ve artık iki yanımda iki muhafız ile birlikte Edwin'in odasına gidiyordum. Öncesinde halkın yaşadığı yeraltı şehrini geçtik sonrasında önemli kişilerin bulunduğu gizli üsse vardık.


"Buradan," diye yolu gösterdi. Ama ben zaten buraya daha öncesinde birden fazla kez geldiğim için yolu az çok biliyordum.


Artık yaşadığım olayların sürekli tekrar ettiğini hissettim. Sürekli meclis ve isyancılar arasında gidip geliyorduk ama asla ilerleme katetemiyorduk.


Edwin'in odasının önüne geldiğimizde kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Elbette kapının önünde iki muhafız vardı. Dört tane muhafız kısa bir bilgi alışverişi yaptıktan sonra biri kapıyı tıkladı ve içeriden "Gel," sesi duyulduğunda iki kişi olarak içeri girdik.


Edwin her zamanki çalışma masasına oturmuş yine o hain planları üstünde çalışıyor olmalıydı. Bizim içeri girdiğimizi görünce ilgisiz bir tavrı olsa da muhafızın arkasındaki beni görünce yüzünde oluşan sinsi tebessümü tarif etmek zordu.


Yanımdaki muhafız, "Bir ziyaretçiniz var ve kendisinin su asili olduğunu iddia ediyor," dedi kayıtsız ve resmi bir tonda. Gıcık muhafız! O kadar gösteriyi boşuna mı yaptım ben? Su asili olduğumu kanıtlamıştım oysa ki...


"Tamam, sen çıkabilirsin," dedi Edwin. Muhafız gittikten sonra baş başa kalmıştık. "Seni burada görmek ne hoş! Oysa senin buraya bir daha kendi isteğinle geleceğini sanmıyordum," dedi Edwin keyfi yerinde gelmiş gibi gülümseyerek. Ama gülümsemesinin ardında gizli bir hırs gizli bir meydan okuma vardı. Hareket etmek veya acele etmek için herhangi bir çaba göstermiyordu.


Boğazımı temizledikten sonra "Agnes'in adamları beni buldu. Zar zor kaçtım," diye söze başladım çekine çekine. "Sonuç olarak bende çareyi buraya gelmekte buldum."


"Buradan kaçıp geri buraya sığınman ne ironik, değil mi?" dedi Edwin gıcık bir tavırla gülerek. Sandalyesinden kalktığında konuşmasına devam etti. "Bu güzel haberi önce Derrick'e söylesek iyi olur."


Odadan çıktığımızda yandaki Derrick'in odasına gireceğimizi sanıyordum ama öyle olmadı. Merdivenlerden inerken aklıma bir düşünce takıldı, zaten yerin çok altındayken daha ne kadar derine inebilirdik ki?


Derine indikçe meşaleler seyrekleşiyor ve loş ışıkta merdivenlerden yuvarlanmamak için daha da fazla çaba harcamam gerekiyordu. Döne döne indiğimiz sarmal merdivenler in in bitmiyordu. Bir an için bu sonu görünmeyen merdivenlerin sonsuza kadar bitmeyeceğini düşündüm.


Gideceğimiz yere yaklaştıkça azar azar iniltiler duymaya başladım. İçimi bir huzursuzluk kapladığında bana zarar verip vermeyeceklerini kafamda tartıyordum. Bu iniltilerde neyin nesiydi? Edwin beni nereye götürüyordu böyle?


Merdivenler bitmemişti ama biz daha da aşağı inmek yerine herhangi bir kattaki koridora girdik. Koridor dümdüz ilerliyordu, sonunda da tahta bir kapı vardı. Edwin kapı kolunu çevirdi ve kapı gıcırdayarak sonuna kadar açıldı. İçeri girdiğimizde yerde yatan birkaç bedenin başında diz çökerek eğilmiş uzun siyah saçlı bir adam vardı ve arkası bize dönüktü. Ağır ağır ayağa kalktığında demir protez bacağından tanımıştım onu.


Derrick.


Elindeki beyaz eldiven de kırmızı kan lekeleri vardı. Diğer elinde ise eldiven yoktu ama parmaklarının ucuna uzun, sivri bir şeyler takılıydı. Tırnak gibiydi. Daha çok pençe. Ama ölümcül bir şey olduğu kesindi. Ve pençeler olan elinde kırmızımsı bir şey tutuyordu.


Derrick yavaşça bize döndü. Elinde tuttuğu kırmızımsı şeyin ne olduğunu anladığımda gözlerim korkuyla iri iri açılmış ve kaskatı kesilmiştim. Elinde tuttuğu şey bir kalpti!


Yüzüne sıçrayan kan lekelerinin arasında parlayan gri gözlerinde deli parıltılarla birlikte hoyrat bakışlar da vardı. Onu bu caniliğe sürükleyenin ne olduğunu merak ettim. Hayatta ne tür bir durum bir insanı seviyeye getirebilirdi ki?


"Edwin önceden haber verseydin misafirimizi daha iyi karşılamak isterdim," derken gülümsedi Derrick. Pençeli parmakları gevşediğinde elindeki kalp onun parmaklarının arasından kayıp yerdeki kan gölüne düştüğünde, Derrick'in zaten kan kaplı olan kıyafetlerine daha çok kan sıçramıştı. Ama bu kanlar Derrick'e ait değildi, yerde yatan bedenlere aitti.


Derrick gömleğinin koluyla yüzüne sıçramış kanları silince beyaz gömleği koyu kırmızıya boyanmıştı. Boyanmıştı demek doğru değildi, bulanmıştı demeliydim. Çünkü büyük bir günaha batmış ve her yeri kana bulanmıştı.


Daha ne kadar dibe inebilirdi ki?


Zaten yeraltındayken...


Cehennem çukurunu bulabilir miydi ki?


Ben gördüklerim karşısında dilimi yutmuşken...


Cehennem çukuru... Bu isim çok tanıdık ama bir o kadar yabancıydı. Sanki kabuslarım baş rolü, benim baş düşmanımdı. Belki de daha önce gördüğüm ama artık anımsayamadığım bir rüyamdı. Belki de sadece bir hayaldi.


Keza asillerin rüyalarının gerçekle bağlantılı olduğunu zor yoldan öğrenmiştim. Ne yazık ki...


"Agnes'in adamlarının elinden kaçmış," diye kısa bir bilgilendirme yaptı Edwin.


"Ne tesadüf... Bende tam Agnes'in adamlarıyla uğraşıyordum," dedi Derrick espri yapmış gibi kahkaha atarak. Yaptığı şeyden haz alıyormuş gibiydi. Bu midemi bulandırmıştı.


"Umarım hepsini öldürmemişsindir. Onları sorgulayabilmem için hayatta olmaları lazım," dedi Edwin kaşlarını çatıp. Yere eğilip kalbi sökülmemiş olanların nabzını kontrol etmeye başlamıştı.


Bense hâlâ kıpırdayamıyordum. Nereye düşmüştüm ben böyle?


Derrick bana doğru üç adım attı ve bu üç adım aramızdaki mesafeyi kapatmaya yetti. Elini yüzüme doğru uzattı ve parmağının ucundaki uzun, sivri, pençemsi, keskin şey yanağıma değdiğinde soğuk metalimsi his ile ürperdim. Bu keskin his yanağımda dolaşırken nefesimi tutmuştum. Parmağını yanağıma biraz bastırdı ve düz bir çizgi hâlinde yanağımdan kulağımın başladığı noktaya kadar çekti. Çizgi hâlindeki kesikten kan sızmaya başladığında korkudan tepki bile verememiştim.


"Buradan tekrar kaçmaya çalışırsan sonunun nasıl olacağını görüyor musun?" diye fısıldadı Derrick ve çenemi tutup beni yerde yatan cesetlere bakmaya zorladı. Çenemi daha sıkı tuttuğunda parmağındaki pençeler batmaya ve canımı yakmaya başlamıştı.


Kendimi Derrick'in pençelerinden kurtarmak için bir adım geri çekildim ve bakışlarımı cesetlerden kaçırdım. Şu an kusmamak için kendimi zor tutuyordum. Yüzümde hissettiğim sıcaklık yanağımdan çeneme kadar akıp yere damladı ve kan gölüne bir damla daha katıldı.


"Onu bu kadar korkutmayın," diye kıkırdayan bir ses duydum. Arkamı döndüğümde Roxana'nın kan kırmızısı parlayan gözleriyle karşılaştım. Korkmamdan keyif alıyormuş gibi bir hâli vardı. Yüzünde alışık olduğum küçümseyici bir gülümseme ve bir o kadar da cüretkâr olan gülümsemesi vardı. Kapı eşiğine dayanmış bir şekilde kollarını göğsünde bağlayarak duruyordu. Yaslandığı kapıdan doğrulup eşikten içeri bir adım attı.


"Roxana geleceğini haber vermemiştin," dedi Edwin muhtemelen hâlâ sağ olan bir adamı yakasından tutup zorla ayağa kaldırırken. Sanırsam Arcadia Meclisinden buraya geleceğini haber vermemişti, bundan bahsediyor olmalıydı.


"Sana ne yapacağım hakkında sürekli rapor vermem gerekmiyor," dedi Roxana. Nazik yoldan "sana ne" demişti.


Derrick bu ikilinin konuşmasını dinlememişti sadece, "Onları ben konuştururum, siz gidebilirsiniz," dedi.


Edwin, Derrick'in sözünü ikiletmeden adamı serbest bıraktı ve adam anında yere yığıldı. Sonrasında ise Roxana ile birlikte Edwin de odadan çıkmış ve kapıyı kapatmışlardı. Tahminime göre tartışmalarına dışarıda devam ediyorlardı. Neyse ne şu anda benim bir manyakla başbaşa kalmak gibi bir sorunum vardı ve Edwin ile Roxana tartışması o kadar mühim değildi.


"Bende gideyim mi?" diye sordum kısık bir sesle. Burada kalırsam, burada bu yerde yatan adamlara her ne yapıyorsa bana da aynısından yapmazdı, değil mi? Başımı iki yana salladım. Ben su asiliydim, bana bir şey yapmayacaktı. Yapamazdı, Lucas buna müsaade etmezdi.


Zihnimin karanlık bir köşesi Lucas şu anda burada değil diye fısıldadı. Seni koruyamaz. Kendi cümlelerinden koruyamadığı gibi.


Düşüncelerimi dağıtmak için başımı iki yana salladım.


"Neden gidecekmişsin?" dedi Derrick. "Su asili olduğun için Agnes'in adamlarının söyleyecekleri bence seni de ilgilendiriyor." Bunu söylerken gözlerinde deli bir parıltı vardı.


Derrick hâlâ yaşayan ama ölmek üzere olan adamın yanına çöküp yakasını kavradı. Adam öksürüp kan kustu.


"Agnes nerede saklanıyor?" diye sordu Derrick.


"Bilmiyorum," diye mırıldandı adam, gırtlaktan gelen hırıltılı bir sesle.


Derrick işaret parmağındaki pençeyi adamın koluna geçirip kolunu yavaşça çizdi. Kolu boylu boyunca çizilmişti ve deli gibi kan akıyordu. Kan gölü büyürken içimden bir an önce bunun bitmesini diliyordum.


Adam acıyla haykırdı ve "Gerçekten bilmiyorum," diye feryat etti.


"Tüm arkadaşların sorularımı cevaplamadığı için öldü, biliyorsun," dedi Derrick yerdeki cesetlerde ve sökülmüş kalplerde göz gezdirirken. Yüzünde korkunç bir gülümseme hakimdi, sanki bundan haz alıyor gibiydi.


Adam, "Bilmiyorum," diye sayıklamaya devam etti. "Buraya buz asilini bulmak için gelmiştik. Agnes'in yerini bilmiyoruz. Agnes sadece en güvendiği adamlarına yerini söyler." Ufak bir öksürük molası verdi ve kaldığı yerden devam etti. "Bizim gibiler direkt olarak Agnes ile iletişime geçemezler. Bize Agnes'in en güvendiği adamları tarafından haber gelir ve biz görevi tamamlayınca karşılığında ödememizi alırız." Çaresizlikle bildiği ne var ne yok anlatmıştı.


"Size haber ileten kişinin kim olduğunu söyle," diye zorlamaya devam etti Derrick.


"Bilmiyorum. Adamın üzerinde pelerini vardı, yüzünün yarısı gözükmüyordu," dedi adam.


"Gözleri ne renkti?" dedi Derrick şansını daha da zorlayarak.


"Çok hatırlamıyorum," dedi adam. "Yeşil olması lazım."


Derrick pençesini adama geçirdi. "Hatırla!"


"Yemin ederim, başka bir şey bilmiyorum!" diye bağırdı adam, göz yaşları kanlarına karışırken.


Derrick pençeli olan elini birden adamın göğüs kısmını delerek içeri soktu. Sonrasında kalple birlikte elini geri çıkardı. Adamın kalbini sökmüştü. Bu manzara karşısında çığlığımı zar zor yutmuştum.


"Ne oldu?" diye sordu Derrick, yüzümü inceleyerek. Yüzüm tahmin ettiğim şekilde ruh gibi bembeyaz olmuş olmalıydı.


"Onu... onu öldürdün." Zar zor konuşmuştum.


"Daha fazla bir şey bilmediği için işimize yaramayacaktı," dedi Derrick omuz silkerek. Ayağa kalkıp bana doğru gelmeye yeltendiğinde korkuyla geriye çekildim.


Yaptığım hareket karşısında güldü. "Merak etme, seni de öldürecek değilim," dedi Derrick.


O zaman neden üstüme yürüdün psikopat adam!


Ama elbette ki bunu sesli bir şekilde söylememiştim.


Derrick yanımdan geçip kapıyı açtı ve "Beni takip et," deyip koridorda yürümeye koyuldu. Merdivenlerden birkaç kat yukarı çıkmıştık ve yine uzun bir koridor vardı. Koridor boyunca bir sürü demir parmaklıklı kapılar vardı. Bazıları boştu, bazılarının içinde ise üstü başı yırtık ve tahminen uzun süredir banyo yapmamış, az yemiş, teni solgun insanlar vardı.


Derrick boş bir odanın kapısını açıp içine girdiğinde tereddüt etsem de içine girdim. Küçük bir hücreydi. Üç tarafı duvar ile çevrili olsa da kapının olduğu kısım da demir parmaklıklar vardı.


Ne olduğunu anlamadığım bir şekilde bir anda ciğerimde tüm hava çekiliyormuş gibi hissettim. Boğuk boğuk sesler çıkarmaya başlamış ve içgüdüyle elim boğamıza gitmişti. Tamamen nefessiz kaldığımda Derrick ile göz göze gelmiştik ve onun gri gözlerine takılı kalmıştım.


Derrick'in hava gücü vardı!


Elimi Derrik'e doğru salladım ve küçük bir dalga savurmaya çalıştım, fakat gözlerim karardığında boylu boyunca yere yığılmıştım.


***


Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?


Sizce devamında neler olacak?


Bir dahaki bölümde görüşürüz💙

Loading...
0%