@elifdidar
|
GEÇİT Mayıs ayının ilk haftasıydı, hava da tam gezmelikti. Evde oturmak yerine en yakın arkadaşımla buluşmak için mesaj yolladım. Hera Mine, yine ne yapıyorsun? İşlerini bırak da azıcık dışarı çıkıp hava alalım. Hem bak, hava ne kadar da güzel. Mine Haftaya finallerimiz var, git ders çalış. Hera Birkaç saatten bir şey olmaz, azıcık beynine oksijen gitsin. Mine Ben gelemem, çok eksiğim var. Ders çalışmam lazım. Hera Peki, sen bilirsin. İyi dersler o zaman. Sana da iyi dersler. Mine Teşekkür ederim, canım sağ ol. Diye mesaj attı, telefonu yatağımın üzerine koydum. Gelen mesaj yüzünden yüzüm düştü. Evde çok bunalmıştım ve dışarı çıkmak istiyordum. Haftaya başlayacak olan finaller beni istemsiz bir şekilde çok fazla geriyor. Çünkü bu, üniversite hayatımdaki son sınav haftam. Bu sene sonunda Mezun oluyorum. Eğer bir sınavdan kalırsam senem ziyan olacak ve ben bunu hiç mi hiç istemiyordum. Tembel bir öğrenci değilim, notlarım her zaman iyi olmuştur ama sınav stresi işte, bunaltıyor beni. Bunları düşünmek bile sıcak basmasına neden oldu. Odamda küçük bir balkonum vardı, hava almak adına balkona çıktım. Hava o kadar güzeldi ki insan dışarı çıkmak istiyordu. Balkonda öylece oturup güzel havanın tadını çıkarıyordum ama bir zaman sonra canım sıkıldı ve üniversiteden olan arkadaşım Benan’ı aradım. Birkaç çalışta açtı. “Alo,” dedi neşeli bir şekilde. “Nasılsın Benan?” “İyiyim kanka, sen nasılsın?” “Ben de iyiyim ama canım çok sıkılıyor ya, hava çok güzel ve ben dışarı çıkmak istiyorum. Müsaitsen dışarı çıkalım mı?” dedim. “Kanka, biliyorsun bizimkileri. Annemler sekiz kız kardeş ve şu anda dördü de bizim evde. Onlarla beraber kuzenlerim de geldi. Dışarı çıkamam yani,” dedi. Haklıydı kız, o yüzden bir şey diyemedim. “Neyse, yapacak bir şey yok o zaman, tek kaldım desene.” “Mine müsait değil mi?” diye sordu “Yok ya, sınavlara çalışıyormuş. Malum kendisi dersleri son ana bıraktığı için şimdi harıl harıl ders çalışıyor.” Dedim. “Evet, onun bu huyu beni deli ediyor. Sonra, ‘Kanka, beni çalıştırsana. diyor” Dedi ve güldü. “Ne yaptın sen, konuları bitirdin mi?” dedim. “Bitirdim ben ama yine de biraz tekrar yapsam fena olmaz. Sen ne yaptın?” “Ne yapayım, ben de aynı. Ama birkaç kodu ezberlemekte sıkıntı çekiyorum. Onları da halletsem tamamdır.” Dedim. “Sen de onlara çalış bari de sıkılma.” Dedi. “Ne yapayım, el mecbur. Eve tıkıldım kaldım. Neyse, ben de seni çok tutmayayım. Kuzenlerinle ilgilen.” “Tamam canım, başka zamana inşallah görüşürüz.” Dedi ve kapattı. Madem ki Mine ve Benan benimle dışarıya gelemiyor, bari ben de ders çalışayım, eksiklerimi halledeyim. Akşam olmadı, ablamla beraber çıkarız diye düşünürken bir anda evin içinden birkaç kişinin sesi gelmeye başladı. Korktum çünkü evde benden başka kimse yoktu. Annem ve babam işte, ablam ise okulda olmalıydı. Sessizce odamdan çıktım ve evde dolaşmaya başladım. Tam ablamın odasının önüne geldiğimde sesler kesildi. Kapıyı açtığımda ablam odasındaydı. “Sen ne zaman geldin?” diye sordum. “Az önce geldim, neden sordun?” “Biriyle mi konuşuyorsun? Yabancı sesler duyunca korktum, senin evde olduğunu bilmiyordum.” “Video izliyordum, onun sesini duymuşsundur.” Dedi. Ne olduğunu anlayamadan başımı sallamakla yetindim. “Abla, bu akşam gezmeye çıkalım mı?” “İnan Hera, çok yorgunum, dışarı çıkamam.” Deyince benim moralim bozuldu ama ablamın gerçekten yorgun olduğu belli oluyordu, onun için fazla üstelemedim. Yatağıma uzanmış, film izlemeye başlamıştım ancak bu film beni rahatsız etmişti. Başrol oyuncusunun yetersizliği ve kadın oyuncunun öngörüsüzlüğü, erkeğin onu sevmediği gayet belliyken kadının onun peşinde koşması beni sinirlendirmişti. Bu nedenle kendime küçük bir not: Kimseyi kendinden fazla sevme, yoksa sevgisizliğe mahkûm olursun. En sonunda film bittiğinde, can sıkıntısından biraz hava almak adına dışarı çıkmaya karar verdim. Üzerime beyaz tişört, altına ise siyah paraşüt pantolonumu giydim ve evden çıktım. Garajdan kırmızı Mini Cooper’ımı aldıktan sonra, eve en yakın kafeye gidip bir latte aldım. Kafenin içi çok basık olduğu için, yakındaki parka gittim. Parkta kimsecikler yoktu. Salıncaklardan birine oturup kahveden yudumlamaya başladığım sırada sosyal medyada takılırken Mine’den mesaj geldi. Eski sevgilim, nispet yapar gibi yeni sevgilisiyle minik bir yatta evlilik teklifi fotoğraflarını paylaşmış. Eski sevgilim güya şu anda evleneceği kişiyle beni aldatmıştı. Yanında duran kız benim bir zamanlar en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi ama kızda da bir tuhaflıklar hissetmiyor değildim. Eski sevgilim Serkan ne zaman gelse kıza bir haller olurdu, hemen lavaboya girer, üstünü başını düzeltir, makyaj tazelerdi. O zamanlar anlamalıydım kızın ne mal olduğunu ama konduramadım. Serkan zaten başkasına bakmaz dedim ama iş öyle olmadı. Bir gün ikisini bir otelde basınca ilişkimizi bitirmiş olduk. Bu yüzden bu fotoğrafı gören Mine de dayanamayıp hemen bana yollamış. Fotoğraftan çıkıp mesaj bölümüne girdim. “Mine sen o salak çocuğu neden takip ediyorsun?” mesajını yolladıktan bir dakika sonra hemen “Fena mı kızım, o antilobun neler yaptığını görüp dalga geçiyoruz hem de fake hesap, zaten bir şey olmaz.” Mesajı geldi. Ya sabır çekip Mine’ye göz devirme emojisi yolladıktan sonra mesajlardan çıktım. Eski sevgilim Serkan’ın ne yaptığı beni artık zerre kadar ilgilendirmiyor. Kahvemden bir yudum daha alıyordum ki birden gözlerim karardı ve elimdeki bardak yere düştü. Ben ne olduğunu anlayamadan kendimi bir ormanın içinde buldum. Kurumuş ağaçlar, karga sesleri, kara dumanları olan çok kasvetli bir havası vardı hafiften korkmaya başlamıştım. Anneme seslendim “Anne!!” Ses yok. Babama seslendim “Baba!!” Yine ses yok. Ablama seslendim “Abla!!” Yine ses yok. İyice korkmaya başlamıştım ormanın içinden bir ses yankılandı “Kalk! Uyan! Uyan ve kendi benliğine kavuş.” Dedi ve bir anda gözlerim açıldı soğuk soğuk terlemiştim oh be rüyaymış diye kendimi teselli ettim. Ortalıkta kimsecikler yoktu ve ben hâlâ parkta, yanımda devrilmiş kahve bardağıyla yerde yatıyordum. Hemen yerden kalktım ve üstümü temizledim. Gördüğüm rüyanın etkisinden çıkamadım; etrafa beş dakika boyunca boş boş bakınıp durdum. En sonunda kafaya takmamaya ve “neyse ne” diyerek eve gitmeye karar verdim, ama yol boyu aklım hep rüyada takılı kalmıştı. “Ne kendi benliğini bulması ne alaka?” diye düşünürken en sonunda eve geldim. Odama geçmeden önce biraz rahatlamak adına su içmeye mutfağa gittim. Suyumu içtikten sonra odama dönerken ablamın odasının ışığının yandığını gördüm. Saat gecenin on iki buçuğuydu ablam ayakta ne yapıyordu? O da yorulduğunu söyleyip pijamalarını giyip yatmıştı. Kapı aralık olduğundan göz ucuyla ona baktım. Odasında iki kişi vardı. Garip giyinmişlerdi ve onların arkasında garip bir geçit gibi bir şey vardı. Ben ne yapacağımı şaşırmış bir şekilde ablamı izlerken birden üçü de geçidin içinden geçip gözden kayboldular. Rüya gördüğümü sandım ama rüyaya da benzemiyordu ablamın üstü sabahki kıyafetlerle aynıydı odaya girdiğimde boş olduğunu gördüm ve ne olduğunu anlayamadım. Geçit ablamla birlikte gözden kaybolmuştu. Şaşkınlığın da etkisiyle hemen odama çıktım ve sabaha kadar uyuyamadım. Acaba ablam gelince ona ne olduğunu sorsam mı yoksa bilmezlikten mi gelsem? Diye düşünüyordum ama insan böyle bir şeyi nasıl görmemezlikten gelebilirdi ki? Kız gözümün önünde bir anda ortadan kayboldu ya, bu normal bir şey değil sonuçta. Tedirgin bir halde odama ilerledim. Ablam gelene kadar onu beklemeli ve ne olduğunu ona sormalıydım. Şizofren filan değilsen gördüklerim çok mantıksız şeylerdi. Odama geçince hemen yatağıma oturdum ve beklemeye başladım ama göz kapaklarım öyle ağırlaştırılmış ki bir zaman sonra uykuya dalmıştım. .... Sabahın erken saatlerinde ablamın odasından sesler gelmeye başlamıştı. Bu evde neler oluyordu, aklım almıyordu. Tekrar odasına gittim, baktım ama tek başınaydı. Aşağıya indim, kahvaltı sofrası hazırdı. Ablam da aşağıya inince göz göze gelmemeye çalışıyordum. Annem ve babam erkenden şirkete gittikleri için evde yoktular. Ablama dün gördüklerimi anlatamadım. Onun yerine, “Gece iyi dinlenebildin mi?” diye sordum. “Dinlendim, canım. Sen dinlendin mi?” diye sorunca ben de mecburen “Dinlendim” demek zorunda kaldım. Bana hiçbir şey demiyordu oysa ki ben ona her şeyimi anlatıyordum. Bu yüzden kalbim kırılmıştı ama bunların gerçek olmama ihtimali de olabilirdi ya bana deli derlerse? Eğer bir daha öyle bir şey görürsem o zaman söylemeye karar aldım. Kahvaltı bitmişti ve ben direkt odama gittim, okula gitmek için hazırlanmaya başladım. .... Okuldaki derslerin çoğunu dinleyemedim, aklım ablamdaydı. Hayal mi gördüm yoksa gerçek miydi, aklımı kurcalayıp duruyordu. Bir de ondan önceki gördüğüm saçma sapan rüya yüzünden kendimi deli gibi hissediyordum. Ailemizde şizofreni hastası da yoktu ki, bir ben mi hastaydım yani? O sırada birinin adımı seslendiğini duydum. Seslenen Mine’ydi: “Ne yapıyorsun, bugün çok dalgınsın.” “Yorgunum bugün, biraz ondandır.” Deyip durumu geçiştirmeye çalıştım. Elindeki kahveyi bana uzattı: “Sana da aldım, afiyet olsun.” Teşekkür edip kahveden bir yudum aldım, biraz da olsa iyi gelmişti. Mine akşam onlara gelmemi ve beraber ders çalışmayı teklif etti ama aklım dün geceki yaşananlarda olduğundan ve belki bu gece de olabilme ihtimalinden dolayı reddetmek zorunda kaldım. Üzülmüştü ama yapacak bir şeyim yoktu. Neler olduğunu öğrenmem lazımdı. ..... Sonunda dersler tamamlandı ve eve döndüm. Evde çalışanlardan başka kimse yok. Ablam mesaj atmış, gece eve gelmeyeceğini, bir arkadaşında kalacağını söylemiş. Keşke biraz erken mesaj atsaydı da ben de Minelere gitseydim. En azından kafamı dağıtırım diye düşünmeden edemedim. Birden aklıma ablamın odasını incelemek geldi ve ablamın odasına girdim. Odanın ortasında büyük bir çift kişilik yatak, yatağın hemen sol çaprazında bir çalışma masası vardı. Hatırladığım kadarıyla geçit tam da çalışma masasının önünde açılmıştı. Etrafı biraz incelediğimde gözüme tuhaf görünen bir şey yoktu. Bu yaptığım beni biraz suçlu gibi hissettirdi; ne de olsa odasına izinsiz bir şekilde girmiş inceliyordum. Ama bir şekilde içimi rahatlatmam lazımdı. Çalışma masamın üzerinde bir kitap dikkatimi çekti. Kapağı tahtadan yapılmış ve üzerinde güzel bir kaplama olan bir kitaptı. Kitabı elime aldığımda içime birden elektrik çarpmış gibi bir ürperti oluştu. Birden dün gece ormanda duyduğum sesi duydum. “Aç...” Sesin nereden geldiğini anlamak için etrafa bakındım ama kimse yoktu ve tekrar o sesi duydum. “Kitabı aç!” Korkmama rağmen içimdeki merak duygusuna yenik düştüm ve kitabın kapağını açtım. Kitap farklı bir dilde yazılmıştı, hangi dil olduğunu da anlayamadım. Kitabın bir sayfasını daha çevirmemle kitaptan yoğun bir şekilde ışık çıkmaya başladı. Kitaptan çıkan ışık huzmesi gitgide daha da yoğunlaşıyor ve sanki beni içine çekiyordu. Birden sayfalar giderek bulanıklaştı ve yerini karanlığa bıraktı. Her gecenin elbet gündüzü vardır. Benim karanlığım yeni başlıyordu, peki gündüzüm gelecek miydi? Gözlerimi açtığımda bu sefer kendimi ormanda değil, bir kasabada bulmuştum. Etrafta koşuşturan Viktorya modasına uygun kıyafetler giymiş insanlar vardı. Kendimi sanki eski zaman filminin içinde gibi hissettim. Etrafa baktım, kamera aradım, normal, bizim tarzımızda giyinen insanlar aradım ama yoktu. Aksine, insanlar bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Yolda yürüyen bir çocuk, elindeki şekeri yere düşürünce ağlamaya başladı. Annesi yanına gelip, “Hadi kızım, üzülme. Sana yenisini alırız.” Dedi. Kız da ellerini çırparak zıplamaya başladı. Ben de en mantıklı kişiler diye düşünerek, “Film mi çekiyorsunuz?” diye sordum. Kadın bana, “Yok, ne film çekilmesi?” dedi. “Ama sen bir film çıkışından geldin galiba. Üstün değişik ve taktığın takılar çok değerli bir şeye benziyor.” Deyince bir şoka uğradım. “Ne? Nasıl? Biz hangi yıldayız?” diye sordum. Kadın bana, “2024 yılındayız.” Dedi ve deli görmüş gibi bakıp çocuğunun elinden tutup uzaklaştı. Ne yapacağımı şaşırmış bir şekilde boş boş saatlerce ortalıkta dolandım ama ne bir tanıdık yüz ne de tanıdık sokaklar veya yapıtlar bulabildim. Hava kararmaya başladı, sokaklar sessizleşti, herkes evlerine çekildi. Burası gece hayatının işlek olduğu bir yere benzemiyordu. Geceyi geçirebilecek güvenli bir yer bulmam lazımdı ama burada hiçbir yer bilmiyorum ki nereden bulabilirim? Kafayı yemek üzereyken “Ben neredeyim ya?” diye düşünürken birden önüme bir gazete parçası düştü. Büyük harflerle yazılmış kocaman bir manşette “Kraliyet Muhafızı Darian Barlow ve Rosa Barlow’un krallık sınırları içerisinde yakaladıkları suikastçıyı infaz gününe kadar göz altına alındı” yazıyordu ve altında fotoğrafları koymuşlardı. Fotoğrafa baktığımda suikastçıyı tanımıyorum ama yanındaki erkek muhafızın siması çok da yabancı gelmiyor. Kadın muhafıza baktığımda yüzü net çıkmamıştı ama biraz daha dikkatli bakınca bu kişinin ablam olduğunu gördüm. Birkaç defa gözlerimi kırpıştırarak ancak kendime gelebilmiştim. Fotoğrafa bir daha bakınca yanındaki erkek muhafızın da ablamın odasında gördüğüm çocuğa benzediğini fark ettim. Sarı saçlı mavi gözleriyle ablama çok benziyordu. Fotoğrafın altında devam eden haberi görünce okumaya başladım. “Uzun süredir herkesin korkulu rüyası olan Nigel Nox, kraliyet muhafızları tarafından yakalanmıştır. Halkımız artık rahat bir nefes alabilir. İnfaz yarın öğleden sonra saat 13.30’da kent meydanında gerçekleşecek ve ibret olsun diye 10 gün boyunca orada asılı kalacaktır.” Okuduklarım yüzünden resmen kanım donmuştu. Burası da neresiydi böyle? Krallıklar, idamlar... Geçmişe mi geldim diyecektim ama kadın, “2024 yılındayız” dedi. Burada neler oluyor? Biri bana her şeyin bir kamera şakası olduğunu söylesin diye yalvarıyordum. Etrafın iyice kararması yetmezmiş gibi, bir de hava iyice soğumaya başlamıştı. Üzerimde sadece bir tişört vardı. En sonunda çıldırma noktasına geliyordum ki arkamdan birinin sesini duydum. Sesi boğuk geliyordu, sanki ağzının içinde konuşuyordu. Bunun nedenini arkamı dönünce anladım. Adam sarhoştu. “Naber fıstık? Sen buralı değilsin galiba. Gel, sana buraları tanıtayım. Hem kız başınıza gece gece buralar tehlikeli olur. Üşümüşsündür de. Evim ilerde, gel götüreyim seni.” Çattık ya, gel bir de bu ayyaşla uğraş. “Gerek yok, ben iyiyim böyle.” “Bir de naz yapıyor, gel kız bir şey yapmam, korkma.” Dedi ağzını yayarak daha düz yolda yürüyemeyen adam sarsak adımlarla bir adım attı bana doğru. “Gel be güzelim, geceliğine neyse veririz amma abarttın sen de haa.” Dedi içki kokan nefesiyle. Yuh ama, cidden yani! “Amcacım! Belanı arama, çek git başımdan.” Dedim ama adam beni dinlemedi ve birden koluma yapıştı. Refleksle kolumu çeksem de pek bir işe yaramadı ama adamın bozuk dengesini biraz daha bozmuştum. Buna sinirlenen adam tam bana tokat atmaya hazırlanırken bir anda bacak arasına tekmeyi yapıştırdığım gibi tam gaz koşmaya başladım. Adamın acı dolu feryadı geliyordu arkadan ama hak etmişti. Yapacak bir şeyim yok, üzgünüm diyeceğim ama değilim çünkü hak etti. Ben hâlâ arkama bakarak koşarken birden bir şeye çarptım. Demir gibi sertti. “Cidden ne lanet bir gün böyle.” Diye söylenirken neye çarptığıma bakmak için kafamı önüme çevirdim. Karşımda kocaman zırh içinde iri yarı biri vardı. Yüzünü görmek için kafamı kaldırdığımda masmavi gözleriyle bana bakan bir adam gördüm. Ama gözlerinde anlam veremediğim bir şey vardı, sanki şaşkınlık gibiydi ama çözememiştim. Yüzünü biraz daha incelerken bu sefer dağılmış olan sarı saçları dikkatimi çekti ve o an resmen bir aydınlanma yaşadım. Bu adam gazetede gördüğüm Darian Barlow’du. İkimiz de aynı anda “Sen!” deyince bir şok daha yaşadım. Beni tanıyor muydu? “Sen burada ne yapıyorsun?” dedi sert bir şekilde. Ama bu sert ses tonu benim de savaş zırhlarımı kuşatmaya neden olmuştu. Ben de aynı sert ses tonuyla “Sana ne benim burada ne yaptığımla? Asıl sen burada ne yapıyorsun? Hem sen kimsin?” diye ardı ardına sorularımı sıraladım. Ama aferin bana, aferin yani! Adam muhafızmış ve muhtemelen de şu anda nöbette. Bir de kraliyet muhafızına diklenmediğim kalmıştı, onu da yaptım yani. Çıldıracağım ya! “Birincisi, önce o sesinin tonunu azıcık düşürmeni öneririm. Aksi halde senin isyan çıkartan bir suikastçı olduğunu düşünürler. İkincisi, sence kraliyet zırhıyla ne yapıyor olabilirim? Nöbet tutuyorum. Ki bunu sana neden açıklıyorum, onu da bilmiyorum.” Dedi bana. Bunları tane tane anlatması, ilk önceki sert tavrından sonra şaşırtmıştı.Tekrar söze girip “Peki senin burada ne işin var?” diye sordu. Gel gelelim zurnanın zort dediği yere, benim burada ne işim vardı gerçekten ya? “Bilmiyorum ama beni Rosa Barlow’un yanına götürebilir misin?” dedim. Tekrar bir şaşkınlık oluştu mavi gözlerinde. “Sen Rosa Barlow’u nereden tanıyorsun?” “Senin de neler döndüğünü bildiğini biliyorum. Çok soru sorma ve beni ablamın yanına götür!” Bezmiş bir sesle. “Gel.” Deyip yürümeye başladı. Yaklaşık yarım saatlik bir yürümenin ardından küçük bir kulübeye geldik. Bana dönüp, “Buradan sonra çok dikkatli olmalısın. Sakın kimselere görünmemeye dikkat et!” diye beni uyardı. Neden bu kadar tedirgin olduğunu anlayamasam da ayak uydurmaya başka çarem yoktu. Ben de sessizce küçük adımlarla kulübeye doğru ilerledim. Darian benim iki metre önüme geçti. Arkasını dönüp bana baktığında arkada kaldığımı gördü ve “Ne yapıyorsun? Acele etsene!” diye seslendi. Kısık bir sesle, “Sen dikkatli ol demedin mi? Ben de dikkat çekmemek için saklana saklana geliyorum işte. Ayrıca ben yavaş değildim, sen çok hızlısın.” Dedim. Adamın boyu benden 17-18 cm uzun gelmiş, burada bana yavaş yürüyorsun diyor ya! Kulübeye girdiğimizde içeride kanepede uzanan ablamla karşılaştım. Hemen yanına gittim ve günün stresi ve korkusuyla direkt ablamın kollarına yapıştım. “Abla,” dedim. Ablam beni görünce bir an duraksadı sanki benim burada ne yaptığımı sorgular bir ifadesi vardı yüzünde ama çok oyalanmadan cevap verdi “Efendim ablacım.” Dedi. “Abla, burada neler oluyor? Burası neresi? Nereye düştük biz?” diye sıraladım tüm sorularımı titreyen sesimle. Bugün yaşadığım şeyler çok ağır gelmişti, bu yüzden sıkı sıkı ablamın kolunu tutuyordum. “Hera, sen buraya nasıl geldin?” diye sordu şaşkın bir şekilde. “Şey, aslında ben geçen gün senin odanda sesler duyduğumu söylediğim gün var ya, o gün ben senin odanda Darian’ı gördüm ve geçit gibi bir şeyin içinden geçip kayboldunuz. Korktum, ne yapacağımı şaşırdım. Ki ondan önce de garip bir rüya görmüştüm. Ertesi gün sen evde yokken odana girdim.” Dedim utana utana, çünkü yaptığımın doğru bir şey olmadığını biliyordum. Ablam devam etmem için gözlerimin içine bakıyordu. “Odana girdikten sonra etrafı inceledim, ama tuhaf bir şey bulamadım. Ki bir anda gözüme masada duran kitabın kapağı takıldı. Dışı çok güzeldi, ben de açtım. Ama açtıktan sonra beyaz bir ışık çıktı, ardından da kendimi burada buldum.” Dedim. Ablam anlattıklarımı can kulağıyla dinledi. “Ne rüyası gördün?” diye sorunca ben de rüyamı anlattım. Ablam şok olmuştu. Darian’la birbirlerine kısa bir süre bakıştıktan sonra bana döndü ve “Evren seni buraya çağırmış, ablacım.” Dedi. Anlamaz gözlerle ona bakıyordum. “Ne evreni, abla? Ya ne diyorsun?” “Bak ablacım, bu dediklerimi dikkatlice dinlemeni istiyorum. Ve beni kesmeden dinlemeni istiyorum senden.” Başımı salladım ve devam etmesini bekledim. “Burası ve dünya paralel evrenler. Zaman aynı ilerliyor ama olaylar farklı. Burada daha çok dünyada anlatılan mitolojik varlıklar var. Mesela Poseidon, Medusa, Zeus, Apollon gibi. Ve bu evren krallıklar şeklinde yönetiliyor. Şu anda bulunduğumuz krallığı Poseidon yönetiyor. Gel gelelim ki asıl meselemiz Heracım. Sen aslında buraya aitsin, dünyaya değil. Seni korumak adına dünyaya gönderdiler. Annem, babam, ben ve sen aslında bu evrene aitiz.” Ben duyduklarını şokuyla oturduğum yerde dona kaldım. Beynimde ablamın en son söylediği kelime zihnimde dönüp duruyordu: “Bu evrene aitiz.” Ablam duyduklarımı sindirebilmem için beş dakika boyunca bekledi ve ardından devam etti. Neden beni korumak istemişlerdi? Tehlikede miydim? Kimseye de zarar vermedim. Kim benden intikam almak isteyebilir ki? Ben bunları düşünürken ablam bir anda bombayı patlattı. “Birtanem, annem ve babam senin öz annen ve baban değiller,” dedi. “Yun Rosalin, bu böyle mi söylenir ya,” dedi Darian. Ablam ne yapabilirim der gibi omuz silkti. Duyduklarım karşısında başım dönmeye başlamıştı. Ne demek öz annem ve babam değiller? Ablam bende giden terliği anlamış olacakken Dariana bir bakış attı ve Darian ayağa kalkıp odalardan birine girdi. Kısa bir süre sonra elinde bir bardak suyla geri döndü. Suyu bana verdiğinde üç koca yudumda suyu içtim. “Ablacım, biliyorum çok kötü bir durum ama aile olmak için bir kan bağına ihtiyacımız yok ki. Ben seni bu Darian salağından daha çok seviyorum.” Dedi ki, bir daha şok oldum. “Darian ne alaka?” “Darian ve ben ikiziz.” Bir şok daha! Bugün ölmezsem hiç ölmem, dedim içimden. Ama ikisine de dikkatlice bakınca ikiz oldukları çok belli oluyordu. İkisi de mavi gözlü ve sarı saçlıydı. İkisi de benden uzundu. Ama işin karışık tarafı bu değildi. Eğer annem ve babam öz ailem değilse, benim öz ailem kimdi? “Şey Abla peki benim annemle babam kim?” Diye sordum ama bu soruyu sorarken sesim öyle kısık çıkmıştı ki neredeyse ben bile duymamıştım. Bu soru düşündüğümden de ağır gelmişti. Yirmi iki yıl boyunca anne-baba dediğim insanlar aslında bir yabancıymış. “Ablacım, cevabı duymaya hazır mısın? Pek iyi görünmüyorsun.” Bu cevaba nasıl hazırlanılırdı ki? Ben hazır değildim ama gerçeklerden nasıl kaçabilirdim? Konuşabileceğimi zannetmiyordum, o yüzden sessiz bir şekilde başımı sallamakla yetindim. “Senin annen Medusa ve baban da Poseidon. Athena, Poseidon’un eşi ve Poseidon’un onu Medusa ile aldattığını öğrenince Medusa’yı lanetledi ve bir sarnıca hapsetti. Athena, senin doğduğunu bilmiyor. Sandık seni doğurduktan sonra Poseidon seni dünyaya yolladı ve Athena’dan uzak kalmanı sağladı. Eğer senin doğduğunu öğrenirse Athena seni sağ bırakmaz, daha doğmadan öldürürdü. Tek çare seni saklamaktı.” Vücudumun içinde sanki ateşler içindeydim ama bunun aksine tenim buz gibiydi. Zaten beyaz olan tenim imkânı varmışçasına daha da beyazlamıştı. Kalbimin üzerine bir ağırlık çökmüş, sanki birisi boğazımı sıkıyormuş gibi nefesim kesilmişti. Bir anda dünyam başıma yıkıldı. Dünyadayken daha gerçekliğine bile inanmadığım varlıklar bir anda anne ve babam oluvermişti. Bu nasıl bir tezatlıktı? Aklım ermiyordu bir türlü. Ablam olayların bana fazla geldiğini anlamış olmalı ki sakin bir sesle, “Geç oldu ablacım. Azıcık uyu, yarın konuşmaya devam ederiz. Hem duyduklarını sindirmiş olursun,” dedi. “Ne yani daha bitmedi mi?” diye sorduğumda başını iki yana salladı. Sonu yok muydu yani bu ıstırabın? Ablam beni oturduğum yerden kaldırdı ve uyumam için bir odaya götürdü. Sarsak adımlarla yanında ilerliyorum. Önünde durduğumuz odanın kapısını açtı. Odanın içinde bir gardırop ve tek kişilik yataktan başka bir şey yoktu. “Duyduklarını hiç kolay bir şey değil biliyorum ama biraz uyumayı dene, Hera. En azından düşünmeni engeller. Şimdi bunları düşünme. Ablacım, zor biliyorum diyemem, bilmiyorum ama ben yanındayım.” Sıcak ve en içten gülümsemesini sunduğunda sadece başımı sallamakla yetinebilmiştim. Yatakta bir sağa bir sola dönmekten en son midem bulanınca biraz hava almak için dışarı çıktım. Güneş daha yeni yeni doğmaya başlıyordu. Karanlığı bir ok gibi delen cılız ışıkları bir o kadar da kuvvetliydi ama tenime değen her bir güneş ışığı sanki tenimi yakıyordu. İçimdeki tüm yolların önü kapanmış ve birer çıkmaz sokağa dönüşmüştü. Athena denen kadın benim biyolojik annemin lanetlenmiş güzelliğini ondan çalmış ve kimse ona bakmasın diye saçlarının her bir telini yılana mı çevirmişti? Peki ya biyolojik babam Poseidon’a ne olmuştu? Ablam bu krallığı yönetenin Poseidon olduğunu söylemişti. Onu öylece sağ mı bırakmıştı? Neden her seferinde suçlu olan kadın olarak gösterilmek zorundaydı ki? Erkek yapar çünkü o erkektir ama kadın yapamaz çünkü o kadındır. Ne saçmalık! Athena da kadın olmasına rağmen bir kadına bunu nasıl yapabilmişti? Arkamdan gelen ayak sesleriyle o yöne döndüm. Gelen Dariandı. Elinde iki tane buharı üzerinde kupa vardı. Birini bana uzattı ve “Sıcak kahve biraz ayılmanıza yardımcı olur,” diyerek elime tutuşturdu. “Teşekkür ederim. Zahmet etmeseydiniz keşke.” “Önemli değil. Duyduklarınız ağır gelmişe benziyor. Nasılsınız? İyisiniz değil mi?” Diye sordu sesinin tonundan belli olan bir merakla cevap vermem için bana bakıyordu. “İyiyim demek isterdim ama yalan söylemek istemem. İyi olmaya çalışıyorum diyeyim.” Darian, elindeki kupanın kulpuyla oynamaya başlamıştı. Bir şey söylemek istiyor ama bir türlü diyemiyor gibiydi. “Neden kupanın kulpuyla oynuyorsunuz?” Dedim. Doğrudan “Söylemek istediğiniz bir şey mi var?” diyemedim. Derin bir iç çekti ve “Aslında size bir şey sormak istiyorum ama vereceğiniz tepkiden de korkmuyorum değil. Dünden beri kolay şeyler yaşamadınız çünkü.” “Daha ne olabilir ki söyle boş ver.” Dedim. Söyleyeceği şeyden ne kadar korkuyorsam da merak duygum daha ağır basmıştı. Tam söze giriyordu ki birden bir bağırma sesi geldi. İkimiz de etrafı kolaçan ederken ileriden çalı kırılma sesleri geldi. Darian panik bir şekilde, “Siz hemen Rosa’nın yanına gidin ve onu uyandırın. Çabuk gidin buradan!” Neden gitmemiz gerektiğini anlamasam da hemen dediğini yapıp ablamın yanına gittim. “Abla! Abla uyan!” Ablam uyku mahmuru gözlerle bana bakarken, “Birileri geldi ve Darian hemen buradan gitmemiz gerektiğini söyledi.” Dedim. Panik halinde o da yataktan fırlayınca elimden tuttu ve evin içinden çıkıp ormanın içine doğru koşmaya başladı. Ne olduğunu hala anlayamadan bir ağacın altında durdu ve ağacın dalını hareket ettirmesiyle yerde bir şeyler hareketlendi. Ne olduğunu anlamak için baktığımda bir gizli bölme ortaya çıktı. O gizli bölmenin içinde ise bizim dünyamızda gördüğüm kitap vardı. Ablam bir eliyle elimi tuttu, diğer eliyle de kitabın kapağını açtı ve anlamadığım dilde bir iki sözcük mırıldandığında yine o ışık huzmesi belirdi ve bizi içine çekti. Işık gözlerimi kamaştırıyor ve bilincimi benden alıyordu. Daha fazla direnemedim ve gözlerimi kapatmamla beraber bilincim de kapandı. ..... Gözlerimi açtığımda odamda yatıyordum. Nasıl ben buraya geri dönmüştüm? O kitap beni buraya geri mi getirmişti? Peki ya ablam neredeydi? Hemen yatağımdan kalkıp aşağıya indim. Annem ve babam aşağıda oturuyorlardı ama ablam yanlarında değildi. “Anne, ablam nerede?” “Ablan geri gitmek zorunda kaldı canım. Gel, otur şöyle.” Annemin bu söylediği her şeyin bir rüya olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Oturdum ve gözlerim ikisinin arasında gidip gelmeye başladı. Babam söze girdi: “Kızım, bunu böyle öğrenmeni istemezdik ama yapabileceğimiz bir şey yok artık. Sen bizim öz kızımızsın. Senin saçının teline gelen zarar içimize işler. Senin ilk dişin çıktığında, ilk adımlarında da yanındaydık. İlk konuştun zamanki o mutluluğumu unutamıyorum bile. İlk ne dedin biliyor musun? Gözlerimin içine baka baka ‘baba’ dedin. İşte ben o zaman dedim ki, işte bu benim kızım. Bir çocuğunun olması için illa kan bağına gerek yok. Kızım, sen benim bir parçamsın ve de hep böyle kalacaksın.” Ardından gözünden bir damla yaş süzüldü. Dünden beri ağlamaktan şişen gözlerimle tekrar ağlamaya başladım. Bu sefer babam kalkıp yanıma oturdu ve bana sıkıca sarıldı. Annem de karşı koltukta oturmuş ağlıyordu. Göz göze geldiğimizde babama sarılan bir kolumu anneme doğru uzatıp gelmesini bekledim. O da sessiz cümlemi anlamış olmalı ki kalkıp yanımıza geldi. Biz sıkı sıkı sarılırken babam birden anneme “Çok sarılma kızıma, o benim.” Diyerek yersiz kıskançlığını bir kez daha konuşturdu. “Sadece senin mi kızın be? Asıl sen çok sarılma!” diyerek beni babamın kollarının arasından aldı ve bu sefer o sarılmaya başladı. Olaya el atma zamanı gelmişti. “Tamam, ben ikinize de yeterim.” Diyerek tartışmalarına son verdim. “Anne ablam ne zaman gelir?” diye sordum “Akşama doğru gelir.” dedi “Bir şey daha soracağım. Darian da sizin oğlunuz mu? Yani ablam da sizin öz kızınızsa, Darian da öz oğlunuz oluyor.” Babam hafifçe başını salladı. “Peki ya o neden bizimle burada değil de orada kaldı?” “Ailecek odadan kaybolmamız çok dikkat çekerdi. Kızım Darian orada bizim yokluğumuzu belli etmemek için kaldı.” Yani yirmi iki yıl boyunca benim yüzümden ailesinden uzakta yaşamıştı. Bunu duyduğum o kadar ağır geldi ki. O zaman o kaç yaşındaydı? Dört ya da beş yaşında olmalıydı. O yaşta ona kim bakmıştı? Ne olursa olsun o yaştaki bir çocuğu bırakmamaları gerekirdi. Kalbim sızladı. Küçük bir çocuk benim yüzümden anne, baba ve kardeş hasreti çekmek zorunda kalmıştı. “Peki ya o küçük yaşta Darian’a kim baktı?” “Teyzesi baktı. Biz de zaten sen uyuduktan ya da okula gittikten sonra sırayla gidip geliyorduk. Hem de yokluğumuz belli olmuyordu.” Uzun bir sessizlik oldu. Daha fazla dayanamadım ve “Ben odama çıkayım, biraz dinlenmek istiyorum. Ablam gelince çağgelinceız.” Dedim ve bir şey demelerini beklemeden odama çıktım. Odaya girdiğimde direkt bilgisayarımı açıp yatağıma geçtim. Bilgisayar açılınca da arama montörüne girip Poseidon ismini arattım. Yunan mitolojisinde yer alan denizler ve depremler tanrısı. Kronos ile Rhea’nın oğlu. Zeus ve Hades’in kardeşi. Olarak geçiyordu. Demek ki o kasaba deniz kenarındaydı. Peki ya biyolojik annem Medusa? Onu da merak edip hemen Medusa ismini arattım. Çıkan sonucu okuduğumda benim için zaman durmuştu sanki. Yazıda yazanlar ise şöyleydi: Medusa kendisini tanrılara adamaktaymış. Athena ilk başlarda Medusayı umursamamıştır. Poseidon, karısı Athena’nın tapınağında bulunan Medusa’nın güzelliğine âşık olmuştur. Ancak, bir ölümlüye âşık olduğu için küçük düşmekten korkmuş ve aşkını belli etmemiştir. Daha sonralarda Poseidon aşkına yenik düşmüş ve Medusa’ya Athena’nın tapınağında tecavüz etmiştir. Medusa bu olaydan sonra tapınakta kalmaya devam etmiş. Daha sonra Athena bu olayı öğrenmiş ve kıskançlık krizine girip Medusa’yı cezalandırmak istemiştir. Medusa’ya verebileceğini en kötü cezayı vermiş ve ondan güzelliğini almıştır. Medusa ve diğer kız kardeşlerini Gorgon adı ile bilinen korkunç dişi canavarlar haline getirmiştir. Medusa ve kardeşleri yılan saçlı, kanatlı ve korkunç yüzleri olan yaratıklar haline gelmişler. Okuduklarım beni derinden yaralamıştı. Ne yani, ben bir tecavüz çocuğu muyum? Annem beni istemeyerek mi dünyaya getirdi acaba? Belki de Athena benim yüzümden olayı fark etmişti. Medusa hamile kalınca çocuğun babasını merak etmiştir ve olayı böylece öğrenmiştir. Hatta belki de benim yüzümden annem ve ailesi lanetlenmişti. Ben, annemin yakasına yapışan bir lanetim ve bu laneti de annemin başına saran Poseidon. ...... Akşam ablam eve dönünce odama uğramış ve nasıl olduğumu sormuştu. Ben de onu geçiştirip sabah araştırdığım şeylerin doğru olup olmadığını sordum. Ablam ilk önce bir duraksadı ama sonra derin bir iç çekerek beni onayladı. “Ama bu lanetin seninle bir ilgisi yok. Sen olsan da olmasan da Athena aldatılmayı kaldıramadı. Tapınakta güçlü bir enerji hissetmiş. Bir mazlumun ahı güçlü olur derler ya, belki de öyle bir şey. Neler olduğunu da araştırınca olanları öğrenmiş. Medusa lanetlenmiş ama bilmediği bir gerçek varmış Athena’nın da. O da Medusa’nın karnında masum bir can olduğu. Laneti yapmış yapmasına ama karnında sen varken lanet sekteye uğramış. Senin Medusa’ya verdiğin enerji sayesinde Medusa da normal bir insandan ölümsüz bir insana dönüşmüş. Normal hastalıktan falan ölmez. Onların ölümü için kimsenin bilmediği gizli bir yerde saklı olan bir kılıç var. Ancak onunla ölürler.” Birkaç defa gözlerimi kırpıştırıp boş boş ablama baktım. Bu aralar ne kadar boş bakıyorum ben ya, yeminle hayat enerjim öldü, söndü, bitti gitti ya. İçim en azından biraz olsun rahatlamıştı. En azından varlığım belki bir işe yaramıştır ya da daha kötü sonuçlara yol açmıştır. Ne de olsa bir insan sonsuza kadar hem hapis hem de lanetli bir şekilde yaşamak ister ki bu düşünceyle meraklı bakışlarım hemen ablama döndü. “Eee benim yüzümden Medusa ölümsüz olduysa sonsuza kadar öyle mi yaşamak zorunda?” “Sonsuza kadar değil aslında. Athena ölene kadar. Lanet ancak laneti yapan kişi ölürse bozulur.” “Ne demek laneti yapan kişi ölürse bozulur ya? Athena ölümsüz ya.” “İşte burada senin görevin devreye giriyor. Hani bana bir rüya gördüm dedin ya, aslında o bir rüya değildi. Seni oraya çağıran Medusa artık büyüdüğünü ve onu hapsedilmiş yerden kurtarabileceğini ve laneti bozabileceğini düşündüğü için seni çağırıyor olabilir.” Nasıl yani? Benim bunca zamandır duyduğum sesler Medusa’ya mı aitti? Ben aslında onun mu sesini duyuyordum? Yok artık! Kafam karmakarışık olmuştu, önceden daha ne olabilir diye düşünürken artık daha ne var, ne eksik diye düşünmeye başladım ama kafama bir soru takılmıştı: “Athena eğer benden haberi yoksa beni nasıl oradan kurtardı?” “Sen masum bir canlı olduğun için sarnıcın kapısından çıkabilirsin, bu sarnıcın yerini sadece Poseidon biliyor ve seni oradan çıkartıp bize emanet etti.” Yani Poseidon beni biliyor, bir çocuğunun olduğunu... Peki o ölümsüz ise ben de mi ölümsüz oluyorum? Bu sorumu ablama sorduğumda bana başını sağa sola sallayarak cevap verdi: “Senin annen sana hamile kalmadan önce ölümlü olduğu için sen de ölümlüsün.” Ya, onca şeyin içinde bir an mutlu olacaktım, ona da izin yok. “O zaman benden Athena’yı öldürmem istiyor, onu ben yapamam, ben bir canlıyı nasıl öldürürüm ki? Biliyorsun beni, ben yapamam.” “Yapmak zorundasın. Seni neden oradan apar topar geri getirdik, senin haberin var mı? Athena senin oradaki evrene girdiğini anlar ve senin Medusa’nın kızı olduğunu öğrenirse seni canlı bırakmaz. Onun için bir insanın yaşamı hiçbir şey ifade etmiyor, Athena için sadece onun yerine işini göreceği bazı kuklalar olarak görüyor insanları. Hatta bir keresinde hizmetçisinin makyajı istediği gibi olmadı diye kadını öldürdü.” “Yuh ama yani bu kadarı da fazla ama ben o değilim, yapamam, bir canlıya zarar veremem.” Ablam düşüncelerimi anlamış olmalı ki “Tamam, ilk önce bir kılıcı bulalım da sonrasını sonra düşünürüz.” Dedi. Ben de mecburen kafa salladım. Aşağıdan annemin sesi yükseldi: “Kızlar, hadi sofra hazır, gelin.” İkimiz de aşağıya indiğimizde sofrada Dariana’yı görmeyi beklemiyordum ama sofrada oturmuş, sırıtarak bizi bekliyordu. Şaşırmıştım ama belli etmeden karşısındaki sandalyeye oturdum. “Vay be, bugünleri de mi görecektik? Hep beraber, annem, babam, ben, ablam ve Hera aynı masada akşam yemeği yemek... Artık ölsem de gam yemem.” Öylesine söylediği söz benim içime işlemişti. Benden bağımsız bir şekilde dolan gözlerimle Dariana baktım. Bir terslik olduğunu anlayan Darian “Yanlış bir şey mi dedim? Neden gözlerin doldu?” diye sordu. Hemen fark etmişti. Bu kadar dikkatli olmasına şaşırılmamalıydı. Sonuçta o bir kraliyet muhafızıydı, değil mi? Kendi sesimi bile zor duyarken “Darian özür dilerim,” dedim. Bu sefer şaşıran Darian oldu. “Ne için özür diliyorsun, ufaklık?” Ufaklık mı dedi bana, ufaklık? Kocaman kız olmuşum, laneti kaldırabilirmişim ama ufaklık mıyım? Hah! “Ben ufak değilim, bir kere.” Dedim ama sonra da, “Benim yüzümden uzun bir süre ailenden uzak kalmak zorunda kaldın. O zamanlar sen daha bir çocuktun. Aileni çok özlemiş olmalısın. Hepsi benim suçum. B-ben doğmasaydım, sen de ailenden uzak kalmak zorunda kalmazdın.” Sona doğru göz yaşlarım özgürlüğünü ilan etmiş ve benden bağımsız bir şekilde akmaya başlamışlardı. Darian yerinden kalkıp yanıma geldi ve yanımdaki sandalyeye oturup benim ona bakmamı sağladı. Ama sinirlenmişe benziyordu. “Bunlar hiçbiri senin suçun değil. Bunu aklına sokmalısın.” “A-ama b-benim-“ sözümü kesti ve kolumdan tutup beni kendine doğru çekti, başım göğsüne yaslandı. Ama bu yaptığı benim için hiç iyi bir şey değildi. Ben ağlarken kim bana sarılsa ben daha çok ağlardım. Sessiz ağlayışlarım hıçkırarak ağlamaya döndü, ama Darian beni bırakmadı. Aksine, bir eli belimdeyken diğer eliyle de saçlarımı okşayıp teselli vermeye çalışıyordu. Ama asıl teselli edilmesi gereken kişi o değilmiş de benmişim gibi davranıyordu. “Hera, bana bakar mısın?” Göğsünden ayrıldım, ama yüzüne bakmadım. “Hera, gözlerime bakar mısın?” dedi ama nasıl bakayım? Çocukluğunu mahvetmişim resmen, nasıl gözlerine bakabilirim ki? Bakamadım, ama bu sefer çenemi kaldırıp gözlerine bakmamı sağladı. “Hera, kimse annesini ve babasını seçemez, sen de seçemezdin. Daha sen de bebektin, nereden bilebilirdin? Lütfen daha fazla ağlama.” Başımı hafifçe salladım, ama benim kolay kolay kaldırabileceğim bir şey değildi. En azından biraz zamana ihtiyacım vardı. Darian daha fazla üzerime gelmemek adına yanımdan kalkıyordu ki bir anda kolunu tuttum. Meraklı gözlerle bana bakan Dariana “Teşekkür ederim her şey için” dedim. “Rica ederim, ufaklık” deyip yerine geçti. Bu defa “ufaklık” kelimesini bilerek söylemişti ve dalga geçer gibi sırıtıyordu. Daha fazla uzatmamak adına bir şey demedim. Yemeklerimizi yemiştik, ben de herkese iyi akşamlar deyip odama çekildim. Öğrendiğim gerçekler yüzünden hiç keyfim yoktu. Odama geçince yatağıma yattım, tavanı boş boş izliyordum. Birden telefonuma Instagram bildirimi düştü. Bir beğenim varmış. Tanımadığım biri beğenmişti. Önemsenecek bir şey olmadığı için telefonumdan rastgele bir radyo kanalı açtım. Radyodaki kadın zarif sesiyle konuşmaya başladı: “Evet sevgili dinleyiciler, şimdi sırada Hilal Hanım’dan gelen bir istek parçamız var. Mark Eliyahu & Cem Adrian – Derinlerde geliyor. İyi dinlemeler. Şarkının nakarat kısmı bile içime dokunurken, sözleri kalbimde bir ağırlık oluşturmasına neden oldu: Bana düşlerimi geri ver, Gerisi hep sende kalsın. Bana son kez öyle gülüver, Yüreğim de sende kalsın. Bana hatıradır ateşin, Yanarım, yanarım. Seni başka kimse bulamaz, kaybım. ... Şarkı devam ederken ben de kendi içimdeki savaşa dalmıştım. Bir insanın hem evlatlık olduğunu hem de tecavüz sonucu dünyaya geldiğini öğrenmesi hiç de kolay olmuyordu. Tekrar radyodaki kadının sesi yükseldi. “Evet sevgili dinleyicilerimiz, dinlediğimiz şarkı biraz duygusal bir şarkıydı, kabul ediyorum. Ama ne de güzel söylemişler, değil mi? Bazen insan gerçekten kendi içinde kaybolabilir, kendisiyle boğuşuyor da olabilir. Belki bir sonuca varamadığımız zamanlar olur. Ama bazen de en iyi şekilde yolumuzu bulduğumuz zamanlar da olur. İçimizdeki sesi dinlersek kaybolduğumuz yerden çıkabiliriz ve kimseye takılmadan dilediğimiz gibi yaşayabiliriz diye düşünüyorum. Lafı fazla uzatmadan yeni şarkımıza geçelim.” Dedi radyodaki kadın Sıra sıra şarkılar çalmaya devam ediyordu. Radyodaki kadının da dediği gibi ben de kendi içimde kayboluyorum gibi hissediyordum. Bunca yıl yaşadığım hayatın bir kurmacadan ibaret olduğunu düşünmek insanı yıkmaya yetiyordu. Dakikalar dakikaları, saatler saatleri devirirken ben de kendimi boşluğa bıraktım ve gözlerimi gecenin karanlığına yumdum. Sabah uyandığımda daha saat yedi otuz sekizdi. Normalde bu kadar erken kalkmazdım ama akşam her zamankinden daha erken uyumuştum. Telefonumu elime aldım ama şarjı bitmişti. Dün şarkı dinlerken uyuya kaldığım için büyük ihtimalle şarjım bitene kadar radyo kanalı açık kalmıştı. Telefonumu şarja takıp lavaboya girdim, elimi yüzümü yıkadım ve aşağı mutfağa indim. Yardımcımız Sude Hanım kalkmış ve mutfakta sabah kahvaltısı hazırlıyordu. “Günaydın Sude Abla,” dedim hâlâ açılmamış çatallı sesimle. Bu halime tebessüm eden Sude Abla, “Sen genelde bu saatte uyanmazsın küçük hanım, ne oldu?” diye sordu. Ah be Sude abla neler olmadı ki ama şimdi bu olanları da evindeki çalışana anlatacak değilim. Omuz silktim “Bir şey olmadı sadece akşam erken yatınca sabah da erken uyandım. Erken kalkmışken de mutfakta yardıma ihtiyaç varsa yardım edeyim dedim. Kötü mü yapmışım yani?” dedim. “Ay senin nazını yesinler, iyi yaptın. Gel bakalım. Sen de domatesleri doğrayabilirsin.” Dedi Ben domatesleri doğrayıp salatalıklara geçtim. Salatalıklar da bitince Sude ablama seslendim ve bitirdiğimi haber verdim. Mutfak tezgahına konulmuş kahvaltılıkları aldım ve yemek salonuna taşıdım. Kahvaltılıkları masaya koydum ve mutfağa dönüyordum ki ablam esneye esneye aşağıya indiğini gördüm. “Hayır ola Hera, sen bu saatte ayakta ne yapıyorsun?” “Hiç, mutfağa yardım ediyorum.” Dedim. Bu dediğime çok şaşırmış olmalı ki bir iki kez göz kırpıştırdı. “Sen ve yardım etmek, ablacım sen bir tek beynin hiç istemediğin şeylerle doluyken onlardan uzaklaşmak için yardımda bulunursun. İyisin değil mi?” İyi misin? Bazı insanlar bu kelimeyi duymadıkları için gerçekten delirseler de bazen “iyimisin” lafını duymak daha sarsıcı olabiliyordu. İyi olmaktan kastı neydi? Bir yalanın içinse büyümemek mi, yıllar boyunca bir çocuğu anne ve babasından ayrı koymamak mı, bilemiyorum. O zaman ben hiç iyi değildim ama bunu şuan açıklamaya uğraşamazdım, sadece “İyiyim” deyip geçiştirdim. Bu sırada çalışanlar masayı kurmuş, annem ve babam da aşağıya inmişti. Annem ve babam kahvaltıya zamanında, hatta zamanından önce kalktığımı görünce küçük çaplı bir şok geçirdiler. “Kızım, sen iyi misin?” Bu soruyu annem de sormuştu. “Bu ne ya anne,bugün bu soruyu kaç kere işittim Hera iyi misin, iyi misin kızım? İyiyim ya ben, merak etmeyin.” Hiç iyi değilim ben, yardım edin. Bu sessiz çağrımı kimse duymamıştı. Kalbimde gerçekleri öğrendiğim andan itibaren bir sızı vardı ve hâlâ da geçmemişti. Uzun bir süre de geçecek gibi değildi. Sofra hazırdı, herkes yemeğini yedi ve kendi işleri için evden ayrıldı. Benim de üniversitede sınavlarım yaklaştığı için biraz ders çalışmam gerekiyordu ama içimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Evin içinde durdukça duvarlar üstüme üstüme gelmeye başlamıştı. Güçlü durmak zorundaydım, bunun farkındaydım. Ama bir anda bu öğrendiklerimi kaldıramıyordum. Üzerimi değiştirip ben küçükken annemin beni ve ablamı götürdüğü parka doğru yola çıktım. Ne zaman kendimi kötü hissetsem oraya giderdim. Kulağımda kulaklığım, müzik dinleye dinleye yola koyuldum. Beş dakika sonra parktaydım. Boş olan bir banka oturdum. Parktaki koşuşturan çocukları izliyordum. Biri sallanıyor, biri kaydıraktan kayıyordu. Bazıları da annesinin yardımıyla tahterevalliye biniyordu. Her birini ben de yapmıştım küçükken. Bir keresinde annem ablamla beni parka getirmişti. Öyle yaramaz bir çocuktum ki parkı gördüğüm anda annemin elini bırakıp kaydırakların olduğu tarafa koşmuştum. Annem arkadan bana bağırıyordu: “Yavaş koş kızım, düşeceksin!” Ama ben annemi dinlemedim, koştum kaydırağa. Ablam da arkamdan koşuyordu. Annem bu halimizi tebessüm ederek izliyordu. Parka elinde pamuk şekerlerle gelen adamı görünce anneme tutturmuştuk pamuk şeker de pamuk şeker diye. O zamanlar ne kadar da mutluyduk! Şimdi sanki her biri sahteymiş gibi hissediyorum. Yanağımdan usulca bir damla yaş süzüldü, ardından bir tane daha, bir tane daha... Parkta birden bir ses yükseldi: “Pamuk şekerci geldi!” Daha da duygulandım, pamuk şekerciye baka kalmıştım. Daha fazla bakmak gözlerimin daha çok dolmasına neden oldu. Başımı o yönden çevirip elimdeki telefona baktım. Bir dakika sonra yanımdaki banka birisinin oturduğunu hissettim, ama başımı çevirip de kim olduğuna bakmadım. Ama bir el tam da gözümün önüne pembe bir pamuk şeker uzattı. Bir anda afalladım. Önce pamuk şekere baktım, sonra da bana pamuk şekeri uzatan kişiye. Karşımda duran kişi Dariandı. “Ne o ufaklık, neden ağlıyorsun?” “Ne ağlaması ya, ağlamıyorum ben bir kere!” Evindeki pamuk şekerini gösterip, “Almayacak mısın, kolum ağrıdı,” dedi. Elindeki pamuk şekerini aldım, o da ben pamuk şekeri aldığımda kendi elindeki pamuk şekerini açmaya başladı. Kendisine mavi renkli olan pamuk şekerinden almıştı ama ben elimdeki pamuk şekerini yemeyi bırak, paketini bile açmamıştım. Darian bunu fark etmiş olmalı ki; “Pamuk şekerciye çok dikkatli bakıyordun, ben de seversin diye düşündüm.” Dedi. Ben de başımı salladım. “Severim, teşekkür ederim” dedim ama bunu derken sesim titriyordu. “Sen iyi değilsin Hera, ben bunu görebiliyorum. Biliyorum seninle Rosa kadar yakın değiliz ama şunu bil ki başın ne zaman dara girse ben buradayım ve sana yardım etmeye hazırım.” Belki de hayat bana kötülük değil de iyilik yapmıştı ki karşıma beni koşulsuz seven, koruyup kollayan insanlar çıkarmıştı. Annem, babam, ablam beni koşulsuz sevdiğini ben kalbimde hissediyordum. Pamuk şekerlerimden bir parça alıp ağzıma attım. Sessizce karşımızdaki çocukları izlerken pamuk şekerimizi yedik. Kaç saattir buradayız hiçbir fikrim yok ama pamuk şeker biteli baya olmuştu. Yerimden birazcık kayıp Dariana baktığımda Darian uyuyakalmıştı. Hafifçe omzunu dürttüm. “Darian uyan.” Mırıldandı ama uyanmadı. “Darian uyansana.” En sonunda gözlerini açtı. “Ben uyuya mı kalmışım?” dedi uyku mahmuru bir şekilde. Başımı salladım. “Ne zamandan beri uyuyorum ben?” Omuz silktim. “Bilmiyorum ki,” dedim. “Ama artık benim eve dönmem lazım.” “Tamam, gel gidelim,” dedi ve beraber eve geçtik. Eve geldiğimizde ben direkt odama çıktım ve akşam yemeğine kadar da odamdan dışarı çıkmadım. Akşam yemeği için aşağıya indiğimde Sude abla sofrayı kurmuştu. Herkese selam verip sessizce yemeğimi yemeye başladım. Yemeklerimizi yemiştik. Sude abla masayı toplamıştı. Ve babam bize dönüp “Çocuklar gelin beraber film izleyelim ailecek” diye seslendi. Ailecek kelimesini vurgulu bir şekilde söylemişti. Salonda televizyonun önündeki koltukta oturuyorlardı. Ablam annemin yanına, en uç köşeye kurulmuş oturuyordu. Annemin yanına da babam, babamın yanına da Darian, Darian’ın yanına da ben oturdum. “Filmin konusu ne baba?” “Bilmem ki, Darian açtı filmi.” Yanımda oturan Dariana döndüğümde “İzleyince görürsün.” deyip beni başından savuşturdu. Ablam kalkıp ışığı kapattı ve yerine geri oturdu. Filmin başlarında karanlık bir ormanın içinde küçük bir kulübede yaşayan bir kadın vardı. Saçı başı dağılmış, kafası öne eğik bir halde yatağın üzerinde oturuyordu. Bir anda kafasını kaldırınca göz bebekleri bile bembeyaz olmuş, eli yüzü kan içinde bir kadın gördüm. O an Dariana nefret dolu bir bakış atıp “Darian, korku filmi mi açtın?” diye resmen çığlık attım. “Bana ne? Ben izlemem korku filmi!” “Ne oluyor, ufaklık? Korkuyor musun yoksa, küçük bir çocuk gibi?” Bilerek yapıyordu bunu, beni gaza getirip filmi izlememi sağlayacaktı ki başarmıştı. Homurdanarak yanındaki yerime oturdum ama gerçekten izlemek istemiyordum. Ne zaman korku filmi izlesem iki veya üç gece ablamla uyurdum. Ablam bunu bildiği için, “Darian, kapat şu filmi, ben korkuyorum. Bak hem benim filmden sonra nöbet tutmaya gitmem gerekiyor.” “Abla, bu gece yok musun gerçekten?” dedim üzgün bir sesle. Ablam başını salladı ama Darian hiç etkilenmişe benzemiyordu. O yüzden koltuğa iyice yayıldı. “Abla, senin korkmadığını biliyorum ama bu ufaklık korkuyorsa filmi değiştirebilirim.” Dedi gıcık, sinir bozucu mendebur çocuk. İlk çığlığımın üzerinden bir saat geçmişti. Kolumun altındaki yastığa sarılarak filmi izliyordum. Ortamı aydınlatan sadece televizyonun ışığıydı. Annemle babama da sakin sakin filmi izliyordum ki birden mutfaktan bir kırılma sesi gelince ben ne yapacağımı şaşırdım. Yanımda oturan Darian’nın koluna yapıştım. “Darian, içeride bir şey var!” “Ne bağırıyorsun kızım ya? Kulağımın zarı patladı.” “Bir şey var diyorum, duymadınız mı camın kırılma sesini? Anne, bir şey de oğluna ya! Açtı korku filmini, geldiler işte!” diyordum ki odanın ışığı açıldı bir anda. Ben daha da korktum ve yüzümü Darian’ın koluna yaslayıp gözlerimi kapattım. Bak, filmdeki gibi ışık da kendi kendine yandı diye sızlanıyordum ki arkadan ablamın sesi geldi. “Hera, benim elimden su bardağı kayıp düştü, ışığı da ben açtım.” Deyince korkarak da olsa başımı kaldırıp ablama baktım. Elinde su bardağı vardı ama korkudan hâlâ Darian’ın koluna sarılmış bir vaziyette duruyordum. Ne yani, bütün sesler senden mi çıktı? Diyordum ki birden şimşek çaktı. Daha yüksek sesle çığlık attığımda Darian sessiz bir küfür mırıldandığını duydum ama şu anda buna takılacak durumda değildim. “Dedim ben korku filmi izlemeyelim dedim ya, hep Darian’ın suçu.” Deyip koluna sağlam bir yumruk geçirdim ama o sanki hiçbir şey olmamış gibi sırıtıyordu. Ona attığım yumruk yüzünden kendi elim acımıştı ama onda tık yoktu. Darian uyarmak ister gibi boğazını temizlediğinde bir ona bir de koluna bakıyordum ki yeni dank etti, çocuğun koluna yapışmıştım resmen. Gören yapışık ikiz sanırdı. Hemen kolundan çıktım ama bir daha şimşek çaktı, yerimde iyice pısıp kaldım. Ablam bu halimi görünce yanıma oturmuştu. Kulağına eğilip, “Bu gece benimle uyur musun?” dedim. “Üzgünüm, nöbete gitmem gerekiyor.” Gerçekten yani, her şey böyle üst üste gelmek zorunda mıydı ya? Darian filmi kaldığı yerden devam ettirmişti ama benim aklımda gece nasıl uyuyacağım vardı. Sonunda film bitti, ablam nöbete gitti, annemle babam da odasına çıktı. Salonda ben ve Darian kalmıştık. En nefret dolu bakışlarımı ona yolluyordum ama oturduğum yerden kalkıp tek başıma odama da gidemiyordum. “Ne bakıyorsun kız öyle, sanki karşında düşmanın var.” “Sana ne bakacağım be, dalmışım.” Dedim ama pek inandırıcı değildi. Görünen şeylerden korkmam ama görmediğim bir şeyin bana ne zaman zarar verebileceğini de bilmediğim için öyle şeylerden çok korkarım. Darian tam ayağa kalkmış gidiyordu ki aklıma bir şey geldi. Hem biraz daha yanımda kalmasını sağlayabilirdim. “Darian, sen buraya gelmeden önce bana bir şey soracaktın ama sonra ormandan sesler gelince soramadın. Ne soracaktım merak ettim.” Darian’ın bir anda yüzü düşmüştü ve kalktığı yere geri oturdu. “Şey, aslında pek önemli değil, boş ver. En azından şimdi değil.” Deyip gidiyordu ki “Şey, peki sen nerede uyuyacaksın?” dedim. Aman ne gerekli bir soru! “Rosanın odasında uyuyacağım neden sordun?” “Hiç merak ettim” “Korkuyorsan sen Rosanın odasında uyu ben de odadaki koltukta uyurum.” Dedi bir an çok iyi bir fikir gibi geldi ama o kadar yok ben korkmuyorum ne varmış dedikten bir de üzerine iki üç kere çığlığı basıp çocuğun koluna ahtapot gibi yapışmıştım son bir parça gururumu da buna harcayamazdım. “Gerek yok, ben odamda uyurum.” Dedim ama sanki arkamdan biri kovalıyormuşçasına odama koştum, hemen ışığı açtım. Ben şimdi nasıl uyuyacağım ya! Kara kara düşünürken bir yandan da geceliklerimi giyiyorum. Siyah kenarları gri çizgili tişörtümü ve pijamalarımı giydikten sonra ışığımı kapatmadan yatağa yattım ve piketimi başıma kadar çektim ama dışarıda bardaktan boşalırcasına yağan yağmur bana hiç yardımcı olmuyordu. Üstüne üstlük bir de gök gürlemesi yok mu, tam korku filmi sahnesi! Yatakta sağa döndüm, yok; sola döndüm, yok; bir türlü uyuyamıyorum. Tekrar şimşek çaktı. Son çakan şimşek benim de son gurur kırıntımı da yanında götürdü. Yastığımı ve piketimi de alıp hızlıca ablamın odasına, yani Darian’ın yanına gittim. Odanın kapısı açıktı. Kapıdan baktığımda Darian yoktu, yatak boştu. İçeriye girdiğimde Darian’ın koca cüssesiyle küçücük koltukta uyuduğunu gördüm. Ben de hemen yatağa geçip uyku pozisyonunu aldım. Yine de biraz zorlansam da on dakika sonra uykuya dalmıştım. DARİAN BARLOW Hera korkmasına rağmen yine de odasına çıktı, ama eminim ki korkarak buraya gelirdi. Aşağıda neredeyse iki kez kulak zarımı yırtacaktı. Manyak kız ya, ne vardı bu kadar korkacak? Daha böyle filmlerden korkuyorsa ilerideki olacakları düşünemiyorum bile. Hem çok duygusal hem de çok korkak birisi. Sofrada benden özür dilemesi, kendisini kendi iç mahkemesinde suçlu bulması moralimi çok bozmuştu. Annesinin ve babasının öz ailesi olmadığını daha yeni öğrenmiş, ama yine de beni düşünüp onun yüzünden zorlandığımı sanmıştı. Evet, zorlanmıştım. Okuldayken okul gösterilerine hep arkadaşlarımın anne ve babası gelirdi, ama benim anne ve babam gelemezlerdi. Gelseller bile bin de bir gelebilirlerdi. Ama annemle babamın gelemediği gösterilerinde arkadaşlarım hep “Seninkiler nerede? Yazık, yoksa gelmediler mi?” diye gülüp giderlerdi. Ya da evde canım sıkıldığında Rosayla oyun oynamak istediğimde o başka yerde, ben başka yerde olurdum. Dışarıdaki çocuklar kardeşleriyle beraber oynarken ben onları izlerdim. Ama bunlar geçmişte kalmıştı. Biz büyüyüp birer yetişkin olmuştuk. Üzerimi değiştirip ablamın yatağının altından bir yastık, bir de pike çıkartıp koltuğa yattım. Hera korkar da buraya gelip koltukta sıkış pıkış yatmasın diye. Yastığa başımı koydum ama içimde bir sıkıntı vardı, huzurlu değildim. Küçücük koltukta bir sağa dönüyorum, bir sola dönüyorum, yok olmuyor, uyuyamıyorum. Yağmurlu havalar hep kasvetli gelmiştir bana, belki de içimdeki huzursuzluk ondandır diye düşünürken birden bir kapı açılma sesi geldi. İleriden gelen ayak seslerinin hızlıca zemine basma sesleri gelince gülmeden edemedim ama anlamasın diye sanki uyuyormuş gibi gözlerimi kapattım. Sessizdi ilk başta, hareket etmedi ama sonra Rosa’nın yatağına geçti ve yattı. Hera gelince içimdeki huzursuzluk da geçmişti. Bu kız gerçekten de insanın dengelerini bozuyordu. Hera geldikten yaklaşık on dakika sonra ben de uyuyakalmışım. .... Uyandığımda Hera hâlâ uyuyordu. Bir duş alsam iyi olurdu ama benim burada kıyafetim yoktu. O yüzden odadan çıkıp babamın yanına gittim. Babam da kalkmış, şirkete gitmek için hazırlanmıştı. “Baba, bana kıyafet verir misin? Duşa giremem lazım.” “Dolaptan istediğini al oğlum,” dedi, sonra cebinden kart çıkartıp “Alışverişe git de istediğin şeyleri al. Bugün oğlum, artık sen de burada sık sık kalacaksın. Hera’nın yalnız kalmasını istemiyorum. Rosa yokken sen, sen yokken de Rosa yanında kalsın. Son zamanlarda öğrendiği şeyler basit şeyler değil. Yakın bir zamanda da zaten çok daha karmaşık şeylerle uğraşmak zorunda kalabilir. Hatta alışverişe çıkarken Hera’yı da yanına al. Hem biraz daha kaynaşırsınız hem de seni AVM’ye götürür. Taksilerle uğraşmasın, ne dersin oğlum?” “Bir kızla alışverişe çıkmak korkulu rüyam asla olmaz.” Diyerek reddettim. “Peki oğlum, sen nasıl rahat edersen. Buzdolabının üzerinde taksi durağının numarası var. Çıkmadan yarım saat önce ara, gelsinler.” Dedi ama tek sorun benim telefonum yoktu ki. “Baba, benim burada telefonum yok ki.” Babam bu ayrıntıyı unutmuştu. Kısa bir süre düşündü. “Gitmeden önce Hera’nın telefonunu ödünç iste. AVM’ye gidince de herhangi bir teknoloji mağazasından istediğin telefonu alabilirsin, oğlum.” “Tamam, teşekkür ederim baba.” Dedim ve elimde babamın kıyafetleriyle odadan çıktım. Beyaz bir tişört ve siyah, bol keten kumaş bir pantolon almıştım. Banyoya girdim ve kapıyı kilitledim. Elimdeki kıyafetleri çamaşır makinesinin üzerine bıraktıktan sonra kendimi ılık suya teslim ettim. Duştan çıktıktan sonra odama girdim. Hera hâlâ uyuyordu ama ağzının içinde bir şeyler sayıklıyordu. “Git gelme, uzak dur benden...” Kabus görüyor olmalıydı. Dün ona korku filmi izlemekle iyilik mi yaptım, kötülük mü bilemiyorum. En azından biraz korkar da aklına diğer evren daha az gelir, bu konuları daha az düşünür diye düşünmüştüm ama bu sefer de çok korkuyordu. Yumuşak bir sesle, “Hera, uyan. Sabah oldu,” dedim ama Hera mızmızlanarak uyanmadı. “Hera, hadi kalk. Sabah oldu,” dedim bir daha. Bu sefer hafiften gözlerini araladı. “Ne var, Darian ya?” dedi ağzını yayarak. “Kabus gördün galiba ufaklık” dedim. Sonra gördüğü rüyayı hatırladı galiba ki göz bebekleri titredi. “Rüyamda Medusa’yı gördüm.” “Ne demek Medusa’yı gördün?” “Hani anlatmıştım ya, ilk kez bir rüya mı halüsinasyon mu öyle bir şey görmüştüm, bir ormandaydım.” Ben de hatırladığımızı belirtmek için başımı salladım. “İşte tekrar oradayım ama ormanın arasından yılan sesleri duyuyorum ve o tarafa bakıyorum ki Medusa orada, bana diyor ki ‘Bana bakma, güzel kızım’ diyor. Neden diyorum, bana ‘Ben lanetliyim çünkü’ diyor. Arkamı dönüyorum, bu sefer önümde internette gördüğüm Athena’nın resimlerine benzeyen bir kadın bana diyor ki ‘Senin soyun lanetli bir soy, seni ve soyunu kurutmadan durmayacağım ve yakında seni bulacağım’ diyerek üzerime üzerime geliyor ki orada sen beni uyandırdın.” Dedi. Acaba Athena Hera’yı öğrenmiş olabilir mi? Eğer öğrendiyse bu hiç iyi bir haber değildi. HERA Darian rüyamı dinledikten sonra biraz yüzü düşmüştü, ama sonrasında hemen toparlanıp, “Hadi gel aşağıya kahvaltı yapalım. Annem ve babam şirkete gittiler. Ablam da daha gelmedi. Tek başına korkmak istemiyorsan düş peşime.” Buldu işte dalga geçecek bir şey. Uğraşır durur şimdi. “Sen gidebilirsin. Ben elimi yüzümü yıkayıp öyle gelicim.” Deyip odadan çıkıp kendi odamdaki banyoya girdim. Elimi yüzümü yıkadım. Üzerimdeki pijamalarımı çıkarıp dolapta elime ne geçtiyse onu aldım. Mor bir crop ve mavi kot şortumu giyip mutfağa indim. Aşağıya indiğimde Sude abla sofrayı kurmuştu bile. “Günaydın, Sude Sultan! Yine döktürmüşsünüz bakıyorum da. Ellerinize sağlık.” Diyerek Darianın karşısındaki sandalyeye oturdum. İkimizden de çıt çıkmıyordu, yemeğe odaklanmıştık ama bu uzun sessizlik beni rahatsız etmişti. “Babanın kıyafetleri yakışmış,” “Sağ ol, nereden anladın babamın olduğunu?” “Evde rahat ve şık takılsın diye ben almıştım,” dedim. Dudağının bir tarafı belli belirsiz yukarı kıvrıldı. “Senin böyle modadan anlamanı beklemezdim, güzel seçmişsin.” Gıcığa bak, güya benim zevklerime laf atıyordu. “İltifatın için teşekkür ederim ama benim seçtiğim kıyafetler mükemmel derecede uyumludur,” dedim egomdan taviz vermeyerek. Yemek yemeye devam ettik. Darian yemeğini bitirdikten sonra, “Hera, telefonunu verebilir misin?” dedi. “Neden telefonumu istiyorsun?” “Alışveriş merkezine gideceğim taksi çağırmam lazım,” dedi. Telefonumun kilit ekranını açıp uzattım. “Alışveriş merkezinde ne yapacaksın ki?” “Üzerime birkaç parça kıyafet alacağım, bir de telefon almam gerek,” “Taksiyle uğraşma, gel ben götüreyim seni,” dedim ama bana üstten üstden baktı. “Ne o, ufaklık, evde tek başına kalmaya korktun mu yoksa?” Manyağa bak ya, beni iyice korkak belledi. “Ne korkacağım be, bu hafta sınav haftası, okula gitmem gerekiyor. Giderken de bırakırım işte. Okulum alışveriş merkezine yakın ama boş ver, sana iyilik yaramaz,” deyip odama çıktım. Odaya girince direkt makyaj masama oturdum ve hafif bir makyaj yaptım. Yanıma da ne olur ne olmaz diye trençkotumu aldım. Boy aynamdan son halime baktıktan sonra Darianın yanına indim. “Darian, ben çıkıyorum. Telefonumu verir misin?” diye seslendim ama Darian cevap vermedi. Mutfağa girdim, orada da yoktu. “Darian, neredesin?” diye seslendim ama yine ses yoktu. Bu manyak benim telefonumu da alıp gitmiş olmasın? Salona girdiğimde yerde yatan bir Darian gördüm ve neye uğradığımı şaşırdım. Başından hafif kan sızmıştı halıya. “Darian,” dedim titreyen sesimle ama yine bir ses vermiyordu. Yanına gittim, yere oturdum ve Darian’ı ittirdim ama Darian’dan yine bir tık yoktu. Nabzını kontrol ettim ama nabzını hissedemiyordum. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Yerden elime değen bir sıvıyla tüylerim ürpermişti ama elime değen tek şey kan değil, bir de bir kağıt parçasıydı. Kağıtta “Sevdiklerinin elinden alınmasını istemiyorsan yanıma gel ve kendi canını bana sun!” yazıyordu. En sonunda dayanamayıp göz yaşımı tutamadım ve Darian’ın başında sessizce ağlamaya başladım.
Evet arkadaşlar, ilk bölümümüz bitmiş bulunmaktadır. Bu benim ilk kitabım ve ilk deneyimim. Elimden geldiğince güzel iş çıkarmaya çalıştım. Bölüm biraz uzun oldu, umarım beğenmişsinizdir. Desteğinizi bekliyorum. Sizleri seviyorum. Yeni bölüm çok yakında yayında olacak. Sizi çok bekletmeyeceğim. Kendinize iyi bakın.
|
0% |