Joke' s On You - Charlotte Lawrence
Can kırıklarının bedene battığında akan kandır geçmiş. Senin iznin olmadan alınan kararlar, ödenen bedeller ve yaşaman için seçenek sunulmayanın adıdır hayat...
Her şeyin, tüm yükün omuzları ağrıtıp uyuşturana kadar bindiği ağırlıktır. Siyah, görünen tek renk. Fakat siyahın içerisinde her renk vardır ve o renklerden birini seçmek elde olan tek seçenek, tek kurtuluş yoludur.
O, onca renk arasında siyahta kalmayı tercih eden tek insandı. Geçmişinin ağır intikamını ödemek için yanıp tutuşan tek gerçekti.
♟🎲
Dünya o gün son normal gününü yaşayacağından habersiz selamlamıştı yeni doğan güneşi. Stabil hayatların sıkıntıları, şehrin tozlu yolları, havadaki o dumanlı kokunun berbatlığından gelen şikayetlerin bundan sonra sıradan kalacağı son gündü.
New York sakin bir Aralık ayının ortalarında, kışa tam girememiş ama soğuk ayazı ile şehri işgal etmeye başlamış insanlara son sıcak güneşini tattırıyordu.
Sabahın erken saatlerinde şehrin biraz içerisinde olan Manhattan Detention Complex' in avlusundan içeriye mavi zırhlı bir suç taşıma aracı giriş yaptı.
Araç bomboş arazinin içerisinde her bir noktadan ayrı bir güvenlikten geçerek ana kapının girişine ilerliyordu. Aracın içerisinden dışarıyı görmek mümkün değildi. Zifiri karanlık beraberinde havasızlığı ve daralmayı da getiriyordu.
Zonklayan ayaklarına bağlı olan zincirlere göz ucuyla baktı, ayaklarını neredeyse tam adım kadar açabileceği şekilde bağlanmıştı. Acıyan bilekleri içinde durum farksızdı, en başından beri arkadan bağlı elleri yüzünden omuzlarının çıktığını hissediyordu. Aracın bir tümseğin üzerinden geçtiğini fark edince istemsiz olarak arka hücrede zıpladı. Karşısında ellerinde koca silahlarla oturan iki gardiyan için ise aynısını söyleyemezdi.
Bıkkınlıkla gürültülü bir iç geçirdi. Başı çatlayacak derecede ağrıyor, her yeri acıyordu. Uykusuzluktan olacak ki midesinin bulanmaya başladığını da ufaktan hissediyordu. Fakat aracın içerisi o kadar havasızdı ki, kolunda oluşan büyük yaradan sızan kan kokusu bu iğrençliği iki üç katına çıkartıyordu.
Birden keskin bir fren ile araç durdu, ön taraf ile hücreyi ayıran metal duvara son kuvvet ile vurulduğunda karşısında oturan iki gardiyan kalktı ve kapının kilidini açtılar.
Sabahın ilk saatlerindeki beyaz ila sarı renkteki soğuk güneş arabanın içerisini birden doldurduğunda gözlerini aniden kapattı. Güneş bir yandan bacaklarını hafifte olsa ısıtmaya başlasa da uzun bir zamandır karanlığa mahkumdu ve bu durum gözlerini oldukça yakmıştı.
"Seni beklemeyeceğiz burada, in aşağı hemen!" kolundan tutan gardiyan onu yerinden kaldırmak için keskin hamle yaptığında refleks olarak tüm kasları aktifleşmiş ve adamın onu kaldıramayacağı hale gelip ağırlaştı.
Gözlerini açıp gardiyana baktı, genç adam şaşkınlıkla tuttuğu yaralı koluna bakıyordu. "Sana daha benim kim olduğumu kimse söylemeden göreve mi koydular? Ne büyük bir onur senin için, değil mi?" dedi yorgun, kalına yakın ses tonu ile.
Adamın sıktığı kolundaki açık yaradan kan daha hızlı bir şekilde boşalırken yüzündeki ifadeyi bozmadı. Sertçe kolunu çekip kendini onun elinden kurtardı, başını eğerek arabanın arkasına girip çokta yüksek olmasa da aşağı atladı. Temiz havayı alan bedeni kendine geldi, derin nefesler ile ciğerlerini temizledi. Güneş ile aynı renk olan bal gözlerini açtığında daha canlı bakıyordu.
Gardiyanlar dört bir yanını sarmışlarken ilerlemeye başladılar. Hiçbiri ona dokunmadan gidiyor o da elleri ters kelepçe ile bağlanmasına rağmen dik duruşunu bozmadan altındaki yüksek topuklu botlar eşliğinde büyük bir gürültü ile yürüyordu. Hapishanenin girişinde öndeki iki gardiyan kartlarını ve yüzlerini sisteme okuttuktan sonra yüksek gürültü ile demir kilitli kapılar açılmaya başladı.
Burası Manhattan' ın hatta New York' un en korunaklı ve en büyük ağır suçlar tutukeviydi. Uzun, çok katlı bina altın rengi ila sarı renkler arasındaydı. Avlusu geniş ve şehrin gürültüsü ile de iç içeydi.
Kapılar iki yana açılmayı sürdürürken tam arasından içeriye sızan ışık öndeki takım elbiseli bir adamı aydınlattı. Genç kadın ile takım elbiseli adam o an göz göze geldiler ve kapı en sonunda duruncaya dek bakışmaları kesilmedi. Orta yaşın üzerindeki, kocaman bir biracı göbeğine sahip, hiçbir zaman sert olmayı becerememiş bir herifti.
"Müfettiş Drake"
"Kırmızı liste kraliçemiz Trista" dedi adam sırıtarak. "Sana özel bu karşılamamı umarım beğenmişsindir"
Trista kafasından akıp yüzünde kurumuş kana rağmen sırıttı "Bir dahakine kendin için daha iyi bir giriş geliştirmelisin. Boş zamanlarında çok fazla film izlediğini düşünüyorum"
Drake ona doğru yaklaştı, gardiyanların arasından geçerken durdurulduğunda eli ile onları durdurup yaklaşmayı sürdürdü. Tam karşısına geldiğinde boy farkları ciddi manada ortaya çıkmıştı, kadından hayli kısaydı. Adamın kahverengi solmuş gözlerine baktı, "Hiç zirve ağırladın mı?"
Drake başı ile hafifçe onayladı, "Ama bir kadın ilk defa."
Trista başını gururla kaldırıp bakmayı kesti, "New York' un gurur bayrağı uzun zamandır benim üzerimde dalgalandığını biliyorum."
Drake geri çekilerek onların yolundan çekildi "Burada kemiklerin çürüyecek"
"Tamam bir ara seni gece boğmam gerektiğini unutmam" dedi içeriye girmek için herkesten önce adım atarak. Kapıdan içeriye girdiği anda Drake' ın git gide azalan kahkahası ve onun topuklu ayakkabısının mermere çarpmasından daha büyük bir ses duymaya başlamıştı.
İçerisi bir arenayı anımsatıyordu. Her ne kadar havadar bir alanda olsa içerisinin bir hapishane oluşu nefesini daraltıyordu. Yeterince aydınlık olan mekanın yan taraflarında tek kişilik hücreler, teknolojik kapılar ve koridor sonunda sarı bir dönen merdiven vardı. İkinci katın sadece demirleri de görünse aynı şekil hücrelerden orada da olduğunu tahmin etmek zor değildi.
İçinin gıdıklandığını hissetti, konfor alanının dışına çıkmış gibi hissetti. Gardiyanlar dokunmasalar da sürüklemeye devam ederlerken o şeffaf camlı olan hücrelerin içini süzdü. Amerikan tulumları giydirilmiş şişman adamlar oturdukları yerlerden ona bakıyorlardı.
Trista kandan yapışmış kalıp halindeki saçlarının arkasına gizlenerek onlara bakmayı sürdürdü. Hepsi geniş hücrelerinde oldukça sıkılmış ama onu gördükleri an şaşkınlıklarını gizleyememiş gibi bakmaktaydılar.
Geniş hapiste tek duyulan ses Trista' nın topuklu ayakkabılarının zemini çınlatmasıydı. Tek hissiyat ise içerisini paramparça eden siyah büyük bir ejderhaydı. Büyük ağzından ve kırmızı gözlerinden her an alevler çıkmaya hazırdı, sadece sabırla ve sinirle beklemedeydi.
Kendini düşürdüğü durum karşısında boynunu eğmese de utanç içerisindeydi.
Bu vasıfsızların yanında tutuklu kalacak kadar düşmüş olmak ölmekten beter.
Koridorun sonunda durdular. Sağ önündeki gardiyan en son hücrenin kapısını açtı, başı ile içeriyi işaret ettiğinde Trista normalliğin dışında itiraz dahi etmeden içeriye yürüdü. Girdiğinde bileklerindeki kelepçeyi açtılar.
Bileklerini önüne aldığında yavaşça ovuşturup uyuşukluğunu gidermeye çalıştı, topuklarının üzerinde gardiyana dönüp kısık gözlerle baktı. Adam kapıyı kapatmadan önce kelepçeleri arkasındaki emniyete yerleştirmeye çalışıyordu, Trista diğerlerinin bakmamasını fırsat bilerek hızla adama sıçradı.
Belinde duran silahın yanındaki ufak bıçağı çekip çıkarttıktan sonra yine aynı hızla ceketinin içerisine koydu. Ona bakmayan tüm gardiyanlar o sırada ona dönmüş ekip arkadaşlarını kurtarmaya çalışırken o çoktan geri çekilmişti bile. "Size bu işi ciddiye almanız için ufak bir uyarı vermek istedim, zira bir katili taşıdığınızı unutmuş gibiydiniz." sırıttı, sesini kısıp fısıltıyla "daha dikkatli olmalısınız."
"Hiç çıkamayacağının rahatlığı var üzerimizde" dedi üzerine atıldığı gardiyan, hızla otomatik kapıyı kapatıp şifresini girdi. "İyi çürümeler diliyoruz sana"
Trista metal yere oturup gözlerini devirdi "Tabi tabi" dedi umursamaz ses tonu ile, "çıkarken ışıkları kapatırsanız sevinirim, gözlerim yoruldu"
Arkasından kahkaha sesleri ve küfürler duyduğunda o da gözlerini kapatıp aynı şekilde onlara sırıttı. Başını sert duvara koyduğunda derin bir nefes eşliğinde kendini kontrol etti, sağ kolunda derin bir kesik vardı hatta öyle derindi ki kemiklerinin üzerinde dışarıdan gelen soğuk havayı hissediyordu.
İki yana ayrılmış ve nispeten paralanmış olan et ise iltihap kapmak için geri sayımda beklemedeydi. Genel olarak damarlarının ve kol kaslarının çalıştığından emin olmasa da kendini tam olarak bırakmış değildi. Ayağında sürtünme kaynaklı büyük bir burkulma, kafasında direğe çarpmanın etkisi ile oluşan açık bir kanama başlamıştı. Totale bakıldığında iyi değildi, ama ruhen yaptığı taramada hala daha damarlarındaki adrenalinin bitmediğini ve savaşacak gücünü toplayabileceğinin sonucuna kısa yoldan varabildi.
Çıkmak için biraz fazla korunaklı bir yerde olduğunun da farkındaydı ama sadece yapması gereken şey biraz daha oturup dinlenmek ve daha sonrasında da onu buradan daha kötü bir yere götürmeden, kaçmaktı.
Yanlarındaki hücrelerden yavaş yavaş yükselen cüsseli adam sesleri yükselmekteydi. Hemen solundaki hücreden duvarına vurulduğunu duyduğunda kılını bile kıpırdatmadı ama duvara baktı.
"Trista Taylor"
Hem ismini hem soyadını aynı anda duyunca yüzünü buruşturdu "Taylor soyadım değil"
Adam kalın bir sesle güldü, ses tellerinin titremesi sonucu meydana gelen gürültü oldukça kalın ve kin doluydu. "Seni iyi tanıyorum güzelim"
Sırıtarak doğruldu "Bana nasıl hitap etmen gerektiğini öğrenemeyecek kadar da aptalmışsın"
Adam duvarı tekrar yumrukladı. Genç kadının gözünde yaklaşık 1.90 boylarında, esmer, dövmeli bir herif canlanıyordu. Aynı zamanda kel. "Seni sürtük! Aynı yerde olmamıza ve seni ilk fırsatımda öldüreceğime rağmen hala daha bana üstünmüş gibi konuşman beni daha da sinirlendirdiğinin farkında değilsin değil mi!"
"Halbuki ben buraya biraz olsun dinlenmeye gelmiştim" dedi, bu sefer ayağa kalktı, yüksek topuklu ayakkabıları tüm hapishaneyi inletecek kadar tok bir ses çıkarttı. "O lanet ayakkabılarını da seninle beraber mezara gömeceğim"
"Ne kadar güzel, ayakkabılarımın sesi bile zihninde oldukça fazla yer ayırmış olması beni nasıl da gururlandırdı." küstahça sırıttı, daha fazla odada turlamaya başladı "Seni bu ayakkabılar ile bugün öldüreceğime dair söz verseydim, ne yapardın?"
Adam öyle bir kahkaha attı ki, panter kükremesinden farksızdı.
Trista kaşlarını çatıp sesin zihnindeki yerini buldu. Adam yaklaşık 2 ay önce bir meydan olayı sonucu yaralayıp kaçtığı hainlerden sadece biriydi, koskoca cüssesine iki mermiyi de dizine isabet ettirmiş ve acılar içerisinde yakalanmasını sağlamıştı. Sahte bir CIA ajanıydı ve bir çok devlet polisinin ölümüne sebebiyet vermişti.
"Seni ayağımın altında organların çıkana kadar ezeceğimi söylerdim!"
Trista başını iki yana yavaşça salladı "Andrew..." derin bir iç çekti "her zaman çok iddialı konuşmanın benden başka kimseye yakışmadığını söylemişimdir, insanlar bunu ego olarak algılar. Fakat bilmeniz gereken şey şu ki bu bir ego değil, bu tamamen özgüven ve söylediği lafın arkasında durmaktır. Sen daha bu kadar büyümedin küçük, Andrew..."
Sakin ve iddialı çıkan Trista' nın ses tonu koca adam daha fazla sinirlendi. Duvarları var gücü ile yumruklamaya ve hayvani sesler çıkartmaya başladı, bu Trista' yı keyiflendirmişti. Bağırarak küfürler savuruyor, tüm hapishane duvarlarını titretecek kadar kuvvetli yumruklar atıyordu. Onu umursamadan yerine oturdu, ama tam gözlerini kapatacakken büyük bir gürültünün koptuğunu ve bu kopan gürültünün de Andrew' in yapmadığını fark etti.
Dışarıya baktı, bir kaç görevlinin yerde ölü vaziyette yattığını görünce kaşlarını çattı. David' ın beni kurtarma saati gelmiş.
Andrew' in yumrukları sustuktan hemen sonra kendi hücresinin önünde uzun boylu, fazla abartılı olmayan ama yeterli görünen bir adam belirdi.
Kapıyı açmaya zorlayan adama baktı. Keskin bir çene hattı, hafif kirli sakallı, saçları ise kumraldı. Kapının şifresini kırmasının ardından adam ona bir silah fırlattı, Trista oturduğu yerden silahı tutup çevirdi. "Sende kimsin?"
"Seni kurtarmaya geldiğime göre düşmanın değilim, üstüne üstlük sana bir silah attım" dedi adam, orta kalınlıkta etkileyici bir ses hattına sahipti. "David gönderdi, hızlı olmamız gerekiyor." Trista ayağa kalkıp dediğinin aksine hiç de hızlı olmayan bir şekilde ilerlemeye başladı, önce hücreden çıktı ve adamı boylu boyunca süzdü, ayakkabılar ile çenesine gelebiliyordu. Pek de umursamadan yan hücredeki Andrew' e yöneldi.
Kapının dijital şifresinin olduğu yere iki el ateş etti. "Ne yapıyorsun?"
"Beni dışarda bekleyebilirsin" dedi Trista onu kurtarmaya gelen adama.
Gözü Andrew' den başkasını görmez hale geldiğinde karşısında duran iri adam korkusuzca üzerine doğru büyük iki adım attı. Trista onun hızından yararlanıp güçlü bir tekme savurup hücrenin en arkasına fırlattı.
Topuklu ayakkabının topuğundan bir çıtırtı geldiğini duymuştu. Duvara yapışan Andrew öksürerek yerden kalkmaya çalışırken ağzından kan kusmaya başlamıştı. "Ayakkabım kırılmak üzere, sinirlendiriyorsun beni ufak oğlan"
Ona doğru yürüdü, silahı çoktan hazır hale getirmişti. "Karşında tehdit ettiğin insanı tanımadan laf söylememen gerektiğini patronunun sana öğretmiş olması gerekiyordu" adamın takımlarının üzerine çıkıp üzerinde yürümeye başladığında kuvvetli bir feryat attı, "ama size sadece göt yapmayı öğretiyorlar yürek yedirmiyorlar"
Andrew' in üzerinde eğilip ağzının hizasında durdu, elindeki silahı ağzına sokup yanaklarından tuttu. "Şimdi o çok konuşmana yardımcı olan diline elveda et ve bu dünyadan siktir olup git"
Tekrar silahtan yüksek bir gürültü çıktığında adamın ağzından kanlar boşalmaya başladı ve bir daha asla nefes almamak üzere hayata veda etti. Ağzının tam içerisinde kocaman büyük bir delik açılmış ve arkasını neredeyse görebilecek haldeydi. Koskoca cüssenin üzerinde dengeli bir şekilde geri yürüyüp takımlarını topukları ile tekrar ezmeyi ihmal etmedi.
Tam karşısında adam hala duruyordu ve tepki göstermeden bakmayı sürdürdü, onun solundan devam etti "Gidebiliriz"
Ön kapıdan geçerken tüm görevlilerin öldüğünü gördü, Müfettiş ise ölenlerin arasında yoktu. Adam arkasından önüne geçip biraz ileride duran motora binip çalıştırdı, Trista kuşku dolu da olsa ona baktı "Kimsin?"
"Jake Morgan" dedi adam sakince "Londra Birimindenim, daha fazla bilgiyi birimde David söyleyecektir." kaskı kafasına geçirip ona baktı.
Trista başta şüphe duysa da ismini biliyordu. Yıllar öncesinden daha yeni göreve başladığı zamanlardan itibaren sürekli olarak bir veya ikincilik yarışı yaptığı tanımadığı yabancı şuan karşısında duruyordu. Motorun arkasına yerleşti, tam oturduğundan emin olduğunda ise daha o hiçbir şey demeden Jake keskin bir manevra ile dönüp ana yola bağlandılar.
Brookly' de Aralık aylarının ortaları genel olarak soğuk geçmesi ile bilinirdi. Sabahın daha yeni güneşi motorun üzerinde giden birini ısıtmaya yetmiyordu. Kolunda olan yara, deri ceketinin altında bile olsa soğuk havayı bir şekilde alıyor ve zonklamasını sağlıyordu. İfadesini bozmadı, sadece motora daha sıkı tutundu.
Trista' nın kandan saçları bir bayrak gibi dalgalanırken sanki çok normal bir şeymiş gibi etrafa bakınıyordu. Jake ana yollardan ziyade ara yollara bağlanmanın daha güvenli olacağını düşünmüş olacak ki birimin yakınlarındaki bir sokağa girerek tüm hızıyla birimin sokağına sürdü.
Düzenli dikdörtgenler halindeki sokakların yollarından geçerken aralarda bulunan ufak parklardaki tüm ağaçların yaprakları dökülmüş cılız olarak duruyordu. Trista yüzüne vuran soğuk havanın ayılmasına yardımcı olduğunun farkında olaraktan arkasında oturduğu adama odaklandı.
Havaya rağmen üzerinde polo yaka, lacivert bir tişört vardı. Altında ise beyaz ile krem arası bir kumaş pantolon ile duruyordu. Kafasındaki siyah kask sayesinde saçlarını pek seçemese de ilk gördüğünden hatırladığı kadarıyla orta uzunlukta kumral saçlara sahipti.
Rüzgarın ona vurması ile birlikte aldığı tuhaf kokuyu istemsizce kokladı. Burnunun alt notalarına çok hafif bir puro kokusu ve sandal ağacının birleşimi geliyordu. Tam çözemeyerek kaşlarını çattı, soğuk havaya karşın sıcak kokuyordu.
Motoru temkinli bir şekilde sağa doğru kırıp sokağa girdiğinde Trista daha sıkı tutunup onu incelemeyi bıraktı.
147 Amity St binalarının önünde durdu. Birim Brooklyn' de o kadar da güvenli değildi. FBI ve CIA' in ana merkezi Amerika sayesinde gizlenmelerine o kadar da fazla gerek duymadan normal üç ila dört katlı binalarda barınabiliyorlardı. Öyle ki, birim tamamen yeni yapım bir apartmanın tam içerisindeydi.
Trista birimi görünce direkt inip üzerini toparladı, Jake' de koluna kaskını çıkartmış saçlarını düzeltiyordu. İkisi de hiçbir şey demeden normal üç katlı bina görünümlü yere girdiler.
İçerisi oldukça ferah, yüksek tavanlı, camdan dünya kadar ofisi olan bir yerdi. Giriş kısmında ufak bir danışması, mavi beyaz ile bezendirilmiş süslemeleri ile ferah ve iç açıcıydı. Trista içeriye girer girmez bakışların kurbanı olduğunun farkındaydı. Yanına koşarak asistanlarından biri geldi, genç kızın elinde ince bir dosya duruyordu.
Siyah, kemik, kare çerçeveli gözlüğünü düzelterek şaşkınlıkla onu süzdü "Efendim siz..."
"Amy, David nerede?" dedi düzüş gözlerle.
Genç kadının zırvalamalarını ve gereksiz yere ona olan düşkünlüğünü sevmiyordu. "Ana salonda" gözü bir anlığına Jake' kaydı, "sizi bekliyor"
İç çekerek Jake' e döndü "Brooklyn birimine hoşgeldin Jake Morgan, beni takip et."
Jake'in önüne geçip sol taraftaki koridordan ilerlemeyi sürdürdü. Jake sesini bile çıkarmadı ama giderken Amy' e selam vermeyi ihmal etmedi.
Trista boynunu rahatlatmaya çalışarak ilerlerken, cam ofislerin her birinin içerisini görebiliyordu. En sonda, koridorun sağ tarafındaki diğer odalara nazaran epey büyük olan o odanın önüne durup arkasında takipte olan Jake' e baktı. Yüz ifadesinden hiçbir şey anlaşılmayan bir adamdı.
Ona gene bir şey demeden kapıyı açtı ve içeriye girdi.
Ana salon olarak adlandırılan yer, birimlerin kalbi. Tüm toplantıların ve saha ajanlarının çalışmalara hazırlandığı, görevler aldığı ve tartışmalarda bulunulduğu yerdi. Brooklyn ana salonu ise, daha çok kaosun ve yıkımın başladığı mekandı.
Orta kısımda camdan 10 kişilik bir masa, sandalye olarak siyah oyuncu koltuğuna benzeyen tekerlekli sandalyeler, kapının girişinde sağ tarafta büyük bir kitaplık vardı. Kapının tam girişinde duvara monteli olan yüksek çözünürlüğe sahip ekranlarda belli başlı şeyler yansıtılır ve görevler onaylanırdı.
Masanın tam başında ise David Taylor oturuyordu.
Trista hemen onun sağ tarafındaki ilk sandalyeye oturup deri ceketi üzerinden atarken Jake karşı sandalyesine oturdu. "Jake, hoş geldin birimize. Biraz saçma bir giriş olduğunun farkındayım, kusura bakma lütfen"
Trista denilenleri dikkate almıyordu.
"Önemli değil Bay Taylor, sonuçta buraya gelmem emredildi"
"Emredilmese zaten kaçardım" dedi Trista gene bakmadan, kolundaki yaraya odaklandı.
David boğazını temizledi. Kır saçlı, 50 li yaşlarında, göbekli ve gri takım elbiseli biriydi. Küstahtı, kendini ilah sanacak kadar küstahtı. "Pişkinlik etme"
"Bence sen ağzındaki baklayı çıkar David" bu sefer Jake' e döndü, göz göze gelmelerine rağmen lafına devam etti "hiç kimseyi oyalamaya hakkımız yok"
David boğazını temizledi ve masanın üzerinde ellerini birleştirdi "Evet, bir görev için buradayız. Görev, ikiniz için özel olarak tasarlanmış ve merkez tarafından verilmiş olduğunu sanırım söylememe gerek yok" Jake' e baktı "özellikle de eski dostum Abbey ile bağlantı kurmama da vesile olmuş oldu"
Trista kaşlarını çatarak bekledi. Olayın nereye varacağını biliyor olsa da.
"Bu seferki durum birazdaha şahsi diyebilirim. Merkezin özel dosyalar arşivi bildiğiniz üzere Londra Coliseum' un en alt katı mahzeninde saklı bir şekilde durmakta. Fakat bu sefer çok ciddi bir hata sonucu bazı ajan dosyalarının oradan alınması gerekiyor. Bunu hiçbir merkez yetkilisi de başaramadığı için siz ikiniz, yani iki onur belgeli tetikçimizin yapması istendi"
Trista şaşkınlığını bir kaç saniye olsun gizleyemedi. Jake ona bakmasa da o bakışları ile rahatsız etmeye başlamıştı.
Onur belgesi... diye geçirdi içinden. Sadece kraliyet ve yüksek düzey devlet makamları görevlerinde verilen, dünyanın her yerine gidip görev yapmış ve başarılı olmuş olan tetikçilere özel bir nişan ile verilen bir belgeydi. Dünya üzerinde ise sadece 7 kişide vardı.
"İkiniz" diye böldü David düşünce baloncuğunu. "bu hafta Londra' ya giderek sizden istenilen belgeleri çalmalısınız."
Trista yüz ifadesini topladı, "Olmaz"
"Sebep neymiş?"
Jake' e bakmadan direkt David' e döndü "Olmaz, ben kendim ile aynı rütbede bir insan ile çalışmam. Görevin zorluk seviyesi veya önemi de açıkçası beni zerre ilgilendirmiyor"
David kaşlarını çatıp ses tonunu resmen sertleştirdi "Bu sefer, o kuralın geçerli, olmayacak Trista" dedi heceleyerek. İkisinin arasında yükselen gerilimi hissedilecek derecede artıyor olsa da dışarıdan bakıldığında sadece sert bakışlar vardı.
"Benim kurallarım her zaman geçerlidir David. Eğer kurallarımı iptal etmek istiyorsan beni de iptal et" bu sefer arkasına yaslanıp karşısındaki adama baktı "seninle çalışmayı kabul etmiyorum. İşi tek başıma alırım ama seninde değil"
Jake güldü, oldukça sakin ve soğukkanlı olduğu açıktı. Normal bir tetikçiye bu cümleler söylendiğinde sinirlenmesi olasıydı, o ise umursamamıştı. "Normalde senin ile bende iş yapmam" dedi. David şaşkınlıkla ona döndüğünde ise devam etti "senin gibi hatta görev de umurumda değil, burada sadece Abbey' in ricası üzerine duruyorum. Onun dışındaki herhangi bir şey beni ilgilendirmiyor"
Trista güldü, hatta baya baya dişlerini göstererek güldü. "Sen git patronunu dinlemeye devam et o zaman."
Jake' in bir anlığına sağ tarafındaki çene kaslarının gerildiğini ve netleştiğini gördüğünde onu sinirlendirmenin büyük keyif verdiğini fark etti. "Ben kimsenin emri ile çalışan biri değilim Jake, emir almam"
Jake masaya doğru eğildi "Ben sana birinin himayesinde olduğumu söylemedim, rica üzerinde buradayım dedim. Seninle buraya laf yarışına veya rütbe yüksekliğine gelmedim." yerine oturdu "zaten heveslisi de değilim"
Fakat ikisinin arasındaki laf dalaşına David' in kuvvetli bir şekilde masaya vurması son verdi. Öyle sert vurdu ki, odanın camlarının titremesi ile birimin genel sesi sakinledi. Cam masa diğer uç taraftan ufak bir çatlama geçirdi, ama ikisinde de en ufak bir tepki olmadı. David Jake' e bakmadan "Bize biraz müsaade verir misin?" dedi.
Onun ricasını kırmayan Jake ise gene hiçbir şey söylemeden kapıyı açtı ve çıktı. David o çıkar çıkmaz ayağa kalkıp bağırmaya başladı "Sen ne cüretle bana karşı geliyorsun!"
"Senin bilmediğin cüretle" dedi sakinliğini korumaya uğraşarak "ben ne zamandan beri senden emir alıyorum ki?" ona baktı, "Seninle ben aynı rütbedeyiz David Taylor!"
David masaya üç kez vurdu ve her bir vuruşunda bir kelime söyledi "Sen benden sonrasın!"
Trista durdu, David fırsat bilerek bağırmasını sürdürdü "Ben olmadan sen bir hiçsin. Benim emirlerim, benim kurallarım ve benim yüceliğimin altında bir söz hakkın var senin!"
Bu sefer o da ayağa kalktı hatta ona doğru yaklaştı "Benim bir saygınlığım var, senin aksine!"
"Senin saygınlığın benim çocuğum olduğun için var! Sen bensiz bir hiçsin aptal!" diye bağırdı ama devamında koltuğuna oturdu.
Trista sol elinin yumruğunu sıkmıştı, tüm kuvveti ile suratını dağıtmak ve ebediyen onu susturmamak için kendini çok zor tutuyordu. "Eğer bu göreve gitmez isen, seni buradan ve tüm birimlerden attırırım"
Kafasında bir anda büyük ölçüde çanlar çalmaya başladı. Çanların duvarları sanki beynini koruyan kafatasıymışçasına onu ele geçirdi.
Saçlanın arasındaki, parmak uçlarındaki bütün damarları bir anda patlayacak gibi oldu. Ses git gide artıyor ve tüm vücudunu ele geçirecekmiş gibi titretiyordu. Berbat hissetmeye başladı, midesi bulanmaya ve tabii ki de başı ağrımaya.
Zihninde, elinde kar küresi tutan kendisi o kar küresini tüm kuvveti ile sıkmaya başlamıştı. Öyle kuvvetli sıkıyordu ki, eli kıpkırmızı kesilmişti. Birden küre büyük bir gürültü ile patladı, o ise hiçbir tepki vermedi. Eli kanıyordu. Ayaklarının üzerine düşen cam kırıkları batıyor ve her saniye daha derine iniyordu.
Trista' nın kar küresi, güçtü.
O gücü elinden alındığı anda kendini cehennemin en derin kuyularına atmaya hazır bir günahkar haline geliyordu. Gücü olmadan hiçbir şeydi, güç için her şeyi yapabilirdi.
David değişen yüz ifadesine güldü "Bu söylediğim sanırım sana yeterli oldu, kızım"
Gözlerini açtı, eş zamanlı olarak Brooklyn' e bir yıldırım düştü. Öyle yakına düştü ki saniyelik olarak elektrik kesintisi yaşandı. O karanlıkta bile onun gözlerinin içerisindeki alev görünebilmişti.
Gök gürledi, yağmurlar başladı. Hava değişti, bozuldu. Fakat Trista hiçbir şey demedi, ceketini aldı. Masanın tam karşısında durdu ve eğilerek fısıldadı "Seni bir gün ben öldüreceğim David Taylor, seni kendi ellerimle cehennemin kapısındaki zebanilere teslim edeceğim"
Kapıyı büyük bir hışımla açtı ve geri bıraktığında hiçbir yumuşatma yapmadığı için cam kapı ile cam alanın birleşmesi oldukça gürültülü oldu. Tam karşısındaki camdan bir anlığına dışarıya baktı.
Güneşli başlayan güzel görünen bir günün ardından böylesine büyük şimşekler ve gök gürlemeleri sokaktaki insanları bile savuruyor hatta arabaların alarmlarını öttürüyordu. Koridordan devam edip hole ilerleyecek iken durup daha dikkatli dışarıya baktı.
Kafasını havaya kaldırıp gri ila siyah bulutların Brooklyn' in üzerine nasıl büyük bir hızla geldiğini izledi. O bakarken bir yerlere yıldırım düştü ve bu sefer gerçekten elektirkler gitti, ofisin içerisinden bir iki tane kadın çığlığı duyuldu.
Daha fazla bakmadı, hole ilerledi "Jeneratörü sokun devreye! Derhal, burada fırtınayı bekleyemeyecek kadar acelem var!"
Jake girişteki koltuklardan birine oturmuş sadece ona bakıyordu, yanına doğru ilerledi. "Görev ile ilgili tüm bilgiler telefonuna iletilir, daha sonrasında o telefonu imha etsen iyi olur. Akşam 6 gibi gelirsin buradan havalimanına devam edeceğiz"
Jake sırıttı, "Kabul ettirmiş."
Trista keskin bakışlarını ona çevirdi "İnan bana ne Londra ile ne de seninle bir işim var"
Genç adam ayağa kalkdı, tişörtünü biraz düzeltip ellerini cebine yerleştirdi "Londra' nın sana ihtiyacı yok Trista Taylor, kafanı yorma."
Trista güldü, saçlarını alabildiğince arkasına aldı. Onunla aynı hizaya geldi "Kapı dinleme skillerini nerede geliştirdin tam olarak?"
Güneş rengi iki çift göz ile bulutsuz bir gökyüzü kadar mavi olan iki iris birleşti.
Karanlıkta birbirlerini oldukça görebiliyorlardı, ikisinin birleşimi sadece bir açık gökyüzü elde ediliyordu. O an elektrik geldi, ikisinin gözleri de istemsizce kısıldı ama ayrılmadı.
"Her sessiz kaldığında söyleyeceğin yalanları mı düşünüyorsun" diye fısıldadı Trista. Daha da yaklaştı, "Seni istemiyorum Jake Morgan. Eğer bir planın varsa, çünkü ben öyle hissediyorum. Boşuna aklında bunu kurmaya devam etme"
"Sadece kendi kendine kuruntu yapan birisin" dedi sakince, "hiçbir planım yok. Seni silmek veya rütbenden etmek gibi bir şeyim olduğunu düşünüyorsan boşuna sen kurmaya devam etme. Ben seninle yarışta değilim"
Trista aynı onun gibi sesini kıstı "Ben kendimle bile yarıştayım ama ve buraya sadece bir rıza üzerine gelmediğinden de eminim"
Jake bıkkınlıkla iç geçirip düşük gözlerle baktı. Hiçbir şey demediğinde Trista onu sağında bırakıp dümdüz devam etti. Jake ise arkasından sadece topuklu ayakkabılarına ve yürüyüşüne baktı.
Kurgulu psikopat.
♟🎲
Yer, gök ve kubbe günahlarından arındırılmak istenircesine yağmur tarafından yıkanıyordu. Çok kuvvetli şimşekler ve hemen ardından kopan gök gürlemeleri şehrin bütün sesini kendine çekmişti.
Bazı alanlara sürekli yıldırım düşüyor, itfaiye araçlarının sesleri duyuluyordu. Sokaklarda sarı yağmurluklu insanlar dahi kalmamıştı, zira asfaltın üzerinden resmen nehir akıyordu.
Trista duştan çıkmış, kendini olabildiğince temizlemiş ve kandan arındırmıştı. Apartman tesisatından bugün kanalizasyonlara kendi kanını fazlasıyla akıtmıştı.
Işıkları açmamış sadece odasının kendi karanlığında hapsolmuştu. Buhar tutmuş aynayı elinin tersi ile sildi, şimdi tam olarak kendini görebiliyordu. Saçlarını geniş uçlu bir fırça ile taradı, düğüm olmuş yerlerini açıp kendine getirdi. Bir kaç bakım yağını sürdü eliyle yedirdi. Yapacağı her şey bittiğinde ise saçları neredeyse göğsüne kadar inmiş, parlak ve gür görünüyordu. Kırmızı oluşunu kendisi de seviyordu.
Beyaz ve kısa havlusuna daha çok sarılıp içeriye odasına girdi.
Ebeveyn banyolu küçük bir odası vardı, odası birimin aksine kahverengi ve koyu yeşil renkleri ile bezenmişti. Eski iki kapaklı bir dolabı, iki kişilik gene çok yeni olmayan geniş bir yatağı ve boy aynasından başka bir şey yoktu.
Odası birimin girişinin arka sokağındaki binalar bakıyordu yine. 2. katta olduğu için yolu tepeden görme imkanına sahipti, dört mevsim buradan Brooklyn' i izlemeyi zevkli buluyordu.
Dolabına gitti, temiz çamaşır ve gündelik kıyafetleri giydikten sonra dolabın üzerindeki siyah orta boy bavulu indirip fermuarını açtı. Yanına bir kaç parça kıyafet almaya hazırlanırken yatağın üzerinde duran telefonunun titrediğini hissetti.
Kaşlarını çatıp gelen mesaja bakmak istediğinde ise odasının kapısı bir anda açıldı. Trista kaçlarını çatmış tam bağıracakken David' in içeriye girip kapıyı da kapattığını gördü. "Sen gerçekten terbiyesizin tekisin, bir genç kızın odasına nasıl gireceğini bile bilmiyorsun!"
"Bilmem mi gerekiyor?" dedi David boydan boya onu süzdü, altında olan kısa şortta takılı kaldığında Trista ona doğru yürüdü "Senin ağzını yüzünü sikerim" dedi bağırmadan, "ne istiyorsan söyle ve defol git"
David güldü "Babacığına böyle mi davranıyorsun?"
Sikerim senin babalığını.
"Beğenmediysen gidebilirsin"
Tekrar gülüp yatağının kenarına oturdu, ona sırtı dönüktü. "Boşuna mesaj okuma sana kuralları ben anlatacağım, böylesi daha etkili olur."
Trista kollarını göğsünde bağlayıp ses çıkartmadığında devam etti "Kurallarım sert, özellikle de Londra birimine ölsen dahi gitmeyeceğin konusunda sözümü ikiletmeyeceksin. Orada kimse seni görmeyecek, bilmeyecek. Sadece Jake ile görüşebilirsin"
Trista tek kaşını havaya kaldırdı "Ne o? Kimsen saklanıyorum?"
"İkinci olarak" derin bir nefes aldı ve onu umursamadı "Jake ile yakın ol. Mutlaka ama mutlaka. Sevgili gibi gideceksiniz ve herkes sizi öyle bilecek. Bunun mecburiyeti ise opera salonundan önce oranın sahipleri tarafından verilen biletleri almak zorunda olmanız. Aksi takdirde oraya giremezsiniz"
Hızla ona yürüyüp yakasına yapıştı "Benim sabrımı sınama ihtiyar! Görevi zoraki kabul ettim diye bide o herifle sevgili rolü yapamam ben"
David kendini kurtarıp ayağa kalktı "Seni buldurur öldürtürüm"
Ondan uzundu, az da olsa yanında kısa kalıyordu. Gözlerindeki ciddiyetin farkında olsa da artık David' in tehditlerine kanmayacak kadar büyümüştü. "Öldürmezsen hatırım kalır"
"Londra da görevin olmayan hiçbir yerde dolaşmayacaksın, sizi sadece 1 haftalığına kırmızı listeden kaldırtabilirim. Daha fazlasını yapmam mümkün değil" Kapıyı açtı, "1 Hafta sonra tam bugün" saatine baktı "saat tam 17.34'te burada olacaksın. Hata kabul etmiyorum Trista"
David kapıyı çarparak çıktığında Trista arkasından güçlü bir küfür savurup yatağa tekme attı. Yatağına kendini atıp pencereden dışarıyı izlemeye başladı, yağmur hala yağsa da dinmiş sayılırdı. Biraz şimşekler çaksa da hava da içindeki ateş gibi daha usul usuldu.
Derin bir nefes alıp tavana baktı, ıslak saçlarının sırtını ıslatmasına izin verdi.
Daha önce de istemediği görevlere gitmişti, daha önceleri daha kötülerini de yaşamıştı ama nedense bu seferki hissiyatları ona gerçekten kötü hissettiriyordu.
Daha fazla oyalanmak istemedi, ayağa kalkıp bavuluna elzem ihtiyacı olabilecek iç çamaşırlarını ve günlük kıyafetlerini koydu. Anason kokan tek parfümünü, tarağını, bir kaç kullanabileceği takıyı da attı.
Orta boy siyah bavulu kapatmadan hemen önce dolabının bir köşesinde duran parlak hardal sarısı elbise gözüne çarptı. Askıdan uzun elbiseyi nazikçe alıp yatağın üzerine bıraktı. Uzun biraz bol kollu, derin göğüs ve bacak dekolteli, upuzun sedef etekleri dalgalanan, belinde ve bacak dekoltesinin kenarlarında ise lacivert kumaştan kemer ve geçişler vardı.
Hiç giymemiş ve giymeyi en arzuladığı tek elbiseydi.
Biraz düşündü, bir davete gideceklerini biliyordu ve sanki elbise onu çağırırcasına bir enerji yaymıştı. Askıdan çıkartıp katlayarak bavulun en üstüne koydu. En son hazır olduğunda dolaptan bembeyaz bir eşofman takımını alıp giydi, içi hafif polarlı bir yapıya sahip olduğundan sıcak tutacağını biliyordu.
Saçları kurumuştu, yukardan sıkı bir at kuyruğu yaptı ve ayağına beyaz çorabın üzerine beyaz spor ayakkabılarını giydi. Uyuyacağından değil ama gerçek bir turist gibi görünmek için bavulun metaline masmavi boyun uyku yastığını astı.
Siyah sırt çantasının içerisine silahı özel bölmelerinden birine sakladı, yastığın içerisine de bir kaç bıçak sıkıştırdıktan sonra odasına son bir kere bakıp çıktı. Saat tam 6 da birimin önündeki merdivenlerdeydi, eline girişten gene mavi renkte nispeten büyük bir şemsiye almış ve Jake' i bekleyeme koyulmuştu.
David' in çıkıp çıkmadığına bakınırken göbekli adam kapıda belirdi, Trista sırıtarak döndü "Bende diyordum ne zaman gelip boş konuşacak"
"Kızımı görevine yollarken uğurlamayı severim"
Gene güldü "Sen kendinden başka hiç kimseyi ve hiçbir şeyi sevmezsin" önüne döndü, sokağın girişinden simsiyah bir C serisi Sedan Mercedes' in girdiğini gördü.
Gök den düşen yağmur damlaları farklarının önünden hızla yer ile kavuşuyordu. Camlarda filtre olduğu için içerisini her ne kadar göremese de onun Jake olduğunu anlamakta zorlanmadı.
O tamamen arabaya bakarken David yaralı olduğu kolundan sertçe tutup kendine çekti. Her ne kadar kolu güzelce sarılı da olsa ani sıkmanın etkisi ile yüzün buruşturdu. "Birime gitmeyi aklından bile geçirme, yoksa ölüm emrini daha oradayken veririm haberin olsun"
"Bay Taylor!"
İkisi de aynı anda arabadan siyah bir şemsiye ile inen Jake' e baktılar. Hızla merdivenlere çıkıp ikisinin arasında durdu "Sizin ıslanmanıza gerek yok, gidebilirsiniz."
Trista kaşlarını çatarak ona döndü, tuttuğu koluna kısa bir bakış atıp David' e bakmayı sürdürüyordu. Sertçe kolunu çekip arabaya doğru ilerledi, bavul ile bagaja yöneleceği sırada Jake arkasından "Sen içeri gir ben hallederim" diye fısıldadı.
Trista ona dönüp göz kırptı "Kibarlık yapmana gerek yok, ben çalıştığın diğer insanlardan değilim."
Jake derin bir nefes verdi, hiçbir şey söylemeden onun bagaja gidişini ve biraz ıslanışını izledi. Bavulu kaldırıp açtığı bagaja, onun bavulunun yanına, koydu. Otomatiğe basıp ağır ağır kapanmasını beklemeden kapatmadan yere bıraktığı şemsiyeyi kapatıp David' in önüne fırlattı ve ön koltuğa oturdu.
Jake' de arabaya bineceği sırada David onu lafları ile durdurdu "Kuralları unutma Morgan"
Ona aldırış etmedi ve şemsiyeyi kapatıp arabaya bindi. Halihazırda çalışan arabanın içerisi dışarıdan kesinlikle daha sıcaktı, kemerini bağladığında ise Trista'nın çoktan kemerini bağlamış ve elindeki telefondan bir şeyler baktığını gördü.
Tek bir kelime dahi etmeden John F. Kennedy Uluslararası Havalimanına doğru yol aldı.
Havalimanına adım attıkları sırada Jake kapalı otoparkın en ücralarına arabayı bırakıp bavulları indirdi. Trista üzerini düzeltti ve bavulunu ondan alıp tam gidecekken Jake koluna değil bileğinden sıkmadan durdurdu. "Konuşmamız gerek"
Trista tuttuğu bileğine baktı, elleri o kadar sıcaktı ki onun buz kesilmiş tenine değdiği anda elektrik çarpmış gibi bir his tüm bedenini ele geçirmişti "Ne gibi?" sesi oldukça sakindi.
Jake bileğini yavaşa bırakıp arabanın kaputuna yaslandı, kollarını göğsünde bağladı. Üzerinde hala aynı kıyafetler vardı ve kollarını bağladığında kol kasları kesinlikle daha fazla ortaya çıkıyordu. "Hakkında bilmem gereken şeyler var Trista, biz bir göreve gidiyoruz. Düşmansan bana bu iş bittikten sonra devam etmelisin"
Trista göz temasını kaçırmadan sırtını dikleştirdi "Sor"
"Efendim?"
"Sor işte ne bilmen gerekiyorsa sor"
Jake kaşlarını hafif çatıp düşündü, "Kaç yaşındasın?"
"22, 1 Mayıs doğumluyum" dedi gene sakince.
Jake yaşını duyunca şaşırdı, Trista güldü "Noldu fazla mı küçük geldim"
"Eh, bu kadar küçük yaşta bir tetikçi duymamıştım. Eğer soracak olursan da 25 yaşındayım, lazım olabilir. Aralık doğumluyum." durdu, bu sefer ona daha farklı gözlerle baktı.
Trista bundan rahatsız olmuşçasına kaşlarını çatıp görüş açısına girdi, "Neden acırcasına bakıyorsun?"
Jake boydan boya süzüp derin bir iç çekti "Yaşın, hoş olmayacak derecede küçük"
"Küçük dediğin insan seni cebinden çıkartabilir" dedi küstahça.
"Onu biliyorum" hafifçe güldü, "kendi kız kardeşimde küçük yaşta ve açıkçası bu işlere girmesini pek istemiyorum. Sanki onunla konuşuyormuşum gibi hissettirdi"
Seslerinin zaten yankılandığı boş otoparkta büyük bir sessizlik oluştu. Trista sabahki aksiliğinin tam zıttı duygular hissetmeye başladığını fark ettiğinde ona daha düzgün baktı.
Jake' i belki de yıllardır tanıyordu, belki de onun yüzünden başına bunlar gelmişti ama onun ne bir alakası ne de bir sorumluluğu vardı.
Farklı bir adam olduğunu çok iyi biliyordu. Eski zamanlarda artık kendi adını kırmızı listede görmeye başladığı anlarda onun da adını görüyordu. O zamanlar daha 16 yaşlarındaydı, belli ki o da 19 du. Ona göre daha atılgan bir hayatı olmuş olduğu apaçık ortadaydı fakat Jake' e hissettiği şeyler daha farklıydı ve bunu kendisi de bilmiyordu.
Trista dudaklarını büzdü, bozuntuya vermedi "Londra' da mı doğdun"
Jake sadece başını salladı, "Londra' dan pek dışarı çıkmadım. Küçüklüğümden beri birimdeydim, orada büyüdüm" yüz buruşturdu "gerçi bu bilgilere ihtiyacın yok zaten kullanmayacaksın"
Trista merak etse de sormamayı seçti. Sadece başını salladı "Nerede doğduğumu bilmiyorum"
"Nasıl yani?"
Trista arkasındaki geniş kolona yaslandı, "Bilirsin belki de. Kimliğime sahip değilim, yani nerede doğduğum veya ebeveynlerimden haberim yok. Bende birimde büyüdüm, kapıyı dinledin zaten ama David benim öz babam değil, üvey babam gibi bir şey."
"Dinlediğimi nereden anladın?" dedi Jake kısık bir ses ile.
Trista kafasını hafifçe salladı "Bir dahakine kol kaslarının gölgesinin nereye düştüğünden emin ol"
Jake pek anlam verememiş gibi baktı, "Pekala ama senin üzerinde bu kadar hakkı olması pek normal değil"
Trista onayladı "Bazen doğru fırsat için beklemek gerekir."
Jake yutkundu, boğazında belirgin olan adem elması salladı. "Kaçmayı, düşünmedin mi?"
"En sevdiğim renk kırmızı ve lacivert" dedi birden Trista, konuyu değiştirmeye çalışarak "ihtiyacın olabilir."
Jake tepkisiz kaldı başta, beyninin içerisinde dönen soru işaretlerini kovaladığı belliydi. "Benimde mavi ve siyah" dedi Jake, kaputtan kalktı. Sessiz adımlarla ona ilerledi, gözleri birleştiğinde ise ikisi de çok net birbirlerini görebiliyorlardı.
O an sanki bir anlığınla gökyüzünde güneş açtı. Jake' in masmavi ve berrak gözlerinin arasında Trista' nın bal rengi güneşi buluşmuş gibiydi. Sıcaklık yayıldı, Jake' in sıcak kokusu anason ile birleşti. Hiçbir şey söylenmese bile Trista o an aslında anlaşabileceklerinin farkına vardı.
Jake' in maviliklerinin içerisinden ilerisini gördü, uzun bir yoldan devam ettiklerini gördü. Ama tepkisiz kaldı, hiçbir şey söylememeyi tercih etti.
"Bu sevgililik işeri biraz saçma geliyor da bana" dedi Jake saçlarını düzelterek bavulunun başına gitti.
Trista bavulunu alıp girişe doğru ilerlemeye başladı "Biran hiç söylemeyeceksin sanmıştım" dedi ilerlerken. Arkasından Jake' de geldiğinde ikisi birden otopark asansörüne binip yukarıya çıktılar.
John F. Kennedy Uluslararası Havalimanı New York' taki üç havalimanından sadece biri. Çokta büyük olmayan havalimanının içerisinde fazla alışveriş alternatifleri bulunmadığı gibi yapılabilecek herhangi bir aktivite de yoktu. Genellikle iş seyahatleri veya New York' ta yaşayan insanların kullandığı ufak çaplı bir ulaşım mekanıydı.
Sade ve gösterişsiz mekana girerken ilk kontrol noktasından geçtikten sonra esas bavul kontrol kısmına geldiklerinde Jake plastik kutulardan çıkartıp dönen barların üzerine yerleştirdi.
Trista telefonunu çıkartıp koyduğunda üzerini yokladı. "Senin üzerinde silah mı var?" diye sordu Jake temkinli bir şekilde, kemerini çıkartıyordu.
Trista başıyla onayladı "Senin yok mu?"
Jake başını salladı, sırıttı "Görelim yeteneklerini o zaman"
Trista tek kaşını kaldırıp bunu bir meydan okuma olarak kabul etti. Sırıtarak X-Ray' den geçtikten sonra önünde duran kadın gülümsedi "Kolay gelsin"
Kadın onu eliyle dokunmadan durdurdu "Üst araması yapmam gerekiyor hanımefendi"
Trista sahte oyunculuğunun gülümsemesini hiç bozmadı, aksine kollarını açıp onun aramasını bekledi. Çantalarını koydukları elektronik kutudaydı gözleri, onların eşyaları henüz çıkmamıştı çünkü. Kadın üzerini aradı, yastığın içerisini üstünden eliyle kontrol ettikten sonra eliyle ileriyi gösterdi.
Metal aletin başında eşyaların çıkmasını beklerken Jake erkek güvenlik tarafından kontrol ediliyordu. Bir yandan adamla bir şeyler konuşsa da Jake' in aslında ne kadar sakin olduğunu hissedebilmişti.
Adam aramayı bitirdikten sonra Jake' in ona teşekkür ettiğini duydu. Fakat onun yanına gelirken adamın belinden yavaşça bıçağı çekip hızlıca yere eğildi. "Bir sorun mu var beyefendi?" dedi üzerini arayan güvenlik.
Trista kaşlarını çatmış ne yaptığına bakarken, krem rengi pantolonunun içerisine bir bıçağı yerleştirdiğini gördü. Sırıtmasını saklayarak oyunculuğuna nasıl devam edeceğini izledi. "Hiçbir sorun yok" dedi ayakkabısının bağcığını sıkarak, ayağa kalkıp adamın koluna hafifçe vurdu "bağcığım gevşemiş de, takılıp düşmeyelim"
Güvenlik başıyla onayladıktan sonra Jake lacivert polo tişörtünün yakalarını düzeltti ve yanına geldi. Bavullar onunla beraber perdeli kısımdan çıkınca o bavulları aldı, Trista ise kendi sırt çantasını. "Bravo, güzel roller" dedi Trista bavulunu alıp geri boyun yastığını astı.
"Senin ne yaptığını göremedim" dedi Jake, dış hatlar kapısına doğru ilerlemelerini sürdürürlerken uçağa aslında ne kadar az vakitleri kaldıklarının farkındaydılar.
"Daha hızlı olmayı dene Morgan"
İkisi de bir şey demedi, çıkış kapılarına doğru ilerleyip biniş kartları ile uçağa geçtiklerinde ikisi de dikkat çekmemek adına ekonomi sınıfındaki koltuklarına geçtiler. Trista çantasını ayağının altına alır almaz eğilip fermuarı açtı, koridor kısmında kimsenin olmadığından emin olduktan sonra çantanın gizli kısmına sakladığı silahı alarak beline yerleştirdi ve kapüşonunu kapatıp kırmızı saçlarını gizledi.
Jake hemen yanında koridora yakın koltukta otururken o pencere tarafında oturuyordu. Dışarıya baktı. Brooklyn' de yağmur artık hüküm sürmüyor olsa da Aralık ayının verdiği soğukluk oldukça hissediliyordu. Hava kapalıydı, bulutlar berrak gökyüzünü göstermemek için oldukça inatçıydı.
Trista derin bir nefes aldı, kendini oturduğu mevkiden dolayı biraz sıkışmış hissetmişti. Oturuşunu düzeltip kemerini bağladı ama asla dışarıdan gözünü ayırmıyordu. Aklından David' in ona söylediklerini biran olsun çıkartamazken sesinin beyninin duvarlarında yankılanıyor olmasından hiç hoşnut değildi.
Seni buldurur öldürtürüm.
David, üvey babasıydı. Kendini bildi bileli onun emri altında çalışır sadece onun verdiği görevlere giderdi veya yapardı. Bu gittiği görevde ise içindeki huzursuzluğun nedeni David olduğunu düşünmüyordu. Göz ucuyla Jake' e baktı. Elindeki tabletten bir şeyler karıştırıyordu.
Tekrar kuvvetli bir nefes alıp verdi. Göreve değil de, sanki ölüme gidiyormuş gibi hissetmesi pek durdurulabilecek bir durum değildi.
Burası iyi olanların değil, kötülerin dünyası.
Ve her bir adımımı günahlarımın kefaletini ödemek için değil, yeni günahlara başlamak için atıyorum. Ama şimdi işlerin sarpa saracağını daha yanımda oturan adamı ilk gördüğümde anlamışken, David' den gerçekten kaçtığımı ve sonunda kendime ait günahları işlemek üzere olduğumu hissediyorum.
Londra, beni boş yere çağırmıyor.
Londra bana günahlarımı sunmak istiyor.
Londra bana, özgürlüğümü veriyor.
Beni kandan ve etten bir iblise çevirmek için fırsat sunuyor.
"Bina şemalarını iletmişler" dedi Jake kısık ses ile, "incelediğime göre gerçekten de girişi sağlam ve güvenlikli bir yer." Gözlerini kapattı. Düşüncelerini susturup ona döndü, ama dediği şeyi dinlemektense kendisini inceledi.
Aldığı enerji çok farklıydı.
Bu adamdan tehlike değil, daha faklı bir şey seziyorum.
"Girmek için bilet almamız gereken davet yarın akşam, hazırlanmak için çok bir vaktimiz olmayacak ama olsun hallederiz zaten otelimiz falan hazır"
Trista boş gözlerle tablete bakarken Jake tableti kapattı "Orada mısın?"
Olumlu anlamda başını salladı "Evet, hallederiz sorun yok"
"O esip gürleyen kadına noldu?" dedi Jake önüne bakmaya ve düz bir ses ile konuşmaya devam ediyordu. Uçağın içi gürültülü ve oldukça kalabalıktı, çocuk ve köpek sesleri neredeyse kendi seslerini bile duymaya engel oluyordu.
"Sana bir süreliğine normal davranmaya karar verdim, istersem eğer sonra bir ara dönerim eski halime korkma"
Jake sadece güldü. Trista ise penceresinden dışarıya bakmayı sürdürdü.
♟🎲
The Untold - Secession Studios
Londra, günahkardı.
Gelmiş geçmiş en karanlık suçların başkentliğini yapması ile bilinse de güzelliği ve şehrinin ışıkları bu kanlı defterleri Thames Nehrinin soğuk sularının akıntılarıyla kaybolmuştu.
Fakat ışıkların giremediği o dar sokaklarda atılan çığlıklar, bıçak saplanan insan etlerinin aylarca aynı yerde duran kokuşmuş cesetlerinin kokusunu bastıran tek şey yağan ve asla durmayan yağmurlarıydı.
Şehir cinayetlerini işliyor ve arkasında delil bırakmayacak kadar kendi kendini yıkıyordu.
Kasvet evlerini, sokakların ve suların üzerini bulut gibi kaplarken, şeytanın kendi kanında boğulmasını kimse görmüyordu.
Efsaneler doğru ise eski zamanlarda daha hiçbir binaların kurulmadığı, insanların keşfetmediği, karanlığın ve şeytanın bile günahını yüklemediği ama yağmurun yağdığı bu şehre 2 büyücü gelmiş.
Mor pelerinli büyücüler Thames Nehrinin soğuk suların dibinde durup karşıya baktıkları sırada gök daha fazla yarılmış ve her daim ıslak olan toprağı daha da ıslatmaya başlamıştı.
"Bu şehir şeytan kokuyor" demiş yaşlı olan büyücü. Nehrin arka tarafındaki uçsuz bucaksız yeşilliklere bakarken.
Yanındaki genç büyücü onun baktığı yere baktığında onun gibi görmediğinin farkında olsa da efendisine karşı çıkmayarak susmuş.
Yaşlı büyücü Magnus derin nefesler alarak temiz hava ile ciğerlerini doldurmuş ve gözlerini kapattığında üzerinde olduğu toprakların medeniyetini görmüş. Sevinçle kahkahalar attığı sırada çırağı hiçbir şey anlamayarak korku ile onu seyrediyormuş.
"Bu şehre yağan yağmur gün gelecek bu şehrin günahlarını temizleyecek. Öyle bir gün gelecek ki, şehrin sokaklarından kanlar boşalacak. Öyle bir gün gelecek ki bu toprakları kötülük yönetecek, o gün göklerde kırmızı şimşekler çaksın! O gün kötülük tüm şehre hüküm sürsün ve sokaklarda insanlar değil şeytanlar dolaşsın!"
Gök birden bu laneti kabul edercesine gürlemiş.
Yanındaki genç büyücü pelerinine daha çok sarılıp yaşlı adama bakmış. "Efendim bu büyü şehre ağır gelir"
Büyücü gözlerini kapalı ve yüzüne gelen yağmur damlalarına tepki vermeden bekliyormuş "Değil. Buraya gelecek olan ruhların karanlık kalplerini hissediyorum." yanındaki çırağına bakmış "Her kendini şeytan olarak sıfatlandıran insan aslında maske takıyordur delikanlı. Çünkü gerçek şeytan kendini gizleyendir."
Genç çırak anlamasa da önlerinde akan geniş nehrin hızlanışına bakıp bir anda öyle bir sis çökmüştü ki karşıyı göremez olmuş. Eliyle işaret ederken ustasına döndüğünde boğazında hissettiği kuvvetli yırtılma ile nefes alamamış.
Gözlerinin önüne inen perdeyi aralaştırmaya çalışsa da başarılı olamayıp boğazında kuvvetli bir büyünün olduğunu ve çoktan şah damarını patlattığını hissetmiş. Dizlerinin onu artık taşımadığını fark etti, tam kemiklerinin üzerine düşerken büyü bir çatırtı sesi ile onlarında kırıldığını duydu.
Nefes alamadı, sanki dünyadaki bütün oksijen biranda sıfırlanmış gibiydi. Acı parmak uçlarından saç tellerine kadar çıktığında ise boğazının kesildiği yerde birleşti. Elleri ile boğazını tutmaya çalıştığında çoktan dünyası kararmıştı ve artık geri dönüş olmadığını biliyormuş.
Mor pelerini kanlar içerisinde kaldı, bedeni yaşlı büyücü tarafından ufak bir patlama sonucu un ufak edilirken kan toprağın üzerine ve dereye sızmış.
Magnus gökyüzüne son kez baktığında içinden bir şeyler fısıldamış.
"Suscipiat me diabolus et vendat me domino serpentium." (Şeytan beni alıp yılanların efendisine satsın)
Gök daha fazla gürlemeye başladığında adam gözlerini kocaman açmış, bembeyaz olmuş sakalları ve saçları rüzgarın eşliğinde savrulmuş.
"Non luceat lux in pace donec serpens dominus hanc urbem capit!" (Yılanların efendisi bu şehri ele geçirene kadar hiçbir ışık içinde parlamasın!)
Adamın dizleri de bir anda kırıldı ve yere düştü fakat hiçbir şekilde acı duymadı.
Methanet ile lanetini fısıltıyla bitirmiş "Et adorabit diabolus mulierem illam quae dominus est serpentum..." (Ve şeytan yılanların efendisi olan o kadına tapacak...)
Ve o gün yer ve gök birleşmiş. Yaşlı büyücünün vücudu da aynı çırağı gibi gerilip birden patlayarak infilak etmiş. İkisinin de tüm damarlarında akan kan yağmura karışıp önce oldukları toprağa sonrada Thames Nehrinin dalgalı sularına inmiş.
İki büyücünün de kanı bu efsaneye göre Londra' ya yaramış. Şehir o gün kanın tadını sevmiş ve tüm toprak parçalarının kan ile bulanması için büyük bir arzu ile yanıp tutuşmaya başlamış.
Londra' nın laneti ilk defa o gün göklere duyurulmuş, ilk defa o gün toprağına kan düşmüştü.
Ve bir daha asla da, durmayacaktı.
♟🎲
Trista gözlerini açtığında kapkaranlık uçağın içerisinde oturuyordu. Doğrulup camdan dışarıya baktığında bulutlardan aşağısı görünmüyordu. Gözlerini ovuşturarak etrafa bakındı, uçağın içerisinde sadece koridorun mavi ışıkları yanıyordu. Telefonunun ekranını açtı, karanlığa alışan gözleri bir anlık parlayan ekran ışığı ile kısılsa da hemen kısıp saate baktı.
Gece yarısını üç geçiyordu.
Boynunu düzelterek sol tarafına baktı. Jake yanında değil koridor kısmında oturuyordu. Tepki göstermeden yavaşça kalkıp onun önünden geçti. Uyumuyordu ama ne yaptığından de emin değildi.
Umursamayarak ve üstünü düzelterek uçağın arkasındaki tuvalete doğru gitti.
Ufak kabinin içerisine girip kapıyı kapattığında yanan ışık sayesinde kendine geldi. Musluğu açıp soğuk suyun gelmesini beklerken aynada kendine baktı, yüzünün sol tarafında ufak bir uyku izi çıkmıştı.
Ellerine soğuk su vurmaya başladığında kendine bakmayı bırakıp avcuna doldurduğu soğuk suyu yüzüne iki üç defa çarptı. Kendine tam geldiğini fark edince de gördüğü rüyayı düşünmek için kapağı kapalı olan klozete oturdu.
Tam karşıya baktı, derin bir nefes aldı.
Londra için daha önce duymadığı o efsaneyi birebir olarak görmüştü. Bu onun kaşlarının çatılmasına neden olduğu esnada gördüklerinin tüm detaylarını hatırlamadığını fark etti.
Halbuki daha şimdi gördüm.
Şakaklarına biraz baskı uygulayıp yavaş yavaş döndürdü. İçinde iki tane el midesini kasıp kasıp bırakıyordu ve çok rahatsız edici bir hissiyat ile uğraşmak pek de kolay değildi.
Tüm bunları düşünürken tuvaletin dışındaki perdenin kapandığını duydu ve yırtıcı hayvan refleksi ile birden oraya döndü. Kulak kabartıp dışarıdan gelen sesleri dinlediğinde bir kişinin ayak seslerini çok rahatlıkla işitebiliyordu.
Kaşlarını çatıp dinlemeye devam ettiğinde o kişinin Jake olmadığından çok emindi, elinde tuttuğu silahın horozunu indirdiğini duyduğunda sakince belindeki silahı alıp aynısını yaptı.
Yavaşça ayağa kalktı kapıya kulağını dayadığında hiçbir ses duymuyordu, belli ki dışarıdaki her kimse onu bekliyordu.
Kapının koluna elini koyup biraz bekledi, silahı gene de arkasına saklayarak kilidi açtı ve tam karşısındaki adama baktı.
Kendisiyle aynı boyda, esmer, iri yarı bir herif silahını ona doğrultmuş bekliyordu.
Trista sırıttı "Paralı asker?"
Esmer adamın yüz ifadesi hiç değişmedi, aksine daha da sertleşmişti. Trista kendine doğrultulan silaha açık açık baktı, elindeki silahı ona doğru getirmek yerine yavaşça beline geri oturtup yan gözle perdeye baktı. "Dışarıya temizlik var yazısı koydun mu?"
Adam anlam veremedi. Yüz ifadesinden onu biraz olsun afallattığını fark eder etmez silahı sağ eliyle tuttuğu gibi aldı ve geri ona doğrulttu.
Adam korkmuş gibi gözlerini büyülttü ve bir anda üzerine atladı. İkisi de tuvalet kabinine girince Trista ayağı ile kapıyı kapatıp onu bacaklarının arasına sıkıştırdı. "Kim gönderdi lan seni!"
Adamın boğazlarını bacağı ile sıkmaya devam ederken silahı yüzüne doğrultmaya devam etti, adam nefessiz kalmış gibi onun bacaklarını aralamaya çalışsa da nafileydi. Trista silahı elinden bırakmadan adamın boğazını ellerinin arasına alıp dar alanda düzelmeye uğraştı.
Adam bunu fırsat bilerek Trista nın yüzüne bir yumruk indirip kendini arkaya savurtturdu ve nefes alabilecek ufak da olsa bir fırsat buldu.
Yumruktan etkilenmese de yaptığı hareket gözünü döndürdü. Resmen beyninde sinyaller gidip gelmeye başladı, kulakları çınladı ve elleri kaşınmaya başladı. Adamın silahının horozunu geri avucunun içini kaşırken kapattı.
"Seni kimin gönderdiğini söyleyecek misin yoksa ben mi seni öldüreyim?"
Adam gene konuşmadı, ayağa kalkacağı sırada Trista hamle yapıp üzerine atıldı ve boğazını yakaladığı gibi klozete yöneldi. Kapağını kaldırıp başını içine soktuğunda adam çırpınmaya hatta ona vurmaya başladı.
Saçlarıyla beraber adamı geri çekip suratına eğildi "Duyamadım ne dedin?"
Adam derin nefesler aldı ama tek kelime dahi etmedi, Trista kafasını tekrar suya soktu ama bu sefer kafasını sertçe klozetin kenarına vurdu.
Başından kanlar akmaya başlayınca da adamın silahının horozunu geri indirdi. Ucunda susturucusu olan silahı ensesine ateş ettiği an adam çırpınmayı bıraktı.
Trista yüzünü ekşiterek üzerine baktı, çok hafif kan göğsünün biraz üstüne sıçramıştı. Oflayarak adamı tekmeledi, "Beğendin mi yaptığını aptal seni"
Aynanın karşısına geçip saçlarını açtı, kanın üzerini kırmızı saçları ile kapatmaya çalıştı. Silahı kendi silahının yanına soktu ve dışarıya çıktı.
Perdenin bu tarafına henüz kimse gelmemişti, ama tuvalete girilmemesini sağlaması şarttı. Hemen yan taraftaki dolapları karıştırmaya başladı. Gerçekten temizlik malzemelerinin olduğu dolaplar vardı.
Birkaç çekmeceyi açtığında bulduğu kapı arıza askılıklarını kapıya geçirip dışarıdan eliyle kilitledi. Dışarıdan hiçbir şeyin bozuk olmadığından emin olduktan sonra perdenin arasından çıktı ama geri kapatıp temizlik yazısını da kaldırmadı.
Uçağın ana gövdesi hala daha sadece zeminin kenarlarında olan mavi ışıklarla aydınlatılıyordu. Ses çıkartmadan yürümeye özen gösterdi ve Jake' i oturur halde bulduğunda yavaşça seslenip yerine doğru geçti.
Jake ona bakıyordu ama mavi gözlerinin etrafı öyle kırmızılaşmıştı ki, neredeyse karanlık ile birleştiğinde korkutucu bir hal almıştı.
Trista aralarındaki koltuğun kol yerlerini kaldırarak kendisine daha geniş bir alan açtı, her ne kadar bacaklarının uzunluğu için yeterli olmasa da gene de biraz uzatabildi. Belindeki silahı çantaya geri soktuğunda Jake onu gördü. "Neler oluyor?"
"Sen uyumaya devam et" ona doğru yaklaşıp fısıldadı, eliyle arkayı gösterdi "şuan tuvalette ölü bir adam var eğer damalarındaki kan biz inene kadar tamamen boşalacak olursa da büyük ihtimalle kapının altından sızarak koridoru yıkamaya başlar."
Jake etrafı kontrol edip panikle ona yaklaştı "Ne yaptın sen" sesi öfkeli çıkıyordu. "nasıl büyük bir riske girdiğinin farkında mısın acaba?"
Trista geri yaslanıp sırtını cama koydu, "Bana silah çeken birine ne yapsaydım?"
Jake derin bir nefes alıp düzeldi, koridora geri öne bakmaya devam etti. "Tanrı' ya dua et de kimse bulmasın"
Trista gözlerini kapatırken sırıttı, "Sen Tanrı' na dua edebilirsin, ben kendime güvenmeyi seçiyorum"
Uykuya dalamadı, Jake sürekli olarak koltuğu bacağı ile sallıyordu. Uykuya dalmak gibi bir düşüncesi olmasa da gözlerinin şişmemesi için uyanıklık ile rüyanın arafında bir kaç saat takılı kaldı.
♟🎲
Uluslararası Heathrow Havalimanına sıkıntısız bir şekilde indikleri anda kapıda onları almaya gelen simsiyah bir Volvo araca bindiler.
Geri kalan yolculukları sıkıntısız geçtiği gibi, tuvalette kokuşmak üzere olan iri yarı esmer cesedi kimse fark etmemişti.
Ama daha Londra' ya inmeden onun için cinayet işlemeye başlamıştı. Ve bunun farkındaydı.
Uykunun ince çizgisinde yürürken adamın kim olduğuna dair kafasında ufak çaplı araştırmalar yapsa da, cevap sonuçsuzdu. Kim olduğunu bilmiyordu, sadece aklında David' in gönderebileceği yer alsa da farklı bakış açılarından bakıldığı zaman o da manasız geliyordu.
Araca biner binmez Jake öndeki adama doğru baktı "Savoy' a lütfen"
Şoför sessiz kalarak hafifçe gaza bastı ve yoluna koyuldu.
Trista büyük makam aracı gibi olan araçtan dışarıya baktığında daha güneşin bile doğmadığını fark etti ve esnedi.
Gözünü camdan hiç ayırmadı, Londra' nın sokaklarını geçtikleri kadarı ile ezberlemeye çalıştı.
Londra' ya daha önce hiç gelmemişti, fakat bu kadar karamsar bir şehrin arkasındaki nefes alabilme lükslüğü onun için beklenmedik olmuştu.
İlk başta çıktıkları otoban dünyanın her yerinde görülebilecek yapıya sahipken tek farklı yol kenarlarında binalar değil, nefes alabilmek için gerekli olan ağaçlardı.
Şehir merkezine biraz daha yaklaştıklarında ise rengarenk evlerin yanı sıra büyük parklar, tarihi yapılar onları selamladı. Westminster' ın biraz üstü olan Marylebone' a girdiklerinde gerçek mimari ile karşı karşıya kaldı.
Kahverengi ve kırmızının birleştirildiği eşsiz renkler apartmanların ve nispeten müstakil olan evlerin dış rengiydi. Her pencerede mutlaka renkli çiçekleri içeren saksılar, yollarda geçen iki katlı kırmızı otobüsler vardı.
Çok geniş parklardan ve krem rengi birleşik apartmanlardan geçtiler. Gökdelenleri daha uzaklarda görebilse de aslında bu krem mimari oldukça iç açıcıydı.
En sonunda Covent Garden yoluna girdiklerinde her yer ağaç olmaya başlamıştı, ünlü olduğunu düşündüğü geniş ve trafiğin daha çok olduğu caddeye girdiklerinde daha sabahın ilk saatleri olmasına rağmen insanların haraketliliği dikkatini çekti.
Araç geniş bir kuytuya girdiğinde camdan bakmayı kesti çünkü artık otelin karşılama lobisindeydiler.
Durduklarında kendi tarafındaki kapıyı açan şoföre teşekkür ederek indi, çantasını düzelterek etrafa bakınırken İngiltere bayraklarının büyüklüğüne ve aydınlatmanın fazlalığına şaşırdı.
"Gel hayatım, odamız hazırmış"
Jake' e doğru sakince döndü ve ilerledi, o çoktan bavulları teslim etmişti.
Trista ona uzattığı ele baktı, yüz ifadesini değiştirmeden tuttu. Soğuktan buz kesmiş eli böylesi bir sıcağa maruz kaldığı an yine ufak bir elektrik kıvılcımı hissettiler ama rollerinden çıkmadılar.
Jake kaşlarını çatıp ona bakarken geniş kapıdan içeriye girdiler ve çok fazla sarı ışığa maruz kaldıkları için gözleri kendiliğinden kısıldı "Ellerin fazla soğuk" diye itiraf etti bu sefer.
Trista söylediğine cevap vermedi "Siz İngilizler biraz fazla abartı seviyorsunuz"
Hol ve resepsiyon kısmı öylesine büyük ve altın kaplamalarla süslüydü ki Trista gerçekten boğulduğunu hissetti. Işıklar yanıyor, her yerde çalışanlar daha sabahın çok erken saatleri olmasına rağmen koşuşturuyordu. Kafasını nereye çevirse bayrak ve ufak İngiliz müzikleri duyuluyordu.
Zemin kırmızı hali ile döşenmiş, girişin hemen sağ kısmında çok geniş merdivende dahi eksik değildi.
Şamdanlar, kapının tam karşısındaki resepsiyonun arkasında yazılı olan Savoy imgesi, küçük Londra haritası üzerinde otelin ve gezilebilecek minimum yerlerin haritası, içeride yankılanan tabak ve kadeh sesleri...
Boğulduğunu hissetti.
Asansöre bindiklerinde ilk işi elini bırakmak oldu. 2. kattaki odalarına çıktıklarında ise kasvet devam ediyordu.
Odaların kapılarının arasında bırakılan geniş boşlukların aralarında büyük yapraklı yeşil bitkiler veya büyük konsollar ve duvara asılı olan aynalar vardı. Kimi duvarda boş bırakılmış ve eski kraliyet ailelerinin fotoğrafları veya Londra' nın eski görüntüleri yayımlanmıştı.
Duvar kağıdı kumaş görünümlü uzun ince çizgilerden oluşan krem kahveydi. Yerler yine kırmızı hali ile düzenlenmişti.
Jake kapıdaki personelle konuşurken 13 numaralı odaya girdi.
İlk izlenimi odanın beyaz sabun kokuyor oluşuydu.
Sağ tarafta ufak bir banyo, sol girişte boylu boyunca gömmeli dolaplar vardı. Dolap kapakları tamamen aynadan olduğu için dar olan giriş holünü ferahlatıyordu.
Bir kaç adım sonra odanın esas yerine yani yatak odasına girdi.
Sağ taraftaki kuytuda iki buçuk kişilik olduğunu tahmin ettiği geniş, krem ve altın renkler ile örtülmüş büyük bir yatak üzerinde de duvarda asılı bir Westminster Abbey manzaralı tablo vardı.
Yatak başlığının arkasında krem rengi ışıltılı duvar kağıdı odayı derinleştiriyordu. Yatağın ayak ucunda ise kahverengi bir oturma takımı, minibar, büyük sayılabilecek bir televizyon ve altında da şömine vardı.
Trista tam karşıda tül perdelerin birbirleri ile dans ederken sakladıkları balkona çıktı.
Thames nehrini görüyordu ve London Eye Dönme dolabının tüm ışıklarını net bir şekilde seçebiliyordu.
Kapının kapanma sesini duyduğunda kapüşonunu çıkartıp saçını çözdü. "Londra birimi bizden fazla kazanıyor herhalde"
Jake oda kartlarını komodinin üzerine bırakarak "David ayarlamış"
Hiç şaşırmadım.
Trista başını sallayıp saçlarını havalandırdı, "Umarım koltuklar rahattır" dedi yatağın yorganını kaldırıp içine gömülünce. Yatağın içerisi oldukça serin ve yeniydi, rahat yatak o kadar yumuşaktı ki içine gömüldüğünü ve kaslarının gevşediğini hissetmişti.
Biraz olsun kendini cennetin kapısında düşündü.
Jake' in belli belirsiz sırıtmasını duydu, yanındaki yastığı alıp koltuğa doğru ilerledi. "İyi geceler"
Trista cevap veremeyecek kadar rahattı.