@eliffbulu
|
Herkese merhaba, nasılsınız? Pek iyi olduğunuzu sanmıyorum.
Gönül isterdi ki, bölümlere öncekiler gibi heyecan dolu başlayalım, eğlenelim gülelim. Ama olmadı. Bu ilk değildi, son da olmayacak.
Kızlarım, canlarımın içi, ay parçalarım. Bu dünyada, bu ülkede psikopat insanların cezası verilmedikçe mutlu yapamayacağınızı biliyorum.
Bir gece eve yürürken "acaba eve dönebilecek miyim?" Diye, arkamıza bakarak yürümemizin, gündüz vakti pis insanların sözlü/bakışı ile tacizine maruz kalışımızı, canımızdan çok sevdiğimiz kız kardeşlerimizi toprağa vermemizi unutmayacağız, unutturmayacağız.
Susmayın, nefesinizin sonuna kadar savunun. Kadınlar olarak bize bir adalet borçları var.
Biz artık intikam istiyoruz.
Hayata tutunmanız, özgürce yaşamanız dileğiyle...
İyi okumalar 💜 🎀 Milli İstihbarat Teşkilatı (Kale) Her şeyin başladığı o yer. Adı silinen, isimsiz kahramanların tek evi, tek yurdu. Tüm gizli devlet işlerinin en mükemmel şekilde yürütüldüğü, içinde olup biteni bir tek içindekilerin bildiği koca bir sır kutusu. Milli İstihbarat Teşkilatı binası. Elfida Türkeç, o kaleden görev için çıktığından beri içerisi soğuktu. Bazen onun eski ekibinde olan ajanlar ne yapacaklarını şaşırıyordu. Onlar Türkiye'nin en fevkalade zekasına sahip olan insanlar olmalarına rağmen, Elfida'ya ihtiyaç duyuyorlardı. Çünkü, Elfida o kalede olduğu sürece, her şey ondan sorulur, başkandan sonra onun sözü dinlenirdi. Elfida gizli görev ekibinin, kalbi, beyni, ruhuydu. Herkes bunu böyle bilirdi. "Neredeyse iki hafta oldu." Diye mırıldandı, İlkay. Teşkilatın siber uzmanıydı, Bulut'un aksine daha çok sızma, bilgi alma işleri ile uğraşırdı. Sanal alem onundu. "Bir hafta, üç gün." Dedi Bulut, her zamanki gibi ayrıntılara takılarak. İlkay Bulut'un bu haline alışmış olmasına rağmen gözlerini devirdi. Bilgisayarda, Elfida'nın kapısına bırakılan künyenin labaratuvar sonuçlarının çıkmasını bekliyordu. Arkadaki masalarda ise, Demir duruyordu. Sandalyesine yaslanmış, duvardaki kırmızı iple üzerlerinden asılmış fotoğraf ve belgelere bakıyordu. "Büge nerede?" Diye sordu ortaya. "Sorgu odasında. Dün Maram ile geldiklerine başkanıma sorguya gireceğini söylemiş." Diye kısaca anlattı İlkay arkasına dönmeden. Demir olduğu yerden kalkıp, kapıya yürüdü. Otomatik kapı açıldığına dışarı çıkıp sorgu odalarının olduğu koridorun sonuna gitti. Odanın kapısına geldiğinde sorguyu izleyen Arif ile karşılaştı. Arif, Demir'in olduğu yere baktığında, Demir saygı amaçlı baş selamı verdi. "Başkanım," dedi. Arif onun baş selamına karşılık başını salladı. "Sorgu bitmek üzere, pek bir şey anlatmadı." Demir gözlerini sorgu odasının camına diktiği de içerideki masada karşılıklı oturan, önüne koyulan delil fotoğraflarına bakan Maram'ı ve Büge'yi gördü. "Ama konuşacak." Dedi. Konuşurlardı, kimisinin dili bir haftada kimisinin ki bir ayda çözülürdü. Ama bir şekilde hepsi konuşurdu. Türk istihbaratı, istediğini alırdı. Arif daha fazla oyalanmadan odadan çıktı. Demir ise cama yaklaşıp izlemeye başladı. "Bak, Maram." Diyordu, Büge. "Bu önüne koyduğum fotoğrafların hepsi, bu binanın en kötü ajanları tarafından çekildi." Dedikten sonra Büge arkasına yaslandı. "Ama bunlar senin hayatını bitirmem ve o çok sevdiğin örgütünü temizlemem için yetiyor. En kötü ajanlarım bunu yapıyorsa, sen birde en iyi olanlarını düşün. Sana neler yapmazlar?" Demir bu hale karşı gururlanarak bir nefes aldı. Bir süre daha onların konuşmasını dinledikten sonra Büge ayağa kalktı. Sinirlerş tepesine çıkmış gibi görünüyordu. "Akıllı ol, o çok güvendiğin Akgün'ün öz kızı senden önce her şeyi itiraf ederse, o zaman başına neler geleceğini düşün, Maram." Dedikten sonra eline masadaki fotoğrafları aldı, içinden bir tanesini masanın üzerine, tam ortaya bıraktı. Büge kapıdan çıkarken odanın içinde Maram'ın bağırış sesleri yankılandı. Fotoğrafta, Maram'ın 1999 yılında İtalya'da seminer düzenlemek için giden bir profesör doktorun evinin kundaklandığı günden kare vardı. Üç katlı bir bina, alev içinde kalmıştıç fotoğrafta asıl odak noktası olan kişi ise Maram'ın bundan 24 yıl önceki haliydi. Yangında parmağı olan kişilerden birisi oydu. O yangın, Komutan Yıldırım'ın tüm varlığının yok olmasına sebep olmuştu. Hatay - Reyhanlı Günler önce benden uzak durmasını söylediğim, laflar sayıp, bağırıp çağırdığım o adamın yangınını dindirmek, acısını yok etmek için ona sarılıyordum. Kollarının arası, bundan 23 yıl önce babama sarılışım kadar güvenliydi. En son babama bu kadar sıkı sarılmış, en son babamda böyle güvende hissetmiştim. Ben Elfida Türkeç, hisleri olmayan bir kadınım. Aklımda yazdığım cümlenin üzeri karanalırken yerini başka bir cümle aldı; Ben Elfida, babasından sonra ilk kez tanımadığı bir adama kendini ait hisseden küçük bir kız çocuğuyum. Yapma, Elf. Dedi iç sesim. Yapma gidecek, onun bir evi var. Senin yok. Dedi. Kendi cümlelerim, kendi canımı yakıyordu. Acımı dindirmek, acısını dindirmek için daha sıkı sarıldım boynuna. Hayatının hatası olacak, gidecek. Düşüncelermi susturmam gerekiyordu. O da baban gibi seni bırakıp gidecek. Bu en ağırıydı. İnsan düşünceleri ile kendisini öldürebilir miydi? Sanırım bunun cevabını biliyordum. Kafamda kurduğum yalan bir dünyanın esiri olmuş, tek bir gerçek için yaşıyordum. Asıl adı veren yanı ise, bunları yaparken hiçbir şey hissetmemekti. "Bunu yapacağını düşünmemiştim," dediğinde yavaşça kendimi geri çektim. Gözleri gözlerime değdi. "Bende," diyebildim. Burnuma hafif hafif gelen bir yanık kokusu ile başımı yana çevirdim. "Hay ben böyle işin," Yemek yansı anasını satayım, yemek yandı! Elim aniden ocağın düğmesine gitti, düğmeyi çevirip altını kapattım. Tam elimi uzatıp tavaya dokunuyordum ki o ellerimi havada tuttu. "Dokunma, elin yanar." Önüme geçip ocakta duran tavayı ucundan tutarak eline aldı, aldığı gibi tezgaha bıraktı. "Yenir gibi bir hali görünmüyor." Diye mırıldandım. "Sanırım evet," Omzunu silkip buzdolabına yöneldim. Dolabın kapağını açıp içeriye göz gezdirdim. "Duygusal anları işe karıştırınca neler olduğunu görmüş olduk." Sanırım bu kez sadece kendimi değil onu da kırmıştım. Patavatsız, aptalın tekiydim. "Tamam, bir dahakine hatırlat. Göreve giderken duygularımı poşetleyip dolaba koyarım." Ben burada kendimi üzüyorum, adam dalga geçiyor. "Geç yemek söyleyelim bari." Dediğinde dolabı kapatmadan soğuk olan bir su şişesini alıp onun ardından yürüdüm. O kanepeye oturduğunda bende karşısına oturdum. Ortam sessizliğe büründüğünde onun düzenli nefes seslerinden başka bir şey duymuyordum. "Anlatsana bir şeyler," dedi. Ardına yaslanıp başını geriye atarken. Tavanı izliyordu şuan. "Ne anlatayım, komutanım?" "Bir şeyler, seninle alakalı olan bir şeyler. Anlat sadece." Anlam veremeyip onu izlemeye devam ettim. "Benimle ilgili-" diye konuşacakken o sözümü kesti. "Kış günlerini sevdiğini, yıllardır en son baban aldığı için çokomel yetmediğini, geceleri uyuyamamanın sebebinin iş değil, kabuslarının olmasını, duygularını saklamayı çok iyi becersen de canın yandığında gözlerinin dolmasını engelleyemediğini, yeşil ve maviyi sevdiğini, kat kat giyindiğinde kendini rahat hissettiğini, çok fazla çalıştığın bir gün, gün boyu çikolata yemenin seni rahatlattığını, gece uyurken mırıldandığını, lilyum gibi koktuğunu, Büge ile yan yana geldiğinde neşenin yerine gelmesini..." Sertçe yutkundum, bunu beklemiyordum. "Bunları anlat." İlk kez bu kadar fazla konuştuğunu duymuştum, onda daha önemli olan şey ise bu cümlelerin benim hakkımda olmasıydı. Kışları sevdiğimi bilmesi, çokomeli yıllardır yemediğimi, kabus gördüğümü... Saydığı bir sürü şey. Bunlar bazen benim bile unuttuğum şeylerdi. Liseye giderken kullandığım lilyum kokusunu ben unutmuştum. Liseden sonra kenara atmış, anıları saklaması için bir daha sıkmamıştım. Yıllarca o kokunun bende durması imkansızdı. "Parfümden değil, kendi kokun böyle senin." İkinci darbeyi de böyle almış oldum. "Ben," diye geveledim. "Beni bu kadar tanımanız." Konuşmaya çalışıyordum ama sanki tüm harfleri unutmuş gibiydim. "Kendimden bende beklemezdim," "Neyi? Benim hakkımda bu kadar şey bilmeniz mi?" "Hayır," ademelması hareket ettiğinde hâlâ tavanı izliyordu. "Daha fazla şey bilmek istemek. Çok daha fazlasına sahip olmak istemek." "Komutanım," dedim yine. "Şunu yapma," Gerçekten adamı anlayamıyordum. Bazen çok soğuk, bazen çok sıcaktı. Çözemediğim bir çok şey ondaydı. Neydi bu kadar ısrarcılığı? Basit bir çocukluk anısınsan dolayı mı? Yoksa o anının devam etmesi için mi? "Bir şey yapmıyorum, neden bahsediyorsunuz?" "Ben sana adınla seslenmeyi deli gibi severken, bana o şekilde hitap etme." Sıkıntıdan gözlerimi etrafımda gezdirdim. Tekrar gözlerim onu bulduğunda cümleleri kulaklarımda yankılandı. Bana adımla seslenmeyi deli gibi seven bir adam. Senin adın Elfida, sonu ölüm. Dedi iç sesim. "Bunları konuştuğumuzu hatırlıyorum, bu yakınlığın neyin nesi olduğunu anlayamadım." Diye bir cümle kurup kollarımı göğüs hizamda birbirine doladım. "İki dakika önce bana sarılmanın." Evet, mantıklıydı. Bozulmuş gibi bir ifade ile baktım yüzüne. Haklıydı, ben gidip ilk önce yakın davranıyordum daha sonra o bana yakın davrandığında sinirleniyordum. Ben ilgi görmeyi değil, ilgi göstermeyi seviyordum sanırım. "Bak Elfida," diye başladı söze. "Ben senin tanıdığın, öyle basit erkeklere benzemem. Senin bana emanet olduğunun bilincindeyim. Baban da bana güvendiği için seni bana emanet etti. Bunu artık kabullenmen gerek. Ben sana hep yakın davranacağım, sen bundan rahatsız olana dek. Ben yirmi üç yıl önce gördüğüm küçük kız çocuğunu korumaya yemin ettim. O yemini de tutuyorum." O da benim gibi kollarını göğsünde bağlayıp dik bir bakışla bana baktı. "Bu arada çok konuşmayı sevmem, ve iki seferdir fazla cümle kuruyorum. Haberin olsun." Gözlerimi devirip kollarımı açtım yanımda duran telefonu alıp kilidi açtım 02042000 Yemek siparişi için bir uygulamaya girerek Ana sayfaya baktım. "Anladım," dedim bu sırada. "Ne yemek istersin?" "Sen ne yiyeceksen ondan." Omuz silkip rastgele bir şeyler sepete ekledim. "Lahmacun mu? Pizza mı?" Diye bir soru sordum. "Fark etmez." Sinirle bir nefes verip ikisini de ekledim. "içecek?" Dedim sorar gibi. "Fark etmez." Sakin olmalıyım. Sepete bir ayran ve limonata ekledim. Canımın çikolatalı bir şeyler çektiğini fark ettiğimde kendime bir waffle ekledim. "Tatlı ister misin?" "Fark etmez." Sokacağım şimdi fark etmezine! Başımı kaldırıp sinirli bir şekilde ona baktığımda yüzüne yarım bir gülüşle beni izliyordu. Beni sinir etmek için yapıyordu. "Sinirlendiğinde böyle olduğunu düşünmemiştim." Başımı yana eğip sinir olduğumu belli ederek tekrar telefonuma döndüm. Sepeti onaylayıp telefonumu kenara bıraktım. "İnan hiç merak etmiyorum." Bakışlarım benim altımdaki pantolona kaydığında aklımda kapıda durduğu an canlandı. Biz aynı giyinmiştik sanırım. Başımı ağır bir hareketle kaldırdım. Onun üzerine baktım. Beyaz polo yaka. Başımı yere eğip kendi üzerime baktım. Beyaz polo yaka. Küçük bir boğaz temizlemeden sonra elimi yakama götürdüm. Üç düğmeden ikisi açıktı. Bir müzik sesinin kulağıma dolmasıyla onun telefonunun çaldığını anlamıştım. Bir melodi gibiydi. Tanıdıktı. Fazla tanıdıktı. Melodi telefonda çalarken içimden şarkının sözleri şarkının bendeki sahibi tarafından söylenmeye başladı. Elfida, sen eski bir şarkısın, Elfida, beni farketme sakın. Omzumda iz bırakma, yüküm dünyaya yakın. Elfida, hep aklımda kalacaksın... Babamın sesiyleydi bende bu şarkı, Haluk Levent'in değil. Ama bir dakika. Zil sesi neden benim ismimle aynı şarkıydı? O telefonu açıp kulağına yaklaştırdığında aklımdaki sorularla kalakaldım. O şarkıyı neden koymuştu? Bunun benimle bir ilgisi var mıydı? Barın Alp Yıldırım, bana karşı ne hissediyordu? Düşüncelerim onun konuşmasını bile duymamı engellemişti. Ben o fon müziğinde kaldım. Barın, koskoca bir asker. Adı sanı dağlara duyulan, askeriyeye kök söktüren bir komutan. Sert bakışları yüzünden görenlerin göz göze gelmemek için başını eğdiği bir adam. Adı benim adımla aynı olan bir şarkıyı, daha önemlisi babamın bana hep söylediği o şarkıyı zil sesi yapmıştı. Komutan Barın Alp Yıldırım, bana değer veriyordu. Yutkunarak kendime geldiğimde onun bana seslenişi kulaklarımı doldurdu. "Elfida?" "E-Efendim?" Gözlerimi kırpıp oturduğum yerde kendimi düzelttim. "Zil sesine takıldın," dediğinde bir süre bekleyip başımı salladım. "Değiştirebilirim, sende anısı olduğunu biliyorum." Sesinde anlamadığım bir naiflik, anlam veremediğim bir yumuşaklık vardı. Bana bu kadar sakin olması sinirime gidiyordu. "Yok, sorun değil. Şarkı sonuçta. Herkes dinler." Deyip gülümsedim. "Herkes anlamaz ama," Haklılık akıyor. Şarkının sözleri, herkes anlayamazdı. Konuyu dağıtmam gerekiyordu, yoksa gerçekten ağlayacaktım. "Ee, Dicle ve Yasin nerede?" Diye sordum. "Alt dudağını dişleyip bıraktı. "gelmezler daha." Dedi. Boğazımın acıdığını hissettiğimde gözlerim de yavaş yavaş dolmaya başlıyordu. Bir yumru tam göğsüme sıkışmış nefesimi kesiyordu. "Ben bir lavaboya gideyim," diyerek ayağa kalktım. Adımlarım hızlı bir şekilde onun olduğu tarafa gidip salonun dışına çıktı. Lavaboya girer girmez kapıyı arkadan kapatıp suyu açtım. Ellerimi suyun altına tutup çektim. Islattığım ellerimi boynuma götürüp rahatlamaya çalıştım. Serinlik iyi hissettirmeye başladığında suyu kapayıp ellerimi lavabonun taşına koydum. Tam karşımdaki aynaya baktım. Yeşil gözlerim, babamın gözleri gibiydi. Bakışlarım saçlarıma çıktı. Turuncu saçlarım annemden geçmişti. Yutkunup yüzümdeki başka bir noktaya baktım. Burnum annemin burnunun aynısıydı. Dudaklarım babamın dudaklarına benziyordu, elmacık kemiklerim babamınki gibi belirgindi. Çene hatlarım anneminki gibiydi. Ben kendime baktıkça ikisinden başka bir şey görmüyordum. "Sakin," dedim sessizce. "Baba, anne.' sanki duyacaklardı beni sanki bir yerlerde babam duyuyordu beni. Sanki bir yerlerde annem izliyordu beni. "Özledim sizi..." Gözlerimin içi yaşlar dolduğunda sıkıca birkaç kez kapatıp açtım. Böylece yaşları geri görderdim. Ellerimi lavabonun taşından çekip derin bir nefes aldım. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Oturma odasının loş ışığının altında elinde bir fotoğraf çerçevesi ile oturan Barın'ı gördüğümde birkaç adımdan sonra yürümeyi bıraktım. Fotoğrafta babam annem ve ben vardım. Onun bir parmağı benim fotoğraftaki yüzümün üzerinde duruyordu. "Küçüklük fotoğraflarımı incelemenin hoşuna gideceğini düşünmezdim." Diye mırıldandım tekrar yürüyüp onun olduğu kanepeye, yanına otururken. Başını sallayıp fotoğrafı bana uzattı. Fotoğrafı alıp bu kez ben baktım. Babamın üzerinde bir kamuflaj vardı, annem saçlarına rağmen babamla uyumlu olmak için haki yeşili spor bir elbise giymiş, onun küçük halini de bana giydirmişti. (Of fotoğraf çok tatlı ağlayacağım şimdi) Gülümsedim, tatlıydı. Böyle bir sürü fotoğraf vardı. Benim saçma sapan pozisyonlarda çekilen fotoğraflarım, her özel günde çekilen, herkesin ciddi durduğu ama benim dilimi dışarı uzatıp komik durduğum fotoğraflar... Gözlerim fotoğraftaki küçük Elf'in boynundaki kolyeye gitti. Babam o zaman almıştı. Nedensizce ellerim boynuma gidip kolyeme dokumak istedi. Kolyemi boynumda bulamadığımda telaşla başımı eğip üzerime baktım. Ellerimle boynumu tekrar kontrol edip kolyenin orda olmadığına emin oldum "Bunu mu arıyorsun?" Bana uzattığı elinde, ucunda ayyıldız olan bir kolye duruyordu. Benim kolyem. "Bu nasıl?" Diye konuşmaya çalışıp uzattığı kolyeyi aldım. "Şu ormana tek başıa kaçırıldığın, daha doğrusu kaçırılmaya çalışıldığın gün. Yolda bulduk." Ben bunca zaman nasıl fark edememiştim o kolyenin yokluğunu? Babamın bana aldığı bir hediyeyi bu kadar nasıl umursamazdım? Kolyeyi sıkıca tutup ucuna baktım. Ayyıldız olan yerin arkasını çevirdim. Hilalın ucundaki minik yıldızda alt alta üç harf kazılıydı. E. H. F. Bizim baş harflerimizdi. Kolyenin kopçasını açıp boynuma yaklaştırdım. Tek hamlede kolyeyi takıl saçlarımı kolyeden kurtardım. "Teşekkür ederim," dedim. Ve ekledim "Barın." Üstten üstten ona bakıp tepkisini izledim. Belli etmemeye çalışsa da anlıyordum. "Rica ederim," dedi. "Elfida." Dedi benim gibi. Kapının çalınma sesini duyduğumda kurye olacağını düşünüp ayağa kalktım. O da benimle beraber ayağa kalkıp ben yürüyecekken elini durmam için bana uzattı. "Ben bakarım, sen otur." Barın kapıya gidip açtı. Birkaç konuşma sesinden sonra içeriye elinde birkaç yemek poşeti ile Dicle ve Yasin girdi. Ben hala ayaktayken "E biz söylemiştik yemek." Dicle elindeki poşeti masaya bırakıp "Kurye ile kapıda karşılaştık, aldık. Bende bir şeyler yaptım onlarla yeriz." Başımı sallayıp oturmaları için koltuğu işaret ettim. İçeri giren Barın yine aynı yere oturduğunda Yasin de koltuğa oturup bekledi. "Biz şunları alalım Dicle masayı kuralım." Deyip masaya bıraktıkları poşeti aldım. Mutfağa ilerlediğimde Dicle de ardımdan geldi. Poşetleri tek tek açıp yemekleri çıkardım, mutfak dolabından aldığım tabaklara yerleştirip en son kalan bir poşeti açtım. İçinde poğaçalar vardı. "Dicle, sen mi yaptın?" "Evet, canım. Seversin diye düşündüm." Gülümseyip poşetteki poğaçaları tabağa yerleştirdim. Poşetle işim bittiğinde buruşturarak tezgaha bıraktım. Ne de olsa buradayım atarım diye düşündüm. "Hamarat kızsın," dedim tabağı elime aldığımda. "Estağfurullah, yapıyorum küçüklüğümden beri bir şeyler. Hep hoşuma gider ama hastaneden zaman kaldıkça anca bunlar oluyor." İkinci tabağı da elime alıp kalan bit tabağı onun alması için tezgahta bıraktım. Ben yürümeye başladığımda o da tabağı alıp arkamdan geldi. Oturma odasında Yasin ve Barın yan yana oturmuş bir şeyler konuşuyorlardı. Yasin benim geldiğimi mutfağa doğru dönük olduğu için görmüştü. Geriye çekilip konuşmayı kesti. İstihbaratçı kadından bir şeyler saklamak zor olur, pek bilmiyorlar galiba. Düşünmeyi bırakıp tabakları masaya bıraktım. Dicle de elindeki limonata ve ayranı bırakıp tabağı masaya koydu. İkimizde karşı koltuğa geçip oturduk. Ortam biraz sessiz duruyordu. Dicle boğazını temizler gibi bir hareket yapıp konuşmaya başladı. "Üçünüz arkadaş mısınız?" Konu açmaya çalışıyordu. Barın'ın gözleri kısa bir süre Dicle'ye değip geri ortadaki masaya baktı. "Eski arkadaşız," dedi. "Biraz fazla eski arkadaşız." "Lisede falan mı tanıştınız? Gerçi siz askersiniz sanırım. Elfida polis okulundan mezun." Yerimde kıpırdanıp ortamı batırmamak adına cevap verdim. "Yasin ve Barın lise arkadaşı. Biz karakolda tanıştık." Dedim. Ne diyecektim? Barın beni çocukken görmüş, babam da askerdi. Babam Barın'ı yetiştirdi. Sonra beni ona emanet edip şehit oldu mu? Neler olmuş lan hayatında! Düşünme yeteneğimin elimden alınması gerek. Barın ağır ağır başını salladı. "Doğru, yeni tanıştık, Elfidayla." Gözleri gözlerimi buldu. O kaçırmadı bakışlarını, bende cesaret alıp kaçırmadım bakışlarımı. Yavaşça gezdirdi gözlerini yüzümde. Bir sol gözümde, bir sağ gözümde. Dudaklarımda, en son yine gözlerimde. "Lisede nasıldı Yasin?" Dedi Dicle gülerek. Onun konuşmasıyla gözlerimi kaçırdım. Bu kez ortama ayak uydurmak için bende güldüm. "Barın biliyordur. Yakın arkadaşlar." "Hakkımda dedikodu yapmak istemeniz hiç hoş değil." Diye Yasin bozuk bir ifade ile konuştu. Yalandan yapıyordu. "Şerefsizin tekiydi," diye ortaya attı lafını Barın. İstemsiz kıkırdayarak daha fazlasını anlatmasını bekledim. "İğrenç şakalar yapar, güzelim askeri lisede ortamın içine sıçardı." Dicle'nin küçük kahkaha sesini duyduğumda ona döndüm. Eliyle ağzını kapatmış kahkasını gizlemeye çalışıyordu. Koyu renk saçları vardı. Hatta siyah bile diyebileceğim saçları. Buğday tonundaki ten rengi, küçük, tatlı yüz hatları ile esmer güzeliydi. "Abartma, o kadar değildim. Ergendik sadece." Diye kendini tutmaya çalışarak konuştu, Yasin. Dicle elini çekip konuştu, "Hep böyle miydiniz?" Diye sordu. Ne sorduğunu ben anlamamıştım. Ama bir şey söylemedim. Yasin kaşlarını çatıp "Nasılmıydık?" Diye sordu. "Hep böyle didişen, ama birbirinden asla kopmayan iki kardeş gibi." Ben merakla ikisine döndüğümde, Barın Yasin'e bakıyordu. Yasin alt dudağını diliyle ıslatıp Barın'a döndü. "Barın lise bittiğinde beni yanında istemedi. Bende inadına dibinde durdum. O git dedi, ben kaldım. En son anladı Kayserili inadımı. Bir daha da birbirimiz olmadan anımız olmadı zaten." 'vay be' der gibi dudağımı büzüp gözlerini kıstım. Olduğum yerde masaya yaklaşıp elime bir poğaça aldım. "Öncesinde tanışıyor olmak isterdim seninle," dedi Dicle. "Yani sizinle." Yediğim poğaça kuru gitmeye başladığında limonata şişesinin kapağını açıp bardağa doldurdum. Bu sırada zaten Barın ileri uzanmış tabaktaki lahmacuna tek atmaya başlamıştı. Poğaçadan büyük bir ısırıp alıp çiğnerken limonata içip içmeyeceğini sormak için şişeyi elimde hafifçe salladım. Eline bir bardak alıp uzattığında bardağa limonatayı doldurup şişeyi masaya koydum. Sanki iki damla koymuşum gibi tepesine dikip limonatayı bitirdi. "Bende daha önceden tanışmak isterdim," diye Yasin'in sesi geldi. "Seninle." Barın öksürmeye başladığında şaşırarak onlara baktım. Ağzımdaki lokmayı yutup bardağı Barın'a uzattım. Hala öksürüyordu. Napsın adam? Yasin yine hava yollarına bağladı. Bardağı alır almaz benim dudaklarımın değmesini umursamadan bardağı havaya dikip içindeki ağzına kadar dolu olan limonatayı içti. Öksürüğü kesildiğinde kontrol etmek için "İyi misin?" Dedim. Başını sallayıp. Başını yana yatırarak Yasin'i işaret etti. Ona karşılık sırıtarak alt dudağımı dişledim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, uzun bir süre eskilerden, şimdiden konuşarak geçirdik. Belkide uzun süredir böyle bir şeye ihtiyacım vardı. Bir şeylerden uzaklaşmaya ihtiyacımız vardı. Kalbimizde olan bitenleri saklamaya, bir şeyleri susturmaya davetliydik. 🔗
Milli İstihbarat Teşkilatı 23.06 Binanın üst katında tedirgin edici bir sessizlik doluydu. İlkay bilgisayar başında oturmuş öylece bekliyordu. Bulut kahve almak için mutfak bölümüne girmiş elinde iki bardak kahve ile siber uzmanların -Elfida Türkeç'in oluşturduğu ekibin siber uzmanlarının- olduğu bölüme geldi. "Gariplik var." Dedi İlkay, dikkatlice ekrana bakarken. Gözleri yukarıdaki büyük ekrana kaydı. Ekran birkaç saniye için kocaman yazılarla kaplandı. Kırmızı renkler ekranın her bir köşesinde belirdi. "Hayır hayır," dedi Bulut. "Saldırı var!" Elindeki bardakları telaşla masaya bırakıp koltuğuna oturdu. Bilgisayarının başına geçip saldırıyı önlemeye çalıştı. İlkay ise onun gibi bilgisayarda yapabileceği her şeyi yapıyordu. "Dosyalara ulaşmalarına izin verme!" İlkay aklına ilk gelen şeyi yapıp tüm belgeleri korumaya aldı. Daha doğrusu almaya çalıştı. "Yardım lazım, iki kişiyle yapamayız." Diye konuştu İlkay. "İlkay, Elfida'ya haber ver." İlkay eline aldığı telefonla Elfida'nın numarasını çevirdi. Birkaç saniye telefon çaldıktan sorma açıldı. "Alo? Bir sorun mu var?" Diye sesi geldi Elfida'nın. "Elfida çok çok önemli bir saldırı altındayız. Hemen yardımın lazım." "Ne saldırısı, İlkay? Ne diyorsunuz?" İlkay telefonu kulağı ile omzu arasına sıkıştırıp ellerini klavyesine yerleştirdi. "Siber bir saldırı altındayız, Kale'ye yapılıyor. Elfida her şey çok önemli." "Tamam! Hemen hemen yardım edeceğim. Çabuk Almanya, İngiltere, Fransa... Nerede ajanlarımız varsa mesaj yoluyla haber gönder. Ne yapacağını biliyorsun." İlkay başını sallayıp telefonu kapattı. Bilgisayarının yanındaki bilgisayara geçip bir mesaj yazdı. Türk istihbaratı tehdit altında. TürkTim olarak tüm ajanlarımızı siber yoldan yardıma çağırıyoruz. Mesaja anında tepkiler geldi. Daha sonra ekrana eklenen isimler. Almanya - TürkTim - Katıldı. İlkay gülümseyerek ekrandan gözlerini çekti. Daha sonda kendi saldırıyı durdurmaya çalıştı. Ekrana sürekli bir isim ekleniyordu. Her ülkeden, Türk ajanlarının isimsiz kullanıcı isimleri. İtayla - TürkTim - Katıldı. Amerika - TürkTim - Katıldı. Alt alta bir sürü isim ekrandaki haritaya yerleşirken haritanın tam ortasında büyük harflerle bir isim belirdi. TÜRKİYE - İSİMSİZ ASKER - KATILDI. Bu o idi. Elfida. İlkay ve Bulut birbirine bakıp gururla konuştu. "Yok edecek." İkisi de başını bir kez sallayıp önüne döndü. Onlar işin görünmez kısmıydı. Hayat - Reyhanlı Yarım Saat Önce "Telefonun çalıyor," diye mırıldandı Barın. Dicle evden çoktan çıkmıştı. Yasin başını ovalamaya başlamış uykusu geldiğini belli ediyordu. Ortalık dağılmıştı, Elfida telefonuna uzanıp ekrandaki yazıya baktı. Bulut. Tedirgin olarak telefonu açtı. "Alo? Bir sorun mu var?" Dedi. "Elfida çok çok önemli bir saldırı altındayız. Hemen yardımın lazım." Gelen İlkay'ın sesiyle ayağa fırladı. Onun ayağa kalkmasıyla Barın da endişe içinde ayağa kalktı. "Ne saldırısı İlkay? Ne diyorsunuz?" Saldırı sözünü duyar duymaz Barın bir adım Elfida'ya yaklaştı. Yasin'de oturduğu yerden ikisini izliyordu. "Siber bir saldırı altındayız, Kale'ye yapılıyor. Elfida her şey çok önemli." Elfida karşısında duran Barın ile göz göze geldi. Yapacağı belliydi. Eğer bu saldırı önlenmezse devlet için hiçbir şey iyiye gitmezdi. Bilgiler çok önemliydi. Elfida durumu kontrol ederek konuştu. "Tamam! Hemen hemen yardım edeceğim. Çabuk Almanya, İngiltere, Fransa... Nerede ajanlarımız varsa mesaj yoluyla haber gönder. Ne yapacağını biliyorsun." Dedikten sonra telefon İlkay tarafından kapandı. "Siber saldırı olmuş," dedi telefonu kulağından uzaklaştırırken. "MİT binasına." "Ne!" Yasin ayağa kalktığında Barın "Ne yapacağız?" Elfida telefonuyla beraber odasına koştu. İkisi de ardından geldiğinde çalışma masasına oturup bilgisayarını açtı. "Siktir," diye bir küfür savudu ağzının içine. Bilgisayar MİT'e bağlı olduğu için saldırının nasıl bir boyutta olduğunu görebiliyordu. Kollarını sıvayıp klavyesine sarıldı. Bildiği tüm bilgileri düşündü. İlk değildi, belkide çok kez denmişti bu. Hiçbirinde de başarılı olamamışlardı. Türk hep kazanırdı. Elfida'nın hızla yazdığı kodları Barın ve Yasin arkasından izliyordu. "Barın," dedi Elfida. "Söyle," diye elini Elfida'nın oturduğu koltuğa yasladı Barın. "Komuta sende biliyorum. Ama söylediklerimi yapabilir misin?" "Yaparım." Dedi Barın. Sandalyelerden birini çekip Elfida'nın yanına oturdu. Masada duran ikinci bilgisayarı açtı. Elfida, Barın'ın önündeki bilgisayarda birkaç ayardan sonra kod yazdı. "Benim yazdıklarımı aynısı yaz." Dedikten sonra önüne döndü. Barın'ın önündeki bilgisayarda bir harita vardı. Haritanın bir kısmında yazı belirdi. Almanya - TürkTim - Katıldı. Elfida yazı ile beraber birilerinin katıldığını anlamıştı. Bu saldırıyı TürkTim emgeleyecekti. "TürkTim mi?" Diye konuştu Yasin ve Barın aynı anda. Onlar ne olduğunu anlamazken ekranda ard arda iki yazı daha belirdi. İtayla - TürkTim - Katıldı. Amerika - TürkTim - Katıldı. "Yalnızca siber uzmanların olduğu bir, İstihbarat Tim'i. Düşündüğümüzden daha iyiler. Daha önemlisi her yerdeler." Elfida açıklamasını yaparken ekran onlarca yazıyla dolmuş, haritanın her bir yerinde TürkTim üyesi vardı. "Ne kadar kaldı?" Diye konuştu Barın, Elfida'nın yazdığı kodu bilgisayara geçirirken. "Bitmek üzere." Dedi Elfida. "Yasin telefonumu açar mısın? Rehberinde Bulut kayıtlı onu ara." Yasin telefonu eline alıp ekranı açtı. Şifre gerektiğini görünce Elfida'ya ekranı gösterdi. Ekran yüz okumadan dolayı hemen kilidini açtığında Yasin rehbere girip Bulut isimli numarayı aradı. Telefon açıldığında hoparlöre aldı. "Bulut, belgeleri kontrol ettiniz mi?" Diye konuştu Elfida, bilgisayarında uğraşırken. "Evet, hiçbir sorun yok. En azından şimdilik. Başkanıma haber verdik. Şuan yanımızda, TürkTim olduğu sürece istedikleri hiçbir şeyi yapamayacaklar." Elfida başını salladı. "Başkanım," dedi. Anında cevap geldi. "Elfida," "Başkanım, durumu kontrolüm altına aldım. En ufak bir zarar gelmeden bu işi bitiriyorum. Birkaç dakika içinde her şey bitecek. TürkTim başardı." Ve bilgisayarına yazılan birkaç yazıdan sonra, Barın'ın önündeki ve kendi bilgisayarında tam ortada şu yazılar belirdi. TÜRKİYE - İSİMSİZ ASKER - KATILDI Elfida tek bir tuşa bastıktan sonra geriye yaslandı. "Bulut, TürkTim'e bağla." Bulut, Ankara'da bilgisayarında tüm kullanıcılara bir bağlantı gönderip aramaya katılmayı sağladı. Bildirim düşünce Elfida mikrofonundan konuştu. "Operasyon tamam. Tüm arkadaşlara teşekkür ediyorum. Milli İstihbarat Teşkilatı olarak hepinizle gurur duyuyoruz." Tüm bağlantılar kapandı. 🔗 1 Hafta Sonra (16 Kasım - 2023) "Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez!" Tim koşu yapıyordu. Yaklaşık yarım saattir koşuyorduk. Önde komutanım arkada ikişerli sırayla dizilen İsimsizler Timi. "TİM KOŞUYU BIRAK!" Komutanın emri ile olduğumuz yerde durduk. Sanırım öğlen olmak üzereydi. Sabah yediden beri antrenman yapıyorduk. Üzerimizde kamuflajlar, ayağımızda ağır botlar. Ve soğuk. Babam görevden kışın döndüğü zaman sorardım hep "Baba hava soğuk değil mi? Siz üşümüyor musunuz?" Diye. Babam ise şu cevabı verirdi. "Askere soğuk işlemez, kızım." Etrafımızda ağaçlardan başka bir şey yoktu. Askeriyenin bahçesinde sabahtan beri idmandaydık. "Güzel," diye bir ses geldi, Barın Komutanımdan. "Bugünlük yeter." Dedi. Gözleri üzerimizde gezindikten sonra yanımda duran Yasin'e baktı. "Nişancı, komuta sende." "Emredersiniz, Komutanım!" Diye gür bir sesle konuştu Yasin. Barın komutanım arkasını dönüp askeriyenin kapısına yürüdü. Yasin ise daha demin Barın komutanımın olduğu yere geçip dağılma emirini verdi. "Tim, dağılabilirsiniz." Ben yürüyüp giderken aklımda iki kişi vardı. Asya ve Narin. Narin burada, yaklaşıp bir haftadır duruyordu. Bir yurtta kalıyordu. Ama içim gram el vermiyordu onun burada tek olmasına. Ailesinden haber yoktu. Daha doğrusu ailesi yoktu. Hepsi terör baskınında ölmüştü. Asya ise hala yoktu. Açığa alınmıştı. Akın ise sürekli yanındaydı. Ne zaman arasak "Akın yanımda, iyiyim." Diyordu. Ya da Akın'ı ne zaman arasak "Asya'nın yanındayım, sonra arayın." Diyordu. Ne kadar bize söylemesler de aralarında bir ilişki olduğu bariz bir şekilde belliydi. Hızla komutanlığın girişine koştum. Barın komutanıma yetişmek için. "Komutanım," dedim. Tam arkasındayken. O durup arkasına dönüp bana baktı. "Söyle, Elfida." Dedi. Başımı kaldırıp ona baktım. Abi sana ne yedirip ne içirdiler? Bu boy ne? "Komutanım, ben sizinle bir ley konuşmak istiyorum." Dedim. Ne söyleyeceğimi merak eden bir yüz ifadesi ile bana yaklaştı. "Nedir?" Diye sordu. Derin beş nefes aldım. "Komutanım ben, Narin'i yanıma almak istiyorum." Gözleri ışıldadı sanki, mutlu olmuştu. Elini ensesine götürüp saçlarını karıştırdı. Elini indirdiğinde "Devletin evli olmayan birisine çocuk emanet edeceğini sanmam ama istediğinin olması için elimden geleni yaparım." İçimdeki küçük Elfida çığlık çığlığa koşturuyordu şuan. Sanırım kendime bir ev arkadaşı bulmuştum. "Teşekkür ederim, komutanım. Çok teşekkür ederim." Barın komutanım belli belirsiz gülğmsediğinde gözlerimin acıdığını hissettim. Acı yavaşça başıma dağılmaya başladı. Yutkundum, komutanım tam arkasını dönüp gidecekken sol elimde tuttuğum telefonum yere düştü. Telefonun çıkardığı ses onun geriye dönmesini sağlamıştı. Başım dönüyor, midem bulanıyordu, daha kötüsü sanki her şey birbirine gidiyordu. "Elfida," diye sesi geldi. Kulaklarım uğulduyordu. Gözlerimi sıkıca kapattım elim başıma gittiğinde koluma bir el sarıldı. "Bana bak, başın mı dönüyor?" Sanki cevap veremiyordum. Göz kapaklarım aralandığında karşımda Komutanımı görmeyi bekliyordum. Bir şey oldu o an. "Baba," diye bir kelime döküldü dudaklarımdan. Babam tam karşımda duruyordu. Üzerinde bir takım elbise vardı. Beyaz bir takım, saçları tek tük beyazlamıştı. "Ne?" Diye yakınımdan bir ses geldi. İleriye bir adım atmaya çalıştım, bacaklarım tutmadı. Babam gülümseyerek bakıyordu, bana. "Kızım," dedi. Duydum sesini. "Baba," dedim yine. "Yardım çağırın!" Dedi komutanım, neye yardım çağırıyorlardı? "Elfida bana bak, iyi değilsin. Hayal o." Sanki bir kurşun yedim, tam alnımın ortasından. Babam yavaşça yürümeye başladı. Merdivenleri inip giderken başım merdivenlere çevirildi. "Baba gitme," dedim. "Baba korkuyorum." Dedim. Yanağıma bir el dokundu. Başımı çevirdi zar zor. Başımı sağa sola salladım. "Baba gitme yine," dedim. "Buradayım, buradayım yapma yalvarırım elimden bir şey gelmiyor." Bacaklarım beni taşıyamazken ben kendimi yere bıraktım, Barın ise benimle beraber yere çöktü. Elleri yüzümü çevreleyip, avuçları arasına aldı. "Gerçek değildi. Elfida orada kimse yok." Başım sanki geriye düşüyordu. En son "Ne?" Dediğimi hatırlıyorum. Birkaç kez daha baba dediğimi. Birkaç bağırış sesinden sonra aynen şu cümleler döküldü tanıdık birinden. Sesinde kaygıdan başka bir şey yoktu. "Dikkat edin, dikkatli kaldırın bir yerine bir şey olmasın ne olur..." 🎀
Şey, ben bu kitabın nereye kadar böyle gideceğini bilmiyorum cidden İWJDĞWMDİW
Saçma yerler olmasına rağmen sarıyor sanırım, birde bir iki bölüm için operasyon sahneleri yine başlardaki gibi fazla olacak. Elfida ve Barın'ı değil daha çok İsimsizler Timi'ni okuyacaksınız.
İg: eliffbulu/elifeyll_4
Tiktok: elifleyasam
Oy vermeyi unutmayın, bölümü okuduktan sonra bölüm hakkındaki düşüncelerinizi bölüm postunda paylaşabilir veya hikayeme koyacağım soru&cevap'tan yazabilirsiniz.
Herkese iyi akşamlar dilerim, bir sonraki bölümde görüşmek üzere... 🤍
|
0% |