Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm; Yakamozun Dansı

@elifazrad

 

 

A Dream - Diana Monserati

 

Sabahın ilk ışıkları Londra' nın üzerine öyle bir çökmüştü ki, soğuk olan ülkeye biraz olsun ısıtacak bir gün olacağının haberini çoktan vermişti. Gökyüzü berrak ve temizdi, bulutlar sırra kadem basmış ve tahtlarını güneşin parlamasına bırakmışlardı.

Ünlü kilise Westminster Abbey, ziyaretçilerine açılmış, parklardaki çimler özenle biçilmiş, turistler ellerindeki kameralar ile her yeri çekmeye başlamış, ufak butik kahvaltıcı ve kafeler kepenklerini kaldırarak masalarını silmiş müşterilerini bekliyordu. Şehri iki kıtaya ayıran Thames nehrinde ise ticaret çoktan başlamıştı.

Covent Garden' ın sahil şeridinde kalan Savoy otelin 2. katındaki 13 numaralı odaya güneş usul usul balkonundan vuruyor, hatta cüretinin sınırlarını fazlaca aşarak içeriye de giriyordu.

Büyük beyaz yatağın içerisinde deliler gibi dinlenen Trista gözlerini aralamak istemiyor hatta inadına yumuyordu, bu yatak şu zamana kadar yattığı en rahat yataktı. Güzelce gerilerek yumuşaklığı ağırlık yapmayan yorganı üzerinden istemeyerek ayırdı.

Odanın içini usulca kokladı, artık beyaz sabun değil sıcak kokuyordu.

Bu kokudan rahatsız olmasa bile, sevdiği söylenemezdi. Ayılmasına ve gerçeği idrak etmesine sebep olan Jake' in sıcak kokusunu yine anlamlandıramayarak gözünü açtı. Gözünü açar açmaz gördüğü şey karşısında kaşlarını resmen çattı, daha sonrada kısık bir kahkaha patlattı.

Yatağın içerisinde sola doğru dönüp gülmesini bitirirken Jake' in balkondan gelen sesi onu bastırdı "Neye gülüyorsun?"

Trista acele etmeden doğrulup yatağa oturdu, birimdeki yatağından kalktığında yaptığı gibi belini kütletmesi gerekmediği için kısa bir mutluluk duydu. "İngiliz fantezileri ne kadar da geniş böyle"

Jake de kısık sesle güldü, balkondan içeriye girip ayakucunda durarak ona baktı "Tavanda ayna olması o kadar da büyük fanteziye girmez bence"

Trista yataktan saçlarını karıştırarak kalktı, alayla gülerek ona baktı "Lütfen kendi fantezilerini sıralama"

Çoktan hazır olduğunu fark ederek üzerinde baktı. Siyah bir palazzo pantolon, beyaz rengi polo bir tişört ve boynuna astığı gene siyah uzun kollu bir tişört ile hazırda bekliyordu. Kol kasları tişörtünün kollarını doldurmaya yettiği gibi bir de omuzlarını daha net gösteriyordu.

Elinde beyaz, büyük kupayı yudumladı. Gözlerine baktığında ise hala kıpkırmızı olan gözlerinin mavisi korkutucuydu "Sen uyumadın değil mi?"

Kaşlarını yukarıya hayır anlamında kaldırdı, "Ama hazırlanırsan sevinirim. Kahvaltı saatini biraz geçmek üzereyiz"

Trista oflayarak dolaba yöneldi. "Bakıyorum da benden habersiz bir yerlere gitme kararı bile almışsın." Bavullarını göremeyince kapakları açtı, dolabın içerisinde tüm kıyafetler asılmış duruyordu. Sinirle kapağın ardından Jake' e baktı "Sen mi yerleştirdin bunları?"

"Savoy oteli kurallarıdır. Kıyafetlerine el sürmedim, bakmadım bile. Sabahın erken saatlerinde temizlemeye gelen hanımefendi yerleştirdi"

Trista üst dudağını anlık bir refleks ile yukarı kaldırdı, "İyi" dedi eline bir kaç parça kıyafet geçirip hızla banyoya girdi. Elindeki kıyafetleri konsolun üzerine bırakıp dün geceden kalan beyaz eşofman takımlarını çıkartıp kirli sepetinin içerisine attı. Ayılması gerektiği için duşa kabin başlığını soğuk suya ayarlayıp biraz mızıkçılık yapsa da vücudu ile soğuk suyu birleştirdi

Ne uykusu kalmıştı ne de beden yorgunluğu.

Soğuk suyun altında hareketini bırakmadan metal duvar askısında yer alan şampuanların kadına ait olanlardan birini aldı. Kapağını açar açmaz ortama yayılan vanilya kokusu ile neredeyse kusacaktı.

"Üfff leş gibi kokuyor!"

Her ne kadar kullanmak istemese de mecburiyetten saçlarını yıkayıp bol su ile durulandı. Havlulardan birine sarılıp suyun altından nispeten daha sıcak olan banyoya girip aynanın karşısına geçti.

Güne hızlı başlangıç yapmıştı.

Hemen saçlarını havlu ile kurulayıp taradı, düz durması için fön makinası ile ufak el yordamı bir işlem yaptı. Dümdüz saçlarını arkasına attıktan sonra temiz çamaşır giyip altına beyaz palazzo bir pantolon, üzerine de omuzları düşük uzun kollu siyah hafif kalın bir bluzu girip omuzunu düzeltti. Üşüyeceğini tam bilmiyordu çünkü Londra hava durumuna pek hakim olmadan hazırlamıştı bavulunu.

Açık kalan omuzları ve boynunu süsleyen kolyesine baktı. İnce zincirin ucunda yeşil bir zümrüt taşı ve zümrüttün etrafını saran altın rengi ufak bir yılan vardı. Hafifçe kolyeye dokundu, kendini bildi bileli boynundaydı. Nereden geldiğini, kimin olduğunu ve ne anlam ifade ettiğini bilmiyordu.

Küçüklüğünde onu boynuna David takmıştı. David' e sorduğunda sert bir tokat yemişti. Cevabını alamamıştı.

Kolye sanki ona aidiyet duygusunu kamçılıyor gibi hissediyordu.

Derin bir nefes alıp saçlarını tekrar arkaya savurdu. Beline ince siyah, tokası altın renk olan bir kemer taktı. Gözlerinin altının morluklarını hafif bir kapatıcı ile perdeledi ince siyah eyeliner çekti. Makyaj çantasını karıştırırken kırmızı hafif parlak bir ruj dikkatini çekti, hemen çıkartıp nemli dudaklarına sürdüğünde hoş görüntüsü onu tatmin etmişti.

Gerçek insana benzediğine emin olarak dışarıya çıktı.

Banyodan çıkıp kapaklarını açık bıraktığı dolaba gitti, siyah dikdörtgen güneş gözlüğünü saçlarını bozmadan başının üzerine yerleştirirken oda arkadaşı seslendi "Hazır mısın?"

"Evet"

Dolabın içerisinden ufak, üzerinde altın rengi Yves Saint Laurent markalı, siyah el çantasını bulup çıkarttı. İçerisine sahte kimliğinin olduğu kartlığını, birime ait olan kredi kartlarını, ufak çakısını koydu.

Anason kokan parfümünü sıkıp ayağına da çantası ile aynı marka olan ince siyah topuklu ayakkabılarını giydiğinde dolabın kapağını kattı. Dolabın dış kısmındaki aynadan kendine bakmak istese de hemen yanında Jake dikiliyordu.

Onu baştan aşağıya süzüp baktı, "Uyumlu görünüyorsun"

Sırıttı "Oyunculuk sertifikam var"

Jake onunkine benzer güneş gözlüğünü gözlerine siper ettikten sonra beraber odadan çıktılar.

Savoy otelin araç karşılama bölümünden çıktıktan sonra Trista yolun iç kısmında boşta kalan eli ile çantasını usulca sallarken diğer eli Jake tarafından tutuluyordu.

Ellerimi yıkamak istiyorum.

"Seni buranın güzel bir kahvaltıcıya götürüyorum. İngiliz ve Fransız karışık bir usul ama beğenirsin. Yürütmemin nedeni de Londra' yı biraz olsun tanıman için"

Trista ona döndü, yol resmen cıvıl cıvıl insan kaynıyordu "Soru sormadım Morgan, karnımın doyması emin ol yeterli."

Jake güldü, "Eee anlat bakalım rahat mıydı yatak?"

Bu sefer Trista da aynı şekilde güldü, hatta gülmesini susturamamış gibi lafının arasında konuşmaya çalıştı "Oldukça iyiydi, içinde gömülmüşüm resmen"

Jake boşta olan eli ile ensesini kaşıdı "Koltuk için aynısını söyleyemeyeceğim"

Yolları geçtiler, Trista geçtikleri her yolu ezberledi. Jake' e olan rol yakınlığını fazla abartmak ve onun çizgilerini aşmasını istemediği için sustu. Bu sayede Londra' yı inceleme fırsatını yakaladı.

En sonunda ara sokak sayılabilecek bir yerdeki ufak siyah beyaz panjurları olan Côte St Martin's Lane isimli yere geldiler. Trista ikisinin mekan ile uyumuna içinden güldü.

Hemen dışardaki iki kişilik masalardan birine oturdukları an garson önlerine iki tane menü bırakıp gitti. İkisi de güneş gözlüklerini masaya bırakıp menüye baktılar.

Menü aşırı geniş kapsamlı, ara sıcaklardan, çay ve içkiye kadar uzanan üç açımlık bir kartondu.

Fiyatları normal bulsa da İngiliz usulü bir kahvaltı pek bulamadı. Garson tekrar yanlarında bitti. "Karar verdiniz mi efendim?"

Trista adamın daha yüzüne bakmadan çok küstah bir insan olduğunu anlamıştı.

Jake kibarlıkla siparişini verdi "Côte Kahvaltısı alayım, fakat içerisindeki domuz pastırmasını orta pişmiş yaparsanız sevinirim. Espresso Martini' ye hala Fransız Vanilya şurubu kullanıyor musunuz?"

Garson evet anlamında başını salladı, Jake menüyü teslim etti "Bir tane de Espresso Martini o zaman, teşekkürler"

Adam gene bir şey demedi, sadece menüyü alıp ona döndü. "Neden her şey Fransız usulü?"

Garson kaşlarını çatarak hafifçe öksürdü, "Ne demek istediğinizi-"

"İngiltere' de Fransızlara özgün şeyler olması biraz abartı. Menünüze biraz olsun kendi ülkenizin yemeklerinizi koymanızı tavsiye ederim. Aynı tabaktan bende istiyorum fakat yan olarak Sıcak Domates salatası. İçecek olarak da taze sıkım portakal suyu" dedi ve adama menüyü uzattı.

Garson menüyü alıp kolunun üzerine koyarken "Portakalımız yok maalesef"

"Sokağın başındaki markette vardı, baya da güzel gözüküyorlardı. Washington portakalı olmalı" dedi Trista Jake' e döndü. Garson hiçbir şey diyemeden bir kaç saniye baktı ve içeriye girmek zorunda kaldı.

Jake sessizce "Biraz daha kibar olamaz mısın?"

Trista başını iki yana sallayarak bacaklarını masanın biraz dışına çıkarttı "Olamam. Küstah herifin tekiydi daha menü verişinden belli. Bu tarz insanlar çalışmayı ayırt edip benim neden Porshce' m yok diye sayıklarlar." ayaklarını hafif hafif sallarken dükkanın önündeki kara tahtada yazan yazıya baktı.

The best croissant and coffee address after France! (Fransa' dan sonra en iyi kruvasan ve kahve adresi!)

Başını iki yana sallayarak Jake' e döndü. Elinde kalın ve uzun bir sigarayı tüttürmek ile meşguldü, "Burası İngiltere. İnsanlar genel olarak kibar karşılanmayı severler. Buraya gelme sebebimizi ve dikkat çekmemiz gerektiğini unutma. İnsanlara düzgün bir profil vermeliyiz"

"Bunu yıllardır milletin madenlerini sömüren bir ülkenin çocuğu mu söylüyor?" dedi Trista sinirle. "Bana ders ver diye gelmedin buraya, kendine gel istersen. Daha ilk günden aramızı bok etme, yoksa bu görevi burnundan gelmesine neden olurum." güneş gözlüğünü taktı " Ayrıca uçakta sen aval aval bakarken ben arkada birini indirdiğimi düşünürsek senin ders alman gerekiyor"

Jake sigarasının külünü silkti ve hiçbir şey demedi. Yaklaşık 10 dakika sonra da iki büyük tabak ve ortaya söylediği sıcak domates salatası geldi.

Trista önce merakla söylediği salatanın tadına baktı. Kırmızı domates, ızgara kabak, közlenmiş kırmızı biber ve arpacık soğan gibi güzel malzemelerin birleşimi ile güzel kokular yayıyordu.

Önlerindeki tabaklarda ise klasik bir İngiliz kahvaltısı vardı. Kızarmış ekmek, pastırma, patates, sosis, kestane mantar ve fasulyelerden oluşan çeşidi bol ama mide açısından fazla karışıktı.

Jake' in Martinisi geldiğinde aslında oldukça hoş bir görünüm vardı ama Trista önüne koyulan bardaktan pek hoşnut görünmüyordu. "Bu portakal suyu değil"

"Efendim?" dedi garson, yine küstahça.

Trista pastırmadan biraz kesip ağzına attı, "Portakal suyu fazla berrak. Belli ki hazırını koyup getirmişsin. Taneleri süzecek kadar da işini sevdiğini düşünmüyorum."

Garson da Jake de şok olmuş şekilde ona bakarken o kahvaltısından kafasını kaldırmadı. "Americano alayım, orta boy bir fincanda olursa sevinirim"

Garson sesini bile çıkartmadan portakal suyunu alıp giderken yutkunduğunu duydu. Trista pastırmayı biraz mantar ile birlikte ağzının içinde birleştirip önüne gelen bir tutam saçını geriye attı "Farklı bir lezzet evet ama kesinlikle pastırma az pişmiş olmalıymış."

Jake Martiniden bir yudum alıp geri bıraktı, "İngiliz kahvaltısını sevdin mi?"

Trista çoktan sosis ve ekmeği yemeye geçmişti, "Aslında pek sayılmaz. Çok uçuk lezzetleri birleştirmişsiniz, misal bence fasulye yerine yumurta olmalıymış. Fakat bir Amerikan kahvaltısına göre iyi"

Ortadaki domates salatasından bir çatal aldı "Bu uzun bir süre favorim olacak"

Kahvesi de masaya geldikten sonra kahvaltıyı daha rahat silip süpürdü. Fasulyeyi en sona bıraktığından dolayı daha sonrasında da yemedi.

Sessiz sedasız kahvaltılarını bitirip mekandan çıktıklarında Jake gene onu bir yerlere doğru sürüklemeye başladı. Güneş artık daha da tepedeydi, karınları da doymuş olduğundan gerginlik biraz olsun gitmiş gibiydi.

Daha sakin yürüyerek nehrin kenarındaki Victoria Embankment Gardens: Whitehall tarihi parkına kadar indiler, Trista etrafa bakınarak sordu "Davet saat kaçtaydı?"

"Akşam, saat 4 de. Otelin önünden bizi almaya gelen bir araç olacakmış"

Başıyla onaylayıp yürümeye devam etti. Temiz havanın hasreti ile bol bol nefes alıp sanki duracakmış gibi Brooklyn' e de ayırmak istiyordu.

Geniş bir bahçeye girdiklerinde Jake elini bırakıp ceplerine soktu ve daha yavaş yürümeye başladılar. "Anne ve Babanı hiç merak etmedin mi?" diye sordu birden bire.

Temiz havanın tadını yarıda bıraktı, tepki vermeyerek cevapladı "Hayır, kimliksizim bu kadar uzun yıllardır."

Jake yeni bir sigaraya yaktı "Peki neden David' e baba diyorsun?"

"Sorguda mıyız memur bey?" dedi Trista yürümeyi bırakıp bu sefer öfke dolu baktı.

Jake başını iki yana salladı "Tanımaya çalışıyorum"

"Buna gerek yok, bu bilgileri görevde kullanmayacaksın. Özel hayatımı bilmen için sebebin yok

Bir anlığına durup ona döndü. Jake o an ona sanki daha önceden tanıyormuş gibi bakıyordu, yüzündeki duygusuz ifade her ne kadar sabit olsa da gözlerindeki ifade bambaşkaydı.

Gözler yalan söylemez, derdi onlara kılıç kullanmayı öğreten ustası. Eğer birini avlamak istiyorsanız gözlerinin içine bakmayın, bu beyninizdeki planları ortaya çıkartır.

"Aradığın şeyler o kadar da gizli olmayabilir, Trista" dedi Jake, derin bir nefes aldı ve yola devam etti.

Demek istediği anlayamamakla beraber olduğu yerde kalmıştı.

Aradığın şeyler o kadar da gizli olmayabilir, Trista. Beyninde bu cümle tekrar tekrar döndü. Arkasından baktığında tüm dik yürüyüşü ile yürümeye devam ediyordu.

Ağzını hafifçe araladı ama devam etmedi, söylediği şeyi biraz olsun düşünmek için kendine zaman ayırmanın daha sağlıklı olacağına inandı. Seni tanımayan bir yabancının dediklerine neden inanıyorsun ki? Üstelik saçma sapan cümleler kuruyor.

Biraz arkasından yürüyerek devam etti, parkın ortasına geldiklerinde geniş bir çimenliğin önünde durdular "Neden buraya geldik?" diye sordu.

"Şu heykeli görüyor musun?"

Gözleri ile gösterdiği sağındaki heykele döndü. Parkın orta kısmında, arkadaki The Royal Horseguards isimli 5 yıldızlı otelin önünde siyah adam heykeline baktı, etrafı renkli çiçek çemberi ile bezenmiş ve iki üç adım aralıklar ile palmiye ağaçlarıyla çevrilmişti.

Siyah adam uzaktan bakılınca çok anlaşılmasa bile bir pelerini vardı ve sanki kılıcı kınından çıkarmaya çalışır gibi bir hali olsa da elindeki bir kâğıt tutuyordu. Sanki bir mezarlık gibiydi, adamın ayakta durmasını sağlayan platformda bir şey yazdığının farkındaydı ama biraz daha dikkatli bakması gerekiyordu.

"Evet" dedi usulca, çaktırmadan yazıya odaklandı.

Jake hiç oraya bakmadan parkta yavaşça yürümeye devam etti "Orası birim" ona baktı "sen şuan Henry Bartle heykelini görüyorsun ama ben şuanda cam koridorda bana el sallayan kız kardeşimi görüyorum"

Usulca gülümsediğini gördü, hafifçe insanlara pek göstermeden el salladı. Trista kaşlarını çatmış bakmaya devam ederken ona yetişti "Özel birim..."

Jake başıyla onaylayıp sigarasını yere attı, "Bir takım güçlerle korunması gereken nadir yerlerden biri Londra."

"Neden peki?"

"Karanlık geçmişi yüzünden, zamanında Londra birimine baskınlar yapılmış ve çok kez patlatılmış. Bu şehirde suç oranı fazla, bu yüzden birimin düşmanları da fazla. Üst düzey bir koruma ile de mecburi olarak korunmaya alındı"

Trista ses tonundaki değişime odaklanmaktan anlattıklarını pek anlamasa da yoluna devam etti. Biraz daha yürüyüp Londra' nın belli başlı yerlerini gördüklerinde Jake geriye döndü "Hazırlansak iyi olur"

Başıyla onayladı ve geldikleri yolu gerisi geriye yürüyerek otellerine ulaştılar.

 

 

 

 

♟🎲

 

 

 

Fire Of Zeus- Ryan Amon

 

 

"CPS nerede?"

Tabletteki ekrana bir kaç hamle yaptıktan sonra önünde açılı olan ekrana Londra haritası yayıldı. Bilgisayar bir kaç saniye tarama yaptıktan sonra kırmızı nokta Victoria Embankment Gardens: Whitehall parkının üzerinde hızlıca yanıp sönmeye başladı.

David resmen burnundan soluyarak iki eliyle masaya tüm hiddeti ile vurdu. Yanında duran asistan az daha elindeki tableti düşürüyordu.

"Seni adi piç!"

Derin nefesler alarak ekrana gözünü kırpmadan bakmaya devam etti. Trista parkın sonuna doğru geldiğinde durdu, David hala daha ne yapacaklarına bakarken birden geriye doğru yürümeye başladılar.

Birimin etrafında ring attırmak mı? Seni yarım akıllı onu benden kaçırmak için çok iddalısın.

Birimin hizasına kadar yaklaştıklarında nefesini tekrar tuttu, daha yavaş yürüyor olmaları onu çileden çıkartmak üzereydi. "Sen dışarı çık, tableti de buraya bırak"

Asistanı tableti usulca masaya bırakıp seri adımlarla dışarıya çıkıp kapıyı kapattı. David artık nefes alamıyor gibiydi, konum git gide yavaşlıyor ve birimin önünden bir türlü ayrılmıyorlardı.

Fakat sonra parkın çıkışına doğru adımlarını hızlandırdıklarını görünce tuttuğu nefesi ile birlikte kendini sandalyeye bıraktı.

Masanın üzerindeki kapattı ve bilgisayarların altındaki kasalardan birine koyup kilitledi. Bilgisayarı parçalamamak için kendini çok zor tutsa da Trista' yı takip edebileceği tek takip edebileceği ekran buydu.

Boynundaki kravatı biraz aralayıp rahat rahat nefes aldı. Cebindeki son model telefonunu çıkartıp rehberdeki aramalarının en altında olan kişiyi buldu. Derin bir nefes alarak numarayı sağa kaydırıp kulağına götürdü.

Telefon her çaldığında damarlarındaki kanın çekildiğini ve ofisteki onca klimaya rağmen terlediğini hissetti. İki üç çalıştan sonra operatör sesi yarıda kesildi "Ne var, David?"

Bu kalın, orta yaşta, tok kadın sesini duyduğunda kendini ölmüş olmayı diliyordu ve bunu yaparken kendini ayaklar altında ezilmiş bir sıçandan daha berbat hissediyordu. Sadece bu ses ile baş başa kalmamak için kafasına sıkacak çok fazla insan tanıyordu.

"Ufak bir sıkıntı var" dedi kekeleyerek.

Boğazını ses çıkartmadan temizlemeye çalıştı. Kadının nefes verişinden bir yere yaslandığını duyar gibi oldu "Yine hangi sıkıntıyı çözemediğinde beni bu berbat sesin ile konuşturmak gibi bir cürette bulunuyorsun?"

Diksiyonuna ve konuşmasındaki sakinliğin ardından gelen yılan zehri tehditlerine tekrardan bayıldığını fark etti. Gizli bir hayranlık besliyordu, celladına aşıktı.

"Trista, dün Londra' ya indi. Fakat maalesef ki her şey planladığım gibi gitmiyor. Jake onu birime kadar götürdü, içeriye girmeseler de o artık neresi olduğunu biliyor"

Dehşet verici ses sustu, hatta o kadar uzun sustu ki David kalp çarpıntısı geçirmek üzereydi. "Burada sıkıntılı bir şey göremiyorum"

"Ama sen-"

"Ama sen ne David!" ellerini titretircesine haykırdı. "Abbey' i kendin kadar salak mı zannediyordun?"

David derin nefesler alıp sesini çıkartmaya zorladı "Hayır, tabii ki onun ne kadar zeki-"

"Abbey Jake' i bile bile senin ağzına göndermedi, Trista' yı oradan almak için gönderdi ve onun Londra' da kalması için elinden gelenin fazlasını yapacak." bu sefer daha sakin gürlemişti. "Ve sen" diye devam etti "eğer ki dediklerimden dışarıya çıkacak olursan, seni ufak bir ip parçası ile öldürürüm. Artık onu rahat bırakacaksın, o artık benim!"

David sanki o görüyormuş gibi başını aşağı yukarı salladı "Tamam, evet, evet."

"Git kendine oynayabileceğin başka bir kukla bul, çünkü o benim kuklam. Şimdi bir daha beni aramadan önce cesaretinin son damlalarını bir bardağa doldur ve öyle ara"

"Peki, Theodora..."

Hat kesildi.

 

 

 

 

♟🎲

 

 

 

 

Lost - Annelie

 

Öğlen vakti Londra' yı biraz balkonda oturup izlemek onu rahatlatmıştı. Thames Nehrinden geçen küçük kayıklar ve büyük gemiler birbirlerine hiçbir şekilde temas etmeden geçiyor, London Eye ise buraya oturduğundan beri hiç durmadan dönüyordu.

Karşı taraf, haritadan bakıp anladığı kadarıyla South Bank, aşırı derecede canlı ve metropol gibi gözüküyordu.

Londra onun için şu anlık ikiye ayrılmış bir şehirdi, Thames Nehrinin sol tarafı yani kendilerinin olduğu kısım onun için daha ufak şehir havası verirken sağ taraf daha insan etinin fazla olduğu kısımdı.

Güçlü bir nefes alıp göle bakmayı kesti. Bu temiz hava onu resmen mayıştırıyordu.

Geniş ağızlı, üzerinde pembe mavi gül desenleri olan, porselen çay fincanında son kalan İngiliz çayını yudumlayıp tabağına bıraktı.

Odanın ufak balkonunda iki kişilik hasır sandalyeler ve cam bir masa bulunuyordu. Duvarlarda gece aydınlatmaları, yerlerde ise dışarda yaşayabilen geniş yapraklı bitkiler vardı. Boş kalan bir duvarda camdan yapılmış kar taneleri ve yapay karlardan yapılmış bir duvar süsü asılıydı.

Üzerindeki beyaz polara biraz daha sarılıp bacaklarını kendine doğru çekti. Altındaki kısa şort çok akıl karı olmasa da üşümek biraz olsun iyi hissettirmişti. İçeriye odaya baktı, hafif rüzgar düz tül perdeleri savuruyordu.

Jake odada yoktu, geldikten sonra kıyafetlerini alıp hazırlanacağını söylemiş ve dışarıya çıkmıştı. Akşam saat tam 4 de kapıda buluşacaklarını söylese de Trista daha kalkmamıştı bile.

Masanın üzerinde duran telefonunun kilit ekranını açıp saate baktı. 3 e geliyordu.

Üzerindeki poları bıkkınlıkla atıp içeriye girdi, balkonun camını kapattı. İçerisinin klimalarını sıcak ayara getirip çalıştırdı. Telefonundan Down To The Bottom şarkısını açıp bir anlık enerji ile başını sallamaya başladı.

"Baby, I need light. I need fire!" (Bebeğim ışığa ihtiyacım var. Ateşe ihtiyacım var!)

Neşelenerek kendini enerjik olmaya zorladı. Dolabının kapağını açarak bu davet için planladığı elbiseyi alıp yatağın üzerine bıraktı. Askısından çıkartıp kumaşına bir kez daha bakarken kapıya gözü takıldı.

Ufak ufak şarkıya uygun ıslıklar çalarak tekli koltuklardan birine baktı ve ona ilerledi.

Sandalyenin iki yanından tutarak kapının önüne kadar sürükledi ve tam olarak yasladı. Daha sonra kendisini daha güvende hissettiğinden emin olarak odaya geri ilerledi.

Üstündeki şortu ve uzun kollu tişörtü çıkartıp yatağın üzerine fırlattı, önce kolundaki bandajı değiştirip sıkı ve sağlam olduğundan emin oldu. Daha sonrasında elbisenin çok derin bir göğüs ve bacak dekoltesi olduğu için uygun bir iç çamaşırlılarını alıp giydi.

Elbiseyi dikkatlice üzerine geçirip arkasındaki ufak fermuarı kapattı. Elbisenin yerlere sürünen eteklerini toplayarak aynanın karşısına geçtiğinde görüntüsü karşısında sırıttı.

Çok da abartılı olmayan omuz vatkaları, iki göğsünün altında biten bir dekolte, üst bacağının ortasına kadar olan derin yırtmaç karşısında kendisine mest olmuştu.

Bacak yırtmacının olduğu kumaşın hemen kenarlarında olan 2 parmaklık lacivert kumaşı açarak düzeltti, beline de yine satenden ve lacivertten geniş kemeri düzgünce belinden dolayarak sardı ve yarım fiyonk yaparak bağladı.

Küçük de olsa balon kol olan kollarının düğmelerini ilikledi. Elbise tam görünümü ile hazırdı. Aynanın karşısında etrafına tam bir tur atarak güldü.

Tam görüntüsünü hazırlamak için banyoya girdi, geniş banyo tezgahının ayna ışığından vuran sarı parlamalar elbisesinin rengini gerçek bir sıvı altınmışçasına parlatıyordu. İlk defa bir elbisenin, hatta kıyafetin içerisinde kendini mükemmel hissediyordu.

Kafasını kaldırıp sırıttığını ayna yansımasında görünce boğazını temizleyerek somurttu. Daha fazla düşünmedi, hemen saçlarını toparlamak için biraz taradı ve otelin halihazırda olan saç makinaları ile saçını biraz dalgalandırdı.

Kırmızı, tel tel dökülen saçları şimdi daha sağlıklı görünüyordu.

Neredeyse ensesinde biten bir topuzu güzelce sabitledi ama sıkı yapmak yerine her an bozulacakmış gibi bol bıraktı. Yanlarındaki kısımları da bol birleştirdi ama kafasını gereğinden büyük asla göstermedi.

Saçının tamamen bittiğine emin olduktan sonra da sabitleme spreyi ile tepesinden başlayarak her yerine biraz uzaktan sıkıp bıraktı. Aynaya tekrar kendine bakarak yüzündeki solgun ifadeyi silmek için bir tonik yardımı ile temizledi.

Biraz canlılık katması için ışıltılı bir baz uyguladı, daha sonra da çok ince bir fondöten geçti. Göz altında oluşan nispeten morlukları yine kapattı, gözlerinin içini siyah bir kalemle doldurarak bal rengi gözlerini belirginleştirdi.

Geçişli ve keskin bir lacivert göz makyajı yaptı fakat abartmadı, sadece derinlik katmak niyetindeydi. Gözünün içerisine biraz beyaz ışıltı sürüp maskarası ile bitirdi.

Dudaklarını boş bıraktı, sadece pürüzsüz görünümünden emin olarak şeffaf bir parlatıcı sürdü. Yanaklarına hiçbir şey yapması gerekmediğinin farkındaydı çünkü yeterinde keskin yüz hatlarına sahipti.

Yüzüne de sabitleme spreyi sıktıktan sonra buraya gelirken bilerek kesmediği nispeten uzun tırnaklarına lacivert mat bir oje sürdü, kuruduktan hemen sonra da altın rengi işlemeli iki yüzüğü parmaklarına taktı.

Sağ yüzük parmağına taktığı yüzük daha çok bir pırlantayı andırıyordu. Oval kesim, sarı renkte olan taşın yanlarında İngiliz mührünün işlemelerine benzer oyma desenler ve ufak taşlar vardı.

Sol baş parmağına taktığı daha düz bir plakaya sahipti. Plakanın üzerinde, beyaz taşlardan oluşan bir pusula işareti vardı. Her şey içine sindikten ve hazırlanması bittikten sonra ışığı kapatıp odaya geri girdi.

Anason kokulu parfümü saten elbisenin kumaşını lekelememeye dikkat ederek üzerine boca edercesine sıktı. Küçük lacivert, dümdüz, altın kilidi olan bir el çantasının içerisine telefonunu ve sahte kartlarını koydu.

Yırtmaçsız bacağının en üst iç kısmına bıçak koyabileceği bir lastik mekanizma yerleştirdi ve iki tane keskin bıçağı da bacağına batmayacak şekilde. Dışarıdan kontrol ettiğinde gözükmediğinden emin olduktan sonra yatağa oturup yine lacivert ama bu sefer kadife dokusu olan ince bantlı stiletto topuklu ayakkabılarını nazikçe giyip ayarladı.

Ayakkabının tabanı altın sarısıydı ve yüksek topukluydu.

Derin bir nefes alıp ayağa kalktı, sırtını dikleştirdi. Kapının önüne çektiği tekli koltuğu kenara iterek odanın kendisine ait olan kartını aldıktan sonra elbisesini biraz toparlayarak merdivenlere yürüdü.

Sarı ışıklı merdivenlerden inerken eteğinin arkasından onu takip ettiğine emin olduktan sonra emin adımlarla bir bir basamakları indi. Aynı duvar kağıdı burada da vardı, duvarlara asılı olan küçük aydınlatmalar göz yormadan önünü görmesini sağlıyordu.

Kırmızı halı, basamak diplerine yine altın rengi çubuklar yardımı ile sabitlenmişti. Merdivenlerden her bir basamak indiğinde bacakları gün yüzüne çıkıyor ve kendisini gerçekten muhteşem hissediyordu.

Hole kadar indiğinde eteğini düzeltti ve çıkış kapısına gitmeden önce içeriyi süzdü, çalışanların veya konukların yarısı onun göz alıcı elbisesine bakıyordu. Bu onu neşelendirmiş olacak ki düzgün ve sağlam adımlarla otomatik kapıdan dışarıya çıktı, topuk sesleri işte gerçekten şimdi duyulmaya başlamıştı.

Dışarıya adımını atar atmaz güneş binaların arasından, camların yansımasından, otel kuytuda kalmasına rağmen onu buldu. Ayaklarından başlayarak tüm vücudunu aydınlatmaya başladı ve resmen ısındığını hissetti. Girişteki bir kaç görevliye baktı, ama en sonunda otelin girişinde hemen sol tarafa yine simsiyah bir Mercedes' in C kasa arabasını gördü.

Arabanın yanında ise, elleri cebinde olan bir adam ona bakıyordu. Mimiksizdi, ama dişlerini sıktığını mesafeye rağmen seçebiliyordu.

Üzerinde çok asil lacivert bir takım elbise vardı. İçerisindeki yeleği ve düzgün bağlanmış kravatına kadar lacivertti. Benimle aynı tonu tutturmayı bu sefer o başarmış.

Yeleğinin alt düğmelerinde altın rengi bir zincir, ceketinin üst cebinde de aynı onun elbisesinin hardal renginde, saten bir cep mendili düzgünce yerleştirilmişti. Cebinin altında bir İngiliz arması boy gösteriyordu. Bileğinde çok şık yine bir saat vardı.

Saçları düzgünce yapılmış, sakalları ise kirli sakal olarak bırakılmıştı.

Yavaşça yanına yürüdü, giriş basamağına yaklaştığında Jake' de ona doğru yürüyüp basamak ufak da olsa elini uzattı

Yavaşça yanına yürüdü, giriş basamağına yaklaştığında Jake' de ona doğru yürüyüp basamak ufak da olsa elini uzattı. Trista tekrardan o sıcak kokuyu aldı.

"Üstünde askıdan daha hoş durmuş" dedi Jake kısık ses ile, hala elbiseye bakıyordu.

Trista sırıttı "Renkleri demek oradan buldun"

"İyiki de bulmuşum bence" sırıttı, bu sefer yüzüne baktı.

Trista da sırıtarak karşılık verdi ama ne takımı ile ne de kendisi ile ilgili bir şey söylemedi. Arabaya doğru ilerlediler Jake kapısını açtı ve binmesine yardım etti.

Trista eteğini toplayarak oturdu ve çantasını kucağına koyup binmesini bekledi.

Jake biner binmez kapıları kilitledi, "Beklediğime değmiş" dedi Trista' yı yine tepeden aşağı süzerek, "ama dışarıdan bakıldığında normal bir insan gibi görünmeyi yine başaramamışsın"

"Ben normal bir insan değilim, neden normal olmak için çabalayayım ki?" dedi sert bir ses tonu ile, onun ses tonundaki gizemli havayı bozmaya çabaladı.

Jake gülerek arabayı çalıştırdı, "Haklısın. Normalde şoför gelecekti fakat ben kendim almak istedim"

Otelden çıktılar, Trista rahat nefesler alarak güneşin onu takip edişini seyretti. Jake her bir köşe döndüğünde güneş onu bırakmıyor ve aydınlatmaya devam ediyordu. Trista ön camdan kafasını çıkartıp baktığında tam karşısında berrak gökyüzünün soğukluğunda güneşin sımsıcak ışınları ile karşılaşıp gülümseyerek yeniden arkasına yaslandı.

Büyük, kahverengi, barok mimarisinin fazla olduğu Fleet Sokağında ufak bir trafiği takıldıklarında araba resmen kontak kapatacak hale geldiğinde sessizliği bozan Jake oldu. "Sinirlerine hakim olman gerektiğini umarım biliyorsundur."

Gözlerini devirerek ona baktı "Jake, beni kaç yıldır ajan olduğumu sana kimse söylemedi mi gerçekten?"

Jake' in saat olduğu kolu, sağ kolu, direksiyonun en tepesinde sol kolu ise camın dibine dayalı bir vaziyette eli ağzını kapatıyordu "Söylediler. Ama sinirini ben bizzat görüyorum"

"Bak, beni sürekli uyarmayı kesmen gerek yoksa ilerleyemeyiz. Bu zamana kadar başarısız olduğum bir görev olmadığı gibi, rol yeteneklerim gayet iyidir. Sırf benden büyük olduğun için bana bu muameleyi çekmeye hakkın yok."

Jake ona döndü, "Bu yüzden yaptığımı nereden çıkarttın pardon?"

Bir süre sessizlik oldu, Trista yola döndü.

"Bak kızım, sana insan gibi söylüyorum. Hiç mi kimse ile göreve yollamadılar seni ben anlamıyorum ki"

Kızım?

Keskin bir hamle ile döndü bu sefer "Çok kişiyle gittim, çok da leş çıkarttım. Emin ol en sakin halim sana denk geldi, beni uyarma, bana emir verme, benim hakkımda bir şey merak etme Morgan!"

Sesi net ve tiz bir çığlık gibi arabanın içerisinde dolandı, sesinin cümlenin sonuna doğru yükseldiğini fark etmemişti ama artık kalbi daha hızlı atıyordu.

"Seninle tartışmak veya zıt düşmek istemiyorum" dedi Jake sakince, hafiften gaza basarak arabayı ilerletti. "Ayrıca o elbise ile de pek kıpırdayabileceğini sanmıyorum"

Sırıttı, yola baktığında açıldığını gördü "Senin takıldığın nokta belli oldu. Bu elbise ile harikalar yaratırım, sadece izle."

Derin bir iç çekme ile susmuştu.

Fleet Sokağını geçerek ulaştıkları davet mekanının önünde sakince durdu, kemerini açarken Trista' ya göz gezdirdi.

Trista çoktan yüzündeki sert ifadeyi kırmışçasına dudaklarının kenarlarında sırıtma eğilimi göstermişti. Jake kapıdan çıkarken ceketini iliklediğini ve valeye araba anahtarını teslim ettiğini gördü, onun ise kapısını başka bir siyah ceketli görevli açmış ve nazikçe elini uzatmıştı.

Trista yırtmacını kendine doğru toplamaya ve en doğru şekilde inmeye çalışırken Jake adama teşekkür ederek onu uzaklaştırmış ve kendi elini uzattı. Ona baktı.

Uzun, güzel, bakımlı ve belirgin damarlı elini oldukça aşağıda destek alabileceği mesafede tutuyordu. Eteğini toplamayı önemsemedi, birer birer ayaklarını dışarıya çıkartırken Jake' in gözlerini hafif kapattığını fark etmişti bile. Elini nazikçe tutup kalktı, arkasında hala daha devam eden hardal rengi kumaşı düzelterek çantasını tuttu.

Jake bu sefer kolunu hafifçe kırıp ona uzattı, tereddüt dahi etmeden kolun girip yine hafifçe kolunu tuttu. Tuttuğu yerdeki tüm kasların gerildiğini hissedebiliyordu.

Arabayı götürdüklerinde onlar da girişteki basamaklardan içeriye girdiler. Mimari açıdan çok zengin malzemelerin kullanılmış olduğu davet salonunun içerisi kırmızı ve altın rengi ağırlıkta dizayn edilmişti.

Kırmızı çok yoğun olarak tercih edilmemiş ufak detaylarla dokunuşlar yapılmıştı. Salon içki ve mum kokularının yoğun araması ile resmen havanın değişmesine yol açmıştı. Orta kısmında geniş bir dans pisti, girişin sağ tarafında ise canlı orkestra sayesinde hafif melodiler ortamı yumuşatıyordu.

Masalar tekli bar masaları gibiydi, sandalyeleri olmayan üzerinde insanların içkilerini yudumladıkları, samimiyetsiz sohbetlerini ettikleri, sosyetik ve ucuzdu.

Merdivenleri iner inmez smokinli bir görevli onları durdurdu, "Hoşgeldiniz. Masanızı daha rahatlıkla bulabilmek adına isminizi rica edebilir miyim?"

"Lucy ve Jace" dedi Jake tebessüm ederek.

Trista her ne kadar takma isimlerini yeni öğrenmiş olsa da yüz ifadesini değiştirmeden içeriyi incelemeye devam etti.

Erkekler genel olarak siyah veya gri smokin giymişken kadınların kıyafetlerinin kırmızı ve siyah ağırlıklı olduğunu gördü.

"Masa numaranız Bay ve Bayan Wood tarafından 4 olarak ayarlanmış, keyifli bir akşam dilerim efendim" dedi görevli elindeki tabletten bakmayı bırakıp nazikçe eğilerek.

Jake yine teşekkür etme görevini üstlenirken Trista onun kolundan yavaşça çıkıp onun önünden yürümeye başladı. Hemen girişte, en köşedeki masalardan birinin üzerinde metal bir plakanın üzerine yazılı olan 4 sayısına doğru ilerlediler.

Ufak yuvarlak masaya çantasını koyduktan sonra etrafa bakınarak fısıldadı "Davetin sanırım bir renk kodu varmış"

Jake tek eliyle ceketinin düğmelerini açarak içindeki yeleği düzeltti, hemen onun sağında yanında duruyordu "Farklı olmak ayrıcalıktır, bu kadınlar gibi giyinmenin sana yakışmayacağını düşünüyorum. Kendine has olman daha hoş bir şey."

Ona baktı, "Role fazla mı kaptırdın kendini?"

Jake bu sefer sırıtarak ona döndü, cevap vermeye fırsatı olmadan yanlarına elinde bin bir çeşit içki barındıran bir tepsi ile gelen garson onlara bakarak gülümsedi. "Bay ve Bayan Wood' un hazırlamış olduğu 8. Baloya hoş geldiniz, içeceklerimizden ne arzu ederdiniz?"

Jake ona söylemeden tepside ondan tarafa olan kristal bardaktaki viskiyi alıp eliyle hafif havaya kaldırdı "Teşekkür ederim" ona dönerek sordu "Sen ne arzu edersin hayatım?"

Adamın elindeki tepsiye baktı, görkemli ayaklı bardakta duran kırmızı şarabı hafifçe ayağından tutarak aldı, başıyla nazikçe teşekkür etti. "İyi eğlenceler efendim" dedi garson ve diğer masalara doğru gitti.

Ayaklı kadehin içerisindeki sıvıyı biraz sallayarak kokusunu almaya çalıştı. Kan rengine yakın sıvının kokusundaki ağırlığı duyduğunda mırıldandı "İspanyol Şarabı..."

"Alkol konusunda bu kadar iyi misindir?" bardağı hafifçe masaya koydu, viskinin kokusu o kadar yoğundu ki onun kendi sıcak kokusunu bile neredeyse bastırıyordu.

Trista' da bir yudum aldıktan sonra nazikçe masaya bırakıp bardağın dış işlemelerini inceledi. "Alkol sevmem" dedi yavaşça. "Ama maalesef insan bazen kendini bu dünyadan resetlemek için alkole başvurmak durumunda kalıyor. Sırf unutmak için yapılması ne kadar acı"

Jake hızlıca bir yudum daha aldı, kafasını kaldırıp ona baktığında pek etki etmiyor gibi duruyordu. Boğazında belirgin bir şekilde duran adem elmasının hareketini izledi "Sen de tam tersi gibisin"

"Yok hayır alkolik değilim." başını iki yana salladı "içerim, çoğu zaman uykumu açmak için alkol kullanırım. Yada dediğin gibi dünyadan resetlenmek için. Fakat içince sapıtanlardan veya her gün farklı yataklarda uyanan biri hiç değilim"

Şarabından bir yudum daha aldı. Acı ama marine edilmiş üzümlerin sıcak tadı boğazından geçerken vücudunun dirildiğini hissetti "Cinsel hayatın beni emin ol ki ilgilendirmiyor"

"İlgilendirmesi için söylemedim" dedi Jake net bir ses ile, bardağı döndürmeye ve etrafı kolaçan etmeye devam ediyordu. "Biz insanlar genelde sohbet amaçlı konular açabiliyoruz"

"Bende insanım, sana cinsel hayatımı anlatmıyorum."

"Şüpheliyim" ona baktı, hafif boy farkından dolayı biraz yukarıdan bakmış gibi oldu. "Özellikle de bu elbisenin içinde görünceye kadar"

Hafifçe gözlerini kıstı "Tanrıça gibi göründüğümü söylemek istersen çekinme, söz veriyorum yüzüne zarar vermeyeceğim."

Sırıttı, alayla ve eğlenceli kısık bir ses ile "Küstah"

"Şimdi her yerine zarar verebilirim" dedi Trista gözlerini daha da kısarak.

"Buna bir gün izin verirsem unutturma kendimi vuracağım"

Sırıtarak şarabı yudumladı "Olur"

Jake gülmesini durduramayarak keyifle viskisinden bir yudum daha aldı.

O da gülerek hemen yan masalarında duran Wood çiftine baktı.

Orta yaşlarda olan çift, kadın griye yakın saçlarını kıvırcık yapmış ve üstten toplamıştı. Üzerinde ise kırmızı, çok şık gibi görünse de aşırı basit ve 2004-2005 yılları arasında modası olan eski bir elbise vardı.

Büyük ihtimalle bu belinde kocaman gül olan ve ipek çakması olan elbiseye milyar dolarlar yatırmıştı ama çok basit ve komik görünüyordu.

Adam ise hafif toplu, kahverengi gözlü, siyah takım elbiseliydi, onunda saçları gri ye yakındı. Her erkeğin dolabında her davette giyilmek için beklenen klasik takım elbiseydi. Belki yine milyar dolarlar yatırılmıştı ama hiç değilse kadının elbisesi gibi değildi.

İçkisinden bir yudum daha alıp masaya bıraktı. "Haklarında ne biliyoruz"

"Gitmemiz gereken operanın sahipleri olduğunu ve oradan bilet almamız için onlardan başkasına başvuramayacağımızı"

Derin bir nefes verdi. Jake ise fısıltı ile devam etti, "Kraliyet ailesi ile bağlantılı bir çift, Amerika ve İngiltere ile ciddi ilişkileri var. Silah kaçakçılığı hakkında iddialar var ama asılsız da olabilir. Her şekilde soylu bir aile ve kraliçenin çok yakınları, buraya gelenlerin hepsi de zengin insanlar"

Trista sırıtıp ortadaki boş alanın ilerisindeki insanlara baktı "Bahse varım benden veya senden zengin değiller"

"Tabii ki de değiller"

Yanlarındaki masadan ayrılıp diğerine doğru geliyorlardı, "Bana bırak"

İkisi de yüzlerine sahte İngiliz sırıtmasını kondurduklarında orta yaştaki çift sırıtarak yanlarına geldiler. "Ne kadar güzel bir elbise böyle, resmen tüm salonun ışıkları bu gece sizin üzerinizde!" diye haykırdı kadın. Ona elini uzattı "Ben Lily, Lily Wood. Eşim ise Robert"

Elini kadına tokalaşmak adına uzattığında kadın büyük bir minnet ile elini sıkıp gülümsedi, yüzündeki kırışıklıklar ne kadar gülümserse o kadar artıyordu.

"Davetimize hoş geldiniz sizi aramızda görmekten çok mutluyuz" dedi Robert Jake ile tokalaşırken. "Sizleri daha iyi tanıyabilir miyiz acaba?"

"Jace Winston, güzeller güzeli nişanlım ise Lucy Smith." dedi Jake, onu takdim ederken eli yavaşça beline sarıldı. Trista bir anlığına nefesini tutsa da hızlıca verip toparladı. "Londra' ya ikinci gelişimizde bu büyük organizasyona şans eseri katıldık"

Lily çok memnun olmuşçasına ellerini birleştirip gülümsedi, içten ve gerçekten geniş gülümsemeye sahipti "Sizin gibi birbirine muazzam yakışan insanları aramızda görmek bizim için bir şeref! Nerede yaşıyorsunuz?"

"Brooklyn" dedi bu sefer ilk defa konuşarak.

"Küçük metropol, eminim hayat burada daha kolaydır" Robert puslu sesi ile ona sırıtmaya uğraşsa da Trista içten içe tiksinti duyuyordu.

"Londra daha insancıl bir yer, daha ferah ve daha özgür. Brooklyn korna sesleri ile yıkanmışçasına her gün migren azdırıyor" hafif gülmeyle karışık söylediğinde Lily çoktan ona katılarak gülmüştü.

"Peki ya siz?"

"Biz yıllardır buradayız, Londra bizim için oksijen kaynağının ta kendisi."

Trista başıyla onayladı "Kesinlikle size katılıyorum"

"Buraya taşınmayı falan düşünmez misiniz?" dedi Robert ona bakarak, "Size sormamda lütfen bir kusur aramayınız, genelde bu işleri kadınlar yapıyor malum" gözleri ile eşini gösterdi.

Lily ile aynı anda sırıtırken cevapladı "Aslında düşünmedim değil, fakat tüm kurulu düzenimiz de orada. Ailelerimiz, arkadaşlarımız işimiz..."

"Ne iş ile meşgulsünüz Bay Winston?"

Jake viski bardağını gösterdi "Alkol ve eğlence işindeyim Bay Wood. Baba mesleği, Amerika' da türlü yerlerde fabrikalarımız var. Ekstra olarak da başkentlerde büyük gece kulüplerinin bir kaçına sahibim."

Robert şaşırarak baktı "Alkolden anlıyorsunuz! Bu ne kadar büyük bir ayrıcalık bilemezsiniz, Londra' da bu işi pek yapan yok ne yazık ki"

Jake başı ile onayladı, "İngiltere' ye de el uzatmayı düşünüyorum, ama daha plan aşamasında. O yüzden aramızda kalması çok iyi olur!"

Robert çok sevinir gibi güldüğünde onun omuzuna nazikçe vurdu. Lily ona bakıyordu "Peki siz?"

Trista ufak bir boğazını temizledi, o konuşurken kafasında bir şeyler planlamıştı. "Kıyafet tasarımcısıyım"

Lily elbisesine tekrar baktı "Bu zarif görünümün sıradan ellerden çıkması söz konusu olamazdı zaten"

Hafifçe dizlerini kırıp eğildi "Çok merci!"

Jake ona bakarak kendine biraz daha çekti "Lucy' nin iki gün sonra doğum günü, onu kutlamak için geldik aslında."

Yüz ifadesini bozmadı, konuyu uzatmak istemediğini anlayabiliyordu. Hafifçe belini sıkmasından dolayı bozuntuya vermeden devam etti.

"Ah! Nice mutlu yıllara güzelim, sağlıklı ve beraber boy boy çocuklarınızın olacağı yıllar diliyorum sana!" dedi Lily tüm sevecenliği ile.

Sırıttı, içerisinden tüm küfürleri ederken dışarıdan "Teşekkür ederim Bayan Wood, çok naziksiniz!"

"Mutlu yıllara Bayan Smith" dedi Robert, Jake' e döndü "Londra' da sizden büyük bir kutlama bekliyor o zaman!"

Jake dahil herkes ufak bir kahkahaya kapılınca o da gülmeye başladı. İyice sarılarak ona baktı "Aslında nişanlıma bu yıl çok istediği operaya sürpriz yapmak için sabırsızlanıyordum, fakat maalesef biletleri bir türlü bulamadım. Çok üzgünüm sevgilim"

Trista gözlerinin içerisindeki yansımadan kendini gördü, parlayan mavi gök planı fazlasıyla hızlı ilerlettiği için şaşırsa da onun planını bozmamaya karar verdi. Ona yanaştı, başını ceketin üzerine koydu.

Rol bile olsa onun dibine girmek huzursuzluk hissettirdiği gibi bir de sıcak kokusunu daha net almaya başladığında içtiği şarap ve duyduğu koku karışarak beynini uyuşturmaya çalışıyordu. Hafifçe göğsüne vurdu "Hiç sıkıntı yok canım, başka şekilde kutlarız artık"

Lily ve Robert' in birbirlerine baktıklarını göz ucuyla gördü, yavaşça ondan ayrıldığında hala daha eli belindeydi ve hafif hafif oynuyordu. "Haftaya hangi gün acaba?"

"Salı" dedi yavaşça. Wood çifti daha fazla sırıtmaya başladı, konuya giren Lily oldu "Siz hangi operaya gitmek istiyordunuz?"

"Günahkar Londra" dedi Jake büyük bir çoşku ile "çok nadir ve çok şairane geliyor. Bizim için çok özel, üstüne üslük son beş yıldır da ilk defa yapılıyordu"

"London Coliseum, bize ait" dedi Robert. "Günahkar Londra da orada sahnelenecek, eğer kabul ederseniz bu güzel çift için incelik yapmak isteriz. Hem bu sayede Londra' dan da güzel ayrılmış olursunuz?"

Büyük bir neşe ile viskisinden yudum aldı "Bunu bilmiyordum, gerçekten eğer bizim için böyle bir incelik yaparsanız çok mutlu oluruz!"

Trista, Lily' nin iki elini birden sıkarak minnettarlık duyduğunu gösterince Lily daha fazla sırıttı.

Yanakların yırtılacak dursan mı artık?

"O kadar sevinirim ki! Resmen şuan bu balodaki en güzel haber bu, sizi ağırlamaktan büyük bir memnuniyet duyacağız"

"Çok teşekkür ederim" dedi Trista olabildiği en tatlı sesi ile. "Resmen çok uzun yıllardır istediğim bir hayal sizin sayenizde yaşanabilir hale geldi"

Bu iş bitince komple ellerimin derisini soyucam. Sonra da dilimi keserim.

Lily Robert' e sarıldı, "Sizi Salı günü mutlaka bekliyor olacağız. Locanın en önlerinden biletinizi hazır sayın. Tanıştığımıza çok memnun olduk! Müsaadeniz ile diğer misafirlerimize hoş geldiniz diyelim. "

Jake Robert ile son kez tokalaştı "Bizde öyle, tekrardan minnettarız"

Orta yaştaki zengin çift orkestranın karşısına doğru ilerlerken Jake içkisinden bir yudum alıp bitirdi "Bu kadar basit"

"Sen bunu ne ara yazdın kafanda?"

Jake sırıttı "Benim kafamda her zaman her koşula uygun bir senaryo vardır sen merak etme" göz kırpıp sırıtmasını arttırdı.

Bir anlığına belindeki sıcaklığın arttığını fark edince aslında hala daha aynı yakınlıkla olduklarını idrak etti. Boğazını temizleyerek onu çektiği kuytudan biraz uzaklaştı ve şarabının geri kalanını tekte içti. Saten kumaşının vücuduna verdiği soğukluğa karşın sıcak eli hala daha oradaymış gibiydi.

Beyninin bulanıklığını silip odaklandı.

Masalarına tekrar bir garson gelip boş içki bardaklarını aldı "Bir ricanız var mı?"

İkisi aynı anda garsona baktıklarında sevecen yüz ifadelerinden eser kalmamıştı. Adam diğer çalışanlar ile aynı kıyafetleri giyiyor da olsa sorma biçiminden dolayı olan farklılık ikisinin de tehlike çanlarını aynı anda çaldırmıştı.

Yakasında asılı olan isimliği içinden okudu, Joe.

Kumral saçlı tipik bir İngiliz erkeğiydi ama ikisinin de dikkatini çeken şey onun gözlerinin aşırı derece parlak olmasıydı. Jake konuşurken o gözlerine daha dikkatli bakma fırsatı buldu "Teşekkür ederiz"

Joe bir şey söylemeden başı ile onaylayıp gittiğinde birbirlerine baktılar "Sahte ajan" dedi Trista, "gözlerindeki apaçık bir manyetik lens"

Başını yavaşça salladı "Farkındayım onu burada indiremeyiz"

Ona doğru iyice yanaşıp resmen tıslarcasına konuştu, "Ne demek bir şey yapamayız? Kafayı mı yedin sen, şuan buradaki insanların hayatlarının tehlikede olduğunun farkında mısın? Hatta belki de bizim işimizi baltalamak için gönderdiğini"

"Farkındayım Trista ama bu kadar insanın gözünün önünde ne yapabiliriz söyler misin?"

Zaten dik olan sırtını dikleştirip Joe' nun barın arkasına gidişini izledi. Bir şeyler kuruluyor ama aynı zamanda da birileri ile konuşuyordu. "Ben hallederim"

"Ne?" dedi dehşet içinde, "saçmalıyorsun. Bu kadar insanın içerisinde bunu halledemezsin"

Kimsenin bakmadığına emin olaraktan bıçakları taktığı bacağını öne doğru açarak eteğin altından bıçakların görünmesini sağladı. Jake baksa bile hemen gözünü etrafa dikti "Mümkün değil, yakalanırsak işimiz biter"

"Yakalanmayız o zaman" eteğini düzeltti, "bağır bana"

Jake gözlerini kapatıp derin bir nefes daha verdi "Böyle bir şeyi yapmayacağım"

"Normalde böyle bir şey yapsan zaten ağzını burnunu kırarım ama yap dedim"

"Planını bana anlatırsan" ona döndü "mantıklı bulup bulmadığıma göre dediklerini yapabilirim"

Gözlerini devirdi, "Bu dünyada her şey mantıkla ilerlemiyor Morgan. Anla artık bunu. Kavga etmiş gibi davranacağız, gidip adama yürüyeceğim ve en sonunda da peşimden tuvalete sürükleyeceğim. Adamın işini bitirip buradan defolup gideceğiz"

Her ne kadar fısıltı ile konuşsa da o kısık ses tonu ile de bağırıyordu.

Jake alayla sırıttı, "Ben ne yapacağım o sırada?"

"Bilmem bir bardak daha viski içmeye ne dersin koca adam, belki biraz olsun şu yapmaya uğraştığın kasları gevşetirsin" o da onu alaya alarak konuşuyordu.

Şuan etraftan bakıldığında kavga ettiklerini izlenimi verdiği için aslında kafasındaki planı biraz olsun oturtmuştu.

Jake geçen garsonların tepsisinden yine bir bardak viski kapıp büyük bir yudum içti, "20 Dakika."

"Anlamadım?"

"20 dakika içerisinde gelmezsen olaya ben dahil olurum." dedi, yüzündeki ciddi ifade fazlasıyla gerçekti.

"Kağıt falan da imzalatacak mısın" diye dalga geçerek masayı gözüyle aradı, Trista.

"Kabul etmiyorsan ben gidiyorum" masaya sertçe bardağı vurdu, "normal şartlarda ben ekip arkadaşıma böyle bir şey yaptırtmam."

Sertçe masadan çantasını çekip aldı ve ona bakmadan barın olduğu yere doğru hızlı adımlarla ilerledi. Yere o kadar kuvvetli basıyordu ki, mermer zemin adeta topukları ile inliyordu.

Barın önüne geldiğinde kırmızı bar sandalyeye oturup Jake' e döndü, bacağını diğer bacağının üzerine atıp ayağını sandalyenin altındaki demire bastığında iki bacağı da bütün güzelliği ile sergi haline getirdi.

Jake' e bir saniyeliğine baktı, tüm siniri ile gözlerini ondan bir saniye bile ayırmadan viskisini içiyordu. "Ne alırsınız?"

Bar tezgahının arkasından konuşan adama döndü, deminki garson Joe ona bu sefer gülümsüyordu. "Kırmızı şarap lütfen"

Adam başı ile onaylayıp arkada ayaklarından asılı olan bardaklardan birini alarak şarabı koydu ve önüne doğru itti. "Afiyet olsun"

"Teşekkürler Joe" bir yudum alarak yere baktı. Adamın ilgisini çekmek için üzgün ve savunmasız kadın taklidi yapması gerektiğinin ve bunu bir çok erkekte olduğu gibi onun üzerinde de çalışacağından emindi.

"Burnumu sokmak istemem ama, canınız sıkkın gibi"

İçindeki Trista kahkaha atarken o ona tekrar baktı, "Kavga ettik. Her zamanki kıskançlık mevzuları canımı sıkıyor, güvendiğin birine neden bu baskıyı uygularsın ki"

"Belkide size güvenmiyordur"

Trista iki kaşını kaldırıp hüzünlü bir şekilde şarap bardağının ağız kısmına parmağını dolandırdı. Islaklıkla beraber hafif çıkan ıslık sesinden rahatsız oluncaya kadar devem etti "Sanırım bu konularda biraz şansızım"

Joe tezgahtan aldığı mavi bezi bir iki kere silkeleyip tezgahın alt tarafında, onun görmediği yerde, olan bardakları silmeye koyuldu "Değiştirmek sizin elinizde, yani ben tabii ki de ilişkiniz hakkında bir yorum yapamam Bayan Smith"

Trista ona bakmasa da yüz ifadesi değişmişti, dişlerini çene kemiğini kıracak kadar sıktığını fark edince ona bunu çaktırmamak için göstermedi. Başını kaldırıp hafifçe sağa doğru eğerek gözünde şirin bir yer elde etmeye çalıştı. Elini uzattı "Bana Lucy de, resmiyet sevmiyorum"

Joe sırıtarak uzattığı eli sıktı, "Joe"

Gülümseyerek şarabını yudumladı "Hep burada mı çalışıyorsun Joe?"

"Wood' lar için olan organizasyonlarda çok fazla yer aldığım bir gerçek. Fakat esas mesleğim at eğitmenliği"

Trista gözlerini kocaman açıp tezgaha doğru yaklaştı, "Şaka yapıyor olmalısın! Atlara bayılırım!"

"Kullanabiliyor musun" sesindeki neşeyi ve ona yaklaşımını duyabiliyordu.

"Çok iyi değil" dedi dudaklarını büzerek, "senin kadar iyi bir öğretmenim olmamıştı."

Joe bu sefer açıkça sırıttı, "Benimde senin kadar seksi öğrencim"

Gel anneciğine, gel de boğazını kesip atayım.

Trista gözlerini kısıp flörtöz bir ifade ile sırıttı, bardağının dibindeki son şarabı içerek ayağa kalktı. Tezgaha tekrar eğilip gözlerine baktı "Belki de şimdi öğretmek istersin"

Joe' nun bakışlarındaki değişikliği o kadar net görebiliyordu ki, onu iki cümlede istediği kıvama getirmeyi çok iyi başarmıştı. Bu kadar hızlı bu işi halledebileceğini o bile düşünmemişti. Daha fazla bir şey demeden hemen yan taraftaki lavabolara ilerledi.

Uzun ve ışıltılı bir koridordan sağa dönerek daha da uzun olan koridora ilerledi. Koridorun sonunda tuvaletlerin olduğunun farkındaydı ama arkasından beklediği Joe' nun ayak seslerini hala duymuyordu.

Geleceğini biliyorum dedi iç sesi, biliyordu. Gözlerindeki sevişme düşüncesini görebilmişti.

Hafif sola döndükten sonra tuvaletlerin önüne çıktı. Sol taraftaki erkekler tuvaletini kontrol etti önce, içeride kimsenin olmadığını fark edince kapısını kapattı ve dışarıdan saçına sıkıştırdığı tel tokalardan biriyle kilitledi.

Kadınlar tuvaletine geldiğinde saçına tokayı geri sıkıştırdı. Boş olduğundan da emin olduktan sonra etrafına bakındı. Girişin iki tarafında da geniş tezgahlar ve lavabolar, İlerleyen koridorda da makyaj aynaları ve tuvalet kapıları vardı.

Nerede beklemesi konusunda kararsızdı, onu nereye kapatacağını pek hesaplamasa da aklından şuan sadece tuvaletler geliyordu. Derken bir ayak sesi duydu, hızlı bir ayak sesi.

Kalp atışının yükseldiğini fark etti. Fakat bu heyecan değildi, bu birazdan işleyeceği cinayetin onun damarlarını besleyeceğinden emindi. Bacağının içerisindeki bıçaklardan birini alıp lavabolardan birinin içine koydu ve onun önünde de bekledi.

Girişe doğru baktığında yeleğinin önleri açılmış, kravatını gevşetmiş ve ona çok büyük açlıkla bakan Joe' nun içeriye girdiğini gördüğünde sırıttı. Joe resmen koşar adımlarla gelmeden önce kapıyı kapattı ve kilitledi "Balonun başından beri gözüm sende güzelim"

Trista sırıtarak yerinden kıpırdamadı "Gel o zaman"

Joe belini kavrar gibi geldiğinde o flörtöz yüz ifadesi birden bozuldu ve ona uzattığı elini tersine çevirip arkasına katladığında adam bağırdı. Trista onu tezgaha sertçe vurup bacağının biriyle de dizine bastırdı. "Ah! Ne yapıyorsun lan sen?"

Trista aynadan ona baktı, "Gerçekten beni elde edebileceğini mi sanıyordun?" psikopatça büyük bir kahkaha kopardı.

Adam ellerinin altında debelenirken eteğinin açılması ile bıçakları gördü ve dehşete düşerek aynadan tekrar ona baktı. Trista ona doğru eğilerek gözlerini kocaman açtı "Ce-e! Yeni mi hatırladın kim olduğumu?"

"Kızıl gölge..." diye fısıldadı.

Trista kaşlarını çattı, avını yemeden önce resmen eğlenen sırtlanlar gibi hissediyordu kendisini "İngiltere' de bana böyle mi diyorlar, ne kadar havalı!"

Adam daha fazla çırpınmaya başladı "Bırak beni, aradığın adam ben değilim!"

"Sensin" dedi uzatarak, "boşuna kıvranma birazdan öleceksin. Sadece şuan seninle ilgili eğleniyorum. Ama seni kim gönderdiğini söylersen daha çabuk ve acısız öldürürüm."

Joe telaşla başını salladı "Kimse, kimse göndermedi! Seni tanımadım bile başta"

Bıkkınlıkla nefes aldı, adama doğru eğildi. Gözlerini boşta olan eli ile açtı ve irisine yapışık olan manyetik lensi tuttu. Joe avazı çıktığı kadar bağırıp tepinse de Trista bir şekilde yuvasından sökmeyi başardı.

Avucunun içine aldığı lensi bir de ışık altında baktı "Bu ne?"

Joe tek gözünü kapalı tutarken kekelemeye başladı "Kontak, kon-tak lensim"

Trista tuttuğu eliyle tezgaha biraz daha bastırdı, "Bana yalan söyleme! Enayi mi var senin karşında! Kim gönderdi seni!"

Adam debelenirken birden iki elinden birini kurtardı ve Trista' nın karnına güçlü bir yumruk savurdu. O kadar saniyelik bir hataya kapıldı ki kendini bükmesi ile adamın kurtulması bir oldu. Beyninde çakan şimşeklerle onu tekrar ensesinden yakaladı ama bu sefer ikisi beraber yere düştü.

Yine bacaklarının arasına sıkıştırdı adamı, çıplak bacaklarını adamın sakalları gıdıklıyordu. "Kaçabilmek için ne güzel numaralar bunlar"

Adamın yüzünü yumruklamaya başladığında adam yine hiçbir şey yapamadı. Boşta kalan elleri ile ellerini tutmaya uğraşıyor hatta onun yumruklarına biraz olsun engel oluyordu.

Dizi ile Trista' ya vursa da o bunları hissetmiyordu. Debelenmeye hatta yuvarlanmaya başladıklarında kafasını tutup sertçe yukarıdaki mermere vurdu, adam afallayarak bağırdığında kasıklarına vurup tekrar bağırttı.

Trista adamın kalçasına topuğunu batırdığında tekrar yüksek bir feryat etti, ama bu uzun sürmedi. Joe' nun başının iki yanından kocaman eller sardı ve adamın başını birden çevirdiğinde adam hareketsiz kaldı ve üzerine yığıldı.

Nefes nefese kaldığında tam karşısında Jake' in sakin, koca vücudunu gördü. Gözleri kısılmış, sakin ama aynı zamanda da sinirle ona bakıyordu. Bacaklarını sıkmayı bıraktı, ellerini de serbest bırakıp yere yattı. "Ne yapıyosun sen?"

"Şu adamı göğsümün üzerinden kaldır" dedi Trista nefesinin arasında. Jake omuzlarını kaldırdığı gibi adamı kaldırıp paçavra gibi kenara attı. "Resmen adamı öldürmeyip bekledin"

Nefesini düzenleyip yerde yan döndü ve oturdu, yırtmacını toparlayarak ayağa kalktı. "Sen neden süren dolmadan geldin?"

"Öyle bir şey yapmadım" saatini gösterdi "süren çoktan bitmişti "

Gözlerini devirip lavabonun içerisindeki bıçağı aldı ve yerine soktu. "İşime karışmaman gerekiyordu! İki dakika debelendim diye onu öldüremeyeceğimi mi düşündün gerçekten?"

"Avınla oynamayıp direkt öldürmek bu kadar mı zor? İçerisi insan kaynıyor! Ya biri seni bu halde görseydi!"

Trista gözlerini kocaman açarak bağırmaya başladı "Kimin yolladığını öğrenmem gerekiyordu! Şimdi o da kalmadı elimizde, aferin sana!"

Jake onu dinlemedi, adamı boş tuvaletlerden birine sürükledi içeride kapıyı kilitledi ve duvardan tırmanarak geri olduğu yere büyük bir gürültü ile zıpladı. "Kontrol ettim nabzı durmuş, gidebiliriz"

"Bu benim işimdi" dedi Trista tekrar. Omuzuna sertçe parmağı ile vurdu "Karışmaman konusunda sana uyarıda bulunmuştum! Bana işimi yarım yamalak yaptırtıyorsun!"

"Ne kadar işkence edersen et, öğrenemeyecektin" gömleğinin ve ceketinin kollarını düzeltti.

"Şimdi bu işi baltalamak isteyen birinin olduğunu ama kim olduğunu bilmiyoruz. Çok iyi oldu gerçekten ya!"

"O adamın sana nasıl baktığını gördün mü sen?" resmen gürlercesine çıktı sesi, "bacaklarına dokunmak için eminim şuan olduğu gibi hayatını verirdi!"

Trista dibine kadar girdi "Karışmayacaktın Morgan!" hızla tuvaletten çıkıp koridora doğru gitti.

 

 

 

 

Thunderstorm Sound Bank - Thunderstrom By The Watherfall

 

 

Arkasından geldiğini duyabiliyordu ama o çoktan kıyafetinin eteklerini toplamış neredeyse koşuyordu. Davetin olduğu salona girdiğinde direkt çıkışa gitti, gürültüden sıyrılarak salonun çıkış kapısından gökyüzüne baktı.

Yağmur Londra' ya öyle kuvvetli iniyordu ki resmen gök yarılmıştı. Ne ara berrak gökyüzünün böyle kasvetli bir hal aldığını ve bu kadar yağmur yağdığını anlamasa da yağmur için mutlu oldu.

Yerlere baktı, dışarıda bir tane bile insan yoktu. Arnavut kaldırımlarının üstüne kadar su olmuştu ve hala daha yağmaya devam ediyordu. Salonun koridoruna baktı Jake onu görünce yavaşlamış olsa da hala yürümeye devam ediyordu.

Ona baktığında içerisindeki ejderha tekrar kükredi, öyle güçlü bir bağırma kopardı ki içerisinden ağzından değil her yerinden alevler çıkıyordu. Üstünün başının batmasını umursamadan yağmurun altına adım attı, merdivenleri iner inmez de sırılsıklam olup tüm kıyafet üzerine yapıştı.

"İnat etme! Hasta olursun bu yağmurda, arabayla gitmemiz gerek!" diye bağırdı Jake arkasından.

Islanmış ve bir kısmı önüne düşmüş saçları ile ona döndü "Cehenneme git Morgan! Senin dediğin hiçbir şeyi yapmayacağım." yürümeye başladı.

Salonun hemen arka sokağına saptı, durduğu her dakika yağmurun altında biraz daha ıslandı. Yürüdüğü sokakta sadece kendisi ve bulutların arasından onun yolunu aydınlatan ay vardı. İçindeki öfke o kadar yoğundu ki, havanın soğukluğunu da elbisenin üzerine yapışarak onu üşütmesi de hiç umurunda değildi.

Yürüdü.

Arnavut kaldırımlarına sıkışan ince topuğu yüzünden kimi zaman daha hızlı adımlar kimi zamanda daha sert adımlar atıyordu. Neredeyse bileklerine kadar suyun içerisindeydi, elbisesi tamamen batmış, saçları ıslanıp dağılarak omuzlarına kadar inmiş, makyajı akmıştı.

Bir anda yanan saman alevi öfkesi, onu yine ele geçirmiş kalbini paramparça edene kadar ısırması yetmiyormuş gibi bir de beynini mıncıklıyordu.

Yol boyu yürüdü, ay hep onun yolunu aydınlatmaya devam etti ve o da takip etti. Nereye çıkacağını bilmese de takip etti.

"Trista!"

Yağmurun hızlı sesine rağmen onun sesini o kadar net duymuştu ki yerinde çakılı kaldı. Elleriyle topladığı eteğini suyun içerisine bırakıp ona döndü. Hemen dibindeydi, üzerindeki ceket elinde duruyordu. Yeleğinin önünü açmış, kravatını fırlatıp bir yere atmış olacak ki boynunda veya elinde yoktu, bembeyaz gömlek tamamen üstüne yapışmış bir haldeydi. Aynı onun gibi tüm vücut hatları gözler önündeydi.

"Ne koşturuyorsun arkamdan?" diye bağırdı, yüzünün korkunç olduğunun farkında bile değildi.

"Hasta olucaksın" dedi Jake sakince, bileğinden tuttu "inat etme. Londra yağmuru insanı çok kötü çarpar, gel arabayla gidelim"

Trista tuttuğu bileğine baktı, o an gökten ki bulutlar çarpıştı. Çok gürültülü bir şimşek çaktı, çok yüksek ses ile gök gürledi. Jake havaya baksa da o gözlerini ondan ayırmadı, tekrar gözleri birleştiğinde ise artık gözlerinin sarı bir alev topuna döndüğünün farkındaydı.

Sertçe elini kurtardı "Sen kimsin ya?" diye bağırdı ve her saniye ses tonunu daha da yükseltti "Kimsin kardeşim sen? HE! Kimsin?"

Jake afallamış gibi bakmaya devam etse de sesini çıkartmadı. O sakin kaldıkça da, öfke nöbeti geçirmeye devam etti. "Beni düşünür, beni kollar, bacaklarıma bakan insanı öldürür, tehlikeye girmemi istemez, incinmemi istemez!" iyice dibine girdi "kimsin kardeşim sen!"

Jake iki kaşını da kaldırdı "Bunları yapmak bir suç-"

"Benim dünyamda bunları yapmak bir SUÇ!" yıldırım tekrar düştü. "Kollama beni! İhtiyacım yok! İstemiyorum, kendim hallederim dediğim her şeyi hallederim! Sana mı kaldı benim görevimi üstlenmek, sana mı kaldı benim öldüreceğim insanı öldürmek!"

Yüreğindeki asla uyumayan siyah pullu, kırmızı gözlü ejderhanın kükremesi ile içinin tamamen alev alması kısa sürmedi. Esti, gürledi. Onu Trista yapan yönünü, kimseye yaklaştırmayan yönünü şimdi o da öğrenmişti.

Suçu olup olmaması önemli değildi, onun dünyasında suç kendi kurallarına göre işliyordu. Adalet ve suç zavallıların uydurduğu bir yalan.

"Sırf seni güçsüz duruma düşürdüğüm için mi bu öfke" dedi Jake, yine sakince. Karşısında öfke nöbeti bile geçirse sinirleri alınmış gibi davranıyordu. Birden geri çekilip gülmeye başladı, normal bir kahkahadan çok alttan yanmaya başlayan bir sinirin işaretiydi.

"Güç ne senin için? Dövmek mi, hırpalamak mı yada dur avın ile oynamak değil mi? Onu öldürmeden önce tamamen senin hakkındaki her şeyi bilmesi ve öyle öldürmek. Çünkü bundan zevk alıyorsun, bundan besleniyorsun"

Trista başını iki yana salladı, "Yanılıyorsun Jake Morgan" dedi. Saçlarını toplayarak arkasına attı, ağzına giren sulardan dolayı zor nefes alarak konuşuyordu "Gücün ta kendisi benim. Ve daha sen silah ne bilmezken ben, bu hayatta benden güçlü kim varsa öldürmeye yemin ettim."

Birbirlerine yaklaştılar, "Ben gücüm. İradeyim! Eğer söylemeye cesaretin varsa egonun ta kendisiyim. Ben Trista' yım. Buyum, hep bu oldum! Seni kim benim yanıma bilerek yolladı daha bulamadım ama beni değiştirmek için uğraşanlara söyle, başarılı olamayacaksınız!"

Jake kaşlarını çattı, keskin çene hattından toplanan sular çenesinden açıyordu "Ne sayıklıyorsun sen?"

"Senin kendi rızan ile sadece görev uğruna gelmediğini çok iyi biliyorum, bana bunu yutturamazsın! Salak yok sizi karışınızda, en başından beri güvenmeme nedenimi bak ne kadar güzel karşılıyorsun!"

Jake yine güldü, gözünün önüne inen saçlarını düzelti "Sen hastasın" dedi ona eğilerek, "sen gerçekten hastasın psikolog yardımı alman gerekiyor, beni hala daha bir proje yolu ile geldiğimi düşünen bir şizofrensin sen"

Trista kahkahalarla gülmeye başladı, öyle yüksek kahkaha attı ki kavga ettikleri sokağın tüm evlerinin camları titredi. Yağmurun şiddetli sesini bile bastırdı, ikiye katlanıp karnını tutarak güldü.

Yalanı tamamen alaya aldı. "Sen çok ciddi derecede yalancı bir adamsın Morgan! Gerçekten hayatımda duyduğum en büyük yalanlardan birini bana söyledin, bravo." doğrulup nefes aldı ve nefesini düzeltti.

"Beni korumak senin umurunda bile değil ki, sadece beni bu görevin en sonunda kime teslim edeceksen ona verdiğin söz uğruna benim sağ olmamı istiyorsun." bu sefer sesini kıstı, suçlayıcı bakışları çok yüksekti. Yakamozun aydınlattığı iki mavi gözün arasında gidip geliyordu, onu kışkırttıkça sanki renkleri daha da korkun bir maviye dönüyor gibiydi.

"Brooklyn biletimi kendi ellerimle alacağım, o zaman yanıldığını gayet iyi anlayacaksın. Çünkü seninle hiçbir işim yok" ceketini yere fırlattı, "Benim yanıma ekip arkadaşlarını korumak için elimden ne geliyorsa hatta gerekirse görevi baltalamak uğruna bile olsa ona yardım eden insanım" dedi, sakinliğinin son demlerini dökerek.

Sırıttı, elini uzatıp kalbinin üzerine iki parmağını koydu. Vücudu bu soğuğun altında olmalarına rağmen hala sımsıcaktı, "Burada merhamet var Morgan. Acıma var, sakinlik var." başını iki yana yavaşça salladı "Bunlar olduğu sürece biz seninle anlaşamayız"

İki parmağı ile Jake' i ittirdi. "Ve evet, bu hayat ile birilerinin bağlantısını kesmekten zevk alıyorum"

Eteklerini tekrar yukarıya topladı, sırıtarak yolu yürümeye devam etti. Jake ise arkasından hiçbir şey söylemedi.

 

 

 

 

♟🎲

 

 

 

 

Roof Intruder - James Newton Howard

 

 

Avrupa' nın en karanlık, en kasvetli ve en gizemli olayların yaşandığı Londra' nın soğuk sokakları Arnavut kaldırımından hiç olmadığı kadar sert ve sağlamdı.

Nefes almak için yaşayan herhangi bir canlının o sokaklardan ulaşabileceği yere gitmesi ve bu soğuğa maruz kalması şarttı.

Ama bu gece farklıydı; ay daha karanlıktı, rüzgâr daha soğuktu, klasik Londra yağmurundan ziyade fazlasıyla şiddete meyilliymişçesine yağan yağmur vardı. Yağmur bir yanı gerilim ve kasvet; bir yanı neşe dolu olan şehri tamamen ele geçirmişti. Sağanak bardaklardan boşalırcasına değil, gök delinmişçesine yağıyordu.

O ufak Arnavut taşların aralarında bir yaşam umudu ile açan ufak, yeşil otların hepsi yağmurun şiddetli sularında boğuluyordu. Büyük ihtimalle ufacıkta olsa büyüme hevesi olan bitkiler, bu sağanaktan sonra tamamen çürüyecek ve hemen ardından da öleceklerdi.

Fakat bu kimsenin umurunda dahi olmayacak, normal akışa devam edilecekti.

Havada her adım atıldığında farklı bir koku yayılıyordu, bir adımda ufak parfüm kokuları yayılırken, bir yandan da tamamen ıslak ve geniz yakan derecede çöp kokuyordu.

Çöp tenekeleri ağzına kadar dolup taşmışken, yağmura aldırış etmeyen farelerin çöp kenarlarındaki ufak çıkardığı sesleri duymamak elde değildi. Evlerin arasından sızamayan yakamozun aydınlatmadığı sokaklar, Londra' nın meşhur kasvetini koruyordu.

Ulu orta açık mekânlar ise sokak lambalarının yapmacık ışığı sayesinde oldukça aydınlık durumdaydı, sevgililer için bir aşk yumağına bürünmüştü.

Her şehir gibi Londra' nın gerçek yüzü de o ince keman sesleri altındaki neşeli insanlar, uygun kıyafet ve yemeklerden ibaret değildi. Her şehir' in olduğu gibi, Londra' nın da maskesi vardı. Onunda kasvetli, kimsenin görmesini istemediği bir yüzü vardı.

Londra' da karanlıktı...

Londra' da hiç kimsenin duymaması gereken yüzbinlerce sırrın yükünü omuzlanıyordu...

Londra bir yelkenli kördüğümüydü, kimsenin tam olarak çözemediği yıllar öncesinden ince ve sıkı işlenmiş bir düğümden ibaretti.

Gizemin ve sevginin bile açamayacağı...

 

O ise, bu lanetli yağmurun tam altında yürüyordu. Her yeri soğuktan uyuşmuştu, her tarafı sızım sızım sızlıyor kolundaki geniş yaranın daha da beter açıldığını hissedebiliyordu. Otelin sokağına girdiğinin farkında olarak rahatladı.

Yağmur onun içerisindeki alevi söndürmeye yardımcı olmuştu fakat onu dövercesine bitkin de düşürmüştü. Eline aldığı topuklu ayakkabılarını sokağın başındaki çöp kutusuna fırlattı, içerisinden bir kedi korkarak ve bağırarak dışarıya atlayarak kaçtı.

Islanarak ağırlaşan elbiseyi yırtıp atmak çok istese de buna gücünün kalmadığının biliyordu.

Otelin önüne kadar yürüdü, araç karşılama kısmına geldiğinde yağmur artık onun için kesilmişti. Rahat bir nefes alarak elbisesini yere bıraktı, saçlarındaki fazlalık suyu eli ile sıkıp saldı.

Otelden çıkarken herkes onun güzelliğine bakarken şimdi onun ne halde olduğuna bakıyorlardı.

İçeriye aynı ıslatılmış bir paspas gibi girdi. Halıları ıslatması umurunda dahi değildi, omuzları düşük vaziyette asansöre binerek odalarının olduğu kata çıktı. Tekrar onunla yüzleşmesi gerektiğinin farkındaydı fakat ayaklarını öfke patlamasının ardından kendisinin yönetmediğini fark etmişti.

Odanın kartını çıkarttı, odayı açtı. Kapıyı kapatıp içeriye girdiğinde hemen olduğu yere çöktü ve gözlerini kapattı.

Derin nefesler alıp verirken içindeki ejderhanın da sustuğunu fark etti. Tamamen yerle yeksan etmişti ama susmuştu, hatta öyle ki içindeki külleri hissedebiliyordu. Bu onu iyice bitkin düşürdü.

Toparlanmak için gözlerini açacağı sırada odasına olmadığını anladı. Hızla etrafa bakınmak için gözlerini açtığında kapkaranlık bir yerde olduğunu fark edip dehşete kapıldı.

Ayağa kalkmaya çalıştığında büyük zincirlerle bağlı olduğunu gördü. Panikle ayaklarını kurtarmaya çalıştı fakat elleri de önden kelepçelenmişti. Gözlerini bir kaç kere kırpıştırdı, kulağının dibinden gelen bir silah patlaması sesi ile boynunu titretti.

Bu bir hülya, sakin ol. Birazdan bitecek.

"Trista..." Sesin geldiği yöne doğru hızla baktı, zifiri karanlıktan başka bir şey görmüyordu.

"Trista..."

Bu sefer tam tersi yönden geldi ses, fısıltı ile ama korkunç ve buğulu bir sesti. Korku ile oraya da baktı, ayaklarını ve ellerini çözmeye çabaladı. Bir el daha silah patladı, daha sonrasında gelen keskin ve büyük bıçağın havayı kesme sesleri.

Sanki bıçak darbeleri gerçekmiş gibi onlardan kaçmaya çalıştı, ses algılarının mükemmeliyetini kullandı ama aslında görmediği sadece hissettiği ve duyduğu şeylerden kaçıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışarak gözlerini kocaman açtı, korkmaya başlıyordu.

"Efendim bu asabiyetini kırmazsanız, eğitmemiz imkansız olur"

Yerinden sıçrayarak sesi dinledi, gerginlikten titrediğinin farkında bile değildi. Anlından gözlerine doğru bir ter aktığında gözleri kocaman olmuş, ağzı açılmış sesini çıkartamaz haldeydi.

"Ben onun sinirini de inadını da kırmasını bilirim sen rahat ol"

Gözleri seğirmeye başladı, beyninde yankılanan sesleri duymamak için kulaklarını kapatmak istedi fakat bağlı olduğu zincirler buna izin vermedi. Birer birer yaşlar yüzünü ıslattığında ellerine baktı.

Küçüklük halini görüyordu. Yıllar önce eğitimleri başladığında birimdeki hocanın David ile konuşmasını duyuyordu.

David' in kahkahlarını duyuyordu. Ağlamaya başladı. Nedenini bilmeden ağlamaya başladı.

Titriyor, belki de üşüyordu. Fakat olduğu yerden kurtulmak istiyordu.

Tehlike sensin... Diye her dayak yediğindeki cümleyi hatırlattı kendine.

Araf' taydı. O belirsizlik çizgisinin üzerinde sakince oturan, ama demirlerin arasına kapatılmış bir kuş misali oraya mahkûm olmuştu. Ellerinin ve kollarının bağlı olduğu zincirlerin verdiği algı şeytanın yanındaki varis koltuğuna oturacakmış hissinden daha korkunçtu.

Anlının terlediğini hissetti ama bunun görü olduğu konusunda kendini kandırmaya devam ediyordu.

Birden ortam aydınlandığında kendini iki büklüm hale getirip gözlerini kıstı. Korksa da etrafa bakmak için cesaretini toplarken odada olmayı diledi, fakat sadece düştüğü zifiri karanlık hülyasının içerisinde bir ışık yanmıştı.

Görebildiğine yine de sevinerek tam karşısına baktı. Bir boy aynası duruyordu ve orada gördüğü yansıma şimdiki hali değil, çocukluk haliydi.

Her ne kadar elleri bağlı da olsa gördüğü yansımada hiçbir bağlılık yoktu. Üzerinde mavi bir pantolon, kırmızı uzun kollu tişört ile neşe içinde bakıyordu. Kendi görüntüsü ona sırıtmaya başlayınca daha da korku sardı etrafını.

Çocukluğu saçlarını savurarak ona doğru koşmaya başladığı sırada elinden biri tutup yere fırlattı.

Kendi canı yanmışçasına dudaklarının arasından bir inilti koparttı, gözlerini ayırmadan izlemeye devam etti. Çocuk ağlamaya başladığında ise yansımaya pelerinli bir kadın girdi. O da arkasına döndü etrafına bakındığında arkasında hiçbir şey yoktu.

İzlediği şey bir yansıma değil, bir görseldi.

Çocukluğu ağlamaya hatta kadından kurtulmaya çalışsa da, kırışmış elli kadın onun bileğine tırnaklarını geçiriyor ve bırakmamak için direniyordu. Daha fazla ağlamaya başladı, onun için bağırmak istese de ağzını açıp tek bir kelime dahi söyleyemedi.

Pelerinli kadın çocukluğunun arkasına geçerek cebinden bir bıçak çıkarttığında aynaya doğru atıldı. "Hayır! DUR YAPMA!" diye bağırsa da sesi çıkmadı, zincirler yüzünden yüz üstü yere yapıştı.

Ellerini tüm gücü ile çekiyor, kendini aynaya doğru öne atmaya çalışıyordu. Fakat nafileydi.

Kadın çocukluğunun boğazına bıçağı dayadığı an çocuk ağlamaya, tepinmeye ve feryatlar koparmaya başladı. Ufacık kırmızı saçlı çocuğun gözlerindeki parlamanın gittiğini, yerine büyük bir korkunun aldığını görebildi.

Trista yüzünü buruşturdu, kulaklarını kesmek ve bir daha hiçbir şey duymamak istese de yapamıyordu. Bu kabusun içerisinden çıkamıyordu.

Pelerinli kadın çocuğun boğazına bıçağı yavaşça sapladı ve boydan boya kestiğinde kan aynaya dahil her yere sıçradı.

Tekrar bağırmak istese de elinden hiçbir şey gelmedi, sadece oturup kendi çocukluğuna ağladı. Çocukluğunu yere bırakan kadın, kanlı bıçağı pelerine silerken Trista pelerinin şapkasından gri ile kırmızının karışımı bir saç gördü ve tüm dikkatini oraya yöneltti.

Kanlı bıçağı silen kadın arkasını döndü ve yavaş yavaş uzaklaşırken çocukluğunun cesedinin elinin ufak kıpırdadığını fark etti.

Göz yaşlarını durdurmaya çalışırken kendi eline baktı, üstü başı kendisinin de kan içerisinde olduğunu fark edince nefes alamamaya başladı.

Aynı onunda boynu kesilmişti ve kanlar boşalıyordu, yutkunmaya çalıştı ama ağzı açık hiçbir şey söyleyemeden yere yığıldı.

 

 

 

 

♟🎲

 

 

 

Giuoco Piano - Uno Conte

 

 

Jake arabayı valeye verir vermez koşar adımlarla odaya çıktı.

Trista' nın gelip gelmediğini bilmese de elinden kaçıramayacağını biliyordu ve hiç değilse şansını denemek istedi. Odalarının olduğu katın koridorunda koşarken yerin biraz olsun ıslak olduğunu fark edince rahat bir nefes aldı ve adımlarını yavaşlattı.

Pantolonun cebinden çıkarttığı oda kartını yağmurda mahvolmadığına dua ederek aldı, kapı sensörlüne okuttu.

Kapıyı açmaya çalıştığında ise kapının tam açılmadığını fark etti. Kaşlarını çatarak aralık kapıdan içeriye bakmaya çalıştı. Hardal rengi, ipek kumaş yerde serili duruyordu. İlk önce Trista' nın üzerini çıkartıp attığını düşünse de daha sonradan neredeyse yara olmuş ayağını gördü ve panikle kapıyı aralayabildiği kadar araladı.

"Trista!" diye bağırırken panik içerisindeydi, aklı sanki durmuş gibi davranmaya başlamıştı.

Kapıyı ayağı ile kapattıktan sonra hemen yere çöküp başını kaldırdı ve kucağına koydu. "Trista! Uyan"

Yüzüne yapışmış olan saçları araladı, nazik tokatlar atmaya başlarken adını söylemeye devam ediyordu. Kucağında bembeyaz yüzü, morarmış dudakları ile yatıyordu. Sanki ruhu bedeninden alınmış bir fani, hayata döndürmek için çok geç kalınan genç bir beden gibiydi.

Yağmurun altında kendisi de uzun süre kaldığı için nefesinin ona yetmediğini anladı, bir kaç saniyeyi kendisine ayırıp derin nefesler alarak beyni için gerekli oksijenin gitmesini sağladı. Birkaç tekrardan sonra bedenine tekrardan hava akışını sağladı ve adrenalin oranın kendi kendine düşürerek soğuk kanlılığını geri kazandı.

Onun içinde de bir panter yatıyordu, simsiyah tüyleri olan hayvan onunla beraber gerilmiş ve büyük gürültüler ile acı çeker gibi kükrese de onu da kendisi gibi sakinleştirmeyi başarıyordu.

Sakin ol ve nefes al. Panik hiçbir şeyi çözmez.

Kendinden emin olduktan sonra tekrar ona döndü. Şah damarına iki parmağını koyup nabzını kontrol etti, fakat duyamıyordu. Burnunun altına elini yaklaştırdığında hafif neferini duydu ama gerçekten çok azdı.

Boynunu nazikçe geri bırakıp ayağa kalktı, dizlerinden ve sırtından kavradığı gibi kucağına alıp banyoya götürdü. Duşun içerisinde hafifçe bıraktı, sırtını duvara yaslayıp düşmesini engelledi. Her ne kadar duysa onu öldüreceğini de bilse üzerindeki ıslak elbiseyi çıkartmak zorundaydı.

Derin bir nefes alıp uzaktan ona baktı "Gebermeye gebermenden razıyım" diye fısıldadı.

Kendi üzerindeki yeleği çıkartıp kirli sepetinin üzerine bıraktı, gömleğin düğmelerini açmaya uğraşmadan ıslak olduğundan dolayı biraz zor da olsa başından çıkartıp üzerine koydu. Kendisi de üşümüştü, fakat şuan Trista' nın ölmek üzere olduğunu düşündüğünde vücudunun soğukluğu umurunda değildi.

Lavabonun altından büyük, temiz bornoz çıkartıp yanına koydu. Daha sonrada dolaba koşarak onun kıyafetlerinin arasından bir şeyler aradı, gri eşofman takımını kıyafetlerin altında görünce çekip aldı.

Banyoya tekrar girdiğinde ölü bir beden gibi yatıyordu.

Üzerindeki kıyafet batmış da olsa, makyajın ve saçın bozulmuş da olsa hala bu kıyafet içerisinde çok mükemmelsin.

Duşa kabinin içerisine kendisi de girdi. Vücudunda hissettiği hafif ateşten dolayı soğuk suya tekrar sokmak zorundaydı. Biraz suyu akıttıktan sonra en geniş üst başlığa alıp kendisini de komple ıslattı.

Dönüp onu da kucağına aldı, baygın olmasına rağmen suyun altına girdikleri an soğuktan inlemeye başlamıştı. Hafifçe yere doğru dizlerini kırıp onu da koluna doğru yatırdığında soğuk suyla tamamen ıslanıyorlardı.

Hafifçe yüzüne gelen saçları çekti, nefesinin daha hızlandığını anlasa da inadına üşüdüğünü biliyordu.

Kucağında duran kadına bakarken içinin çekildiğini fark etti, neredeyse onunla aynı boylarda olan insan şuan kucağında büzüşüp ağlamaya hazır bir kız çocuğu gibiydi. Ağzı hafiften açıktı, göğsünün altında yüzünü tamamen çıplak vücuduna yaslamış duruyordu. Sanki ondan gelen sıcaklığı istiyordu.

Nefesini usul usul ona verirken Jake tuhaf hissettiğini fark etti. Kollarının arasında savunmasız bir kadın durduğu için değil, dünyanın en acımasız insanlardan birinin bu halde olduğunu gördüğü içindi.

Yüzünü kibarca yıkamaya başladı, korkutucu duran makyajını suyun altında olabildiğince temizledi. Saçlarını ıslattı. Kucağından yavaşça oturur konuma getirip, elbisesinin arkasındaki ufak açtı.

Önce kollarını çıkarttı. Fakat bunları yaparken neredeyse yere bakıyordu, onu iyileştirmek bahanesi ile taciz etmek istemiyordu.

Belindeki kemeri çözüp dışarıya fırlattı, daha sonrasında da sert olmamaya çalışarak bacaklarından ayırdı. Elbiseyi tamamen çıkarttıktan sonra duşa kabinin dışına attı, hala daha bakmamaya devam ediyordu.

Suyu kapattı, kısık gözler ile Trista' yı tekrar kucakladığında bu sefer teni tenine değdiği anda bir buz çuvalını kucağına almışçasına irkildi. Normal bir insanda olmayacak kadar soğuktu.

Nazikçe yere koyarak havluyu giydirdi, göğsünü ve önünü sıkıca kapattığından emin olduktan sonra gözlerini tamamen açtı.

Daha fazla oyalanmadan yatağa götürüp yatırdı, yorganı kaldırıp altına girmesini sağladı. Koşarak banyoya gitti, saç havlularından birini alıp yanına döndü. Komodinin üzerindeki minik sarı lambalardan birini yakıp ona baktı. Yüzü tüm berraklığına kavuşmuştu, titremesi ise daha iyi durumdaydı.

Elinin, ayağının gücü olmadığını anlamak hiç de zor değildi.

Başını kaldırıp havluyu serdi, sarabildiği kadar saçlarını sardı. Derin bir nefes alarak ayağının ucunda onu izlemeye koyuldu. Yorganın içerisinde olmayan ayakları neredeyse pantolonuna değiyordu. Başını eğip baktığında altlarının yarasına gördü, tekrar ayağa kalkıp dolaptan bir merhem aldı. Ayaklarını kucağına koyup kanayan yerlerini sildi, merhemi de yavaşça yaydı.

Yüzünü buruşturarak bacaklarına baktığında, aslında bazı yerlerinin morardığını gördü. Derin bir nefes alıp karşı duvara baktı.

Kafasının içerisinde hiçbir şey dönmüyor, sadece bu yaraların nasıl oluştuğunu merak ediyordu. Başını yere eğip onu almadan önce Abbey' in cümleleri kulaklarında çınladı.

"Tutsak altında, işkence altında. Onu koruyamadım, annesi zaten istememişti ama ben onu yanıma alamadım. Çok eziyet gördü, onu bu kadar acımasız yapmak için çok uğraştılar. En sonunda başardılar da, kalbini söktüler. Acımasız olmalarını istedikleri için vicdanını, hayatını, ruhunu söktüler."

Düşünceleri nefesinin daralması ile kesildi, tekrar ona baktı.

Sokakta ettikleri kavgada ona söyledikleri çınladı bu sefer kulaklarında; Burada merhamet var Morgan. Acıma var, sakinlik var. Bunlar olduğu sürece biz seninle anlaşamayız.

Başını yine eğdi, karşısında yatan kadın hakkında bir şey bilmese bile onun içerisindeki merhamet çiçeği yüzünden ona acıyordu.

"En başından beri hislerin doğruydu" diye fısıldadı, baygın olduğundan emindi. "seni almak için geldim, görev falan da umurumda değil."

Görev ise sadece Abbey ve onun kurduğu bahaneydi. Bilmediği birinin hayatını kurtarmak için gelmişti, eziyetlerine son vermek acıyı dindirmek için uğraşmaya karar kılmıştı.

"Seninle aynı dönemde büyüdük ama aynı şartlarda büyümedik. Bilmiyorum, hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Daha seni tanımadan sana beslediğim merhameti bilseydin, belki de sana üzüldüğüm için bile olsa beni öldürürdün. Sadece en başından beri eziyetini gözlerinden okuyabildim." yutkundu, ona gerçekten yalan söylediği için pişmanlık duymuyordu.

Başını kaldırıp onun sessiz, ruhsuz uyumasını izledi. "Gerçekten kim olduğunu, neden eziyet çektiğini yakında öğreneceğim."

Yavaşça kalkarak bornozun altından bıçaklarının olduğu lastiği çıkartıp komodinin çekmecesine koydu "Bu acımasızlığın altında yatan seni merak ediyorum Trista"

Yorganı kaldırıp üzerini örttü, ışığı sakince kapattı. Eğilerek anlına yaklaştı, yapmaması gerektiğini bilse de saçlarını kokladı. Anason kokan parfümü hala onunlaydı, yavaşça uyandırmadan anlına ufak bir öpücük bıraktı.

Dudakları tenine değdiğinde alev aldığını hissetti, dudaklarından başlayan bir alev tüm bedenini sardığında geri çekildi. Boğazını temizleyerek yanından hemen ayrılıp telefonunu aldı.

Balkona doğru baktı, içeriye giren yakamoz eşliğinde dans eden tül perdelere baktı. İki yandaki ince, tül perdeler birbirlerine dolanmış cilveli danslar gibi usul usul kıpırdanıyorlardı.

Hafif rüzgar onları hareket ettirirken kimi zamanda iki ayrı noktaya atıyor, birbirlerinden uzak düşen sevgililer gibi gibi başka yanlara savuruyordu. Yakamoz onları aydınlatıyor, hatta danslarına eşlik ediyordu.

İki perdenin dansını böldü, balkona çıplak ayakları ve ıslak üstü ile çıktığında soğuktan şoklansa bile tepki vermedi. Çünkü dışı buz tutsa bile içi alev alev yanıyordu.

Bağırmak, hatta bir şeyleri kırıp dökmek de istese yapmadı. Çıplak ve ıslak vücuduna soğuğu çekmeyi tercih etti. Sandalyelerden birine oturup başını ovuşturduğunda tekrar derin nefesler almaya başladı.

Abbey' i aramak için numaraları tuşladı ve telefonu kulağına götürdü. İki üç çalmada açılan telefonun karşısında uykulu ve biraz da olsun yaşlanmış sesi ile açtı telefonu "Jake? İyi misiniz?"

Başta bir şey diyemedi, yutkundu. Acı çeker gibi kıvrandı, gözlerinin en ucunda akmak için yalvaran yaşları engellemeye çalıştı."Jake? Oğlum iyi misin! Ne oldu?"

"Abbey..." dedi sesini toparlamaya çalışarak. "bayıldı. Çok fazla ateşi var, şuan yatıyor"

Abbey' in bir yerden bir yere yürürken panikle bağırdı "Nesi var? Noldu da bayıldı?"

"Bilmiyorum ama sanırım vücudu iflas etti. İçkisine karıştırılan hiçbir şey yoktu, aksilik çıktı. Birini öldürmek zorunda kaldık, yağmurun altında kavga ettik yürüdü falan filan derken..."

"Güçsüz düştü" diye tamamladı Abbey onu, nefes verdiğini duydu. "Plan iptal, yarın hemen birime getir onu. Öldürülen insan en geç yarına kadar bulunacaktır, sizi de ifade için götürmelerine izin veremeyiz. Kendine gelir gelmez getir buraya tamam mı?"

Sanki onu görüyormuş gibi başını salladı, Abbey daha kısık ve anne ses tonuyla konuştuğunda neredeyse o da güçsüz düşmek üzereydi "Sen iyi misin?"

"İyiyim Abbey, ama dediklerinde haklı çıkmanı hiç istememiştim. Vücudu komple yara içerisinde, bilmiyorum. Kendimi oldukça kötü hissettim" sesi titrek çıkmıştı.

"Sen onu kurtardın oğlum, sen onun hayatını kurtardın. Şimdi ise getir yanımıza. Hepimiz iyi olacağız sana söz veriyorum, tamam mı mavişim?" dedi gülümseyerek.

Jake yüreğindeki iplerin Abbey sayesinde tekrar açıldığını hissettiğinde daha rahat nefes almaya başladı.

Telefonu sakince kapatıp masanın üzerine koydu.

Bir müddet oturup nehri izledi, soğuğu hissetti. İçeriye girip mini bardan viski şişelerinin birini aldı, bardak bulma zahmetine girmeden direkt kafasına dikti. Yaptıkları planları hatırladı.

 

 

 

♟🎲

 

 

 

Jake Morgan;

 

Stabil bir Londra birimi günü, sabahın daha ilk saatlerinden kalkmam gerekti.

Benim odam o kadar da büyük değil, aksine az eşyalı sadece yatmaya yarayabilecek bir konaklama alanı gibi. Üstüme uygun şeyleri geçirip 8 numaralı odamdan çıktım. Benim odam birimin biraz ucunda kuytuda kalıyor, burayı küçükken ben seçmiştim.

Odadan çıkıp sola döndüm, tam sağ tarafta kapısı olmayan geniş mutfağımıza taze kahve ve yumurta kokularını içime çekerek girdim.

Ortadaki ada tezgahta mükemmel bir kahvaltı hazır duruyordu

Ortadaki ada tezgahta mükemmel bir kahvaltı hazır duruyordu.

"Günaydın Abbey!" dedim coşkuyla, en sağdaki sandalyeye yani kendi yerime oturup doğranmış peynirlerden ağzıma attım.

Abbey ortadaki ocağın üzerinde tava ile bir şeyler pişirdiği için olacak bana dönmeden cevapladı "Günaydın oğlum!"

Peyniri çiğnerken kaşlarım çatıldı, her ne kadar hevesli de söylese bir eksiklik vardı. "Ne oldu?" diye sordum merakla, içime düşen huzursuzluk ise bana çok iyi gelmiyordu.

Abbey önce bir şey demedi, daha sonrasında tavadaki işi bitti ve ocağın altını kapatıp tava ile oraya geldi. Orta pişmiş ve çırpılmış yumurtayı önce benim tabağıma sonrada Alex' in ki hariç geri kalan iki tabağa servis etti. Onun yumurta alerjisi çok küçüklükten beri vardı.

Tavayı lavabonun içerisine bırakıp bana döndüğünde beklemekten çoktan sıkılmıştım. "Kahvaltıdan sonra konuşalım olur mu?"

Başımı salladım, her sabah ben uyanmadan benim için hazırladığı iki şekerli kahveden bir yudum aldım. O da çoktan yerine oturmuştu, "Hadi çocuklar!"

İki tane itiş kakış sesi duyduğumda istemsizce gülümsedim. Alex ve Angel içeriye girdiklerinde hala bağrışıyorlardı. "Anne sabah sabah bulaşmasın bana ya!" diye mızmızlandı Angel, belli ki yine sabah huysuzluğu üzerindeydi.

Küçük, sarışın güzeller güzeli kız kardeşim daha 17 yaşındaydı. Alex ise asabiliği üzerinde de olsa ergenliğin çıkışına veriyorduk, sadece bir yaş büyüktü ama o da kardeşini canından çok severdi.

"Abiye günaydın yok mu güzellik?" diye sitem ettim yalandan. Angel daha yerine oturmadan gelip yanağımı hızlıca öptü. "Günaydın" diye parıldadı.

Kahvaltıda onlar konuştu biz dinledik, ikisinin de aslında dertleri aynıydı. Londra biriminin altında olan çalışma merkezine rahatça girip çıkabilmek.

Fakat bu Abbey tarafından yasaklanan bir şeydi. Çalışma merkezi, onları tetikçiliğe hazırlayacak olan silahların, dövüş ekipmanlarının olduğu büyük bir spor salonu gibiydi. Fakat bizlerden biri olmadan giremiyorlardı.

Derin bir nefes aldım, kahvemin dibindeki son kalan yudumu içip kahvaltımı bitirdim. Abbey hala bana bakıyor, çocuklarına bu gerginliği geçirmemeye çalışıyordu fakat bu hayli zordu.

En sonunda ben kalktım, boş ve kirli tabağım ile kahve kupasını tezgaha bıraktıktan sonra Angel' ın başından öptüm. "Ben ana salondayım"

"Ne o? Yine görev mi alacaksın" dedi Alex merakla, ona başımı salladım "Sanırım evet aslanım öyle görünüyor"

Sakince ellerim cebimde ana salona ilerledim. Bizim birim diğer birimlere göre daha korunaklıydı evet, ama asla büyük değildi. Küçük saray bozması olması, barok mimarinin dibine kadar hissedilmesine rağmen burada diğer birimler gibi çalışan kimse yoktu.

Mutfaktan çıkar çıkmaz dört bir yanı cam olan koridordan yürüdüm ve yol biter bitmez bizi karşılayan ana salonun kapılarını açtım.

İnilmesi gereken bir kaç basamağı inip orta kısımdaki deri koltuklara kendimi bıraktığımda istemsiz sesli bir nefes verdim. Şömine yanıyordu, üst taraftaki tek camın perdeleri de açıktı. Abbey burada sigara içmeme izin vermediği için kahvaltı sonrası keyfi yapamayacaktım.

Çok beklemeden kapı yeniden açıldı, bakmaya bile gerek olmadan kimin geldiğini bildiğim için biraz toparlandım. Hiçbir şey demeden gelip karşımdaki koltuğa oturdu.

Yüzüme bakmıyordu, elleri ile oynarken bir yandan da ayağını sallıyordu.

"Ne oldu? Ne bu üstündeki gerginlik anlatmayacak mısın artık?" sesim endişeli çıkmıştı.

Başını hafifçe sallayıp şömineye baktı "Senden bir şey isteyeceğim Jake"

"Bunun için mi bu kadar gerginsin?" diye sordum merakla, yıllardır beraber yaşamamıza rağmen onun bu kadar gergin olduğunu hiç görmemiştim.

"Kolay bir şey değil bu, biraz kumar oynamak gibi"

Anlamlandıramadım, ama lafının arasına da girmedim. Tekrar büyük bir nefes verdi ve yemyeşil gözleri ile bana baktı "Brooklyn' e gitmen gerek, fakat bir görev için değil"

Kaşlarımı çattım, devam etmesini bekledim.

"Trista, biliyorsundur. Yani tanıyorsundur, kırmızı liste birincisi" dedi sıkılarak. Başımı salladım, "Elbette ki biliyorum"

"İşte!" ellerini birbirine vurup birleştirdi, "Trista' yı getirmeni istiyorum. Buraya, yanımıza, birimize"

Kafamda onunki gibi kırk tilki dönüyordu, fakat hepsinin kuyrukları birbirine dolanmıştı. Anlamadığım, daha doğrusu anlamlandıramadığım o kadar nokta vardı ki hangisinden sormaya başlayacağımı bile bilmiyordum. "Brooklyn' e bağlı birini buraya nasıl getirebilirim ki? Neden?"

Abbey yine sıkıldı, "Bak bunu hoş karşılamayacağını biliyorum." gözlerimin en içine o masum anne ifadesi ile baktığında içimin sızladığını gene hissettim. Devam etti "Neredeyse senin ile yarışan bir kadını buraya getirmeni istiyorum üstüne üslük bu bir suçken, fakat Jake durum bildiğinden daha karışık."

Benden daha üst bir insan olmadı umurumda dahi değildi, ben kendi rütbem ile ilgilenen bir insandım. Fakat bunun ne kadar büyük bir suç olduğunu, Abbey' in bu zamana kadar da Merkez kurallarından dışarı çıkmadığını bildiğim kadar iyi biliyordum.

"Bana bunu düzgünce anlatmalısın"

"Trista benim çok eski bir dostumun kızı." dedi dürüstçe, cesaretini toplamış gibiydi. "Bir zamanlar birbirimiz ile sırt sırta çarpıştığımız, evliliklerimizde yanımızda olduğumuz, çocuklarımızı bildiğimiz..." yutkundu, devam etmedi.

Merakıma yenik düşerek üstelemedim, berrak bir ormanı andıran gözlerinden birer damla yaş düştü. "Her anımızda birbirimizin yanında olduğumuz bir dostluktu işte. Fakat annesi daha sonrasında ben dahil herkesi sattı"

İşte bunu bilmiyordum, aile kapılarımızdan bir yenisi aralanıyor gibiydi.

"Ve Trista doğduğu zamanda kızını Brooklyn başkanına bırakıp, sırra kadem bastı. En başından beri çocuğunu istemedi anlayacağın"

Nasıl hissettiğimi pek anlayamadım. Bir anlam ifade etmediği gibi, nedense bu kadar anlatılandan bir şey çıkartamamıştım. "Ve?"

İç çekti "Ve, Trista' nın işkence dolu hayatına aslında temel attı. Brooklyn' de tutsak edildi, her zaman boğazında bir zincir ile dolandırıldı, işkenceler edildi. Ve annesi umursamadı, o da annesini hiç bilmedi."

Bu sefer yutkunamadığımı hissettim. Acımasız bir katildim, evet. Fakat hala daha içimdeki merhameti öldürmemiş, acıma duygumu masum insanlara ayırmıştım. Trista' yı tanıyordum, hayatımda sadece bir kere aynı ülkede görev yapmıştık fakat aynı görevde değildik.

Bir meydanın ortasında arabaların üzerine basarak kaçtığını görmüştüm, kıpkırmızı saçlarından başka hiçbir şey hatırlamasam da ne kadar gaddar ve zalim biri olduğunu hatırlıyorum.

"Git ve onu buraya getir" dedi, sakince ve özlemle. "onun yeri artık orası değil"

Ne demem gerektiğini biliyorum, fakat dilim varmıyordu. Tam bilmediğim bir konu bile olsa içinde bir yangın başladığını hissettim, bu yangın bir masum için yandığını da biliyordum.

"Nasıl yapacağım?" diye sordum.

"Merkez Brooklyn' e bir görev gönderdi, aslında göreve dahil olman için hiçbir sebep yok. Trista' nın halledebileceği bir görev, fakat ben senin de dahil olmanı istiyorum"

"Nasıl bir görev?"

"Birimlerle alakalı bir takım dosyalar olduğu söylentisi var, London Coliseum altında. Uzun zamandır Trista' yı oradan nasıl alırız diye düşünüyordum fakat bundan iyi bir bahane olamaz Jake. Görevi yerine getirirsiniz, sonrada bir bahane bulur göndermeyiz."

Abbey' in gerçekten böyle bir ihanette bulunacağına başta inanmasam da çok ciddi görünüyordu. Mesleki hayatımdan ziyade direkt hayatımı zehir edebilecek bir projeydi.

Ayağa kalkıp yanıma oturdu, omzuma sarıldı. "Bunu senden başka kimseden isteyemem oğlum"

Karşıya bakakalmıştım, tepki veremiyordum. Barut ile ateş birbirleri ile oynuyor fakat ben engel olamıyormuşum gibi hissettim. Omuzumda ağlayan Abbey' e döndüm. "Tutsak altında, işkence altında. Onu koruyamadım, annesi zaten istememişti ama ben onu yanıma alamadım. Çok eziyet gördü, onu bu kadar acımasız yapmak için çok uğraştılar. En sonunda başardılar da, kalbini söktüler. Acımasız olmalarını istedikleri için vicdanını, hayatını, ruhunu söktüler."

Yutkunamadığımı hissettim, daha öncesinde kendi kafamda yargıladığım insan için kendime kızdım. En sonunda başımı sallayıp onayladım "Tamam, ne gerekiyorsa yap. Beni dahil et, ama o kız buraya geldiği an bana gerçekleri tam olarak anlatacağına söz ver."

Abbey ağlayarak bana sarıldı, o kadar içli ağlıyordu ki kendimi kör kuyuların zindanında yapayalnız hissettim.

"Söyleyeceğim, ama önce ona gerçekte kim olduğunu öğreteceğim."

 

 

♟🎲

 

Güç, insanı kör edebilecek kadar güçlü bir zehirdir. Seni yenilmez hissettirir, en zayıf anında da seni terk eder.

 

 

Ayaklarına doğru bir serin bir hava vurduğunda gıdıklanma ile beraber hissettiği tek şey acıydı. Yüzünü buruşturdu, beyni daha yeni güne kepenk açmamışken kendini ayıltmak için gereğinden fazla çaba sarf etmesi gerekiyordu.

Kafatasını çatlatacak kadar kuvvetli bir baş ağrısını algılayacak kadar ayıldığında aynı zamanda midesi de bulanıyordu. Doğrulmaya uğraştı, ama kafasını bile kaldıramıyordu. Büyük bir işkence çekiyormuş gibi gözlerini kapatıp inledi. Gün ışığını bile görmeye tahammülü yoktu.

Acıların içerisinde boğuşurken nerede olduğunu hatırlamaya zorladı kendini. Biraz durup düşündüğünde ise dün geceki davet, ölen garson ve kavga tamamen kesitler halinde göründü. Hatırladığı her sahne için ensesinden başlayan ağrı daha da çoğaldı.

İnlemeye devam etti, dün olanları hatırladıkça yeni uyandığı iki dakikalık sürede cahilliği ile kalmak istedi.

Bir ayak sesi duyduğunda gözlerini açamadı, biri ona doğru yaklaşıp ayağının dibine oturdu. "İyi misin?"

Ağrı şakaklarına birden saplandığında kalp atışlarını düzenlemek için sakin nefesler almaya başladı. Jake ona daha da yaklaştı, elini anlında hissettiğinde mecali olmasa da elini yakalayıp ittirdi. Yavaşça gözlerini açtı, göz kapaklarının ağırlığını taşımaya uğraştı "Ne yapıyorsun sen?"

Gözleri yavaşça ortama alıştığı zaman Jake' i yatağın yanına çömelmiş bir vaziyette buldu, üstünde beyaz bir tişört, gözleri dehşet derecede korkunçtu. Kaşlarını çattı, sorusuna cevap bekledi.

"Ateşin vardı, ama dinmiş" diye fısıldadı kısık ses ile. Eline uzandı, içerisine bir şey bıraktı "Yut, başının ağrısını kesecektir"

Trista ne kadar güçsüz düştüğünü o an fark etti. Elinin içerisindeki bilindik mavi ilacı yuttu ve küçük hareketler ile doğrulup sırtını yatak başlığına dayadı, şakaklarını ovarken sordu "Ne oldu?"

"Geldiğimde baygındın" yerden kalkıp yatağın ucuna gitti, "ateşin çok yüksekti. Hastaneye de gidemeyeceğimiz için bir şekilde düşürmeye çalışıp sabahı bekledim."

Bir an üstündeki bornoza çarptı gözü, başının ağrısını umursamadan ani bir hareket ile ona döndü "Kıyafetlerim?"

"Ben çıkarttım" dedi Jake, yüzünden hiçbir şey okunmayan ifadesi yine meydanlardaydı.

"Ne yaptın ne yaptın?" diye sordu Trista dehşet içerisinde, bornozun içerisinden çamaşırını kontrol etti.

Jake gülerek başını çevirdi, balkona doğru baktı "Korkma gözlerim kapalıydı, soğuk suya girmen gerekiyordu. Bende sadece elbiseyi çıkartıp yatırdım seni"

Ayaklarını yatağın ucuna sarkıttı "Niye bayıldım ki ben" dedi kendi kendine.

"Yorgun düştün büyük ihtimal, birimde takviye serum taktırtırız."

Kaşlarını çatarak ona döndü, o kadar olayın üzerine çoğu şeyi hatırlamaması yetmiyormuş gibi yanındaki adam da sinirini bozuyordu. "Ne birimi? Ne sayıklıyorsun sen sabah sabah? Sarhoşsun belli ki git kahve iç"

Jake koltuklara doğru ilerledi "Sarhoş falan değilim." elindeki kumandaya basıp şöminenin üzerinde duvara asılı olan televizyonu açtı.

"Dün gece yaşanan olaylardan sonra Wood çiftinin derin üzüntüsü Londra Camiasına da yansıdı. Davette yaşanan cinayetin ardından salonun kameralarının tek tek inceleneceğini bildiren Robert Wood, olayın peşini bırakmayacaklarını bildirdi"

Trista başını geriye atıp boynunu çıtlattı. Felaketin bu kadar ciddi yere gideceğini bilse de kurşun yemişe dönmüştü. Jake televizyonu kapatıp ona döndü "Ayrıca opera da iptal, yani komple görev iptal"

"Görev iptal falan değil" ayağa kalktı, "boşuna uğraşma birime gitmeyeceğiz"

"Eğer birime gitmez isek bizi yaklaşık 2 ila 3 saat sonra alacaklar, çünkü tek tek herkesi ifadeye çağırıp katili bulmaya çalışıyorlar" bir adım attı, "sence bizi aldıklarında ne olur Trista?"

Gözlerine baksa da diyecek pek bir şey bulamadı. İçinin huzursuzlaşması o kadar fazlalaştı ki resmen başının ağrısını bile unuttu. "Jake boşa konuşuyorsun, David-"

"David' in canı cehenneme!" diye gürledi, o bağırınca istemsiz yüzünü buruşturup gözlerini kıstı. Ses ona resmen iki üç katı geliyordu. "Londra da yakalanacak olursak eğer bizi yaka paça tutuklarlar. Bu da ömrümüzün sonunu hapiste görmemiz demektir"

"Başka bir yolu olmalı" dedi sakince, bağıramıyordu. Sağlıklı bile düşünemiyordu, iddialaşacak gücü bulamadığı gibi dediklerini algılamakta da zorluk çekiyordu "Ne verdiler bana"

Jake ona doğru yürüyüp kolundan tuttu, "Dengeni kaybedeceksin. Otur, acele etme"

Dediğine sinirlenemedi, oturdu. Başını tuttu, kötü olduğunun farkındaydı ve gerçekten tüm vücudu resmen acı çekiyordu.

"Birime gidiyoruz, David' e birimden haber verilir. Hem senin iyi olman için hem de bu görevin bitmesi için yapılabilecek tek şey bu. İnadı bırak, her şeyi kuralına göre oynamak zorunda değilsin"

O an öleceğini hissetti, acıdan veya ağrıdan değil. Kurallardan öleceğini hissetti ve başıyla onayladı. Yatağa geri devrildiğinde Jake' in telefonla konuştuğunu duydu, "Geliyoruz."

 

Loading...
0%