7. Bölüm
Elif Naz Erkılıç / Geçmişe Dönüş / 5. BÖLÜM: Gitme

5. BÖLÜM: Gitme

Elif Naz Erkılıç
elif.naz07

Yer: Geçmiş – Terapist Odası (İzmir, 6 yıl önce)

Zaman: Bir kış günü, öğle saatleri

 

Odanın içinde beyaz bir sessizlik vardı.

Camdan süzülen ışık bile beni rahatsız ediyordu o gün.

Psikiyatristim, Dr. Sema Hanım, her zamanki gibi eli dizinde, gözleri benim yüzümdeydi.

Ben ise ellerimi kilitlemiş, dizlerimin üzerinde kenetlemiştim. Tırnaklarım etime batıyordu.

“Yasemin…” dedi yavaşça.

“Bugün yine kabuslar mı oldu?”

Başımı salladım.

Gözüm yerdeki halının desenine takılıydı. Hep aynı deseni buluyordum. Aynı nokta. Aynı merkez .“Dün gece...” dedim, sesim boğuktu. “Yine o çocuk. O çığlık. Bu defa… daha netti.”

Dr. Sema not almadı. Sadece dinledi. Sonra usulca sordu: “Peki, o sesi duyduğunda… hissettiğin ilk şey neydi?”

Yutkundum. “Nefret. Ama kendime. Ve... korku. İçimden bir ses diyor ki: ‘Sen masum değilsin.’”

Sema başını hafifçe salladı. “Bu sesi biliyorum Yasemin. Hepimizin içinde konuşan bir ses var. Ama seninkisi... geçmişin yankısı.”

Gözlerimi kaldırdım. “Gerçek değil diyorsunuz yani? O çocuk, babam, her şey... uydurduğum bir film mi benim beynimde?”

 

Gülümsedi ama acır gibi değil. Sakin. “Gerçekler yaşanır Yasemin. Ama senin beynin... bunları büyütüp şekil değiştiriyor. Travman bir koku gibi. Geçmişten geliyor ama şimdi senin tenine sinmiş. Her yerde hissediyorsun. Ama bu, hala yaşandığı anlamına gelmez.”

Yutkundum.

“Peki... nasıl geçecek bu?”

Cevabı netti. “Geçmeyecek. Ama sen onun içinde kalmak zorunda değilsin. O ses geldiğinde... bir seçim yapacaksın. Onu dinlemek mi, yoksa onunla savaşmak mı?”

Omzumu silktim. “Savaşacak halim yok.”

Bu kez kalemini aldı ve notlarına bir şeyler karaladı.

Ardından gözlerime baktı, cümleleri biraz daha sertti bu kez “Yasemin, kendini krizlerin içine atan da sensin. Onları orada büyüten de. Ve bir şeyi unutuyorsun. Onlar seni değil, sen onları çağırıyorsun. Düşünceler gerçekte ne demek istiyorsa onu söylemezler. Duygular, her zaman doğruyu anlatmaz.

Bir duygu seni boğuyorsa, önce şunu sor: Bu benim hissettiğim şey mi? Yoksa geçmişimin bana oynadığı bir tiyatro mu?”

Sustum.

Ve ilk kez... düşünmeye başladım.

O his... belki ben değildim.

Belki... sadece izliyordum.

 

Yer: Atölye – Sabahın ilk ışıkları

Zaman: 06:12

Işık yüzüme vurdu. Gözlerimi açtım. Tablonun önündeydim. Gerçek zamanda.

Fırça elimdeydi. Nefesim yeniden boğazıma tıkanmaya başlıyordu. Durdum ve bıraktım her şeyi. Bitti. Yeter! Benden bu kadar. Bunlar ile uğraşamam. Şu an gayet iyi bir hayatım var. Bir sevgilim ve arkadaşlarım. Bu düzeni asla bozmayacağım. Sadece bu hayatıma odaklanacağım. Geçmiş ile ilgili hiçbir şeyi kurcalamayacağım.

 

 

Yer: Ankara Askerî Hastane – Servis Odası
Zaman: Akşam – Saat 20:04

Kapı açıldı.

Dışardan ilk gelen şey detone bir homurdanma oldu. “Utanmeez! Allah sizi bildiği gibi yapsun ha! Ben sana ne deduydum Akın, ne deduydum?”

O an hastane odasının içi değil sanki köy kahvesiydi.
Asiye Acar girmişti.

Başında yazması, elinde torbası, gözleriyle delik deşik ediyordu ortamı. Sanki Akın’ın alnına “çivili terlik” fırlatmak ister gibi bakıyordu.

Akın başını kaldırdı. Kaşı dikişli, dudağı patlak, yanağı mor. Ama en çok canını yakan şey neydi biliyor musun?
Annesinin bakışı.

“Ana... hele bi otur hele, bi dinle,” dedi, sesi biraz kısık.

“Oturmayrum!” diye bağırdı Asiye. “Ben buraya seni ziyaretge değil, seni dövmeyeg geldum! Ammaaa doktorlar el koydu. Yoksa billahi şu sedyeyi üstüne yıkarum Akın!”

Hazal arkasında saklanmıştı. Ellerini birbirine dolaştırıyor, sürekli parmak uçlarıyla oynuyordu. Başını eğmiş, konuşamıyordu. Küçükken de böyleydi zaten. Bir tek Akın’la göz göze geldiğinde hafifçe gülümsedi, ama o bile yarımdı.

Asiye torbasını sandalyeye koydu. Devam etti:

“Ne deduydum ben sana Akın Acar? Git deduydum, doğru dürüst bi iş bul deduydum. Yooo, ben Özel Kuvvetmiş, timmiş, vatan millet Sakarya, hep bu. Al sana Sakarya! Ölseydün ne olacaktı ha? Ben mi toprağa verecektum seni? Heee?!”

Akın yutkundu. “Ana... vatan için...”

“Ne vatani ulan!” diye bağırdı Asiye. “Ben sana demeduyum mi: Önce anan, sonra bacın, sonra devlet. Bak, Hazal yetim kalıyordu az kalsun! O çocuk daha liseye gidiyor. Bi de annesi ölü görsün mü istiyorsun?”

Hazal o an bir şey yaptı.

Küçücük adımlarla annesinin önüne geçti.
Başını kaldırdı. Gözleri dolmuş, yanağından yaş süzülüyordu. Ellerini yumruk yapmıştı.

“Anne...” dedi titreyerek. “Yeter...”

Asiye’nin gözleri büyüdü. “N’ooldu sana la! Sen bana kafa mı tutuyon Hazal?!”

Hazal dişini sıktı. Sesi kısık ama dik çıktı:
“Abim bizi korumak için yaptı... Ben... ben dua ettum gece. Allah’a yalvardum. Dedum ki... ‘Ne olur abimi bana geri getir’. Allah getirdi anne. Sen şimdi niye abime böyle diyorsun?”

Akın... o anda yutkundu.

O şahin bakışlı adam, şafak timinin komutan yardımcısı... şu an koca bir çocuktu. Hazal’ın duası kadar küçük, Hazal’ın sevgisi kadar büyüktü.

Asiye bir an sessiz kaldı. Göğsüne elini bastırdı. İçindeki fırtına bir duruldu. Ama pes etmedi.

“Beni bi siz delirtmediniz! Allah sizi bildiği gibi yapsun. Benim sözümü dinlemesen bile... ha... Hazal’ın duası tuttu, Allah’a şükür. Ammaaa! Sen iyileş... ben seni evde bir daha yatıracam, o ayrı mesele!”

Hazal hafifçe abisinin elini tuttu. Küçük elleri, Akın’ın nasırlı ellerine karıştı. O an Akın’ın gözleri hafif sulandı.

Hazal, başını eğdi. Fısıldar gibi:
“Abi... ne olur bir daha gitme.

Akın gülümsedi. Kaşı dikişli, dudağı patlak, ama gülümsedi. “Küçük kuşum... Sen ol yeter, başka kimseye ihtiyacım yok.”

Asiye gözlerini devirdi. “Hele hele... romantizme bağlama şimdi. İyileş... senle o zaman hesaplaşacağum. Şimdi kendini topla, hadi.”

O anda Akın mırıldandı. “Ana... bi kahve içsem ne dersin? Söz, şekersiz içerum. Diyet olur sana...”

Asiye sinirden bir kahkaha attı. “Ulaaaaan, sen var ya... hem ölmedin hem hâlâ dilin çalışuyor. Vallahi diyorum, seni doğuran pişman değilim ama bazen şüphe ediyorum. Kahveni de içeceğim, seni de içeceğim!”

Akın başını Hazal’ın başına yasladı.
Bir an içinden “İyi ki varsınız ulan...” dedi. “İyi ki varsınız.”

Dışarıda Ankara akşamı sessizdi.
Ama içerisi... tam Karadeniz fırtınası.

 

Dışarıda Ankara akşamı sessizdi.

Ama içerisi... tam Karadeniz fırtınası.

Kağan hâlâ sırıtıyor, Asiye’nin çantası hâlâ tehdit unsuru, Hazal hâlâ abisinin koluna yapışmış...

Ama Akın’ın aklı başka yerde.

Kaşlarını çattı. Gözlerini Kâinat’a dikti.

“Ben zaten biliyorum Timur’un kurtulduğunu. Sordum Kağan’a... ama bana masal anlattı.”

Kağan göz devirdi. “Yav sen de her şeyi bana kitliyorsun Akın.”

Akın dudak büktü. “Konuşma lan... Zaten morarttınız beni.”

Yüzünü tekrar Kâinat’a çevirdi. “Anlat Başçavuş. Ne oldu orada? Nasıl kurtardınız? Yanındaki kadın kimdi?”

Kâinat bir adım yaklaştı. Gözleri buğulu gibiydi. Yıllardır çok şey görmüştü, ama bu operasyon... başkaydı.

“Kumru...” dedi.
Duru, net. “Yanındaki kadın Timur’un karısıydı.”

O an odada bir sessizlik oldu.

Asiye kaşlarını çattı. “Ne dedun sen?”

Kâinat, ilk defa sesi hafif titreyerek devam etti. “Timur Aksungur’u... kendi karısı buldu.”

Akın hafifçe doğruldu, yüzünde acı ama aynı zamanda hayranlıkla karışık bir ifade.
“Nasıl ya? Kadın... o cehenneme mı girdi?”

Kağan söze girdi hemen. “Girdi be kardeşim! Kadın bildiğin aslan çıktı. Önce Ankara’ya geldi, sonra Kâinat’la görüştü. Bizim timi ayağa kaldırdı. Planı o yaptı, haritayı o çizdi. Ellerine silah aldı, gece yarısı Kandil’e indi. Ve... Timur’u oradan o çıkardı.”

Akın’ın gözleri büyüdü. “Diyorsun ki... o cehenneme kendi girdi?”

Kâinat başını salladı. “Evet. Kendi kocası için.”

Akın sessiz kaldı. Sonra mırıldandı. “Vay be...”

Asiye dayanamadı. “Hele hele... kadın tek başına oraya mı girmiş? Akıllarını yemiş bunlar. Onu da mı ben büyüttüm ha! Her şeyi kadınlar yapacak, he mi?”

Kağan hafifçe güldü. “Asiye Teyze, bu kadın başka. Bildiğin asker gibi.”

Hazal o sırada hafifçe Akın’ın kolunu sıktı. Kısık sesle: “Abi... korkmadı mı?”

Akın bir süre düşündü. Sonra gülümsedi. “Ben olsam korkardım kuşum. Ama o... korkmadı.”

Kâinat usulca ekledi. “Çünkü Timur’u kaybetmekten daha çok korkuyordu.”

Odada sessizlik. Sadece Asiye’nin iç çekişi duyuluyordu. “Allah’ım... bana sabır ver. Hep deliler çıkıyor bizim çevremizden.”

Kağan hafifçe yanaştı. “Eeee Akın... bu iş burada bitmedi. Timur kurtuldu ama... işler karışık.”

Akın gözlerini Kağan’a dikti. “Daha neler olacak?”

Kağan kıkırdadı. “O kısmı bilmiyorum kardeşim. Ama şu kadarını söyleyeyim... O kadın bu işe girdiyse, ortalık fena karışacak.

Akın yavaşça başını yasladı yastığa. “Belli... bu işin ucu daha çok acıtacak.”

Hazal elini sıkı sıkı tutuyordu. “Abi... yine gidecek misin?”

Akın gözlerini Hazal’a çevirdi.
“Gitmesem bile... bu iş peşimize gelecek kuşum. Korkma, tamam mı? Ben senin abinim.”

Hazal başını salladı. Gözleri doldu ama bu sefer ağlamadı.
Sadece usulca fısıldadı: “Ben dua edeceğim yine.”

Akın hafifçe güldü. “Duaların bana zırh oluyor, kuşum. Kırılmaz zırh.”

Kağan araya girdi. “Hadi... şimdi kahve zamanı. Akın’a kahve, Asiye Teyze’ye duble çay. Kâinat’a... su. O hep susar zaten.”

Asiye çantasını kaptı. “Ben kahvemi kendim alırım. Önce şu doktorun hesabını göreceğim. Bana çocukları saklayan doktor lazım.”

Kağan kıkırdadı. “Allah’ım bu kadına terlik ruhsatı ver.”

Akın başını salladı. “Siz kahve falan içersiniz... ben düşüneceğim. Bu Kumru meselesi... bitmedi. Daha yeni başlıyor.”

Kâinat sessizce başını eğdi. “Evet... daha yeni başlıyor.”

Dışarıda gece kararıyordu.

İçerde bir şeyler yeni yeni doğuyordu.

 

 

 

Yer: Ankara – Sakarya Caddesi’nde küçük bir kafe
Zaman: Akşam – Saat 19:00

Kafe eskiydi ama sessizdi. Cam kenarında oturuyorlardı. Dışarda Ankara’nın sokak lambaları yanıyordu, içerde ise ikisinin yüzüne vurup duran loş bir lamba.

Masada iki kahve, ikisi de soğumaya başlamıştı. Dokunulmamış.

Kumru’nun eli, fincanın kulbunda, ama tutmuyor. Sadece sıkıyor, bırakıyor, sıkıyor, bırakıyor.

Karşısında Timur.

Zayıflamış, sakalları karışık, yüzünde hâlâ taze yaraların izi. Ama o gözler... O gözler hâlâ aynıydı. Yıllar önce aşık olduğu adamın gözleri.

Bir süre sessiz oturdular. Konuşacak o kadar çok şey vardı ki, hiçbir şey diyemiyorlardı.
Sonunda Kumru konuştu. Sesi çatallaşmıştı.

“Bu şehir... hâlâ nefret ediyorum Ankara’dan.”

Timur başını kaldırdı. Gözleri hafifçe parladı. “Biliyorum. Hep nefret ettin. Bana demiştin: ‘Burası hep gri, hiç renk yok.’”

Bir sessizlik daha. Kumru gülümsedi ama acı bir gülümseme. “Renkleri kaybettik Timur.”

Timur gözlerini kaçırdı. Eli hafifçe masanın üzerine kaydı, ama Kumru’nun eline dokunmaya cesaret edemedi. Sadece masanın kenarına vurdu parmak uçlarıyla.

“Kaybettik,” dedi. “Ben kaybettim. Sizi kaybettim.”

Kumru gözlerini kısmıştı. İçi kanıyordu ama göstermemeye çalışıyordu. “Kaybettiren sendin. Bizi sen bıraktın. Beni... kızını... Yasemin’i.”

Timur bir anda nefesi daraldı. Boğazı düğümlendi.

“Onları korumak için...”

Kumru birden parladı. “Yeter! Hep aynı cümle! ‘Koruyorum, koruyacağım.’ Korudun mu Timur? Kızımız yıllarca kabuslarla büyüdü! Kendi yaşadığını bile bilmedi. Psikiyatrist odalarında, ilaçlarla ayakta durdu.”

Timur başını öne eğdi. Eli yumruk olmuştu. “Ben başka türlü koruyamadım Kumru... O zamanlar başka yol yoktu.”

Kumru hafifçe güldü, ama gülüşü öfke doluydu. “Yol yoktu, öyle mi? Peki ben? Ben neydim? Ben sana yıllarca ‘beraber savaşırız’ demedim mi? Neden beni de bırakıp gittin?”

Timur gözlerini kaldırdı. Bu defa onun sesi titriyordu. “Çünkü seni de kaybetmekten korktum.”

Masada bir an her şey sustu. Sadece kalp atışları duyuluyordu sanki.

O an... o anda birbirlerine bakışları değişti. O eski çekim... o ilk tanıştıkları günkü elektrik... hâlâ oradaydı. Sanki birbirlerine eğilseler, o anda her şey başlayacak gibi.

Ama... başlamadı.

Çünkü Kumru gözlerini kaçırdı. Ellerini fincanın etrafında iyice kenetledi.

“Yasemin’i düşünmek zorundayız. Hâlâ toparlanmadı. O çocuk... her gece o çocuğun çığlığını duyuyor Timur. Sen benim çocuğumu yeniden yıkamazsın.”

Timur başını salladı. Sesinde acı vardı. “Ben ona yaklaşmayacağım. Söz.”

Kumru’nun elleri titredi. “Bunu söylemen... bıçak gibi saplanıyor bana. Ama biliyorum. Haklısın. Uzak durmalısın.”

Gözlerinden yaş süzülmeye başladı, hemen sildi.

Timur sessizce ekledi. “Sen benimle görüşebilirsin. Ama ona... dokunmayacağım. Onun hayatına girmeyeceğim. Yeter ki... yaşasın. İyi olsun.”

Kumru gözlerini kapattı. Yutkundu. Burnunu çekti.

“Onu bu hale getiren sensin Timur. Ama... onu hayatta tutabilecek tek kişi de sensin.”

Göz göze geldiler. Aralarında ince bir tel gibi bir şey vardı. Çekseler kopacak, bıraksalar birbirlerine koşacaklardı.

Ama ikisi de yapmadı.

Timur kısık sesle mırıldandı. “Ben seni hâlâ seviyorum.”

Kumru gözlerini kapattı. Bir an başını öne eğdi. “Ben de.”

Sadece bu iki kelime. Fısıltı. İtiraf. Hem dehşet, hem özlem.

Ama ardından gelen sessizlik o iki kelimenin ağırlığını boğdu.

“Yasemin,” dedi Kumru. “Önce kızımız. Sonra... sonra bakarız.”

Timur dudaklarını sıktı. “Tamam. Önce kızımız.”

İki kahve... hâlâ içilmedi. İkisinin de boğazı düğüm düğümdü.

Seviyorlar.
Ama korkuyorlar.

Dışarda Ankara soğuğu vardı. İçeride geçmişin sıcaklığı... ama geleceğin korkusu.

Aynı masada. Ayrı ayrı...

Kumru kalkmak için yerinden oynadı. Sandalyeyi biraz geri itti. Ellerini masaya koydu. Dudaklarını ısırıyordu.
Gitmesi gerekiyordu. Akıllıca olan oydu. Mantıklı olan... doğru olan.

Ama Timur, gözlerini ona dikti. Sesi kısık, ama delip geçen bir tonla:
“Gitme Kumru. Sadece birkaç dakika değil... bu gece gitme. Burada kal.”

Kumru’nun nefesi kesildi.
“Timur... yapma.”

Timur, masanın kenarına parmaklarını vurdu. Gözleriyle onu yakalıyordu resmen. “Ne yapmayayım? Seni özledim Kumru. Her gece... her lanet gecede seni düşündüm. Sizi düşündüm.”

Kumru gözlerini kaçırdı. İçindeki fırtına göz bebeklerinde yankılandı.
“Seni görmek... bana iyi gelmiyor Timur.”

“Sana iyi gelmeyen şey benim seni bırakmam oldu!” diye yükseldi Timur bir anda. “Ben seni... bırakmasaydım böyle olmayacaktı.”

“Olacaktı!” diye patladı Kumru. “Çünkü sen hep kendince doğru olanı yaptın! Hep benim adıma karar verdin! Kızımın adına karar verdin! Ben o yaraları sardım. Ben o kabusları kucakladım. Sen gittin. Hep gittin.”

Timur sessiz kaldı.

Kumru titreyen elleriyle kahve fincanını kendine doğru çekti.
Ama sonra... o özlem, o delici özlem...
Gözleriyle onu aradı.

“Ben burada kalırsam...” dedi, sesi kısık. “Bu sadece Yasemin için değil Timur.”

Timur gözlerini kaldırdı. O an dudaklarının kenarında bir acı gülümseme belirdi.
“Ben zaten başka türlü olsun istemiyorum.”

Kumru derin derin nefes aldı.
“Ankara’da kalıyorum. Birkaç gece... belki daha fazla.”

Timur dudaklarını araladı, nefes aldı ama bir şey söyleyemedi.

Kumru gözlerini kaçırarak ekledi. “Ama bu... Yasemin’in iyiliği için. Önce Yasemin. Sonra... sonra konuşuruz.”

Timur başını eğdi, ama gözlerinde bir zafer parıltısı vardı. O güçsüz adam bir an için güçlüydü.

“Tamam,” dedi sessizce. “Önce kızımız.”

Masadaki kahveler hâlâ soğuktu.

Ama içlerinde yıllardır içemedikleri özlem sıcak sıcak kaynıyordu.

O gece... Kumru Ankara’da kalacaktı.
Ve yıllardır erteledikleri her şey... nihayet yüzeye çıkacaktı.

Bölüm : 07.07.2025 13:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...