
Sıcak, güvenli olarak sıcak olan o bölgedeyim.
Onun göğsünde. Gece sıcak diye çıkardığı tişörtü yerde duruyor. Ben onun çıplak göğsündeyim.
Yanağımı kalbinin üzerine, elimi de göğsünde bir noktaya yaslayıp yatakta onunla birliktelik uyuyorum. Günler sonra ilk kez beraber uyuyoruz.
Aslında uyanalı yaklaşık yirmi dakika oldu ama ben onu uyandırsam korkusu yüzünden kıpırdamadan gözlerim kapalı bir şekilde öylece göğsündeyim.
Nefes seslerini duyuyorum. Sıcak nefesi saçlarımın diplerinden aralara sızıyor. Bir eli belimde, diğer eli de sol kaburgamın, kalbimin altına ait bir yerlerde duruyor. Sıkıca. Zaman zaman diş gıcırdatıyor. Gülüyorum öyle yapınca. Çünkü bunu huzurlu uyuduğu gecelerde yapar biliyorum.
Kıpırdanmaya başladığını hissettiğimde başımı çok yavaş bir şekilde göğsünden kaldırdım. Gözleri yarı açık yarı kapalı bana bakıyordu. Bir elini kaburgamın üzerinden çekip yüzüne attı. Yüzünü sıvazlayıp yine eski yerine koydu.
“Günaydın.” Dedi. Gülümsedim.
“Günaydın.”
Biraz rahatlaması adına geriye doğru kaydığımda beni kendine çekip iyice sarıp sarmaladı. Beni sırt üstü yatırıp başını göğsüme koyduğunda, artık tam tersi pozisyondaydık. Elimi başına atıp uzayan kumral saçlarını okşamaya başladım. İşaret parmağıma sarıp bırakıyordum. “Özlemişim.” Dediğinde sol elimi de karnımın üzerinden sardığı kolunun üzerine bıraktım.
“Neyi?” dedim bilmezden gelerek.
“Yaşamayı.”
Güldüm. “Zaten yaşıyorsun.”
Dilini damağına vurarak bir ses çıkardı. “Cık.” Diye. “Sensiz geçen zamanı ömrümden saymıyorum.”
“Hm hm.” Diye mırıldandım hoşuma gittiğini belli eder bir şekilde. Kocaman adam benim göğsümün üzerinden ağzımdan çıkacak tek bir kelimeyi bekliyordu. Sanki yıllardır kozasından çıkmayı bekleyen bir kelebek gibiydi. Bir gülümsesem, birkaç cümle söylesem sıkıştığı yerden çıkıp özgür olacaktı. Öyleydi.
“Hm hm.” Diye beni taklit etti.
Parmağıma doladığım saçlarıyla oynarken o sap göğsümün hemen altına, bir öpücük bıraktı.
Beş gün önce, ona teslim olduğum gece bedenimdeki izleri görmüştü. Ve bıkmadan hepsini teker teker öptü. Geçen yıllardan birisinde sınır ötesi bir gizli operasyonda sağ göğsümün altından vurulmuştum. Yalan yok, kendimi ilk kez o kadar ölüme yakın hissetmiştim.
Çünkü mermi kaburgalarıma fazlasıyla zarar vermişti. Uzun süre olmasa da, bir süre kendime gelememiştim.
Kötü anısı olan bir şeydi.
O öpene kadar.
“Elfida,”
“Efendim.”
Uzun bir nefes aldı. Göğsünün nefes hareketlerini kendi bedenimde hissettiğimde kasıldım.
“Hiç.” Dedi tek nefeste. “Adını seviyorum.”
“Adımı bende seviyorum.” Dedim pişkinlik yaparak. Bu onu gülümsetti. “Anlamını sevmiyorum.” Dediğinde kaşlarımı çattım.
“Neden?”
“Çünkü bana öleceğimi hissettiriyor.” Tam konuşacakken o kelimeleri ağzıma tıktı. “Ölmem sorun değil, ondan bahsetmiyorum. Sen feda eden olursan, canımdan can gider. Bende ölürüm.” Baş parmağı ile tenimi okşadı. Bana kendini hissettirmeye çalıştı. “O yüzden sevmiyorum.” Dedi küçük bit çocuk gibi.
Başından öptüm. Saçlarının o yumuşak kokusunu hissederek öptüm.
“Anlamını değiştirmem.” Dedim bu kez.
“Üstlenirim. Benimmiş gibi davranabilirim.” Dediğinde şaşkınlıkla kaşlarım havalandı. Adımın anlamını sahiplenmek istiyordu. Beni feda eden kadın olmaktan kurtarmak istiyordu. Gözden çıkarılan olmaktan kurtarmak istiyordu. Yutkundum.
“Hayır,” dedim. Titrek bir nefes aldım
Aklıma dört gün boyunca onun olmadığı bir yatakta, odada, masada, parkta yaşadığım anlar geldi aklıma.
İkinci gün, tim geriye döndüğünde ondan haber alamadıklarını söylediğinde gecenin ikisinde gördüğüm kabus geldi gözlerimin önüne.
Gözlerimin önünde. Kalbinin üzerinde, başında, karnında daha bir çok yerinde kurşun yarası ile karşımda. Sanki hiç yaralanmamış gibi ayakta, sanki yüzlerce kez vurulmuş gibi bakıyor karşımda bana. “Alp,” diye ismi döküldü dudaklarımdan. Yanına doğru gittikçe ona geriye gidiyor, benden gidiyordu.
“Alp dur.” Dedim başımı sağa sola sallarken. “Dur sevgilim, dur birtanem lütfen. Gitme benden.” Diye devam ettim konuşmaya ama onun gittiğini görünce adımlarım durdu. Kulağıma sürekli uğultular doluyordu, çınlama sesleri başımı ağrıtıyordu.
“Artık feda eden değilsin.”
“Hayır!” dedim dizlerimin üzerine düşerken. Onun bedeni gözlerimin önünde yere serilirken, ben defalarca bağırdım. Kucağıma doğru düştü. Ona dokunduğumu tam olarak hissedemiyordum ama kucağımdaydı.
Ben delirmiş miydim?
“Alp aç gözlerini. Olmayayım, istemiyorum.” Çırpındık inatla. Başımı sağa sola sallaya sallaya çırpındıkça saçlarım dağılıyordu. Belime gelen saçlarımı karşımdaki aynada gördüğümde yutkundum.
Tutam tutam kısalıyordu.
Kucağımda duran Alp, yavaşça kalkıp odadan giderken sanki zincirlenmiş gibi hareket edemedim, lal olmuş gibi konuşamadım. Bir gölge belirdi, yüzünü seçemedim. Anlayamadım.
Üzerinde takım elbise vardı. Geniş omuzluydu. Sanki dünyadaki tüm gölgeler onun üzerine toplanmıştı, göremiyordum. Elinde bir makas vardı. Saçlarımı kesiyordu.
Tutam tutam kesti saçlarımı.
“Dur,” diye bağırdı bir kadın. “Kesme saçlarını!” dedi.
Turuncu saçları, alev gibi gözleri ile genç görünen, otuz yaşlarının sonunda bir kadındı bu.
Annemdi.
“Anne.” Diye fısıldadım. Bağıramıyordum, sesim çıkmıyordu. “Anne.” Dedim diye.
Annemin elleri saçlarımı kesen adamın ellerine dolandı. Makası bir anda çekti adamın ellerinden. Ve tam bu sırada kanımı donduracak o şeyi yaptı. Makası elime tutuşturdu.
Bir idam mahkumuna, ipi verir gibi makası elime verdi.
“Saçların boynuna urgan olacak.” Dedi yankılanan sesi ile. Gözlerimin tam içine baktı. O anda gözlerinde yanan yangını içinde hissettim. İliklerime kadar ateşe düştüğümü hissettim.
“Zaafların kıyametin olacak.”
Durdum. Elimi sıkıca makasla sararken, o makasın avucumda açtığı derin yaranın canımı acıtışını hissettim.
“Elfida.” Diye bana muhtemelen defalarca seslenen Alp’in sesini bilmem kaçıncı da duyduğumda irkilerek olduğum yerde sıçradım. O yanımda oturuyordu. Boş boş gözlerimi kıprıştırdım. “İyi misin? Gel,”
Omuzlarımdan destek vererek beni oturma pozisyonuna getirdi.
“Daldım.” Dedim gerçekten dalgın olduğumun belli olduğu ses tonumla.
“Gel, bir kahvaltı yapalım hemen. Sen ondan iyi değilsin.” Hızlıca ayağa kalkıp telaşlı üzerine dolaptan bol bir tişört giyip boy aynasında kendine baktığı sırada yataktan kalkıp banyoya girdim. Elimi yüzümü yıkayıp saçlarımı geride alttan bir at kuyruğu yapıp odada üzerimi değiştirdim. O çoktan oturma odasına gitmişti.
Koyu yeşil v yaka bir kazak ile siyah kumaş pantolon giyip güzel olduğundan emin olarak makyaj masama ilerledim.
Ruh gibi durmam, onu evden kaçırır mıydı? Güldüm kendi kendime.
Güneş kremi sürdükten sonra bariz belli olan göz altlarımı kapatmak için altına ilk önce pembe tonlardaki kapatıcı uyguladım, üzerine de ten rengimdeki açık renk kapatıcıyı uygulayıp son dokunuş olarak dudaklarıma koyu tonlarda bir ruj sürdüm. Gözlerim allığıma ilişti ama sürmek istemediğim için malzemeleri makyaj çantama koyup masadan kalkıp odamdan çıktım.
Mutfakta bayağı büyük bir kargaşa vardı, Narin kahvaltı sofrasında Kerem ile oturuyordu. Kerem’i sanırım bakıcı gibi kullanıyorduk.
“Ne yapıyorsunuz?” dedim Mutfaktalkilere uzaktan bakarken. Masaya doğru yaklaştım.
“Lan dur!” diye kendi kıçının yanını, Alper’in kıçının yanına vurdu Emre. Onu ittirip tezgahtaki her neyse onun başına geçti.
“İttirme lan pezev...” diyerek devam ettiği küfürü, Alp’in elindeki tahta kaşığı onun ensesine sert bir şekilde vurması ile susturdu Alper.
“Yav, Barın nörüyon?” diye araya girdi, Yasin. Kayserili damarı ile birlikte tabi.
Bana inanın, o kahvaltı bitene kadar 3. Dünya savaşını mutfakta yaşadık. Kısa sürede kahvaltı yaptıktan sonra tim üyeleri teker teker evden çıktı. Asya biraz kırgın gitse de, onunla da vedalaştım.
Evde sadece Narin ben ve Alp kaldık.
Oturma odasında otururken Narin bir an olsun onun yanından ayrılmıyordu. Sürekli yanında duruyor, Alp diye diye konuşuyordu.
Ben en azından bir kahve içelim diye mutfağa gidip kahve makinasının başına dikildim. İki büyük fincan çıkarıp kahve makinasının haznesine kahveyi ve suyu koydum.
Kahve kaynarken, içeriden onların sesini dinliyordum.
“Neden öyle dedin, bebeğim?” diye konuştu Alp. Başlarda ne dediklerini anlayamadım, makinanın sesinden sanırım.
“Ama o bana kızım diyor.” Dedi Narin.
“Bu senin ona anne demen gerektiği anlamına gelmez.” Alp bu cümleleri kurduğunda kalbime bir sızı saplandı. Nefes almakta zorluk çektiğimi fark ettim. “O seni kızı gibi görüyor. Senin bir annen var. Ona anne demek zorunda değilsin, güzelim.”
“Ama üzülür.”
Üzülür müydüm? Anne demese. Sadece iki aydır benimle olan, koruyucu annesi olduğum o kız bana anne demiyordu.
Dememeliydi. Öz annesini bir örgüt yüzünden kaybetmiş, ona olan hasretini dahi gidermeyecek yaştayken bana anne dememeliydi. Onun öz annesi, bir örgütün acımasız elleri yüzünden koparılmıştı hayatından. Bu hasreti, onun yaşından çok daha ağırdı. Benim “anne” oluşum bir rol, bir koruyuculuk göreviydi sadece.
Fincanı tezgâha bıraktım. Parmaklarım titriyordu. Derin bir nefes alıp kendime gelmeye çalıştım. Sonra fincanları tepsiye koyup oturma odasına doğru yürüdüm. O an, kendi kalbimin içinde ne kadar çok savaştığımı kimse bilmiyordu. O hariç. Ama yüzümde, her zaman olduğu gibi güçlü görünmeye çalışan o tanıdık maskeyi takmıştım.
Gülümseyerek Alp’e kahvesini uzattım. Barağı elimden alırken ellerini özellikle ellerim dokundurdu. “Tuzlu değilse içmem.” Dedi bir anda. Gözlerimi devirdim.
“Sen onu bir iç, tuzlusuna bakarız.”
Kendi bardağımı alıp, Narin’in yanına geçtim. Böylece ikimizin ortasında oturuyordu.
Bir süre televizyon izledik. Yani Narin izledi. Ben gözlerimi boşluğa çevirmiş, aklımda kırk dönen, söylemezsem kalbimi, söylersem dilimi cayır cayır yakacak o şeyi düşünüyordum. Elimde tuttuğum kahve bardağının içinde az kalan kahve çoktan soğumuştu. Alp’in televizyonu izlemediğine emindim. Onun iyi olmadığını biliyordum.
“Elfida.” Diye yumuşak bir ses doldu kulağıma. Başımı sakince kaldırıp ona baktım. “Efendim.” Diye seslenişine yanıt verdim. Mavi gözleri üzerime, bir tabutun kapağının tabuta oturduğu gibi çevirildi. Koyu mavi gözlerini üzerimde hissetmeyi deli gibi özlediğimi asıl şimdi fark etmiştim.
“İçeri gelsene bir.” Diyerek ayağa kalkıp oturma odasının kapısından çıktı.
Kapının iki metreyi geçkin olduğunun farkındaydım ama o kapıdan geçerken başının neredeyse kapının üst kısmına temas edecek olması değişik gelmişti.
Gözlerim kısa bir süre elindeki meyve tabağından bir şeyler yiyerek açtığımız çocuk filmini izleyen Narin’e takıldı. Kendini kaptırmıştı. Son zamanlarda televizyon konusunda biraz kısıtlama yapsam iyi olacaktı. Okula başlamasına çok az vardı. Muhtemelen 2024’teki dönemde yani önümüzdeki yıl başlayacaktı. Ve ben onun okula gittiği, sırtında çantası ile okul koridorlarında yürüdüğü, çıkışlarda koşa koşa kucağıma geldiği zamanları iple çekiyordum.
Derin bir nefes alarak ayağa kalktım. Odadan çıkıp Alp’in yavaş adımlarını takip ettim. O bizim odamıza girince bende arkasından girip ne olur ne olmaz diyerek kapıyı kapattım. Alp karşımda durup beni baştan aşağı süzdü. Derin bir iç çekti. Canı acalp, neden böyle yaptı biliyorum ama içinde bir sürü şeyle savaştığını, savaşmaya çalıştığını biliyordum. Ellerini havaya kaldırıp yüzümü avuçları arasına aldı.
Sıcak elleri soğuk yüzüme temas ettiğinde, sanki o bir ateşmişte onu dinginleyecek tek şey benmişim gibi hissettim. Belkide o beni eritip bitirirdi, bilemezdim. Ama diyorum ya, anlık olarak öyle hissettim.
“Güzelim,” dedi Alp baş parmakları elmacık kemiğimin üzerinde oyalanırken. “biraz konuşalım mı?” gözlerim endişe duyduğumu belli edercesine ona çevirildi. Yutkunuşumu gizleme imkanım olmadı.
“Bir şey... Bir şey mi oldu?”
Cevap vermedi. Gözlerime baktı sadece. Ve ben bu bakışından bile bir şeyler döndüğünü fark ettim. Başımı salladım yavaşça kendimi onaylar gibi. “Bir şey oldu.” Diye mırıldandım.
Eliyle yatağın ucundaki koltukları gözlerdi. Uzun koltuğa elimden tutarak yürüyüp beni de arkasından yürüttü. Yan yana oturduğumuzda, ellerimi sıkıca kendi elleriyle sardı.
“Alp, anlatır mısın ne olduğunu?”
Diliyle dudaklarını uzatıp sıkıntıda olduğunu belli eder gibi alt dudağını ısırdı. Gözlerini tekrar gözlerime dikti.
“Bak Elfida, senden bir şey saklayacak değilim.” Derken bile gerçekten bir şeyler sakladığını hissetmeye başladığım için kendimden nefret ediyordum. “Ne kadar zeki bir kadın olduğunu biliyorum. Bunun için sana yenildim, sana aşık oldum. İşini ne kadar iyi yaptığını da biliyorum.”
Ben başımı yere eğip bir nefesi canımı acıtıyor gibi alıp verince bu onun da canını acımış gibi “Yapma böyle.” Dedi. Başımı kaldırdım. Onun söyleyeceklerini dinlemeye devam ettim.
“İşin konusunda elimden geleni yapıyorum. Tahlillerin düzenli aralıklarla kontrole gönderiliyor. Onun dışında Hatay’a geldiğinden beri yaptığın, yani yaptığımız operasyonlar didik didik inceleniyor. O konuda bir sorunumuz yok.” Bir elini elimden ayırıp ensesine attı. Saçlarını bir süre karıştırıp düzeltti. “Sorun ne?” dedim.
Elini indirip bacağıma koydu. Gözlerime baktı. Kıyı, denize kavuştu. Orman dindiremediği susuzluğunu dindirdi o deniz gözlerle.
“Sorun Şirket.” Dedi. Daha sonda kendini düzeltir gibi. “Yani Örgüt ve Şirket.” Dedi. Kaşlarımı çattım. Örgütün zaten bende peşindeydim. Sorunumuz Şirket’in nereden çıktığıydı. Kafamdaki soruları biliyor olmalıydı. Zaten tahmin etmek pek zor olmamalıydı.
“Şirket ve Örgüt, yirmi yılı geçkin bir süredir beraber çalışıyor.” Ne ara koltuğu üzerine koyduğunu bile anlamadığım kahverengi dosya zarfını elini arkasına atıp aldı. İkimizin arasına bıraktı.
Yirmi yılı geçkin bir süre. Tahmin edeyim, yirmi üç yılı bitmek üzereydi. Kısaca, babamın şehit olduğu tarihte başlamıştı yine her şey.
“Haberin var mıydı?” dedim. Dişlerimi istemeden sıkarken çenemin gerildiğini hissedebiliyordum.
“Bakma öyle,” dedi. “Dosyaya gizlilik kararı çıktı. Üstten gelen emirle sakladık. Yoksa yemin ederim sana bunu anlatmak için çırpındım.”
Şirket’in bayağı iyi korunuyor olması gerekiyordu. Çünkü ben MİT’te çalışırken çıktığım hiçbir operasyonda bu Şirket’in adını duymamıştım. Muhtemelen ben üstlerim dosya ile ilgileniyordu. Fakat Karargah’ın en başarılı istihbaratçılarından birisi olmama rağmen dosyanın bana açıklanmaması çok değişik gelmişti.
“Babamla bir ilgisi var mı?”
Sanki tam istediği şeyi sormuşum gibi dudağının bir kenarı yukarı kıvrıldı.
“Baban dosyanın açılmasına neden olan tek isim.” Diye anlatmaya başladı. “Ben lojmana gelmeden birkaç yıl önce dosya hakkında araştırma yapıyor. Daha sonra dosya MİT ve Özel kuvvetlerin en kıdemli mensupları tarafından korunmaya alınıyor. Bu sıralarda dosya açık, fakat birçok personelin haberi yok.” Eline dosyayı aldı. “Ben lojmana gelmeden tam bir ay önce, dosya hakkında gizlilik kararı çıkıyor.”
Gözlerimi rahatsız bir şekilde dosyaya iliştirdim. Uzanıp dosyayı elime aldım. Üst kısmındaki küçük kulakçığı yukarı kaldırıp dosyayı çıkardım. Bu sırada aklıma takılan birçok yer vardı. Fakat beni en çok rahatsız eden şey o’ydu.
Dosyayı açma işini bırakıp ona baktım.
“Alp benden sakladığın bir şey var mı?” Dedim dan diye. Açık sözlülük konusunda geniş birisiydim. Belli oluyordur.
Yutkunuşumu ademelmasının hareket etmesinden çok net anlayabiliyordum.
“Ben senden bir şey saklamam.” Dedi. Daha sonda gülümsedi. “Ayrıca sen iyi bir Ajan’sın, işini iyi yapan bir istihbaratçısın.” Bu kez güldü. “Ben değil sen benden saklarsın bir şeyler.”
Bu kez yutkunan ben oldum. Baş parmağımı tüm parmaklarımın eklem yerlerine bastırarak çıtlattım. “Tabi sen bana kıyamazsın.” Gözlerimi kırpıştırdım.
Hayır, diye fısıldadı içimde siyahlara bürünüp durmuş o kız. Senden bir şeyler saklamak sana kıymaksa, diye devam etti. Ben sana kıyarım sevgilim
Birkaç Saat Sonra
Alp’in çalışma odasında kendi bilgisayarımın başında yine bir şeylerle ilgilenirken, odanın kapısını dikkatle açıp içeriye üzerinde siyah dar bir tişört ve altında kamuflaj pantolonu ile Alp girdi. Bakışlarım nemli, dağınık kumral saçlarında gezindi. Dikkatimi sakalları çekti, görevden önce hafif uzundu, göreve çıkmadan önce tıraş olmuştu. İki halde de yakışıyordu.
Şuan baby face duran yüzü yaşını biraz daha küçük gösteriyordu. Gören otuz üç yaşında kocaman yüzbaşı demezdi şahsen.
Kapıyı kapatıp yanıma yaklaştı. Eğilip yanağıma sert bir öpücük bıraktı. Güldüm bu hareketine.
“Yavrum,” dedi erkeksi sesi ile. “Askeriyeye geçmem gerekiyor. Bakıcı da birazdan gelir.”
Ellerimi masadan çekip koltukta otururken başımı iyice kaldırıp ona baktım. Muhtemelen yukarıdan bana bakınca küçük bir kız çocuğuna bakıyor gibi hissediyordu. Utanç vericiydi.
“Bakıcıya gerek yoktu aslında.” Diye mırıldandığım sırada elini saçlarıma atıp topuz yapıp önlerden çıkardığım perçemlerimi geriye doğru attı.
“Bebeğim, sana yardımcı olması için.” Gözlerimi kırpıştırdım. Başımı salladım.
“Birde sanırım konuşma vakti geldi.”
Kaşlarımı çattım. Hâlâ olduğum yerden kalkma fırsatım olmamıştı. “Neyi?”
“Nikah işini.”
Kurduğu cümle içimde bir şeylerin kıpır kıpır olmasına neden olunca, sanırım feleğin şaşmıştı. Elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşırırken ayağa kalktım. Sanırım el kol fonksiyonlarımın halay çektiğini fark etmişti.
“Dur, dur.” Dedi gülerek. Ayaktaydık. Ben göğsüne geliyordum. Gözlerimi yukarı kaldırarak ona baktım.
“Askeriyenin eğlencesinden sonra, Ankara işini halleder halletmez, şu nikahı aradan çıkaralım. Daha sonra güzel bir düğün yaparız, ne dersin?”
Şu durumda düğün yapmak. Kaç kere daha kendime bunu söylerdim bilmiyorum ama böyle karışık olaylar varken düğün yapmak doğru gelmiyordu.
“Alp,” dedim. “Düğüne gerek yok. Nikahı yapalım yeterli.”
Gözlerini devirdi. “Ne demek gerek yok?” Tam bir cümle kuracağım sırada “ben yıllardır dokunamadığım kadınla evleneceğim, üstüne bir de düğün yapmayacak mıyım?”
Gülümsedim istemsizce ama bir yerlerde bir şeyler eksikti biliyordum.
Babam şehit olduğunda, annem vefat ettiğinde hiç bu günlerin geleceğini düşünmemiştim. Evinden telli duvaklı gelin olarak çıkacağım bir babam, o nikah kıyılırken gözleri dolu dolu beni izleyecek annem yoktu. Elli defa da olsa bunu tekrar ederdim. Çünkü bu böyleydi.
“Alp bak benim annem babam.” Der demez gözleri gözlerimde bitti. “Yoklar, senin en azından birkaç akrabam var, düğüne onlar katılır. Benim kimsem yok. Şimdi gitsem teyzeme, kadın yıllardır öldü bildiği yeğenini görünce kalp krizi geçirir. Yok yani, sıfır. Benim kimsem yok.”
“Orada bir dur,” diye sözümü kesti. Ellerini kollarıma koydu. Yüzüme doğru eğildi. Nefesini yüzümde hissederken, o barut kokusu ile beraber gelen aromasının tam olarak ne olduğunu anlayamadığım duş jeli kokusunu içime çektim. “Benim kimim varsa, neyim varsa senin. Varımda yoğumda senin, sensin.” Uyarır gibi konuşuyordu, hatırlatmak ister gibi. “Sakın bir daha bu güzel dudaklarından kimsem yok lafını duymayayım. Ben varım, benim akrabalarım seninde akraban. Gerçi kendilerini çok sevdiğim söylenemez ama,” yarım gülüşle söylediği cümleye gözlerimin istemsiz dolması ile güldüm. Göz yaşlarım bir bardağın son damlasını alıp taşması gibi gözlerimden akarken o ellerini kollarımdan çekip yüzümü avuçladı.
“Elfida’m benim, her şeyim. Bu bedende ne var ne yok senin, bu bedene ait ne varsa senin.”
Başparmakları ile göz yaşlarımı sildi. Uzanıp dudaklarını ıslak kirpiklerime bastırdı. İlk önce sağ sonra sol gözümü öptü.
Gözlerden öpmek ayrılık getirir derler.
Kim demişse dilini seveyim.
Şu güzelim gözlerine yapma şunu. Kurban olurum sana.” Beni göğsüne çekerken kollarımı onun beline sardım, o ise omuzlarıma. Başımdan öptü.
“Her şey senin istediğin gibi olacak. Tek bir eksik dahi istemiyorum.” Dedi. Kalp atış seslerini duyabiliyordum. “Önce bir şu işleri halledelim, hemen başlayalım hazırlıklara. Hatta bak,” diyerek dikkatimi ona vermemi sağladı.
“Askeriyenin eğlencesinden hemen önce, Ankara’dan döner dönmez bir yüzük takalım.” Aslında fena fikir değildi.
“Bilmem, olur mu ki?” dediğimde “Olur tabii, dini nikah işini halledersek, geriye kalanlar kolay.” Burnunu çekişini duydum, biliyordum o mavi gözlerinin deniz misali suyla dolduğunu ama belli etmezdi o. Ağlamazdı.
Geri çekildi. “Düğün yapmasak da olurmuşmuş.” Dedi gülerek. “Koskoca Hakan Türkeç’in kızını kapmışım. Düğün yapmaz mıyım lan ben?” Elimi yüzüme atıp göz altlarımı sildikten sonra dilimle dudaklarımı ıslattımç ellerimi indirip ona baktım. “Ayrıca,” dedi o mükemmel flörtöz tavrına geçiş yaparak. “O geceyi unuttum sanma.”
Yutkunduğum sırada damarlarımda ne kadar kan varsa yüzüme toplandı. Yanaklarım karıncalanmaya başladığı sırada eğilip boynumdan öptü. Geri çekilmek yerine olduğu yerde kalıp dudaklarını kulağıma yaklaştırdı.
“Kırk yıl düşünsem, bu kadar sert bir kadının yanaklarının bu denli kızaracağını tahmin etmezdim.” Dedi.
Fısıltıyla söyledikten sonra geri çekildi. “Akşam bir tekrarlasa-“ Demeye kalmadan elimi omzuna geçirdim.
Sanırım bir tık sert vurmuştum. Elini omzuna koyup acı çeker gibi bir ses çıkarınca telaşla gözlerine baktım. “İyi misin? Elimin ayarı yok.” Dedi kendime kızarak.
“Öpsene geçsin.”
“Ya çık git, Allah Allah. Bizde korkuyoruz burada bir şey oldu diye.”
“Oldu zaten.”
“Ne oldu?”
“Aşk.”
Güldüm. Onun yanındayken, hayatımda üzümdüğüm her anı değil, güldüğüm her anı unutuyordum. Çünkü ben gerçekten gülmenin ne olduğunu babamdan sonra ilk kez onda anlamıştım. “Romantik bir İstanbul beyefendisi olman hoşuma gidiyor.”
Ters ters baktı. “Ankara sıpası olmayı tercih ederim.”
Şuna bak şuna, dedi iç sesim. Tam Ankara bebesi. Acaba kaşıkta oynuyor mudur?
Kesin oynuyordur.
“Ha sen Ankara’nın semt çocuğuyum diyorsun yani?”
“Tam üstüne bastın.”
“E, sen öyle diyorsan.”
Birkaç bir şey daha konuştuğumuz sırada kasıklarımda hafifçe giren sızı canımı yakmıştı. Belli etmemeye çalışarak onun bir hararet ile anlattığı şeyi dinliyordum. Ağrı git gide artıyordu ama telaş yapmasın diye bir şey demedim. Zaten bende pek umursamıyordum, reglim gecikmişti. Muhtemelen bundan dolayı ağrı çekecektim, bir süre sonra regl olunca rahatlardım. Ergenliğimden beri stres yaptığım her ay böyle olurdu.
Bakıcı eve gelip, Alp çıktığında ben bir süre bakıcı ile sohbet ettim. Daha sonrasında Narin ile ilgilenip odama, çalışmak için geçtim.
Büge ile iletişimdeydim. Birkaç rapor almam gerekiyordu, bunu da mail ya da internet üzerinden yapamazdık. Her bir adımım inceleniyordu.
Almam gereken raporlar Alp’in kan tahlilleri ve DNA testleriydi. Kan tahlilleri zaten hastanede bulunuyordu, bana lazım olan DNA raporuydu. Onu da Ankara’da artık bir doktordan yardım alarak yapacaktım. Kesinlikle özel doktorum olan Nur hanımla bu konuyu konuşamazdım. Kendisi zaten İstihbarat üyesiydi. Bu kendi topuğuma sıkmaktan farksız olurdu.
Ankara’ya gittiğimizde önce Karargaha sonda hastaneye en sonda mezarlığa uğramam gerekiyordu. Bu süre zarfında da yapmam gereken her şeyi halledebilirdim.
Zaten bir süredir açığa alınmış olmam kafamı çok kurcalıyordu. Kanımdaki uyuşturucu etkisini hafif hafif yitiriyordu. Bunu azalan kabuslarımdan ve halüsinasyonlarımdan anlayabiliyordum. Bu da demek oluyordu ki, mesleğe dönmeme çok kısa bir süre vardı.
İncelediğim dosyalara göre, eğer göreve bir ay içinde dönersem, çıkmamız gereken en fazla üç en az iki operasyon vardı. Daha sonrasında İsimsizler Timi ile olan bağımız iş anlamında bitiyordu.
Tabi ben Hatay’dan Ankara’ya sadece Elfida Türkeç değil, Barın Alp Yıldırım’ın karısı Elfida olarak gidecektim.
Benim işim zaten Ankara’daydı. Alp istekte bulunursa tayinini Ankara konusunda kullanabilirdi. Bu sayede Narin ben ve Alp Ankara’da yaşamaya başlardık. Hayatımıza bir düzen tutturur bu şekilde giderdik.
Ama her şeyden önce, bu işleri halletmemiz gerekiyordu.
Benim Milli İstihbarat Teşkilatı’nın kıdemli ajanı olarak göreve geri başlamam gerekiyordu.
Ayrıca şuan sağlık bakanlığı tarafından korunan bir kimliğim olmadığı için sıkıntıya düşebilirdim.
Kafamda dönen deli sorulara karşılık, telefonuma gelen bir arama ile dikkatim dağıldı. Masada bilgisayarın hemen yanında dudan telefonun ekran ışığı yandığında ekranda bir isim belirdi.
Buğra
🔗
Kapının sertçe tıktıklanması ile başımı kaldırmadan önümdeki dosyaya kendimi kaptırdığımı belli eden bir tonda “Gif.” Diye seslendim. İçeri giren asker kapının beş altı adım önünde “Komutanım,” diyerek asker selamını vererek karşımda durdu. Başımı kaldırıp ona baktım. Adını bilmediğim ama yüzü tanıdık olan asker, benim komutum ile elini indirip “Teğmen Mustafa Tiryaki.” Diye tekbilini verdi. Operasyon odasından Yarbayım sizi bekliyor.” Dedi. Başımla onaylar bir hareket yapıp “Tamam asker, çıkabilirsin.”
Mustafa odamdan çıkarken dirseklerimi yasladığım masadan ayrıldım. Ayağa kalkıp yarbayımın istediğini düşündüğüm iki dosyayı elime alarak ayağa kalktım. Yürüyüp odadan çıktım. Alt kata indiğimde katta duran askerlerden birisi selamını verdi.
“Hayırlı nöbetler gençler.” Dediğimde “Sağ ol, komutanım.” Diye gür bir sesle cevap verdiler.
Sert ve cesur adımlarımı askeriye koridorunda ilerlettirip operasyon planlama odasının kapısındaki askeri kapıyı açması ile içeri girdim. Timdekiler içerideydi, yarbayım ise onların karşısında. “Komutanım.” Dedim sorar gibi. Elimdeki dosyayı ortadaki masaya bırakıp Timin başına geçerek, ellerimi arkamda rahat pozisyonunda olması gerektiği gibi birleştirip bacaklarımı omuz hizasında açtım.
“Öncelikle iki haberim var.” Diye söze başladı Sinan komutanım. Başımla onayladım. Dikkatlice dinlemeye devam ettim.
“On Aralık’ta bir askeriye eğlencesi düzenleyeceğiz.” Diye zaten bildiğimiz ama tarihi şuan kesinleşmiş olan şeyi haber verdi. “Eşleriniz, nişanlılarınız, sözlünüz ya da sevdiğiniz. Fark etmez, bir kişi ile gelip bize burada eşlik edebilirsiniz. Bunu bir tür motivasyon olarak düşünebilirsiniz, şimdi bunu yapma gerekçemize geliyorum.” Dedi. Gözleri üzerimizde gezindi. En son bende durdu.
“Şirket adı altında işlenen terör örgütü üyeleri hakkında bilgiler elimize ulaştı. Zaten çok uzun yıllardır bu adamların peşindeyiz. Dosyanın gizlilik kararı an itibariyle kalktı. Şimdi yapacağımız tek şey, sağlam bir Operasyon düzenleyerek yıllardır süren bu işi bitirmek.”
Kaşlarımı çattım. Tamam, buraya kadar her şey tamamdı. “Peki daha sonrası?”
“Daha sonrası yok.”
“İzninizle bunun ne demek olduğunu sorabilir miyim, komutanım?”
“Sen sordun sayıyorum.” Dedi. Olduğu yerden odanın diğer ucuna bir kez gidip gelip dibimizden geçti. Bakışlarımı masaya çevirdi, benim koyduğum dosyanın hemen yanında duran siyah, kalın kapaklı o dosyayı alıp üzerindeki yazıyı gösterdi.
İsimsizler Timi
2000-2024
“İsimsizler efsanesi, tarihe karışacak.”
Sona yaklaşıyorduk. Hemde, freni patlamış yokuş aşağı inen bir kamyon gibi. Son operasyonumuza 2024 yılında, yani bir ay sonra gireceğimiz yılda çıkacaktık. Vakti geliyordu.
Her şey, çok yakında açıklığa kavuşacaktı.
Bu dünya ne zaman batardı bilemezdim fakat benimle birlikte onun kıyameti yakındı. Ve ben, ona zarar gelmemesi için uğraşıyordum.
Şirket için çıktığımız yolda, atmamız gereken son bir adım kalmıştı. Yeni yılın başlarında, iki operasyon daha yapacaktık. Bu iki operasyondan sonra, her şey tamamlanacaktı. Bu hikaye bitecek, tozlu sayfalar raflarla birleşecekti.
Belkide o iki operasyondan sonra başıma gelecekler hayatımın hatası olacaktı. Söylediğimiz yalanlar, önünde durduğumuz sırlar hançer olup sırtımıza saplanacaktı.
Her şey senin için. Dedi içimde karanlıkta oturan o çocuk. Her şey, ailemin intikamı için. Ve ekledi. Her şey sevdiğim kadın için.
🔗
“Alp, bak iki tane elbise var.” Diyerek elimdeki birisi siyah düz kumaş, sırt dekoltesi olan kısa bir elbise ile diğeri haki yeşili saten uzun göğüs dekolteli elbiseyi koltukta oturan Alp’e gösterdim.
Saat çok geç olmuştu, sabah yola çıkacaktık. Narin çoktan uyumuştu. Sabah erkenden bakıcısı gelecekti. Ankara’da sadece iki gün kalacağımız için bir sıkıntı çıkmayacağını düşünmüştük. Timdeki üyelerden birkaçı arada uğrayıp Narin’i kontrole gelecekti. Gece de Asya ve Akın bizde kalacaktı. Her şeyi planlamıştık. Geriye sadece benim askeri eğlencede ne giyeceğimi seçmek kalmıştı.
Odamızdaydık. Ben iki dakikaya bir fikir değiştirerek farklı bir elbise çıkarıyordum. O ise koltukta bacak bacak üzerine atmış, sakince giydiklerimi yorumluyordu. Tabi hepsine güzel demek bir yorumlama sayılırsa.
“Bebeğim.” Dedi bıkmış gibi. “Bak hepsi çok güzel. Sen hangisinde daha rahat edersen onu giy.”
Gözlerimi ona diktim. “Oldu.” Dedim. Sağ elimle askılığından tuttuğum yeşil elbiseye baktım. Aslında fazlasıyla şık ama bir o kadarda sade duruyordu. Başımı elbiseden kaldırdım.
“Askeriyenin eğlencesinde sözlenmiş olacak mıyız?”
Yüzüne bir gülümseme yayıldı. O sıcak gülümsemeyi sadece içten mutlu olduğu anlarda yapardı biliyordum. “Evet,” dedi. Başını geriye yaslayıp beni süzdü.
“Komutan Yıldırım’ın sözlüsü olacaksın. Aynı zamanda dini nikahlı karısı.”
Güldüm. Daha sonda aniden durup “O zaman adam akıllı dinle ve yorumla beni.” Dedim. Saldığım saçlarımı geriye atıp elbiselerin ikisini de yatağa bıraktım. Bunlardan bir iş çıkmazdı.
Dolaba tekrar yöneldiğimde, en sona kalan iki elbise vardı. Birisi maviydi. Operasyon için giydiğim elbiseydi. Diğer ise bembeyaz, askılı uzun ama yırtmacı derin olan bir elbiseydi. Göğüs dekoltesi aşırıya kaçılmamıştı.
Bu Alp’in bana aldığı elbiseydi.
Dikkatle elbiseyi yerinden çektim. Bir askısından bir de etek kısmından tutarak onun karşısına yürüdüm. “Bunun için sana teşekkür etmemiştim.” Diye mırıldandığım sırada elbiseye baktı. “Nikahımız için güzel olur diye düşünmüştüm.” Dedi.
“Teşekkür ederim.” Dedim. “Sevgilim.”
“Teşekküre gerek yok.” Dedi. “Sevgilim.”
Yüzündeki muzüp gülümseme ile saatlerce onu izleyebilirdim. Muhtemelen bunu büyük bir zevkle yapardım. İçimde tüm organlarımda birkaç kuşun oradan oraya uçtuğu gibi hislerin dolaşması kalp ritmimi bozuyordu.
“Tamam, ben sonsuz kadar izleyebilirsin. Çok yakışıklıyım, biliyorum.” Dediğinde yan yan ona baktım. O büyük bir kahkaha atarken ayağa kalktı. “Bunu da denesene,” dedi çekinir gibi. “Nasıl duracağını merak ediyorum.”
“Giyeyim mi?” dedim bir elbiseye bir ona bakarken çocuk gibi. Başını salladı. “Giy.” Dediğinde hızlıca üzerimdeki siyah tamamen dar ve kısa olan o elbiseyi banyoya girerek çıkardım. Kendisi üzerimi karşısında değiştirebileceğimi söylediğinde, gülerek ona bu ziyafeti yaşatmayağımı söyledim. Kendisini fazlasıyla eğlendirmiş gibi duruyordum.
Aynaya bakmaya hazır değildim. Bembeyaz bir elbise, üstelik onun aldığı. Bir gelinlik niyetiyle aldığı elbiseyi benden bile önce ilk o görsün istiyordum. Jilet gibi düzleştirdiğim saçlarımı omuzlarından arkaya atarak elbisenin eteklerinden tutup, gözümp kocaman aynaya değdirmeden hızlıca kapıdan çıktım. “Alp.”
Sanırım bu anı biraz heyecanla bekliyordu. Bundan dolayı oturduğu yerde ilk önce başını bana çevirdi. Çatık kaşları gevşediğinde yutkunuşunu izledim. Ayağa kalktığı gibi kapının önündeki bana doğru yaklaştı. Tam karşımda, bir adım ötede durdu.
Gözlerindeki o büyülenmiş ifadeyi biliyordum. Fakat her zamankinden sanki kat kat daha duygulu, daha çok etkilenmiş bakıyordu. Baştan aşağı beni süzdükten sonra, yine aynı şekilde ayak ucumdan başlayarak yukarı doğru tekrar süzdü beni gözleri. En son gözlerimde durdu.
Mavilerin yeşillerime çok yakışıyor, canımın içi.
“Yalan yok,” dedi. “Yakışacağından zaten emindim.” Başını hafifçe sağa yatırdı. “Ama bu kadarını hayal edememiştim. Sen harbiden çok ayrı bir şeysin, Elfida. Hayallerimin, isteklerimin, şu kalbimin içine sığdıramadığım duygulardan çok daha fazlasısın.”
Kesik kesik aldığım nefesler sanırım dikkatini çekmişti. Uzandı. Avuç içini belime koyup, sıcak avucunu hissetmemi sağladı. Bu sayede göğsüm göğsüne yasladı. Başımı kaldırıp ona baktım.
“Bazen sana sadece isminle hitap etmek istiyorum.” Dediğinde anlamayarak kaşlarımı çattım. “Neden?” diye sordum istemsizce.
Uzandı, dudaklarını dudaklarıma bastırıp bekledi. Öpmeden bir süre bekledi. Daha sonra yavaş yavaş dudaklarını oynattı. Ona ayak uydurarak bende karşılık verdim. Sanırım bu öpüşme derinleşmişti. Diğer elini de belime koyarak ona bir tık daha yaslanmamı sağladı. Dudaklarımızı sürekli birbirimizin dudakları arasına hapsederken, alt dudağımı dişledi. Canımın acısı değilde, yaptığını verdiği duygu ile dudaklarına doğru inledim.
Sırtım duvarla buluştuğunda dudaklarımızı kısa bir süre ayırdı.
“Sikeyim ama ya.” Diye fısıldadı. Sanırım bu kendisineydi.
Dudaklarınızı tekrar birleştirmeye yeltendiğinde, elimi göğsüne koyarak durması için baskı uyguladım. “Dur.” Dedim.
Bakışlarımı dudaklarımdan gözlerime çıkardı. Diliyle dudaklarını ıslattı. “Ne oldu?”
Boğazımı temizledim. “Yapmayalım. Sonu yok biliyoruz ikimizde.”
Uzandı. Dudaklarıma bir buse kondurdu. Geri çekildi. Biraz bozulmuş olduğunu hissedebiliyordum. Sonuçta bu konularda birbirimize yardımcı olmamız gerekiyordu. Ama o bunu sorun etmezdi. Birlikte olduğumuz gece, benim istediğim yere kadar gitmiştik. Dur dediğimde durmuş, devam et dediğimde etmişti.
Ama şuan, kasıklarımdaki acı geçmezken birlikte olmak pek iyi bir fikir gibi gelmiyordu.
“Sen nasıl istersen, ne zaman ikinci kez hazır olursan o zaman. Biliyorsun.”
Başımı salladım. “Biliyorum.”
Gülümsedi. Gülümsedim.
"Neden olduğunu söylemedin?"
"Neyin?"
Aklı başından gitti adamın. "Neden ismimle hitap etmek istediğinin."
"İsmin tüm hitaplardan ve iltifatlardan güzel geliyor. Ondan."
Utanıp boğazımı temizleyerek sakince duvarla onun arasından çıkıp aynaya doğru yürüdüm. Dilimde kuruyan dudaklarımı ıslatarak biraz önce yaşanan anın heyecanını dindirmeye çalıştım. Derin bir nefes alarak başımı aynaya kaldırdım.
Elbise üzerime cuk oturmuştu. Aslında nikah içim bunu giyebilirdim. O da bunun için almıştı.
“Bunu giysem, abartı mı olur?”
“Aksine,” dedi bana yaklaşıp aynadaki yansımamda yanımda dururken. “Tam benim karım gibi görünürsün. Ve kimsenin beyaz giyeceğini sanmıyorum.”
Gülümsedim. Bunu giymeyecektim. Bu elbisenin yeri nikah salonuydu. Gözlerimi yatağımın üzerindeki haki yeşili elbiseye diktim. Elimle işaret ettim. “Onu eğlencede giyeceğim.” Dedim. Sonra başımı omzuna yaslayarak aynadaki bize döndüm. “Bunu da nikahımıza.”
Göğsü titreyerek havalandı. Nefesini bile titrek bir şekilde alıyordu. Başıma bir öpücük bıraktı.
“Gelini gelinlik ile nikahtan önce görmek uğursuzluk getirir derlerdi.” Dedim hafif alaycı bir ses tonuyla.
Elini belime sardı. Beni kendine çevirip kollarımı boynuna sarmamı sağladı.
“Hangi gerizekalı uydurdu acaba bunu?” dedi. Gözleri dudaklarıma kaydı. “Bilmem.” Dedim.
“Elfida.” Dedi sessizce.
“Hmm?”
“Seni seviyorum, hiç unutma. Bu hayatta ne olursa olsun, seni her şeyden canımdan çok sevdiğimi unutma.”
Başımı salladım. “Sende unutma.” Dedim. “Seni çok seviyorum.”
🔗
Hatay sabahları. Her zaman bir başka olurdu. Alışık olmadığım bir durumdu. Her ne kadar üç ayı geçkin bir süredir burada olsamda, alışamamıştım. Ve sanırım alışamadan buradaki işimiz bitecekti. Sırtımdaki çantanın ağırlığı omzuma bastıkça değil de, içimdeki yük daha çok çekiyordu beni yere. Alp bana yaklaşıp sırtımdaki çantaya dokundu. Sakince çekip aldığında bir şey demedim. Bizim ilerlediğimiz onun arabasının bagajına çantalarımızı bıraktı.
Önümüzde ve arkamızda birer koruma aracı, sessiz ama dikkatli bir biçimde konumlanmıştı. Bir görev değil bu. Ama yine de kurallar yerli yerindeydi.
Korunmamız gereken bir konumdaydık. Ben görevden uzaklaştırılmış olsam da, korunmam gerekirdi.
Benim üzerimde siyah dar bir pantolon, ve yine siyah dar bir bluz vardı.
O ise, benim tersime beyaz bir gömlek ve siyah kumaş bir pantolon giymiş, geniş omuzlarını belli ediyordu.
Araca bindim. Sonra elimi yukarı kaldırıp aracın üst kısmındaki yeri indirerek aynaya baktım. Saçlarım dağınık değildi, aksine çok sıkı bir at kuyruğu yapmıştım. Ama yüzüm… Hiç de benim alışık olduğum o “soğuk ajan” ifadesini taşımıyordu. Daha çok bir haksızlığa uğramış, köşeye sıkışmış bir kadının ifadesiydi bu. Ve ben bundan nefret ediyordum.
Alp yanıma bindiğinde kemerini takarken göz göze geldik. Bir şey söylemedi. Söylemesine de gerek yoktu. Biz birbirimize bakınca, sessizlik zaten yeterince konuşuyordu.
Aracı çalıştırıp klimaları açtı. Üzerimdeki siyah kabarık ama kısa montum beni yeterince ısıtıyordu. Hava klimasından yayılan hafif sıcak hava yüzüme çarptı.
Yol başladığında önce kimse konuşmadı diyemem. Çoğu zaman beni rahatlatacak şeyler söylemişti. Kısmen düzenlenen eğlencelerden ve geri döndüğümüzde bir nikah tarihi alacağımızdan bahsetti. Yolculuğun ikinci saatinde beynimde bir tilki gibi dönüp duran o düşünceyle ona baktım
“Alp.” Dedim.
“Elfida’m.” Dedi hemen.
“Şehitliğe ve mezarlığa da gidelim.”
Mezarlığa değil. Şehitliğe ve mezarlığa.
“Aklımda,” dedi. Derin bir nefes aldı. “Sanırım uzun süredir ziyarete gitmiyorum.” Aklından muhtemelen nasıl bir evlat olduğu geçiyordu. Bundan emindim.
Kale’ye gidiyorduk. Karargâha. Açığa alındığım o yere. Beni oraya, “eşyalarını topla” diye çağırdılar ama ben biliyordum. Bu iş öyle eşyayla bitecek türden değil. Beni orada daha büyük bir yüzleşme bekliyordu. Bundan emindim. Bir süre sessiz kaldık.
Dayanamadım, sessizliği ben bozdum.
“Müsteşarın emriymiş. Benim atandığım dönemlerde yeni gelmişti. Sanırım bir yanlışımı gördü diyemem. Zaten buna kırk şahit ister. Bir yanlış yapmadım.”
“Sen yanlış yapmadın.” Dedi beni onaylar gibi. “Sadece emin olmak için yapıyorlar. Belkide...” Cümlesini bitirmeden derin bir nefes aldı. Devam etmedi. O yola, ben ona bakıyordum.
“Belkide?” Dedim devam etmesi için.
“Hiç.” Elini gömleğinin yakasına attı. Son düğmeyle uğraşıyordu. Sanırım daralmıştı.
“Şunu bir açar mısın?” Dedi bana kısa bir bakıp bir yandna öndeki aracı takip edip bir yandan eliyle hangi düğmeyş açacağımı gösterirken. Uzanıp boynuna en yakın olan düğmeyi açtım. Rahatlamış gibi derin bir nefes daha aldı.
“Akın ve Asya eve geçmiş.” Dedi arabanın dijital ekranından düşen bildirime bakarken. Başımı salladım. Narin evde onlarlaydı.
“Ya kazanamadan biterse.” Diye mırıldandım istemeden.
“Öyle bir ihtimal yok.” Dedi. Tek eliyle direksiyonu tutup bana yakın olan elini bacağımın üzerindeki elime bıraktı. “Her şey oyun gibi geliyor. Sanki kuklalar biziz.”
“Oynuyorlarsa da, kurallarına göre oynamam.” Dedi tekdüze bir sesle. “Kuralları biz koyarız, yine bir kazanırız.”
Bir an başımı cama yasladım. Gökyüzü griydi, ama Ankara’ya yaklaştıkça gri daha da koyulaşıyordu sanki. Telsizden gelen cızırtılar, zaman zaman öndeki aracın durumu hakkında bilgi veriyordu. Her şey olağandı ama benim içimde olağan hiçbir şey kalmamıştı.
“Sen bana inanıyor musun?” dedim aniden, yumuşak ama içten bir sesle.
Alp hiç düşünmeden cevapladı.
“Vatanıma inandığım gibi inanıyorum.” Dedi daha önce de söylediği gibi.
O an bir şey oldu içimde. Karanlığın ortasında bir yerlerde küçük bir ışık yandı sanki. Çünkü ben bile kendimden emin olamıyorken, onun bu kadar net olması… Bir şeyleri yerinden oynatıyordu.
Ankara’ya vardığımızda saat öğlene yaklaşmıştı. Şehir sessizdi ama bilindik gri tonuyla üzerimize çöküyordu. Şuan evimde gibi hissetmem gerekiyordu. Ama hayır, ben sadece istenmediği yerde duran bir aptak gibi hissediyordum.
Kale’nin demir kapıları uzaktan görününce içim sıkıştı. Nefesim değişti. Alp fark etti. Elimi sıkıca tuttu. “Sak
in ol.” Dedi fısıldayarak. “Buradayım.”
“Buradasın.”
Koruma araçlarla birlikte durduk.
Milli İstihbarat Teşkilatı binasının tam önündeydik.
“Hazır mısın?”
Hazır değildim. Ama başımı salladım.
“Ben hiçbir şey için hazır olmadım Barın. Ama her şeyin içine düştüm.”
“Bu sefer birlikte düşeceğiz,” dedi.
Arabadan indik. Birkaç koruma benim yanıma birkaç koruma onun yanında doluştu. Ama aramıza kimse girmedi. Uzun yolda sert adımlarla ilerlemeye başladık. Kapı açıldı. Adımlarımız betona bastı.
Ve ben, bana ait olmayan bir suçu üzerimde taşıyan bir ajan olarak, kendi geçmişimin tam ortasına yürümeye devam ettim. Yanımda sevdiğim adamla birlikte.
Asıl kata, başkanın ve bizim odalarımızın olduğu kata geldiğimizde güvenlik kontrolü için kimlik uzatmam gereken kısma kimliğimi koydum.
Ekranda bir isim belirdi. Benim ismim.
Elfida TÜRKEÇ.
Evet buyum. Bir babanın, bir annenin yokluğunu iliklerinde hissederek büyüyen. Kimsesizliğin acısını vatana ihanet edenlerden çıkaran o kadınım.
Bu hayat bana bir ödül mü yoksa imtihan mı bilmiyorum.
Ve sanırım, büyük bir sınavın içindeyim.
🔗
”Elfida,”
İsmim dudaklarından bir ölüm fermanı gibi döküldüğünde, bakışlarımı daldığım yerden çekerek ona çevirdim.
İçinde beklediğimiz araba, mezarlığın girişinde durmuştu. Kale’den aldığım eşyalarım arabanın arka koltuğunda duruyordu. Onun dışında Büge’yi görmüştüm. Sıkı sıkı sarılmıştık. O benim en yakın arkadaşım değildi. O benim kardeşim de değildi. O benim canımdı, canımın cananıydı. Uzun süredir ona sarılmamış olmak ve bir anda sarılmak çok değişik hissettirmişti.
Odamdaki kalan eşyalar zaten azdı. Birkaç parça şeyi alıp, her zamanki operasyon yönetiminin olduğu geniş bölümde durmuştuk. Başkan gelmiş, bir süre benimle konuşmuştu. Demir, İlkay, Büge, Bulut, Sanem, Altan ve Serhat abi. Hepsi beni uğurladıktan sonra, kale’den Alp ile beraber çıkmıştık. Şimdi ise buradayız. Mezarlığın girişinde.
“İnelim mi?”
Başımı salladım. “Gidelim.”
Arabadan indim. Kapıyı yavaşça kapattım. Ankara’nın ayazı yüzüme vurdu, burnumun ucunun üşüdüğünü hissettim ama bu beni etkilemedi. Ben zaten buz gibiydim. Yürümeye başladığımda Alp yanıma hızlı adımlarla gelip elimi tuttu. Birbirinin arasına geçen parmaklarımız birbirini ısıtırken, aynı hızda yürümeye başladık.
Sanki beni takip ediyor değilde, yeri biliyor gibiydi.
“Şuradan gideceğiz.” Dedim. İlk önce benim aileme, daha sonra onun ailesine gidecektik.
Hayır bu bir bencillik değildi. Benim annemin mezarı daha yakındı. Babamın mezarı zaten şehitlikte, bir bayrağın altındaydı. Ona biraz daha sonra gidecektik.
“Biliyorum.” Dedi.
“Ne?” Dedim gözlerimle o mezar taşını ararken.
“Annenin mezarının yerini... Biliyorum.”
“Ama sen?” Dedim adımlarım durduğunda. O da durdu.
“Hadi ama, seni takip etmediğimi düşünmüş olamazsın.”
Yıllar önce, ben bu mezarlıkta gözyaşı dökerken o da buradaydı. Belki bir ağacın altında, belki bir mezar taşının arkasında.. ama buradaydı.
Yürümeye devam ettik.
Çok takmadım. Çünkü bu karşılaşmalar artık alıştığım şeylerdi. Özellikle de, lisenin birinci yılında bir ders çıkışı okul bahçesinde çarpıştığım subaylık öğrencisi o olunca, hiç şaşırmamıştım. Onu hatırladığımı bilmiyor olmalıydı. Belkide bugün söylerdim.
Annemin mezarının başında durduk. Sakince boynuma attığım baş örtüsünü, saçlarıma, alnıma doğru çekip sağdaki tarafı sol omzuma atarak mezar taşının yanında çöktüm.
Mezarı çiçeklerle kaplıydı. Birileri, annesi, teyzesi, babası... Bir akrabası onu hâlâ ziyarate geliyordu.
Annem, dedim içimden. Elimle mezar taşını okşarken içimdeki sese kulak verdim. Geldim anne. Buradayım. Hiç istemediğin bir haldeyim ama geldim anne. Doğum gününde gelemedim özür dilerim. Çok özür dilerim anne, ben sana iyi bir evlat olamadım.
Titreyen nefesimi kontrol altına almaya çalışırken, gözlerimin dolduğunu da biliyordum.
“Bak anne,” dedim bu kez. “Kimi getirdim sana.” Gülümsedim ama sağ yanağımdan akıp giden bir yaş bu gülümsemenin zıttıydı. “Hep derdin ya, bu hâlde kimse çekemez seni kızım diye.” Güldüm, Alp yanıma gelip ayakta durdu. “Bak anne, varmış beni bu hâlde sevecek birisi.” Başımı annemin mezarından kaldırdım. “Hemde çok uzun süredir.”
Bir süre orada vakit geçirdik. Daha sonda kalkıp onun anne ve babasının olduğu kısma geldik.
Zeynep Yıldırım
Ahmet Yıldırım
“Annem.” Diyerek mezara yaklaştı Alp. Onun yüzünde üzüntü değil mutluluk vardı. “Özlediniz değil mi beni?”
Annesinin mezar taşının yanına oturdu. Bir yandaki babasının mezarına birde annesinin mezarına baktı.
“Sözümü tutuyorum anne.”
Ne sözü bilmiyorum. Ama bunu söylerken onun ne kadar mutlu olduğunu görebiliyordum.
Bir su şişeai ile mezarları suladı. Onların mezarında çok çiçek yoktu, ama kenarlardaki çiçekler yetiyor gibi duruyordu.
“Keşke çiçek alsaydık.” Diye mırıldandım.
“Annem hep derdi ki,” diyerek anlatmaya başladı. Su şişesini mezarın üzerinde gezdirdi. “ ‘Bir çiçeği dalından koparmak yapacağın en büyük hata olur. Allah, sana bir nimet sunar ve senden ona saygı göstermeni bekler.’ “ Bu cümleleri ezberlediğine yemin edebilirdim. İçim titredi. Şişeyi kenara bıraktı. “’O yüzden oğlum,” diye araya girerdi babam. ‘Sakın bir çiçeği koparma. Onu büyütmek yapacağın en büyük iyilik olur.’ "
Bana baktı. Gözlerinde yanan o acıyı hissettim. Annesi babası, kardeşi yanmış bir adamın gözlerindeki yangını gördüm.
“Seni birisiyle tanıştıracağım.” Dediğinde ona doğru yürüdüm. Eliyle annesinin mezarının hemen yanındaki minik mezarı gösterdi.
Tüylerim ürperdi. Neden bilmiyorum ama o an orada yatan bir bedenin benim bebeğimin olabileceğini düşündüm. Korkunçtu. Sol elim kasıklarıma gitti. İnce sızıyı orada da hissederken yutkundum.
Gözlerim mezar taşının üzerindeki yazılara ilişti.
Sahre Yıldırım
Sadece ölüm tarihi vardı. Çünkü o hiç doğmamıştı.
“Kardeşim.” Dedi Alp. “Hiç büyümedi ama büyüseydi en az senin kadar güçlü bir kadın olurdu.”
Diyemedim. Belki yaşıyordur diyemedim. Boğazıma bir yumru oturdu o halde gülümsemek zorunda kaldım.
Sertçe yutkundum. “Sahre...” Diye mırıldandım.
Başını salladı. “Annem çok severdi bu ismi. Sahre koymak istedi, doğmadı ama ismi belliydi.”
O an, kendimden nefret ettim.
“Hadi,” dedi. “Babanın mezarına gidelim. Sanırım ona açıklamamız gereken bir şey var.”
Elimden tuttu yine. Beraber yürüdük.
Ardımızda kaybettiklerimiz vardı.
Önümüzde de.
Bizim sağımız, solumuz önümüz arkamız kaybettiklerimiz ile doluydu.
Burası bir matemdi.
Şimdi sırada Şehitlik vardı.
Birkaç adım kalmıştı. Şehitliğin en köşesinde, siyah ama parlak bir mezar taşı vardı. Diğerlerinden biraz uzak, ama sanki daha korunaklı. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. O mezar taşını defalarca kâğıttan okumuştum, rüyalarımda sayısız kez görmüştüm. Ama şimdi gerçekten karşımdaydı.
Yüzbaşı Hakan Türkeç
Doğum tarihi, ölüm tarihi, rütbesi… ve altında kazınmış bir cümle:
“Vatan sağ olsun.”
Dizlerimin bağı çözüldü. Eğildim, mezarın başına çöktüm. Toprak nemliydi. Taş soğuktu.
Ama ben yanıyordum.
“Baba…”
Sadece bir kelime, ama içimde yılların kırığı vardı.
“Ben geldim.”
Gözyaşlarım usulca süzülüyordu. Bu defa engellemedim.
“Biliyorum. Beni izliyorsun bir yerden. Belki de bir ağacın dalından, rüzgârın dokunuşundan belki bu taşın altındasın. Ama ben seni buradan çok uzakta hissediyorum. Hep hissettim.”
Arkamdan Alp sessizce yaklaştı. Yanıma oturmadı, ayakta durdu. Saygıyla. Sessizlikle.
“Biliyor musun, bazen her şeyden çok sana ihtiyacım oldu. Annem gittiğinde, ben bir başıma kaldığımda… bir kere sesini duymaya, bir kere saçımı okşamana... ama yoktun. Hiç gelmedin.” Avuçlarımı mezar taşına koydum. Hafif titreyen bir nefesle, alnımı üzerine yasladım. “Ama biliyor musun? Sana hiç kızamadım baba.”
Allah’ım, babam beni duysun.
“Keşke,” dedim fısıltıyla. “Keşke bir kere daha baba diyebilseydim.”
Her şeyimi verebilirdim. Bir kez daha baba demek için. Baba çokomel alır mısın yine demek için her şeyimi verirdim.
Alp’in sesi, rüzgâr gibi usulca geldi arkamdan.
“Bazen gitmek, kalmaktan daha ağırdır Elfida.”
Başımı kaldırdım, ona döndüm. Yüzünde tanıdık bir şey vardı. Sanki o da burada bir yas tutuyordu.
“Ne demek istiyorsun?”
Alp gözlerini mezar taşına çevirdi.
“Bazı görevler, bazı yeminler… bir insanı sevdiklerinden bile vazgeçmeye zorlar. Kalmak ister ama kalamaz. Konuşmak ister ama susmak zorundadır.”
“Benim babam öyleydi,” dedim acıyla. “Görevini her şeyin önüne koydu. Bizi bile.”
Çünkü bunu isminde bile anlayabiliyordum. Babam ismimin anlamlarından feda eden olmamı istemişti. Fakat o gün göreve gidip şehit olduğunda, gözden çıkarılan kadın olarak büyüdüğümü asla öğrenemeyecekti. Alp’in bakışları derinleşti.
“Senin baban... sadece bir asker değildi. O, bu topraklar için gözünü bile kırpmadan yürüyen adamlardandı. Gittiğini sanırsın, ama bazı insanlar... giderken bile gölge gibi kalır arkanda.”
Bakışlarını bana çevirdi.
“Hiç düşündün mü? Belki seni hâlâ koruyordur.”
Kalbim sıkıştı. Bu sözler, bir tuhaftı.
“Ne demek bu şimdi?”
Alp gülümsedi, ama hüzünle. “Yani bir melek olsa da seni izliyor anlamında.”
O an içime bir ürperti doldu. Sanki bir şeyin ucundan tutmuştum ama çekmeye cesaret edemiyordum.
“Ben onu çok özledim, Alp.”
“Biliyorum,” dedi. “Ve emin ol, o da seni çok özlüyor.”
Gözlerim doldu yine. Yüzümü taşın üzerine kapattım.
“Ben hiç büyümedim ki. Gittiğin gün, o kız çocuğu gibi kaldım hep.”
Acaba babam beni tanır mıydı? Ben öldüğümde, onun yanına gittiğimde kızım der miydi bana?
Alp diz çöktü, yanıma geldi. Elini omzuma koydu. Bir arkadaş gibi değildi. Bir baba gibi eli omuzumda durdu. Rüzgardan dolayı bozulan baş örtümü düzelttim.
“Bazı kayıplar büyümeyi durdurur. Ama bir gün... öyle biri çıkar ki karşına, seni yeniden yürütür.”
Onun sesi, o cümleleri...
"Bak baba," dedim sanki görüyormuş gibi. "Müstakbel sözlümle geldim sana." Burada olsa, kesin kaşlarını çatarak güzel bir süzerdi Alp'i. "Hiç düşünme kızım kimlerin eline düşer diye. Benim kaderim onunla yazılmış zaten. Sende güzel bir onaylamışsın bunu."
Bir süre daha orada kaldık. Rüzgârla birlikte yapraklar hışırdadı, sanki birileri kulağıma fısıldadı.
Kalkarken, mezar taşına son kez dokundum.
“Beni affet baba,” dedim. “Kızın sözlerini tutamıyor.”
Arkamı döndüğümde Alp yürümeye başlamıştı. Ama bir an durdu, arkaya baktı.
Daha sonra benimle beraber geldi. Arabaya bindik. Şimdi nereye gideceğimizi ben söyleyecektim.
“Evin yolunu...” diyerek başladığım sözü başımı şoför koltuğuna yaslayıp bana bakarken “Atakule’ye çıkalım mı?” diyerek kesti.
Bekledim. Mavilerine baktım.
“Gidelim.” Dedim.
🔗
Soğuk, içime işlemeye başlamıştı ama üşümek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Ankara’nın ışıklarla dolu silueti ayaklarımın altındaydı ve ben, bütün bu kalabalığın ortasında, onunla yalnızdım. Caddelerin arasında süzülen farlar, insanlara ait binlerce hikâyeyi fısıldıyor gibiydi. Ama o an, bütün şehir susmuştu sanki. Alp’in yanımda oluşuyla, her şey susmuştu. İçimden geçen tek ses, kalbimin onunkine ulaşmak için çırpınışıydı.
Omuzlarıma bıraktığı ceket sıcaktı. Ağır değildi ama varlığı yüreğimde bir ağırlık oluşturmuştu. Sanki yıllardır eksik kalan bir parçayı üzerime örtmüştü.
Şaşkınlıkla dönüp baktım ona. Gözleri biraz tedirgin, biraz kararlıydı. Kaşlarının arasında hafif bir çizgi vardı; tanıdık, güvenilir bir hüzün.
“Gömlek var üzerinde, üşürsün,” dedim.
“Ben üşümem, yanımda sen varsın.”
Sesi hem yakın hem yabancıydı. Sanki bir sır saklıyordu. Gülümsedim sözleriyle. O an anlamadım, ama gözlerinin içindeki buğuyu okuduğumda bir şeylerin değişmek üzere olduğunu hissettim.
Derin bir nefes aldı. Ellerini ceplerine sokup başını kaldırdı. Uzaklara baktı önce. Şehrin o ışıklı keşmekeşi arasında kendi iç savaşıyla boğuşuyordu belli ki. Sonra bir adım geri çekilip yüzüme baktı. Ben hiçbir şey söylemeden sadece onu izliyordum. Elim ceketinin iç cebine istemsizce gitti; onun kokusu sinmişti kumaşa.
Güvende hissediyordum. Ama aynı zamanda kalbim, yaklaşan bir fırtınayı sezmiş gibi çarpıyordu.
“Elfida,” dedi, kısık bir sesle. O an, zaman durdu. “Bir şey söyleyeceğim ama... Söz ver, cümlemi bitirmeme izin vereceksin.”
Başımı hafifçe salladım. Dudaklarımda hafif bir tebessüm vardı ama içimde fırtınalar kopuyordu. Ne söyleyeceğini bilmiyordum. Belki tahmin ediyordum. Ama bilmekle yaşamak arasında, uçurumlar vardı.
“Elfida,” dedi. İlk kez tam adımı böyle söyledi. Sanki ismim onun dudaklarında bir duaya dönüşmüştü. Sanki yıllardır beklenen bir şey nihayet yerine oturmuştu.
“Ben bu hayatta çok şey yaşadım. Eksildim, çoğaldım, kırıldım. Ama bir şey vardı hep... Hep içimde. Çocukluğumdan beri. Adını bile bilmeden sevdiğim bir şeydi bu. Sonra seni tanıdım. Ve anladım ki, içimdeki o eksik olan, senmişsin.”
Yutkundu. Gözleri hafifçe nemlendi. Benim gözlerimse çoktan dolmuştu. Kalbim, onun bir çocuk gibi karşımda ne yapacağını şaşırması yüzünden küt küt atıyordu. Ama böyle hızlı değil, ortalama hızda ama aşırı sert atıyordu. Göğsümde, kaburgalarımda hatta boğazımda bile o kalp atışını hissedebiliyordum.
“Seninle kavga etmekten bile vazgeçmek istemedim. Çünkü kavga ederken bile seninleydim. İstersen bu deli şehirde, istersen başka bir yerde. Bu kalabalığın içinde, bir tek seninle tamım. Bir tek seninle doğruyuz.” Elini ensesine attı. Geri çekti. “İzin verirsen muhabbetlerine girmeyeceğim. Zaten çoktan iznini aldım. Ama yine de soruyorum, Hayatımın geri kalanına da birlikte savaşalım istiyorum. Bazen düşe kalka, bazen dimdik, bazen inatla, bazen susarak... Ama hep yan yana. ”
Cebinden küçük bir kutu çıkardı. Ellerinin titrediğini fark ettim. Yüzük sadeydi. Ama ben ömrümde hiçbir şeyi bu kadar anlamlı görmemiştim. Yüzük değil, bir söz gibiydi. Sadakat gibi. İyileşmek gibi.
Alp, tam karşımda diz çöktü. O an nefesim boğazımda düğümlendi. Ellerini ceketimin üzerine koydu, hafifçe tuttu. Soğuğun içinde elleri sıcaktı. Kalbim o an, göğüs kafesime sığmadı. Gözlerim dolmaya başladı ama onları kaçırmak istemedim. Onun gözlerinin içinde kalmak istedim.
“Elfida... Benimle evlenir misin?”
Gözyaşlarım artık saklanacak yer bulamıyordu. Ellerim titredi. Bütün duygularım, o an bir ağıt gibi içimde koptu. Ama bu ağıt hüzünlü değildi. Bir özlemin, bir bekleyişin, bir tamamlanışın sesiydi. Gözlerindeki yaşlar bir bir düşerken ona baktım. O siyah yüzük kutusundaki yüzüğü titreyen eliyle sımsıkı tutarken, diğer elini de tutmam için bana doğru uzattı.
Evet demek, dilden değil kalpten gelen bir şeydi. Ağzımdan tek kelime çıkmadan, başımı salladım. Sonra eğilip, ellerini tuttum. Parmaklarımı parmaklarına doladım.
“Evet...” dedim. “Bin kere evet. Yüz kere yeniden yaşasam, her defasında seni seçerim. Korkarak, severek, inatla, inadına... Sadece seni.”
Sadece onu.
Elini tuttum. Aynı onun elleri gibi titreyen sağ elimi tutarak yüzük parmağıma tek taşı geçirdi. Ellerim öyle bir titriyordu ki, yüzüğü takarken bile zorlamıştı.
Ayağa kalktı, beni kendine çekti. Başımı göğsüne yasladım. Kalbi deli gibi atıyordu. Benimkiyle yarışıyor gibiydi. O an, Ankara’nın soğuğunda, sıcacık bir kalbin koynundaydım. Ve biliyordum... Bu hayat nasıl biterse bitsin, ben onunla başlamıştım artık.
“Beş yıl önce burada.” Dedi bana sarılmaya devam ederken. “Tam arkanda seni izledim. Sen fark etmedin.” Durdu bir süre. “Şimdi yine buradayım, buradasın. Ben kalbimde seninleyim, senle parmağında benim yüzüğümle.”
Ve iki gencin asla bilmediği fakat bu hikayenin dışındakilerin ezbere bildiği o cümle yankılandı Ankara’nın sokaklarında.
“Atakule’nin tepesinde, Elfida şehri; Alp Elfida’yı izliyor.”
Bu beş yıl önceydi, şimdi Elfida yaslandığı omuzda elinde sevdiği adamın yüzüğü ile beraber şehri izliyor. Alp ise, yüzüğünü taktığı kadını.
🔗
Selam, beğendiysen buraya bölüm hakkındaki düşüncelerini yazabilirsin.
Aslında bir sahne daha vardı, bölümde. Ama sanırım onu diğer bölümde eklemem daha doğru olacak. Yeni bir karakterimiz vardı, artık 22'ye kaldı.
Instagram hesabından soru cevap yayınladım, lütfen bakıp bir şeyler yazarsanız çok sevinirim. 🤍
Instagram: eliffbulu
Görüşmek üzere.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.15k Okunma |
2.97k Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |