@elifdidar
|
ACI GERÇEKLER Bazen rüyaların gerçek olmasını dilersin, bazense yaşadıklarının yalnızca bir rüya olmasını. Ben yaşadıklarımın da rüyamın da rüya olarak kalmasını isterdim ama maalesef ki yaşadıklarım bir rüya değildi. Ağlayışlarım hıçkırıklara dönüştüğünde kendime vurmaya başladım. “Benim yüzümden oldu, benim yüzümden oldu.” Diye sayıklıyordum. Darian öylece yerde yatıyordu. Kafasını kaldırıp dizlerime koydum. “Özür dilerim, özür dilerim. B-ben ne yapmalıyım? Telefonum nerede?” diye kendi kendime konuşurken bir yandan da göz yaşlarımı silmeye çalışıyordum. Elimde bulaşmış olan Darian’ın kanı yüzüme de bulaşmıştı. Lanet olası telefon ortalarda yoktu. Darian’ın yarasına bakmak için elimi saçlarının arasına daldırdım. O sarı saçlara benim yüzümden kan bulaşmıştı. Masmavi gözlerini ise belki bir daha açılmamak üzere sonsuzluğa yummuştu. Bu düşünce beni kahrediyordu. Zaten benim yüzümden çocukluğu çalınan bir gencin bir de hayatından olmasını istemiyordum. Sonunda yarasını bulduğuma dikkatlice baktım. Kocaman bir yara vardı ve hâlâ kanamaya devam ediyordu Elime değen yarayı kapatmaya çalıştım. Gözlerimi yumdum ve yalvarmaya başladım. “Ne olur uyan, ne olur iyileş, yalvarırım, ne olur kendine gel.” Diye sayıklıyordum ki birden ben paralel evrene geçerken çıkan ışık gibi bir ışık yayıldı etrafa. Avuç içlerim yanıyordu ama yine de Darya’nın elini bırakamıyordum ama bu sefer elim altındaki kafası hareketlenmeye başladı ve kulaklarıma içimi hoş eden sesi doldu, “Ufaklık.” Zihnim allak bullak olmuştu, artık gözlerimi açık tutamıyordum ve etraf kararmaya başlamıştı. Son kez Darian’ın korku dolu sesini duydum, “Heraaa!” DARİAN BARLOW Hera mutfaktan çıktıktan sonra ben de taksiciyi aramak için buzdolabının önüne geçip mıknatısı elime aldım. Telefondan numarayı tuşladım, tam arama tuşuna basıyordum ki içeriden bir çarpma sesi geldi. Rosa’nın geldiğini düşünüp telefonu tezgahın üzerine bıraktım ve salona gittim ama salonda kimse yoktu. Tam arkamı dönüp mutfağa dönüyordum ki kafama sert bir şey çarptı, sonrası karanlık. Gözlerimi açtığımda Hera başımda ağlıyordu. “Ufaklık,” dedim ki birden Hera yere düştü. “Hera!” diye seslendiğimde cevap gelmedi. Başım feci derecede ağrıyordu, ne olduğunu bir türlü anlayamadım. Heraya baktığımda eli yüzü dizleri hep kan içindeydi. Hemen onu yerden kaldırıp koltuğa yatıracağım ki kalkmak için yerden destek aldığımda elime sıvı bir şey bulaştı. Ne bulaştığını baktığımda bulaşan şey kandı. Telaşla Heraya baktım ama kan onun kanı değildi. O zaman bu kan bana mı aitti? Elimi başıma attığımda başımda yara yoktu, ama saçlarım birbirine yapışmış durumdaydı. Kan olmayan elimi de saçıma daldırdığımda bu elim de kan olmuştu. Kafam kanamıştı, ama bir tek yara bile yoktu. Bu nasıl olabildi ki? Hera’yı koltuğa yatırdıktan sonra mutfağa gidip hemen birkaç tane ıslak havlu alıp Hera’nın yanına döndüm. Önce dizlerindeki kanı sildim, sonra ellerini. Sıra yüzüne gelmişti. Kızıl saçlarının birkaç tutamı kan yüzünden yüzüne yapışmıştı. Önce onları topladıktan sonra temiz bir havluyla yanaklarını sildim. Yanaklarındaki kan geçince sanki her biri sihirli değnekle kondurulmuş gibi yüzünde duran çilleri ortaya çıkmıştı. Yüzüne öyle yakışıyordu ki çillerini kapattığı için kendi kanımdan nefret edesim geldi. Yüzümü tamamen temizledikten sonra pislenmiş ıslak havluları çöpe atmak için mutfağa gittim. Geri döndüğümde bu sefer gözüme çarpan kanların ortasında duran bir kağıt parçasıydı. Elime alıp kağıdı açtığımda içinde yazan şey kanımı dondurmaya yetecek derecedeydi: “Sevdiklerinin elinden alınmasını istemiyorsan yanıma gel ve kendi canını bana sun!” Ne demek canını bana sun ya? Ama bir anda aklıma Hera’nın sabah anlattığı rüya geldi. Gelme demişti, git demişti. Acaba bu bir rüya değil de Hera mı anlamadı? Athena, Hera’yı öğrenmiş miydi acaba? Eğer öğrendiyse, işte bu büyük felaket olurdu. Aradan geçen bir saatin ardından Hera yavaş yavaş hareketlenmeye başladı, uyanıyordu. Gözlerini açtığında birkaç saniye boş boş tavana baktı, ama sonra yattığı yerden bir hışımla kalkıverdi ve çatallaşmış sesiyle ilk söylediği kelime “Darian” oldu. Karşı koltukta beni görünce direkt ayağa kalktı, adım atarken sendeleyince ben ayağa kalkıp yanına gittim. “Ne oldu, ne oldu ufaklık?” dememe kalmadan Hera birden boynuma atladı. Birkaç saniye sonra da sessiz hıçkırıkları da beraberinde geldi. “Şşşşşt, ağlama, geçti. Ne oldu, neyin var?” dedim, ama Hera hıçkırmaktan konuşamıyordu bile. Beni bırakmadan “B-ben okula g-gitmek için ç-çıkacaktım, telefonum s-sende kalmıştı ya, onu a-almak için g-geldiğimde yerde k-kanlar içinde yatıyordun” dedikten sonra daha çok ağlamaya başladı ve daha da sıkı sarıldı. “Sonra ben yanına g-geldim, nabzına baktım ama hissedemedim, ö-öldün sandım” diye devam etti, omuzları şiddetle inip kalkıyordu. “Sonra yerde bir kağıt buldum, içinde ‘Sevdiklerinin e-elinden a-alınmasını istemiyorsan y-yanıma gel ve kendi canını b-bana sun’ yazıyordu. Sana benim yüzünden zarar geldi, ö-özür dilerim, h-hepsi benim suçum.” Biraz durdu, bu sırada da kollarını boynumdan çekmişti hıçkırıkları durmuştu ama haka kolumu sıkı sıkı tutuyordu, sanki gitmeden korkar gibi bir hali vardı. “Daha sonra ben yaran daha çok kanamasın diye elimle yaranı kapatmaya çalıştım, ama bir ışık huzmesi belirdi ellerimin içinde, sanki bir ateş topu vardı, ama aradan geçen otuz saniye sonra sen gözlerini açtın, bana ‘ufaklık’ dedin, gerisi yok.” Ne demek yaranı kapattım, benim başımda yara yok ki? “Hera, benim başımda yara yok,” dedim. Hera’nın gözleri kocaman açıldı. “Ne demek yara yok, Darian kanıyordu,” dedi ve parmak uçlarına çıkarak ellerini saçlarımın arasına daldırdı. Baktı, baktı, bir daha baktı ama yara bulamadı. “Ama bu kan nereden geldi o zaman.” Dedi masum ve şaşırmış bir şekilde. “Bilmiyorum ama bana şu ışık huzmesi dediğin şeyi biraz daha anlatır mısın?” dedim. Hera biraz düşündü ve “Ben şey dedim” dedi, bu sefer bana değil de ayak uçlarına bakıyordu. “Ne dedin Hera?” “Ne olur Dariana bir şey olmasın, iyileşsin, ölmesin dedim. Daha sonra o ışık huzmesi belirdi vücudumda. Sanki kan değil de ateş dolaşıyormuş gibi hissettim ama ekstradan yaranın üzerindeki elim daha çok yandı. Sonra da sen uyandın ama bedenim çok halsiz düştüğü için ben bayıldım” dedi. Ne yani beni iyileştiren Hera mıydı? Hera’nın daha kendisinin bile bilmediği özel güçleri olabilir mi ki? Bunu anlamanın tek bir yolu var. “Beni burada bekle, hemen geliyorum.” Dedim ve mutfağa geçtim. Mutfaktan elime bir bıçak aldım ve Hera’nın yanına gittim. Elimdeki bıçağı gören Hera şaşkın gözlerle bana bakıyordu. “Bıçakla ne yapacaksın?” diye sordu. “Şimdi ben elimi keseceğim ve sen de elimi tutup elimi iyileştirdiğini düşüneceksin, tamam mı?” Başını iki yana salladı. “Olamaz, elin acır.” Dedi. Dediği şey içimde bir ılıklık oluşmasına neden oldu; bu kız daha elimdeki kesiğe üzülürken Athena ile nasıl başa çıkabilirdi ki? “Bir şey olmaz, sen dene.” Dedim ve bir şey demesine izin vemeden bıçakla elimi kestim. Hera bir anda irkildi, ama hemen elimi tutup gözlerini kapattı. Hafif hafif mırıltılı sesi geliyordu: “İyileşsin, iyileşsin.” Elimin üzerindeki eli daha bir sıcak olmaya başladı. Yanakları kızarmış, boynundaki damarlar belirginleşmişti. Bir dakika sonra elleri normal sıcaklığına dönüp boynundaki damarları kaybolunca gözlerini açtı, ama elini elimin üzerinden çekmedi. Gözlerimin içine baktı, sanki bir şey dememi bekliyormuş gibiydi. “Bakayım mı?” dediğimde elini çekmediğini fark etti ve başını sallayıp elini çekti. Elime baktığımda sadece kan lekeleri kalmıştı elimde. “Hera, sen bunu nasıl yaptın?” Hera da şok olmuş gözlerle bana bakıyordu. “Bilmiyorum, nasıl olduğunu bilmiyorum. Daha önce böyle bir gücüm yoktu.” Dedi. Hera’nın gücü gerçekten de çok özeldi. Bir savaşa girme ihtimalinde yaralanan askerlere veya kendisine yardımı çok fazla dokunurdu. Eğer Athena bunu öğrenirse, Hera’yı öldürmek yerine kendisine ister ve askerlerini iyileştirmede kullanırdı. Öldürmez ama süründürürdü. Ki Hera’nın varlığını öğrendiğine dair kuşkum bu nottan sonra ortadan kalkmıştı. Büyük ihtimalle şu anda tüm geçitleri kapattırmıştı ve Rosa da hâlâ bu yüzden eve gelememişti. Umarım Rosa’nın başına bir şey gelmemiştir. Hera’nın gözlerine bakıp, “Hera, bu gücünden kesinlikle Athena’nın haberdar olmaması lazım. Athena’nın senin varlığını öğrenmiş olması yüksek ihtimal. Sana bir olasılıktan bahsedeceğim ama panik olmanı istemiyorum. Athena’nın seni öğrenmiş olma olasılığına ben artık yüzde doksan dokuz oranında eminim çünkü bu notu ondan başkası yollamış olamaz ve Rosa’nın nöbeti de büyük ihtimalle iki saat önce bitmiş olması gerek ama hâlâ eve dönmedi. Athena tüm geçitleri kapatmış olmalı.” Gözlerinde bir titreme oluştu. “Ya Athena ablama bir şey yaparsa, o zaman onu nasıl kurtaracağız?” En korktuğum soruyu sormuştu bana. Ama ikizler birbirinin acısını kalplerinde hissederdi, değil mi? Eminim hâlâ güvenli bir yerdedir. Ne de olsa kraliyet muhafızına kimse doğrudan bir şey yapamazdı. “Rosa oldukça önemli bir asker. Hera, kimse ona doğrudan zarar veremez. Eminin hâlâ güvendedir.” Biraz da olsa rahatlamışa benziyordu. Birden kapı çaldı. Hera, “Birini mi bekliyordun?” diye sordu. Ben de başımı iki yana salladım. Hera kalkıp kapıya doğru ilerledi. Ben de ne olur ne olmaz diye arkasından kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açtığında karşımda kahverengi saçlı bir kız vardı. Bir anda Hera’nın boynuna atladı. “Hera, neredesin sen? Kaç gündür ulaşılamıyorsun. Bugün sınava da gelmedin. Başına bir şey geldi sandım,” dedi. Sesi gerçekten de endişeli geliyordu. Hera ise, “Ben iyiyim merak etme,” dedi. Kızın gözleri bana döndü. Rahatsız edici bir bakış attıktan sonra Hera’ya döndü ve “Bu yakışıklı kim?” diye sordu muzip bir sesle. Hera bir bana bir de kapıdaki kıza bakıyordu. Ne diyeceğini şaşırmışa benziyordu. “Mine, şey o...” demeye kalmadan adının Mine olduğunu öğrendiğim kız, “Seni çapkın şey, yoksa sevgilin mi?” demesiyle Hera da ben de birbirimize bakıp kalmıştık. Hera bir anda, “Ne sevgilisi Mine, o benim kuzenim,” diye bir yalan uydurdu. Mine bir anda üzülmüş gibi yapsana sonra birden, “Ee, beni içeri davet etmeyecek misin?” dedi. Salonun ortasında hâlâ kan lekeleri vardı. Ne kadar silinse de koltuklarda kan lekeleri duruyordu. Hera ise, “Mine, salon müsait değil. Gel, benim odama çıkalım.” Dedi. Mine de başını sallayıp merdivenlere doğru ilerledi. Ben de salona gitmek yerine Rosa’nın odasına gitmeye karar verdim. Ama tekrar Mine’nin sesini duydum. “Senin saçına ne oldu, yakışıklı şey?” Hera, dirseğiyle Mine’ye vursa da Mine, “Ne var ya, yakışıklı değil mi? Neyse, saçını boş ver. Senin sevgilin var mı?” diye sorunca Hera da, “Ay, yuh ama Mine! Her gördüğün erkeğe yürümeyi bırak artık!” diye azarlayıp kızı kolundan tutup odasına soktu. Ben de önce babamın odasına gidip kendime yeni kıyafet aldım, sonra da Rosa’nın odasındaki banyoya girip hızlıca bir duş aldım. Sonunda saçlarımdaki kan temizlenmişti. Rosa’nın yatağına uzandığımda anın da rahatlamasıyla uykuya daldım. ...... Aşağıdan gelen çığlık sesiyle yerimden sıçradım. Ses Hera’ya aitti. Hemen aşağıya indiğimde Hera ve Mine mutfaktaki ada tezgahının üzerine çıkmış bağırıyorlardı. “Ne oluyor?” diye sordum. Mine söze atıldı. “Fare var, kocaman, kafam kadar! İğrenç, tüylü tüylü!” Bir fare yüzünden kopardıkları tantanaya bak ya! “Hani nerede?” dedim bıkkın bir sesle. O sırada da dolapta elime geçen bir leğeni alıp işaret ettikleri yere baktım. Tezgahın altını gösteriyordu. Üst raflardan elime geçirdiğim bir oklavayı alıp tezgahın altına uzattım. Sesten korkan fare koşuşturmaya başladı tabi. Kızlar durur mu? Bir çığlık daha! Mutfaktan bahçeye açılan kapı aralıktı. Daha da açıp bu sefer fareyi kapıya doğru kovaladım. Beş dakika sonra fare sonunda yolunu bulup bahçeye çıkmıştı. Mine hemen tezgahtan indi ve “Çok teşekkürler, sen olmasaydın sabaha kadar burada beklerdik.” Dedi. “Rica ederim.” Dedim. Bu sefer Hera’ya döndü. “Neyse Hera, ben de gidiyim artık. Zaten buraya telefonumu almaya gelmiştik.” Hera başını salladı ama hala kıpırdamıyordu. “Ne o kız hâlâ korkuyor musun?” dedi Mine ve bir kahkaha patlattı sanki demin o da korkudan çığlık atmıyordu. “Korkmuyor sadece şokta!” deme gereksinimi hissettim. Hera bana bakıyordu bu sefer de ama yere basmaya iğrenir gibi bir durum vardı. “Terlik vereyim mi, ister misin?” dedim. Başını salladı ama tek sorun terliklerin nerede olduğuydu. Sabır dileyerek Hera’yı belinden kavradığım gibi mutfaktan çıkardım. Şimdi basabilirsin işte yere. “Gerek yoktu, teşekkür ederim.” Dedi, yanakları hafiften kızarmıştı. Mine’yi yolcu etmek için dış kapıya doğru ilerledi. Tam Mine giderken bahçeye anne ve babamın arabası girdi. Mine gitti, annemler geldi. Babam salona girince şok olmuş, annem ise çığlığı basmıştı. Babam otoriter bir sesle, “Burada ne oldu?” dedi. Olayı en ince ayrıntısına kadar anlattıktan sonra annem babama, “Şimdi ne yapacağız, Barlas?” dedi. Babam anneme dönüp, “Artık burada kalamayız, çok tehlikeli. O yüzden hemen evi terk etmemiz gerekiyor, Linda. Hera’nın özel gücüne gelince, onu saklamamız gerekiyor.” Dedi. Hera ortaya konuşup, “Peki nereye gideceğiz? Ablam da gelmedi ya, gelir de bizi bulamazsa?” dedi. Doğru düşünmüştü Ya Rosa gelirse? “Bizim gideceğimiz yer diğer evren, kızım. Daha fazla burada kalamayız.” “Ama senin burada işin, şirketin var. Benim okulum var. Bunlar ne olacak? Biz oraya temelli döndüğümüzde Poseidon herkesin aklından bizi silecek.” Dedi ve “Herkes dağılıp değerli birkaç parça bir şeylerini alsın ve Rosa’nın odasında buluşalım.” Diyerek bizi dağıttı. HERA Ne yani, bu Mine’yi son görüşüm müydü? Yıllarımız beraber geçmişti, şimdi bir çırpıda beni unutacak mıydı? Gitmek kalana mı daha zordur, yoksa gidene mi? Ben gidendim, kalan ise buradaki hayatım, kos koca yirmi iki yılımdı. Bu yirmi iki yıl beni unutacaktı, yani ona kolaydı. Peki ya ben? Belki de anılarım bana ıstırap olup yakama yapışacaktı. Demek ki her zaman geride kalmak acı vermiyormuş; gitmek her zaman en zoruymuş. Benim için fedakarlık demekti sevdiğim birini arkada bırakmak. Çünkü neden boşu boşuna sevdiğim birini bırakayım ki? Ya onun ya da kendim için en doğrusu buysa, yapman gereken şey belliydi: gitmek ve fedakarlık yapmak. Bunları düşünürken de bir yandan sırt çantama birkaç parça iç çamaşırı ve rahat edebileceğim kıyafetler koymuştum. En son olarak da aile fotoğrafımızı ve Mine’yle olan fotoğrafımızı yanıma almıştım. Çantamı hazırdı. Sıra üzerimi değiştirmekteydi. Dikkat çekmemek için siyah kot pantolon ve siyah bir badi giymiştim. Hazırlandıktan sonra Rosa’nın odasına gittim. Ablamın bu dünyada en değer verdiği şey benim ona hediye ettiğim kolyeydi. Kolye açılır kapanırdı ve içinde ailecek olan bir fotoğrafımız vardı. Onu alıp boynuma taktım. Odaya Darian, annem ve babam geldi. Babamın elinde geçen seferki kitap vardı. Hepimize bakıp hazır mısınız diye sordu. Herkesten evet cevabını alınca da kitabın kapağını açtı. Bir geçit ortaya çıktı. Geçitten ilk geçen Darian’dı. Onun arkasından ben geçtim. Benim arkamdan da annem ve babam aynı anda geçti ve geçit kapandı. Dünyayla olan bağım şu kısacık süreçte kopmuş muydu yani şimdi? Geçit bir evin içine açılmıştı. Bu evi daha önce görmemiştim. “Burası neresi?” dedim. Babam bana, “Bu evrendeki bizim evimiz,” diye açıkladı. “Peki madem burası bizim evimiz ise, ablam nerede?” diye sordum. Babam ise, Onu bulması için Darian’a “Saraya bir muhafız olarak git ve Rosa’yı bulup gel.” Dedi. Darian başını sallayıp evden çıktı. “Peki baba, ben ne yapacağım?” diye sordum. Babam, “Sen şimdilik geç şöyle otur kızım, ne yapacağımızı ablan gelince karar veririz,” “Olmaz baba, ben böyle boş oturmak istemiyorum,” dedim. Babam da bana, “Madem senin özel güçlerin var, biraz kendine zaman ver. Belki daha keşfetmediğin başka güçlerin de vardır,” dedi. Annem koluma girip, “Her açıdan yaşadıkların kolay değil biliyorum ama bugün yaşadıklarımız daha bir başlangıç. Önümüzde bizi bekleyen bir savaş var ve senin bu savaşta güçlü olman gerekiyor. Çünkü savaştığım kişi öyle sıradan birisi değil. Yani sen ne kadar güçlenirsen o kadar iyi. İçeride biraz dinlen ve kendine müsaade et. Gücü kendine çağır, o seni bulur,” dedi ve kendi odasına gitti. Babam da bana odamı gösterdikten sonra kendi odasına gitti. Odanın ortasında kocaman bir yatak vardı. Yatağın üzerine oturdum ve etrafı izlemeye başladım. Odada bulduğum bir iğneyi parmağıma batırdım ve kan akmasına müsaade ettim. Daha sonra yaramın iyileştiğini düşündüm. Vücudum tekrar aynı belirtileri gösterdikten sonra kanayan yaram iyileşti. Madem düşünerek bunları yapabiliyorsam, aynanın önünde duran vazoyu hareket ettirebilir miyim diye düşündüm. Denedim. Vazonun yerinden oynadığını düşündüm ama olmadı ya da aynanın kenarında duran mumun yandığını düşündüm ama mum yanmadı. En sonunda sıkılıp Medusa’yı düşündüm. Acaba orada ne yapıyor? Benimle iletişime geçecek mi? Geçecekse nasıl geçecek? Hep merak uyandıran bir konuydu bu benim için onu nasıl kurtarmam gerekiyordu ya da o kılıcı nereden bulacaktım? Bunları düşünürken uyuyakalmıştım. Gözlerimi açtığımda odada değildim, bu sefer bir sarnıcın içindeydim. Kolonların arkasından bir ses duydum. “Hoş geldin kızım.” Ses yankı yapıyordu, hangi taraftan geldiğini anlayamamıştım. Etrafımda döndüm ve “Neredesin? Sen kimsin?” diye seslendim. Tekrar aynı ses, “Benim kızım Medusa. Beni sen çağırdın” “Ne demek seni ben çağırdım, yapmadım öyle bir şey, hem sen neredesin?” “Uyumadan önce beni düşündün ve benimle iletişime geçmek istedin, ancak şu anda senin iyiliğin için seni yanıma çağıramam. Beni buradan kurtarman gerekiyor, yoksa Athena seni öldürmeye gelecek. Beni buradan çıkartman için benim kanımdan olan birinin bir ayin düzenlemesi gerekiyor ve o kişi de sensin. Ben buradan çıktıktan sonra birlikte Athena’dan kurtulup ikimiz için de tehdit olan tüm unsurları ortadan kaldıracağız. Bize yapılan tüm haksızlıkların bedelini ödeteceğiz.” Derken en sona doğru sesi boğuklaşmaya başladı. Bilincim yavaş yavaş kendime geldi. Uyandığımda rüyamı düşündüm. Medusa bana dikkat et diyordu. Bu rüyayı anneme ve babama anlatmam gerekiyordu. Hemen yanlarına gidip rüyayı anlattım. İkisi de pür dikkat beni dinlemişti. Ama benim dikkatimi çeken şey hâlâ Darian’ın ve ablamın burada olmadığıydı. “Anne, Darian ablamı bulmadı mı daha?” dedim. Annem başını olumsuz anlamda salladı. “Birazdan gelirler diye düşünüyorum.” İçim hiç rahat değildi. Bilmediğim bir evde, bilmediğim bir evrende insan nasıl rahat olabilir ki? “Anne, ben biraz bahçeye çıkacağım. Sen de benimle gelmek ister misin?” diye sordum. “Olur kızım, gel çıkalım. Hiç anne kız uzun zamandır dertleşmedik.” Annemle beraber küçük müstakil evimizin bahçesine çıktık. Kuş sesleri ortama biraz da olsa huzur katıyordu. Bahçedeki çardağa geçip karşılıklı oturduk. “Bu rüyayı gördüm, ne demek oluyor anne?” “Bilmiyorum kızım, ama önümüzde çok zor zamanlar olduğunu düşünüyorum.” “İlk önce Medusa’nın da dediği gibi, onu o sarnıçtan çıkarmaya bakalım. Daha sonrasında Medusa’nın ve senin güçlerinle Athena’ya karşı savaş açmak zorundayız diye düşünüyorum.” “Bu savaşı nasıl kaldırabileceğimi bilmiyorum anne. Yani ben daha savaş filmi bile izlemekten haz etmezken, nasıl bir savaşın içine gireceğim açıkçası çok korkuyorum. Ama en çok korktuğum da bu savaşta size zarar gelmesi.” “Sen, sen hiç üzülme benim güzel kızım, bize hiçbir şey olmayacak bizim için; senin mutluluğun, huzurun ve güvende olman önemli. Bir anne için en önemli olan çocuğunun güvende olmasıdır. Sen benim kızımsın ve senin güvenliğin için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırım.” Bir anda annem çok duygusallaşmıştı. Onun duygusallığı beni de etkiliyordu. Kaç gündür duygusal ve psikolojik bir çöküş içindeydim. Uzun bir süre sessizlik oluştu ki Darian’ın içeriye girişi bu sessizliği bozdu. Annem, Darian’ı fark ettiğinde, “Oğlum, Rosa nerede?” diye sordu. Darian endişeli bir biçimde, “Bilmiyorum anne, her tarafı baktım ama ortalıkta yoktu,” dedi. İçeriye babamın yanına gittik ama mutfakta yoktu. Annem içeriye doğru, “Barlas, gelir misin?” diye seslendi. Babam, “Geliyorum!” diye seslendi. Ben de mutfak masasına geçip oturdum ama masanın üzerinde bir kağıt vardı. Ne olduğunu merak edip elime aldığımda içinde bir şeyler yazdığını fark ettim. Okumaya başladığımda yazan şeyler daha da korkmama neden oldu: “Seni uyarmıştım. Eğer canını bana sunmazsan, sevdiklerine teker teker veda etmek zorundasın. Sana son bir şans: Saraya gel ve ablanı kurtar.” Ellerim buz kesmişti. Kağıt elimden düşüp yerle buluştu. Bendeki tersliği fark eden annem, “Ne oldu kızım? O elindeki ne?” diye sordu. Ellerim titriyordu. Bir anneme bir de Darian’a bakıyordum. “Anne,” dedim, “Ablam... Ablam Athena’nın elinde.” Annem ne dediğini anlayamamıştı. Dizlerinin üzerine çökmüştü. Bir evladını korumaya çalışırken diğer evladıma zarar gelmesinden korkuyordu. Darian’a dönüp, “Beni saraya götür,” dedim. Darian bana onaylamaz bir şekilde baktı. “Olmaz. Seni oraya götürmek çok tehlikeli. Odaya gidemezsin,” dedi. Ben de dayanamayıp bağırdım. “Benim ablam orada tehlikedeyken ben burada duramam. Benim oraya gitmem onun kurtuluşu ise oraya gitmem gerekiyor!” “Olmaz. Athena seni sağ bırakmaz oradan. Unuttun mu? Yaralarım hemen iyileşiyor. Bana bir şey olmaz ama ablam... Ablamın ne onun böyle bir gücü var ne de onu iyileştirecek bu güce sahip birisi. Benim onu kurtarmam gerekiyor. Ya sen beni götürürsün ya da ben kendi çabalarımla oraya gider ve ablamı alırım,” dedim. Ben de kendimden böyle bir şey beklemiyordum ama konu sevdiklerime zarar gelmesi olunca sanki vücudumda tüm kan çekiliyordu ve damarlarımda akan saf bir kine bürünüyordu. “Tek başına gidemezsin. En azından ben de seninle geleyim.” Dedi ve beraber evden çıktık. Annem ve babam arkamızdan, “Durun çocuklar, biz de gelelim,” diye seslendiler. Anneme dönüp, “Olmaz anne, sizi de riske atmak istemiyorum,” dedim. Yarım saatlik bir yürüyüşün ardından sarayın önüne gelmiştik. Güya babam olacak kişi de buradaydı. Bana yaptığı tek iyilik beni o sarnıçtan çıkartıp anne ve babama vermesiydi. Umarım şu anda onu görmek zorunda kalmazdım. Zira o bir masuma tecavüz ederek iki masumun da hayatını mahvetmişti. Hatta belki de iki bile değil; Medusa’nın, annemin, babamın, ablamın, Darian’ın ve benim hayatımı mahvetmişti. Sarayın önünde durduğumuzda sanki kalbim yerinden çıkacakmış gibi hızlı atıyordu. Yanımda duran Darian’a baktım ve “Ne olur ne olmaz, sen burada kalır mısın? Sarayda bana zarar veremez ne de olsa çok değer verdiği Poseidon’un kızıyım değil mi?” dedim. “Olmaz, ben de seninle geleceğim.” Dedi. Ne kadar ısrar etsem de kabul ettiremedim. Beraber saraya girdik. Sarayın bahçesinde, dikilmiş beyaz kıyafet ve gösterişli bir taç içinde bizi bekleyen bir kadın vardı. Bizi görünce büyük bir kahkaha patlattı. “Demek bizim küçük çıyanımızın kızı sensin,” dedi aşağılayıcı bir şekilde. “Sizin yerinizde olsam, Poseidon’a açıklama yapamayacağım bir şey yapmazdım. Ne de olsa kendisi benim babam olur, değil mi?” dedim ben de onun kadar aşağılayıcı bir sesle ardından da “Bizim dünyamızda bir atasözü vardır biliyor musun? Yılanın başını küçükken ezmek gerekirmiş sen sanki bir tık ama bir tık geç kalmadın mı” dedim ama Athena da bana öyle aşağılayıcı bakıyordu ki “Ne de güzel demiş sizin atalarınız ben de aynı onun dediğini yaptım zaten ama senin haberin bile yok bekle zamanla göreceksin zaten” dedi ardından, gür bir sesle, “Muhafızlar!” diye seslendi. “Getirin şu küçük çıyanın ablasını!” diye seslendi. Kısa bir süre sonra ablam geldiğinde içinde bir şeyler yıkılmıştı sanki. Ablamın elinde, yüzünde ve kollarında morluklar vardı. Bir kadın bir kadına bunu nasıl yapabiliyordu, hem de diğerinin hiçbir suçu yokken? Ne kadar aşağılık bir durumdu bu! Athena’nın tam gözlerinin içine bakarak, “Sen işte bu kadar korkak bir kadınsın. Suçu olmayan masum bir genç kızı kendi isteklerin doğrultusunda zulüm ettirebilecek birisin. Sen bu dünyadaki ve diğer dünyadaki tüm kadınların yüz karasısın!” dedim. İçimde öyle bir öfke ateşi harlanıyordu ki önüme gelen her şeyi ateşe vermek istiyordum. “Şimdi!” dedim, tehditkâr bir sesle neye güvendiğimi de bilmiyordum ama içimde beni yönlendiren bir ses vardı. “Yap!” diyordu, “Yık! “Yok et!” diyordu. “Şimdi” dedim, tehditler bir sesle Athenaya karşı. “Ya sen ablamı bırakırsın ya da ben onu senin elinden almasını çok iyi bilirim.” Athena aşağılayıcı bir şekilde bakarak. “Sen bana karşı mı çıkacaksın, küçük yılan!” “Senin bu hayatta en büyük aptallığının bu küçük yılanı aşağılamak olduğunu sana kanıtlayacağım. Senin en büyük hatanın ise bu yılanı başını küçük yaşta ezmemek olduğunu anlatacağım. Sonuna hazırlarsan iyi edersin çünkü senin ölümün bu küçük yılanın elinden olacak. Dedim ve içimdeki yoğun enerjiye engel olamayarak sanki ablamın kendime doğru çekiyordum. Ablamın kolundan tutan askerlerin yüzünden zorlandıkları belli oluyordu. Ablamın ayakları hafifçe yerden havalandı ve bize doğru uçmaya başladı. Ben de yaptıklarıma karşı şaşırsam da Athena’ya belli etmemeye çalışıyordum. Athena muhafızlarına bağırarak, “Ne bakıyorsunuz öyle? Çabuk şu küçük yılanın ablasını buraya getirin!” dedi. “Sakın!” diye bağırdım “Bir adım daha atarsanız burası yangın yerine döner” Askerler adım atmaya korksa da Athena’nın “Dediklerimi yapın!” emrinden sonra bize doğru gelmeye başladılar. Korkuyordum. Bu söylediklerimin hepsi bir blöftü ama Athena’nın bilmesine gerek yoktu. İleriden bize doğru fırlatılan bir okun durmasını düşündüm. Durmadı. Bize doğru son sürat geliyordu. Ne yapmam gerekiyordu? Kaçsam kaçamazdım. Ama bu sefer o okun yandığını hayal ettim. Birden ok alev almaya başladı ve yere düştü. Yaptığıma herkes kadar ben de şaşırmıştım. Ama fazla zamanım yoktu. Bu sefer de Athena’nın etrafında bir ateş çemberi olduğunu düşündüm. Birden dev ateş dalgaları Athena’nın etrafını sardı. Athena, “Ne oluyor?” diye adeta kükredi. Darian’a bakıp, “Hemen gitmeliyiz buradan.” Dedim. Ablamı da yanımıza alıp saraydan hemen uzaklaştık.
Evet arkadaşlar, bir bölümün daha sonuna geldik. Bölümü nasıl bulduğunuzu, yorumlarınızı bekliyorum. Gelecek bölümü sizi çok bekletmeden atacağım. Oy verirseniz sevinirim.
|
0% |