
"Elfida." Diyen tanıdık bir sesten sonra omzuma birisinin dokunması ile gözlerimi açtım. Boynum arabada uyumamdan dolayı biraz ağrıyordu. Onun kraplarıyla olduğum yerde doğruldum. Gözlerimi bana ilgiyle bakan mavi gözlere çevirdim. "Geldik bebeğim." diye şevkat dolu sesi içimi ısıtırken gözlerimi ondan çekmeye çalışarak başımı salladım. Bir yandan etrafı süzerken bir yandan da aşağı indim. Alp bagajı açmış çantalarımızı alıyordu.
Kar ağır ağır yağıyordu. Sağ elimin yüzük parmağındaki baskı ile elimi görebileceğim şekilde kaldırıp parmağıma baktım.
Gülümsedim.
Ben artık ona bir adım daha yakındım.
Derin bir nefes alarak soğuk havayı içime çektim. Kızımı özlemiştim. Bir an önce eve girip onu görmek istiyordum. Muhtemelen şuan sabahın erken saatleri olduğu için uyuyordu. Ama yanına yatıp siyah saçlarını şevkatle okşamam için bir engel değildi.
Arabanın kapısını kapatıp Alp'e yardım etmek için arkaya yürüdüm. O pek yardıma ihtiyacı yokmuş gibi bir eline iki çantayı, diğer eline de bavulu almış bavulun tekerleklerin yerde sürüyerek çok rahat bir şekilde bana yaklaşmaya başladı.
"Yavrum," dedi karşımda durunca. "sol cebimde anahtar var, arabayı kilitler misin?"
Başımı sallayıp ileri atıldım. Ön sol cebine elimi atıp anahtarı çektim ama beklemediğim bir şekilde cüzdanı da yere düştü. "Çok özür dilerim." Diye mırıldandım yere eğilip açılan cüzdanı elime alıp tekrar doğrulurken.
Dikkatimi cüzdanın içindeki iki fotoğraf çekti. İkisinde de ben vardım. Vesikalık fotoğraflarımdı. Birisinde beş yaşında ancak vardım, bu fotoğrafı çektirmeye gittiğimiz günü az çok hatırlıyordum. Diğer fotoğraf ise Narin'i yurttan almak için çektirdiği vesikalık fotoğraftı.
"Bir daha olmazsa sevinirim." Dedi alayla. "Benim için önemli birisinin fotoğrafını saklıyorum da içinde."
Cüzdanı kapatıp çocuk gibi gülümserken kafamı kaldırıp ona baktım. Uzanıp parmak uçlarıma çıktıktan sonra yanağına sert bir öpücük bırakıp elimdeki anahtarla arabaya yürüdüm. İlk önce bagajı kapattım sonra da arabayı kilitleyip anahtarı elimde sallaya sallaya onun yanına koştum. Beraber asansörle yukarı çıktık.
Zile basıp bekledim. Onunla beraber.
Bir evin kapısında onunla beklemek, bir çocuğun uyumasını onunla beklemek, bir kahvaltıyı hazırlarken oturma odasında onun olduğunu bilmek, her kabustan sonra gözlerimi açmadan yatağımda onun olduğunu bilmek...
Bunlar tarifi olmayacak kadar güzel şeylerdi.
Kapı açıldı. Küçük bir beden kapıyı geri çekip dağınık saçlarını düzeltmeye çalışırken bize baktı. "Geldiler!" diye neşeyle bana koştu. Eğilip onu kucağıma aldım. Bir elimle küçük poposundan, diğer elimle sırtından destek vererek onu kucağımda tuttum. Alp hızla içeri geçerken Akın uyku mahmuru gözleri ile kapıda dikiliyordu.
Ayakkabılarımı eğilmeden çıkarıp içeri kucağımda Narin ile geçtim. Geçene kadar saçlarına, yanakların, minik burnuna, boynuna bir sürü öpücük bıraktım. "Oh!" dedim bir kez daha saçından öptükten sonra. "Mis kokulu kızım benim! Mis kızım!"
O gülmeye devam ederken oturma odasına geçip koltuğa oturdum.
"Uyumamış mı benim Narin'im?" diyerek bize yaklaşıp yanımıza oturdu Alp. Üzerindeki haki yeşili şişme montun fermuarını indirip kollarından çekip çıkardı. Koltuğa bıraktığı sırada uzanıp Narin'in yanağından bir makas aldı.
"Uyudum." Dedi Narin hemen. "Ama siz gelince kapıyı ben açmak istedim."
Onaylar bir şekilde mırıldandı Alp.
"Asya abla uyandırdı beni."
Kapının eşiğinde Akın ve Asya yan yana duruyordu. Akın kollarını göğsünde bağlamış, omzunu kapıya yaslamıştı. Asya ise omzunu güvenir gibi ona yaslamıştı.
Akın başını çevirip Asya'ya bir şeyler mırıldandı. Asya hemen onaylayıp onunla beraber kapıdan çıktı. Balkona doğru yürüdüklerini hissettim.
Odağımı kucağımdaki kızıma ve yanımdaki sözlüme vererek üzerimdeki montu çıkarmak için sırtımı koltuktan ayırdım. Narin'i kucağımdan indirmeden montumu çıkardım. Alp ben tek kelime etmeden montumu aldı, kendi montunun üzerine bıraktı.
"Ben sizi çok özledim."
Güldük aynı anda.
Kanundan değilsin, Narin'im. Canımdan parçasın. Canımın içisin. Kızımsın.
"Bizde seni çok özledik!" dedik Alp ile aynı anda.
Biz kızımızı özledik.
Yakında ben Yıldırım soy adını alırken, benimle beraber nüfusumuza geçecek olan, benimle beraber Yıldırım soy adını alacak kızımızı.
🔗
8 Aralık 2023
Hatay - Reyhanlı
Askeriye
"Dosyayı savcı almış."
İçeri giren tanıdık askerlerden birisi birkaç dakika önce bu haberi vermiş, savcı hakkında hiçbir şey söylemeden odadan çıkmıştı.
Dosyaya savcı kararı çıkacağını biliyordum. Dosyayı yıllar sonra bir anda açık hale getirmişken bir savcının atanmaması saçma olurdu. Oturduğu tekerlekli koltuğu, ellerimle masadan ittirerek geriye doğru itekledim. Hızlıca ayağa kalkıp telefonumu masanın üzerinden aldım.
Ekranı açtım.
12.12
Ekranda o vardı. Elfida.
O güzel bakır kızılı saçları, yemyeşil gözleri, bembeyaz teni ile üzerinde siyah şişme montunun fermuarınu çenesine kadar çekmiş duruyordu. Küçük burnunun ucu kızarmıştı.
Ankara'da ona evlenme teklif ettiğim gün çekmiştim bu fotoğrafı. Gözlerim parmağına kaydı. Tektaşına.
Elmas gibi parlayan, değerli bir kadına ne hediye alsam eksik kalırdı biliyordum.
Uğruna paralar döksem, azdı.
Bende canımı ona teslim ettim.
Uğruna canımı feda etmek için çıktım bu yola sevgilim. Güzelim benim.
Bazen düşünüyorum, Elfida ile başka şartlar altında tanışsaydık acaba her şey daha mı iyi olurdu diye.
Ama her düşüncenin sonunda, ben ona feda ediyorum. Her kurduğum hayalde, ona zarar gelecek olması ihtimali içimi yiyip bitiriyor.
Açtığım kapıdan hızlı adımlarla askeri notlarımı yere vura vura koridora yürüdüm. Yarbayın odasının kapısının önünde durduğumda kapıyı iki kez tıklatıp 'gel' lafını duyana kadar bekledim. Kapıyı açıp içeri bir adım atıp selamda durdum.
"Yüzbaşı Yıldırım."
Gözlerim yarbaya değil, yarbayın karşısında oturan beyaz gömlek siyah kravat ve siyah pantolon ile çokta rahat bir şekilde oturan savcı olduğunu düşündüğüm arkadaşa kaydı.
"Hoş geldiniz savcım." Dedim elimi indirip rahat pozisyonunda durup ellerimi arkada bağlarken.
Onun iğneleyici bakışlarını üzerimde hissettiğim anda benimde bakışlarım onunki gibi bir hâl aldı.
"Hoşbuldum yüzbaşı."
Ayağa kalktığında Sinan Yarbayda ayağa kalktı. El sıkıştıktan sonra, yarbay eliyle beni işaret etti.
"Bizim komutan. Yıldırım Komutan." Dedi gurur içinde. "Dosyanın başındaki isimlerden."
"Dosyayı tekrar gün yüzüne çıkaran isim sizsiniz demek yüzbaşım." Dedi adını bilmediğim ve buna gerek duymadığım savcı.
"Evet." Dedim sert bir şekilde. "Ama küçük bir yanlışınız var Savcım." İleriye bir adım atıp tam karşısında durdum.
Kaç senin boyun? Bir elli falan mı?
Elfida gibi iç sesimle konuşmaya başladım iyice. Geçen gün o söylemişti iç sesiyle konuştuğunu. Bilinç altıma işliyor bu kadın her şeyi. Şikayetçi de değilim ama...
"Dosya hep gündemdeydi. Yalnızca gizli haldeydi. İşime birileri burnunu sokmasın diye."
Kaşları havalandı. Sanırım bu söylediğim onu sinirlendirmişti. Ne mutlu bana.
Normalde Savcılar ile aram iyidir.
Konu benim karım ve beni yetiştiren, babalık yapan adam haline gelince aynı şeyi söyleyemem.
"Biraz atarlısınız Yüzbaşım. Ama ileride çok iyi anlalacağımızdan hiçbir şüphem yok. Eğer yarbayımız izin verirse dosya hakkında bir şeyler sormak isterim." Başını Sinan Yarbay'a çevirip gülümsedi. Yarbay başını salladığında eliyle masasının önündeki koltukları gösterdi. Önce o sonra savcı en son da ben savcının karşısına oturdum.
Elindeki mavi dosyanın kapağını çokta rahat hareketler ile açıp göz gezdirmeye başladı. "Dosya 1999'da gizliye alınmış. Yıllar sonra neden kapamak yerine açtınız?"
Gözlerimi kapatıp boynumu çıtlattım. Gözlerimi tekrar açıp ona baktım.
"Peşinde olduğumuz örgüt, arkamızda duran masumlara zarar vermesin diye." Dedim.
"Bu masum, Hakan Türkeç'in uyuşturucu yüzünden açığa alınan kızı Elfida Türkeç mi?"
Yemin ederim, kafamın içinde öyle senaryolar kurdum ki. Hepsinde bu savcı benim ellerimde ölüyordu. Yumruğumu sıkmaya başladığım anda gözleri ellerime indi. Tekrar bana baktı.
"Bir," dedim. "Elfida Türkeç, bir uyuşturucu yüzünden açığa alınmadı. Sizin bu kadarını bilmeniz gerekiyor." Olduğum yerde toplanıp elindeki dosyayı yapmacık bir gülümseme ile aldım. "İki," dedim uyaran bir sesle. "Karım hakkında, rütbede dahil yorum yapmayacaksınız. Bu hem Özel Kuvvetler'de Yüzbaşı olan bana, hemde Milli İstihbarat Teşkilatı'nın en iyi ajanlarından birisi olan Elfida Türkeç'e saygısızlıktır."
Kaşları havalandı, bu kadarını beklemiyor olmalıydı. Elimle dosyayı gösterdim. "Sorularınızın cevapları bu dosyada. Dikkatle okumanızı öneririm. Sayın Savcım. İzninizle işlerimi bitirdiğim için çıkıyorum."
Müsaade senin, der gibi eliyle kapıyı gösterdi. Ayağa kalkıp yarbayıma bakıp selamda durdum. O bana yaptığım şeyin riskli olduğunu belli eder bir yüz ifadesi ile bakıyordu. "Rahat, çık yüzbaşı." Dediğinde hızlıca kapıdan çıkıp merdivenlere yürürken cebimden telefonumu aldım.
Rehbere girip kayıtlı olan sabitlenen numarayı çevirdim.
Çaldı, çaldı, çaldı.
"Alo?" Diye tanıdık bir ses geldiğinde ben çoktan kapıdaki askerlere selamımı vermiş arabama binmiştim.
"Savcı şart mıydı?"
"İstesem şuan dosyayı gizli yapabilirim. Savcı planda vardı. Operasyonu bozamak için sakın o adamla polemiğe girme. Bu emeklerimizi heba etmekten çok ona zarar vermek olur."
Sıkıntılı bir nefes alıp arabayı çalıştırdım. Gaza yavaş yavaş yüklenerek arabayı askeriyenin otoparkından çıkarıp eve sürmeye başladım.
"Alp, az kaldı." Diye tekrar konuştu telefondaki ses.
"Biliyorum." Dedim. Olduğum taraftaki camı açarak içeriye hava dolmasını sağladım. "Ama bendeki mesele o zaman başlıyor. Her şey açığa çıktığında, yüzüme bile bakmayacak insanlar var."
O.
"Bunları konuşmanın sırası değil. Bu operasyonun komutanı ve dosya sahibi olarak yapman gereken tek şey, kalan son iki operasyondan sonra onu karşına alıp konuşmak."
"Çok mu kolay sanıyorsun?" Dedim sinirle. Önüme aniden geçen bir araba ile sonuna kadar frene basarken sinirle ağzımın arasında birkaç küfür savurdum. Işıklar kırmızı olduğunda geriye yaslanıp telefondaki sese kulak verdim.
"Kolay olduğunu söylemedim, Alp. Onun yerine kendini koy. Sen kendini affeder miydin? Beni affeder miydin? Bu onun için çok zor. Ve ben yıllardır her şeyi onun için hazırlıyorum."
Işık yeşile döndüğünde vites attıktan sonra gaza basıp sol yola saptım.
"Onu tanıyorum." Dedim.
"Bunu bana mı söylüyorsun. Ben onun-" diye devam etmesine izin vermeden bana gelen farklı bir arama sesi ile telefonu kulağımdan çekip ekrana baktım.
Elfida'm Arıyor...
Kalbim titredi sanki. Gözlerimi kapatıp açtım.
"Arıyor." Dedim. "Açmam gerek. Sonra konuşuruz." Telefonu kulağımdan tekrar çekecekken onun bir şey söylemesi ile durdum.
"Oğlum." Dedi içli içli. "Her şey düzelecek."
"Umarım." Dedim sadece.
Telefonu kapattığımda, Elfida'dan gelen arama sona ermişti. Hızlıca rehbere girip son aramalar kısmındaki cevapsız çağrıya tıkladım. Telefonu hoparlöre alıp sol elime aldım. Sol kolunu da cama yaslayıp sağ elimle direksiyonu tutmaya devam ettim.
"Alo? Of niye açmıyorsun ki yani? Bak ben şimdi bir dosya buldum, hemen eve geliyorsun bir şey çıkar mı diye bakıyoruz, tamam mı?"
Arka arkaya konuşmasına karşı gülümsedim.
"Yavrum," dedim. "Öncelikle bende seni özledim. Ve evet bende seni seviyorum. Eve geliyorum, bir şey lazım mı?"
Telefonun öbür ucunda, işaret parmağını turuncu saçlarının bir kısmına dolayıp uğraştığını, kirpiklerini kırpıştırıp gülümsediğini biliyordum. Ezbere bilirdim ben onu.
İnsan çocukluğunu ezberliyormuş.
"Çok romantik bir eş adayısın."
Kaşlarım çatıldı. "Pardon?" Dedim. "Aday derken? Seçenek miyim ben?"
"Beni ne doktorlar, ne mühendisler, ne savcılar istedi de varmadım, Alp Bey!" Diye yükseldi telefonun öbür ucundan.
Savcı mı dedi o?
Savcı dedi, savcı.
"Ağzımı açtırma. Türkiye'de ne kadar meslek varsa hepsini bitiririm. Ülkenin durum vahim, bide ben uğraşmayayım yavrum, söylediklerine dikkat et."
Gözlerim tanıdık sokakta gezindi. Eve çok az kalmıştı. Hava zaten kararmıştı. Hava buz gibi deyiminin bir on katını falan yaşıyorduk. Hatay da değişik şehirdi.
Ankara'nın ayazından sonra burası sıcak bile gelmişti ama.
"Üzüldüm bak şimdi. Neyse ya ben sana ne diyeceğim." Diye beni meraklandıracak şekilde tatlı tatlı konuştu.
"He güzelim."
Güldü.
"Kestane bulabilir misin? Ama bulamazsan çok aramana gerek yok gerçekten. Canım çekti bide hava soğuk ya, aklıma düştü birden."
Yolun sağında arabayı durdurup etrafa baktım. Buralarda kestane satan birisini bulmak zordu ama merkeze geçersem muhtemelen bulurdum. Yarım saat anca sürerdi.
"Alırım." Dedim. "Ayrıca senin canın bir şey isteyecek, bende bulmadan dönecek miyim? Sor bakayım benim kızıma o bir şey istiyor muymuş."
Kızım derken, işte. Abi diyor bana. Elfida'ya abla.
Aslında anne demek istiyor bunu çok iyi biliyordum. Ama kendi çocuk aklıyla, başkasına anne derse, gerçek annesinin onu sevmeyeceğini düşünüyordu.
Kanımdan değildi. Olmasına da gerek yoktu. Annem beni dokuz yaşıma kadar çocuklara merhamet edilmesini gerektiğini söyleyerek büyütmüştü. Babam ise, kız çocuklarının kırılgan olduğu gibi hırçın da olabileceğini, onları korumam gerektiğini söylemişti.
Annem hamileyken hem Sahre'yi koruma hayali kurmuştum. Abisi olarak arkasında durma hayali.
Allah'ım onu bana kardeş olarak vermedi. Belkide çocuğum olarak geri gelecekti. Belkide Mevla'm Narin'i bizim karşımıza çıkarırken bunu düşünmüştü.
Telefonda Elfida ile bir süre daha konuşup merkeze geçtim. Şaka bir yana, her gün olan kestane satan seyyar satıcıların hiçbiri yoktu. En son hep alışveriş yaptığımız yerde pişirilmiş kestane buldum.
Abarttığımı düşünmüyorum. Bir buçuk kilo kestane alırken.
🔗
10 Aralık - 18.00
"Narin! Kızım çoraplarını giy." Diye içeriye doğru çıplak ayakla dolaştığı pıtı pıtı yürürken parkelerden çıkan sesten belli olan Narin'e seslendim.
Elimdeki minik küpeleri de takarak takı toka işini halletmiştim. Boynumda bir ayyıldız kolye, birde içinde fotoğraf olan minik kalpli bir gümüş kolye vardı. Hâki yeşili elbisenin ince askılarına elini atıp düzelttim. Elbise fiziğimi tamamıyla ortaya çıkarmıştı.
Bakışlarım boy aynasından koluma indi. Beş altı santimlik bir iz vardı. Hatay'a ilk geldiğimde olmuştu. Çok net hatırlıyordum.
O gün Alp bana, "Askere vatan emanet edilir, yürek değil." Demişti.
Gülümsedim bu sözü onun sesiyle hatırlayınca.
Kalbime çok güzel sahip çıkmıştı, hâlâ da çıkmaya devam ediyordu. Demekki askere de kalp emanet edilirmiş.
Başlarda aramızdaki tartışmaların nedeninin tamamen kendim olduğunu düşünüyordum. Çünkü bu gönül işlerinde hep geri adım atmıştım.
Kalbini susturma işini eğitimlerde fazla iyi öğrendiğim için kendisi benim onu sevdiğimi geç anlamıştı.
Eğitimler demişken, ben bu göreve geri ne zaman dönecektim? Bir ay olmuştu neredeyse. Belkide geçmişti.
Acilen şu göreve geri dönüp Sahre ile Alp arasıdaki bağı çözmem gerekiyordu. Yoksa ipin sonu çok farklı yerlere kaçacaktı.
Telefonumun zil sesini işittiğim sırada hızlıca makyaj masamdaki telefonu çekip aldım.
0555*******'den gelen görüntülü arama.
Profil resminde Kerem vardı. Yeşil tuşu kaydırıp telefonu kendi hizamda karşıya koydum.
Aramayı kabul eder etmez büyük bir gürültü yankılandı.
Gülüşme seslerini net bir şekilde işittiğimde ortama göz gezdirdim. Askeriyedelerdi.
Kerem, Alper, Ömer, Emre, Yasin, Yaltı, Asya, Akın ve Alp.
"Yenge! Hay maşallah komutanımız çok mu şanslı ne?" Diye konuşan ilk kişi gırgır şamatanın sahibi Emre oldu.
Tabi söyler söylemez Alp'ten ensesine bir tokat yedi.
"Komutanım, karın olay." Diye araya girip ilk kez ondan duyduğum için şaşıracağım şeyi söyledi Asya.
Onun üzerinde gözleriyle aynı renk mavi bir elbise vardı. Akın ise sanırım ona ayak uydurmak için mavi kravat takıp siyah takım giymişti.
Hepsi çok yakışıklı olmuştu da.
Benim kocam bir ayrı karizma olmuştu.
"Teşekkür ederim." Dedim Asya'yı kastederek. "Sende çok güzel olmuşsun."
Gülümsedi sadece.
"Güzel olmuşsunuz." Dedi Buğra. Donuklaştı bakışlarım.
Teşekkür ettim sadece.
"Ya gençler orada bir fotoğraf mı çektirsek. Boy boy asarız odalara." dedi Ömer elinde her ne varsa onu katır kutur yerken.
"Reis senin fotoğraflarını evimde gezdirmek istemiyorum. Maazallah, gece benim hanım görür falan. Dul kalmayayım. Kalpten gider kız korkudan."
Alper evli miymiş? Ben bu çocukları hâlâ tam olarak tanıyamamıştım.
Gerçi sanırım sadece Yaltı ve Alper hakkında bir şey bilmiyordum. Bu da onlardan kaynaklı gibi duruyordu. Onlar çok geride dururlardı. Yaltı hiç konuşmazdı, konuşunca da anca iş için konuşurdu.
"Ayıp ya." Diye kahır yaptı, Ömer. Gerçi çok iplememiş gibi duruyordu.
"Şaka Maka da, gardaş ben ilk defa şu askeriyenin düzenlediği bir eğlenceye sap gitmeyecem."
Yasin'i Kayseri ağzı konusunda uyarmayı unutmuştuk.
Çocuk vatan savunur gibi Kayseri'yi savunuyordu.
"Kardeşim sen askeriyenin iki sene önce yaptığı eğlenceye iki kızı da ayrı ayrı getirip, kızlar birbirini fark edince tekme tokat yiyip Azer Bülbül dinleyerek tribe girmemiş miydin?" Alp kolunu ortada oturan Yasin'in koluna attı.
"Maziyi karıştırma gardaşım." Dedi, Yasin.
"Senin mazine sokayım, Yasin." Dedi, Alp.
Hepsiyle beraber bende güldüm.
"Ee," dedim. "Beni neden aradınız?"
Alp eline Kerem'deki telefonu alıp yüz hizasına tuttu. "Sensiz burası çekilmiyor o yüzden. Dedim birazdan gideceğim bari arayayım sözlümü."
"Yaa," dedim. "Aramak yerine şimdi gelsen ya müstakbel sözlüm."
"Emir büyük yerden gençler. Bundan sonra bir komutanlarımın, bir de yengenizin sözünü dinlerim. Saygılar." Alp telefonu geri Kerem'e verip ayağa kalktı.
O hazırlandıktan sonra askeriyeden aramışlardı. Tekrar geleceği için ben onunla gitmemiş, balo için hazırlanmıştım.
"Barın," diye Alp'e seslendi, Yasin.
Neden bilmiyorum ama ona Alp demek daha yakın hissettiriyordu. Barın ismini çok seviyordum ama Alp hep ayrıydı.
"Ya bu eğlenceden sonra kim operasyona gidecek ya." Diyerek kafasını Asya'nın omzuna yatırdı, Akın. Güldüm bu haline.
"Durun oğlum. O operasyona bende geleceğim." Dedim gülerek.
"Tabii be! Tek başına bir ordusun sen, Elfida Yıldırım!"
Bunu beklemiyordum. Kahkaha atmaya engel olamadığımda elimle saçlarımı düzelttim.
Telefonun kenarında duran Kerem'e döndü bakışlarım. Değişik duruyordu. Sanki bir sıkıntısı varmış gibi.
"Sağ sağlim şu son iki operasyonu da halletsek de, normale dönsek." Dedi Buğra.
"Bizim normalimiz mi var, oğlum? Dağ taş gezip it avlıyoruz. Sen normale dönmeye değil, hayatta kalmaya dua et." Dedi Alper kolunu Yaltı'nın omzuna atarken.
"Bu zamana kadar, yani Barın komutan olduğundan beri şehit vermedik. Allah'ın izniyle bundan sonrada vermeyiz."
Şehit.
İçim ürperiyordu bu kelimeyi duyunca. Babam gibi birilerini kaybetmek o kadar zor olurdu ki. Sanki ben her yıl aynı saatte aynı günde babamın şehadet haberini almıştım. Her gün o saatte ölmüştüm.
İçim sıkıntıyla dolarken derin bir nefes aldım.
"Bakın şimdiden söylüyorum." Diye konuşma başladığından beri ilk kez konuştu, Kerem. Telefonu masa olduğunu düşündüğüm bir yere hepsinin kadraja gireceği şekilde sabitledi. "Eğer ben şehit olursam, mezarıma eli boş geleni gece dürterim haberiniz olsun. Eli boş, götü yaş misali gelecek olan hiç yeltenmesin." Diye dalgaya vurarak kurduğu cümle içime oturmuştu.
"Salak salak konuşmasana lan!" Diye Kerem'e bağırdı, Emre.
"Ne oğlum, sıkıntılı işler bunlar." Diye ona çıkıştı, Kerem.
"Sikik sikik konuşmayı kesin. Kerem telefonu kapat, ben eve geçiyorum. Herkes saat yedide salonda olsun." Diye ortama düzen tutturup kapıdan çıktı, Alp.
Telefon da kapandığında duruşumu dikleştirerek aynaya tekrar baktım. Bir sorun yoktu. Elbisenin de uygun olduğunu düşünüyordum, uzundu zaten.
Narin içeriye başını uzatıp "Ohaaa." Diye beğendiğini belli eden bir sesle konuştuğunda bakışlarım ona döndü. Diz kapaklarını yere yaslayıp çokta rahat olmayan bir pozisyonda kollarımı iki yana açtım. Alışmış olduğu için koşa koşa gelip bana sarıldı.
"Güzel olmuş muyum?"
"Çok güzel olmuşsun!"
"Hmm," diye mırıldandım. Siyah saçlarını iki yandan yarım topuz yapmış, kırmızı tokalar takmıştık. Son birkaç haftadır boncuklu ve kırmızı tokalara sarmıştı. Geçen gün Alp ile dışarı çıktığımızda da nerede toka gördüyse almak istemiş ama bizden çekindiği için uzun süre tokaları izlemişti.
Tam olarak açıklanmıştı bize. Normaldi, yaşadığı şeyler normal değildi.
O tokalardan onlarcasını sepete atmayı teklif ettiğimde, bir tane kırmızı tokayo sepete atmıştı. Neden diye sorduğumda, param yok ki benim demişti.
Beş yaşındaki bir çocuk, toka almak için parayı düşünmemeliydi.
Bu hiç adil değildi.
Şimdi istediğinden çok daha fazla tokası vardı. Yaşadığım sürece ona verebileceğim en güzel hayatı verecektim.
Küçük yaşta kimsesiz kalmayı biliyordum çünkü. Alp'te aynı şekildeydi. Kimsesizliğimiz ona kimse olmuştu.
"Sen benden güzel olmuşsun." Dedim ona sarılmayı bırakıp tek elini tuttuktan sonra onu kendi etrafında döndürerek.
Kırmızı bir tulum giydirmiştim. Hava soğuktu elbise giydirirsem benim kadar bağışıklığı yüksek olmadığı için hasta olurdu. Tulumunun içine toz pembe tonlarda bir body giydirmiştim. Ayakkabıları da hep giydiği pembe sporlarıydı.
"Öyle mi olmuşum? Ama benim saçlarım seninki gibi değil." Dedi elini saçlarımın bir tutamıma attı. "Gözlerim seninki gibi değil." Dedi gözlerime dikkatli dikkatli bakarken. Sonra başını yana yatırdı.
"Seni güzel yapan şeyler bunlar." Dedim. Elimi saçlarına attım. "Gece gibi saçların var senin. Gece gibi gözlerin. Hiç unutma. Gece Güzelim benim." Yanağına uzun bir öpücük bırakıp geri çekildim. Gülümsemeye başladı. Hatta gülmeye.
O da gülünce gamzesi derinleşiyordu.
Sanki gerçekten Alp ve benim kızımdı.
Gamzesi ona benziyordu.
Gözleri ise Zeynep anneme.
Zeynep annem.
İç sesimde söylediğim şey kalbimi pır pır ederken kapının çalması ile ben ayağa kalktım. Narin'i kucağıma almama yeltendiğim sırada aklıma gelen o şey ve karnımın altından giren sızı ile durdum. Narin'i tekrar yere bırakıp kesik bir nefes alarak bir şey çaktırmadan "Kapıya bakar mısın güzelim? Alp abindir." Dedim.
Narin başını sallayarak kapıya yürüdü. Elimi kasıklarıma koyarak giren sızıyı masaj ile geçirmeye çalıştım. Gerçekten nefesimi kesiyordu. Ve saçma olan kısım reglimin neredeyse bir haftadan fazla süredir geçikmesiydi.
Hayatımın çok düzensiz ve riskli olduğu dönemlerde bu adet döngülerim hep değişirdi. Kimi zaman bir hafta erken olur kimi zaman çok geç olurdu. Ama ilk kez bu kadar uzun sürmüştü. Muhtemelen yakında olacaktım, bundan dolayı ağrım vardı. Ayakta dururken acıdan iki büklüm olduğumu fark edince geriye doğru yürüyüp yatağın ucuna oturdum. Derin bir oflamadan sonra acının hafiflediğini hissedebiliyordum.
Bu esnada kapıdan girip ismimi endişe içinde mırıldanan Alp'i işittiğimde başımı kaldırıp ona baktım. Elindeki telefon ve anahtarı hızlıca kapının yanındaki masaya bırakıp anahtarın yere düşmesini umursamadan yanıma gelip karşımda diz çöktü.
"Elfida'm, ne oldu yavrum? Bak bakayım bana." Elini çenemin altına yaslayıp ona bakmamı sağladı. Bakışları kasıklarıma bastırdığım ellerime inince sanki kendi canı yanıyormuş gibi sıkıntı ile baktı bana. Gözlerime tekrar baktığında nefesimi kontrol ederek "Ağrım var biraz." Dedim. Gülümseyerek söylüyordum ama yemin ederim canım çok yanıyordu.
"Sıcak su koyalım?" Dedi. Sonra kendi söylediğini saçma bularak elini ensesine attı. "O olmaz geçirmez ki." Diye muhtemelen iç sesiyle söylediğini düşündüğü şeyi söyledi.
"Alp, iyiyim. Ağrı sadece." Diye onun bu fazla telaşını hafifletmek istedim ama kendisi bir tık fazla telaş yapma ustasıydı.
Ayağa kalkıp üzerindeki takımın ceketini çıkardıktan sonra gömleği ile kaldı. Yeşil kravat takmıştı. Gevşek bırakmıştı kravatı, pek sevmezdi sıkmasını. Ceketini yatağa bırakıp yatağa geçip tam atlama oturdu. "Sırtını yasla bana, ben yapayım masajı." Dedi şevkatle.
Biraz arkaya doğru kayarak başımı omzuna yasladım. O ise hızlıca ellerini belime temas ettirerek kasıklarıma indirdi. Yavaş hareketlerle ovalamaya başladı. Elleri soğuktu ama tenime dokundukça ısındığını hissediyordum. Gözlerimi kapatıp ağrıyı geçirmesini bekledim.
Acaba geciktiğimi söylesem umutlanır mıydı?
Yok yani. İki kerelik olan bir şeydi sonuçta. Umutlanmaz gibiydi.
"Bir şey diyeceğim ben sana." Dedim en sonunda sessizce ama çekinerek.
Omzuma bir öpücük bıraktı. Sonra çenesinini omzuma yasladı. "Hm?"
Gözlerimi açtım. Derin bir nefes aldım. Ağrı yavaş yavaş dağıldığı için artık daha rahattım.
"Bir hafta gecikti. Yani şu mide bulantısı da arttı ama ben bir kadın doğum doktoruna gitsem iyi olacak gibi."
Masaj yapan elleri durdu. Çenesi omzumdan ayrıldı. Yerinde kıpırdandığını hissedince ona yaslandığım yerden ayrılıp arkama döndüm.
Gözleri parlıyordu.
Umutlanması güzel bir şeydi ama ben buna ne hazırdım ne de ortam hazırdı.
"Alp," dedim başımı hafifçe sağa yatırarak. "Hamile değilim."
Çocuk gibi gözlerini kırpıştırdı.
"Yumurtalıklarımda kist var benim, muhtemelen ondan dolayı böyleyim. Küçüklüğümde bir kısmı alındı ama kalan kist parçasına dokunulması riskli olduğu için alınmadı." Diye açıklamayı hiç utanmadan yaptığımda alt dudağını ısırmaya başladı.
"Ben anlamam böyle şeylerden ama..." Dedi. Elini elime uzatıp iki eli arasına aldı. "Senden gelecek her şeye razıyım ben. Bana bir çocuk ver, verme. Sen benim gönlümde bir gram yer oynamazsın. Yanındayım hep." Durdu sonra. Saçlarıma elini atıp gözümün önüne düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Ama ya hamileysen?"
Bu kez iç dudağını ısırmaya başlayan ben oldum. Stresten yaptığımız şeyler benziyordu.
Ama değilimdir ya.
"Bir şey istesem?" Dedim.
"Ömrümü iste vereyim derdim de, ömrüm de sensin."
Gülümsedim. Uzanıp yanağından öptüm.
"Umutlandırmak istemiyorum, sadece eğer varsa da yoksa da bilelim diye söylüyorum. Yarın bir test alsak? Ya bak muhtemelen yok öyle bir şey-"
"Şimdi alayım?" Dedi hareketlenirken. Hızlıca ayağa kalktığında ayağa kalkmadan yatakta ona doğru döndüm. "Gideyim alayım ben? Eczane, eczaneden alacağım. Kaç tane alayım? Doğru sonuç verir mi onlar?" Saçların karıştırdı. Ceplerinde telefonunu aradı ama sanırım masaya bıraktığını unutmuştu. "Ben beş tane alayım mı?" Diye sesli sordu ama kendisi cevapladı. "Yok belki ikisi yanlış çıkar ben on tane alayım. Tam sonuç alalım."
Tam kapıya yürüdüğü sırada ayağa fırladım. "Alp!" Diye arkasından seslendim. Arkaya döndüğü gibi dip dibe geldik. Göğsüm göğsüne çarptı.
Başını sağa sola salladı. "Gel direkt hastaneye gidelim." Diyerek en olmayacak şeyi söyledi kendisi.
"Alp çıkacağız evden, bak söz veriyorum yarım gidip test alırız yaparım. Sonra da hastaneye gideriz. Tamam mı sevgilim?" Dedim onaylaması adına başımı aşağı yukarı sallayarak.
Bilememiş gibi bana baktı.
"Tamam mı?"
"Tamam." Dedi usulca.
Bu konuşmadan sonra aramızdaki o çekingen tavrı anlamamak elde değildi. Özellikle de o, sanki hamileymişim de her an her şey olabilirmiş gibi hareket ediyordu.
Alp baba olmak istiyordu.
Ve ben, anne olabilecek bir kadın değildim.
🔗
"Barın nerede kaldı?" Diye aralarında konuşan timi işittiğimizde, Alp ve ben birbirimize bakarak güldük.
Baya geniş ve şatafatlı bit balo salonu ayarlanmıştı. Kapıların birkaç yerinde askerler duruyordu, onun dışında büyük bir güvenlik önlemi görmemiştim.
Balo salonunun bahçesine, bir elinden benim bir elinden Alp'in tuttuğu Narin ile birlikte girdik. Topuklu ayakkabılarımın seslerini, içerideki gürültüden dolayı duyamıyordum.
Üzerimde siyah bir kürk vardı. İçeriye girer girmez onu masamıza bırakmıştım. İçerideki asker kadınlar, Barın'ın ilgisini çekmişti. Biraz oyalandıktan sonra asker ablalarının yanına geçti. Gözlerimi pek ondan ayırmadım, her ne olursa olsun onu korumam gerekiyordu.
İsimsizler timi olarak tek bir masada oturuyorduk.
Yani oturuyorlardı.
Dicle gelmişti. Bej renkte bir elbise giymişti. Yakışmıştı da. Bol bol gülümsüyor, utançtan ne yapacağını pek bilemiyordu.
Ortamdaki kısık müzip sesi kesildiğinde herkes tamamen sessizliğe büründü. Bakışlarım sahneye çıktığında hafifçe Alp'e yaslandım. O da kolunu belime atarak bana temas etti. Ortamın ışığı gözbebeklerimi yoruyordu.
Sahneye ilk önce bir kadın çıktı. Onun peşinden ise Sinan Yarbay'ımla birlikte orta yaşlarda kapalı bir kadın.
Bakışlarım sahnedeki üç kişide gezinirken, ilk çıkan kadın eline mikrofonu aldı.
"Öncelikle herkese merhaba, hepiniz hoş geldiniz arkadaşlar." Dedi. Açık renk saçlarını savurup mikrofonu sol elinden sağ eline alarak konuşmasına devam etti. "Sözü çok uzatmadan birkaç bir şey söyleyeceğim, daha sonra konuşmayı Sinan Bey'le teslim edeceğim."
"Bir önceki organizasyonu da bu kadın planlamıştı." Diye kimin sesi olduğunu anlayamadığım bir ses geldi masadan. Çok umursamadan kadını izlemeye devam ettim. Herkes zaten ona dikkatini vermişti.
"Bugün eğer buradaysak, sizler sayesinde. Bu ülkenin minnettar olduğunu sayılı şeylerdensiniz. Vatan ayaktaysa, sizler sayesinde. Kadın erkek demeden savaşan mehmehçikler ve asenalar doğuyor bu ülkede. Türk milleti sizlere daima minnettar kalacak. Bu organizasyonun tek bir nedeni var;" dedi işaret parmağını göstererek. "Her gün başının üzerinden mermiler geçen, iki metre ötesinde patlayan bombadan kurtulmaya çalışan, haftalarını uykusuz geçirip nöbetler tutan, savaşta bile yanındaki silah arkadaşını düşünen ve koruyan her askerimiz, bir gün dahi olsa başını yastığa rahatça koysun diye yapıyoruz bunu. Bir dahi de olsa, eğlenebilsin, bir gün de biz onları koruyalım diye yapıyoruz." Durdu bir süre. Elini indirdi. "İyiki varsınız gençler, varlığımız varlığınıza armağan olsun."
Yavaşça başlayan alkış sesi şiddetlendiğinde gülümseyerek bakıyordum sahneye. Kadın başıyla bir selam verip mikrofonu yarbaya uzattı. Daha sonra sahneden inerek pıtı pıtı yürüyüp karşıdaki masaya oturdu.
"Selamın aleyküm arkadaşlar," diye fazla kalın sesiyle konuşmaya daldı yarbay. "Benim söyleyecek çok şeyim yok. Genelde askeriyede kök söktürmemle ilgili siz konuşursunuz onu bilemem." Dedi gülerken. Onu ilk kez gülerken görüyordum.
"Filiz hanım gerekli konuşmayı yaptığı için bana pek bir şey kalmadı ama yine de devam edelim." Yanındaki kapalı kadına elini uzattı. Hanımefendi zarif bir şekilde elini tutup yanıma geçti. "Bu eğlencelere eşlerinizi, sözlülerinizi, sevgilinizi de davet etmemizin tek nedeni;" dedi yanındaki kadına bakışları düşerken. "Bir askerin çok güzel sevebileceğini göstermek."
Gülümsedim bu hallerini görünce. Sanki annem ve babam burada bu konuşmayı yapıyor gibi mutluydum.
"Vatanını canla başla koruyan bir asker, en çok o sever." Dedi. "En çok o yanar, en çokta o yakar."
Alp kulağıma fısıldadı. "Yanacağım kadar yandım ama sen yakmaya devam et."
"Sanki sen yakmadın." Dedim trip atar gibi.
"Yaktım mı?" Dedi yine.
"Yaktın." Dedim dürüst olarak.
Boynuma bir öpücük bıraktı. Daha sonra başını hafifçe omzuma yasladı. Kalabalığın içinde sadece biz varmışız gibi hissediyordum. O an, zaman biraz yavaşladı sanki.
Sahnedeki Yarbaya tekrar baktım. Kadının elini bırakmadan konuşmaya devam ediyordu:
“Bazılarınız yarın tekrar cepheye dönecek. Bazılarınız belki aylarca evinden, sevdiklerinden uzak kalacak. Ama bilmenizi isterim ki; bu gece burada olan herkes, hem milletin gözünde bir kahraman, hem de kalbimizin en kıymetli yerinde bir insan.”
Sözleri ağır ama bir o kadar da dokunaklıydı. Salonda çıt çıkmıyordu. Herkes gözleriyle dinliyordu onu.
“Neyin ne kadar kıymetli olduğunu savaşla öğrenen insanlar olarak,” dedi yarbay, “sevgiyi de, sadakati de, fedakârlığı da en derinden yaşayanlarız. Bu geceyi unutmayın. Çünkü biz sadece savaşmayı değil, yaşamayı da bilen insanlarız.” eliyle oturduğumuz masayı gösterdi. "Sözü Yıldırım Komutan'a bırakıyorum. Sıkılmayın, bu son konuşma."
Ben ne olduğunu dahi anlayamadan Alp yanımdan kalktı. Elimi tuttu. Hiçbir şey demedi. Sadece o tanıdık, kararlı bakışıyla bana baktı. İçimde bir titreme oldu.
“Sadece gel,” dedi fısıltı gibi.Ardından hızlı ama nazik adımlarla beni balo salonunun ortasına, sahne ışıklarının altına kadar götürdü. Kalabalık merakla bize bakıyordu. Hiçbir şey anlamamıştım. Ama elim hâlâ ondaydı.
Sorgulamadım. Beni salondaki kalabalığın tam ortasına, ışıkların altında yer alan dans pistinde duruyorduk. Ne olduğunu hâlâ anlayamamıştım. Ellerimiz ayrıldı. Sahneye birkaç adım kala elimi yavaşça bıraktı.
Işıklar üstümdeydi artık. Tek başımaydım.
Alp arkasını dönüp hızlı ama sakin adımlarla sahneye çıktı. Mikrofonu aldı. Yüzünde alışılmadık bir ciddiyet vardı, ama gözleri hâlâ bana odaklıydı. Salon tamamen susmuştu.
Derin bir nefes aldı. Sesi önce biraz titrek ama kararlıydı:
“Ben burada bir konuşma yapmak için çıkmadım aslında. Ama...”
Bir an sustu. Gözlerini yere indirdi, sonra tekrar kaldırdı. Gözlerinde biriken parıltıyı sadece ben fark etmiş olabilirim.
Kalabalık susmuştu. Birkaç kişi başını çevirip bana baktı ama umursamadım. Gözlerim doldu. Dizlerim sanki yere çökmek istiyor gibiydi.
Alp konuşmaya devam etti:
"Ben onu varlığımdan beri ezbere biliyorum. Ama ona tam beş ay önce 'Askere yürek emanet edilmez' dedim." Güldü bana bakarken. "Edilirdi," dedi. "En çok askere verilirdi bir kalp. Şimdi onu ilk kez dansa kaldırıyorum."
Bir alkış daha yükseldi. Bu kez daha uzun ve daha içten. Sahnedeki iki kişi hafifçe selam verdikten sonra yerlerine geçtiler. O an salonun ışıkları loşlaştı. Hoparlörlerden hüzünlü ama tanıdık bir melodi yükselmeye başladı. Alp sahnede kaldı. Ben ise ortada onu izlemeye devam ederken yavaşça mikrofonu bırakıp bana yaklaştı.
Geri Gelen Mektup çalıyordu.
En sevdiğim şiirdi.
Ve en önemlisi, Alp'in benim için aldığı kitabın içindeki şiirdi.
"Sana inanmıyorum," dedim şaşkınlık içinde. "Bu kadarını ayarlamış olamazsın."
Güldü. "Beni çok hafife alıyorsun, üzülüyorum."
Kalbim birden göğsümde büyüdü. Sözleri bilmeme rağmen, her seferinde başka bir yerimden yaralayan o şarkı, bu defa başka çalıyordu. Sanki bu gece için yazılmış gibiydi.
Alp’le göz göze geldik. Gözlerinde sıcak bir huzur vardı, ama şarkının etkisiyle bakışlarının derininde bir yerlerde bastırmaya çalıştığı duygular da vardı. Elini uzattı.
“Bir dans borcum var,” dedi. “Hadi, bu gecenin hakkını verelim.”
Gülümsedim, ama gözlerim hafifçe dolmuştu. Alp’in ellerinde, o koca balo salonu küçülüp bir hayal gibi etrafımızda dönmeye başladı. Ellerim sanki daha önceden ayarlanmış gibi boynunu buldu. Onunkisi ile belimi. Şarkının nakaratı bitip sözleri girdiğinde klasik dans hareketleri ile dans ediyorduk. Sahnede yalnızca biz vardık.
"İlk dansımız." Dedim fısıldayarak.
"Hayallerimde ne kadar çok dans ettiğimizi söylesem, hayal olmasına rağmen oturur bacaklarım ağrıyor dersin."
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden? Dedi şarkı biz hareket etmeye başladığımızda. Ellerim titriyordu. Omuzundaki bir elimi indirdim, o da belimdeki bir elini çekti. Ellerimizi havada buluşturduk. Şarkıyla uyumlu şekilde haraket etmeye devam ederken etrafun ışığı üzerimizdeydi. Bakışları da.
"Balerin gibisin." Demesiyle gözlerimi devirdim. Ayaklarım onun ayaklarıyla senkronize olmuş şekilde gidiyordu.
"Bir balerin için fazla yara almış bir kadınım, Alp. Fazla savaşıyorum."
Gözleri gözlerimden ayrılmıyordu hiç. Belimdeki eli gevşedi gibi oldu.
"Balerinlerde savaşırlar Elfida, hemde çok güzel savaşırlar."
Gül senden ışık alsa da,
bir renge bürünse.
Ay secde edip,
Yerlerde sürünse...
Her şey silinip kayboluyorken nazarında,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...
"Dön güzelim." Dedi. "Dön de görsün herkes bir askerin, balerine nasıl yenildiğini." Geriye doğru birkaç adım attım. İçeriye doğru dönerek kolunu bana dolamasını sağladım. Alp beni yavaşça geriye doğru yatırdı. Tekrar kaldırdığında ellerim birkaç dakika önceki pozisyonu alarak omuzlarına gitti.
Şarkının son kısımlarını işittiğimde hareketlerim durdu. Benimle beraber o da durdu.
Sadece alkış sesi işitiyordum. Bir süre bu devam etti. Bir fotoğrafçı karşımıza geçip poz vermemizi istediğinde gözlerim Narin'i aradı. İlk fotoğrafı Alp ve Ben çekindik.
İkinci fotoğrafta Alp Narin'i kucağıma alarak ortamıza yerleştirdi. Narin'in elini tutarak topluca poz verdik.
Anne, baba. Dedim. Bakın, kızınız yuvasını kurdu.
Masaya doğru yürürken çoktan başka bir şarkı çalmaya başlamıştı. Fotoğraf çekimi bitmiş, salonun havası değişmişti. Şimdi başka bir enerji vardı ortalıkta. Ritmi daha canlı, daha hareketli. Ankara oyun havaları çalmaya başlamıştı. Kaşıkların sesini işittim önce, ardından tezahüratlar ve alkışlar.
Masadaki herkes ortaya toplanıp kaşık oynamaya başladığında bir süre Alp'i izledim.
O mutlu olmayı hak ediyordu.
Duygusal birisiydi bunu biliyordum. Her ne kadar dıştan göründüğünde duvarları olan birisi olsa da yanına yaklaşınca bir kedi yavrusuna dönüşüyordu. Çünkü o da benim gibi çocukluğunu içine gömmüştü.
Masa sadece Alper ve Kerem vardı Narin ikisinin arasındaki sandalyeye oturmuş masadaki atıştırmalıklardan bir şeyler yiyordu. Normalde böyle bir ortamdan bir şeyler yemesine izin vermezdim ama çıkarken inat edip yemek yemediği için şu an onları yemesinde bir sakınca göremiyordum kerem'in önüne ittirdiği meyve suyunu içerken etrafı izlemeyi de ihmal etmiyordu tabii ki.
Bir an gözlerim bulanıklaştı. Karnımda ince bir sızı başladı önce. Ardından yayıldı. Göğsüme, belime, sırtıma. Sanki biri içimi sessizce büküyordu, adı konulmamış bir ağrıyla. Elimi bel hizama götürdüm, bir an duraksadım. Nefesim düzensizleşmişti.
Dönüp masadakilere baktım. Kerem, başını hafif yana çevirmiş, dudaklarının arasından bir sigara sarkıyordu. Dumanı yüzüne çarpıp dağılıyordu. Bana hiç sormadı ama gözleriyle çok şey söyledi. Anladı.
“Ben, biraz hava alacağım,” dedim Kerem’e yavaşça.
“Yüzün bembeyaz olmuş,” dedi. “İyi misin?”
“İyiyim. Sadece..." Derin bir nefes aldım. "Sorun yok. Sıkıldım."
Kerem pek inanmamış gibi baksa da başına hafifçe sola eğilip "Bir sorun var gibi duruyor." dedi.
Başımı iki yana sallayarak "Hayır, gerçekten bir sorun yok. sadece hava alıp geleceğim Narin size emanet." Dedikten sonra sanırım onu biraz da olsa ikna etmiştim.
Başımı eğdim, kürkümü sandalyenin arkasından aldım. Siyah, içi yumuşak astarlı o uzun kürk, sanki zırhım gibiydi. Beni her şeyden koruyacak tek şey. Omzuma aldım. Derin bir nefes çektim, sonra salondan çıkmak için yönümü kapıya çevirdim.
Salonun kalabalığı ardımda azalmaya başladı. Müzik hâlâ içerideydi ama sesini yitirmiş gibiydi. Kalp atışlarım artık daha net duyuluyordu. Geniş mermer basamaklardan bahçeye indim. Balo salonunun bahçesi, gecenin içinde solgun bir masal gibiydi.
Bakışların bahçenin sol tarafında biraz ücra bir köşede duran tanıdık silüeti gördüğünde adımlarımda gördüklerimi takip etti. Buğra'ydı bu.
Bahçe zaten çok büyüktü. Buğra ise kapının görüneceği bir kısımda, bahçe kapısına yakın bir yerde duruyordu.
Yürüdüm bir süre. Ama bahçe gerçekyen fazla genişti. Birkaç dakikanın ardından ona yaklaştım.
"Buğra?" Diye seslendim arkasından ama sanırım telefonla konuştuğundan dolayısıyla anlayamadı beni ya da duyamadı.
Birkaç adım daha ona doğru yaklaştım Bu kez adım testlerinden dolayı başını bana çevirerek telefonu yere indirdi.
"Neden buradasın?" Diye sordum merakla.
"Sarmadı içeri." Dedi. Bıkkın gibiydi.
Bakışları boş değildi sanki karşısında ben değil de bir düşman varmış gibi bakıyordu. Ya da şu an benim karşımda bir düşman vardı bilemiyordum.
Ama bana böyle bakması hiç hoş değildi.
"Buğra," dedim yine. "Uzun süredir bana karşı tavırların değişti. Farkında mısın?"
Bu kez kafasındaki konunun tam üzerine basmışım gibi gözlerimi kaçırdı telefonunu cebine atarak bana bir adım daha yaklaştı.
"Ben sana farklı davranmıyorum, sen bana farklı davranıyorsun." Dedi soğuk sesle. Kahve gözlerini gözlerime dikti.
"Ben de farklı davranıyorum?" Diye sordum anlamayarak.
Neyine farklı davranıyorum? Yanıma dahi gelmiyorsun ki.
"Time gelmeden önce, nasıl yakın olduğumuzu hatırlıyor musun? ne kadar iyi arkadaşlar olduğumuzu?"
Konuyu açması ne kadar doğruydu şimdi? Ben miydim yani sorumlusu?
O benden gitmiş gibiydi, sürekli soğuk davranıyor yanıma bile gelmiyordu Alp'in kaybolduğu son 4 günde eve gelip gelmediğini bile bilmiyordum Buğra benden çok uzaklaşmıştı.
Boş boş ona baktım, yani bakmak zorunda kaldım. Çünkü ne yapacağımı bilmiyordum.
"Neyden bahsettiğini bilmiyorum sorumlunun ben olduğumu mu söylüyorsun?" Dedim bu kez elimle kendimi göstererek.
Biraz etrafa bakındıktan sonra tekrar beni buldu gözleri. "Sen değilsin zaten." Dedi. "Etrafındakiler."
Kaşlarımı çattım. Kimi kast ettiğini anlamayacak kadar salak değildim. Alp'ten bahsediyordu.
Elimi indirdim. "Bak Buğra, eğer..." Diye konuşmaya çalıştığım sırada bana bir adım daha atıp sözümü kesti.
"Çok mu güveniyorsun ona?" Diye sordu. Yüz hatları belirginleşmişti. Gerilemek yerine olduğum yerde kaldım. Başını iki yana olumsuz şekilde salladı. "Güvenme." Dedi.
"Saçmalamayı kes. İyi olup olmadığını merak ettiğime pişman etme beni." Dedim sinirlerime hakim olamadan sesimi de yükseltmiştim. Geriye dönüp yalnızca birkaç adım attığım sırada onun sesi ile durdum.
"Hepsini koruyabilecek misin?"
Gözlerim kapının önünde sigara içen Kerem'e takıldı. Şuan Kerem'in normalde sigara içmediğini düşünemeyecek kadar sıkışık durumdaydım. Tekrar ona döndüm.
"O ne demek şimdi?" Dedim sert bir şekilde.
Buğra’nın gözleri bir anlığına dalgınlaştı. Sanki söylediklerinin ağırlığını o an fark etmiş gibi, dudaklarını birbirine bastırdı. Ama bakışlarında hâlâ inatçı bir kararlılık vardı. Cevap vermedi. Sessizlik üzerimize çöktü. Geriye döndüğüm o birkaç adımın ortasında asılı kaldım. Bekledim.
“Buğra, açık konuş. Ne ima ediyorsun?” dedim. Sesim titriyordu ama bu kez öfkemden değil, içime çöken belirsizlikten.
"Açık mı konuşayım?" Dedi resmen psikopat gibi gülerken.
Sinirlerim iyice bozulmuştu. Daha fazla tahammül edemezdim.
"Saçmalıyorsun. Yeter."
Durdu. Kaşları havalandı.
"İçeriye bak. Kapıdan." Dedi. Kolumdan tuttuğu gibi beni geriye çevirdi. Uzakta da olsak kapıdaki boşluktan içeride deli gibi oyun havaları oynayan birkaç insanı görebiliyordum. "Buradan kaç kişiyi kurtarabileceğini boş ver." Dedi. Buz kestim. "Bu insanlardan hangisi seni kurtarabilir."
Kapının içerisinde kalanlar bizi göremiyordu.
Ve asıl korktuğum şey, geldiğimizde bahçenin etrafında duran askerler şimdi yoklardı.
Kanım dondu sanki. Elbisemin karın kısmından sürülerek belime dayanan soğuk bir metali hissettim.
"Ne yapıyorsun?" Diye bağırdım. "Bırak şunu."
Dilini damağına vurarak bir ses çıkardı. "Onlarla vedalaş." Dedi. "Üzgünüm, Elfida. Ama ben senin artık sarılmalarla avuttuğun çocukluk arkadaşın değilim."
Buğra bir düşmandı.
Beynimde yankılandı bu cümle.
Buğra bir düşman. Buğra bir düşman. Buğra bir düşman. Buğra bir düşman
Kapının kenarında oturan Kerem sigarasını yere attığı gibi elini de beline koydu. Bizi görmüştü.
Hava çok karanlıktı ama yine de mekanın dış ışıklarından dolayı biz de görünüyorduk.
Kerem buğra'nın bana silah çektiğini görmüştü.
"Buğra." Dedim uyarır gibi. "Saçmalamayı kes! Zor kullanmak durumunda bırakma beni."
"Ona durmasını söyle." Dediğinde belimdeki silahı tenime daha çok bastırdı.
Tek bir hamle yapmam gerekiyordu.
Ama artık çok geçti.
Arkamızdan yankılanan bir ayak sesiyle birlikte Kerem’in sesi karanlığı yardı.
“Silahı bırak Buğra! Sakın yapma!”
Telsizini belinden çıkardığını gördüm. Parmakları alışkanlıkla bastı düğmesine. Belki destek çağırıyordu. Belki de vedasını bildiriyordu.
O an Buğra döndü.
Ve bir kurşun sesi karanlığı biçti.
Zaman durdu.
Kerem’in gözleri büyüdü önce. Sonra dizlerinin bağı çözüldü. Göğsünden yayılan kırmızıyla birlikte yavaşça yere düştü.
"Hayır... HAYIR!"
Bağırma sesimi, içeriden gelen müzik sesi alçaltıyordu.
"Kerem!" Diye avazım çıktığı kadar bağırdım yine.
Beyaz gömleğine kan bulaşmıştı Kerem'in. Yavaşça kendini yere bıraktım ilk önce diz kapakları sonra tüm bedeni yeri buldu. Var gücümle bağırmaya çalıştım.
Koşabildiğim kadar koşup yerde yatan Kerem'in yanına diz çöküp yarasının üzerine ceketini bastırdım ama o kadar çok kan vardı ki ceketinden sızan kan ellerime bulaşıyordu. Kerem'in kanı ellerimdeydi.
Başımı iki yana salladım gözlerimden akan yaşlarla beraber. "Kerem," dedim. Elimi saçlarına atıp terleyen alnını sildim. "Kerem, sakin ol. Kardeşim benim, dur dur." Başını yere bastırıyordu. Canı acıyordu.
Yarasının üzerine bastırıyordum ama sanki bu kadar bastırmak bile fayda etmiyor gibiydi. Kerem, elini ilk önce yarasının üzerine, elimin üzerine bıraktı. Güven vermek ister gibi okşadı elimi. Başını salladı.
Bu sırada tam olduğumuz yerde duran siyah aracı görmemek elde değildi. Telefonum yanımda yoktu.
"Aptal kafam! Aptal kafam! Telefon yanımda değil! Kerem dayan yalvarırım kardeşim!"
Kerem elini elimden çekti. Belinin yanında, yerde duran silaha koydu. Yere sürtünen metal sesi içimde yankılandı.
"A-al." Dedi nefes nefese.
Direkt silahı elime aldım. Başımı kaldırıp nişan aldığım ilk andı bu. Tetiği çektim. Bastım.
Fakat iki silah patladı.
Sırtımda, omuriliğime yakın bir yerde kurşun olmadığına emin olduğum bir cismin derin sızısını hissettim. Bendeki silahtan çıkan kurşun ise, karşımdaki Buğra'nın karnına saplandı.
Sırtımdan yukarı doğru bir uyuşukluk yayılamaya başladığında, başımı taşıyamayacak hale geldim. Uyuşukluk tüm bedenimi ele geçirdiğinde, Kerem'in yanına kendi bedenimi bıraktım. Yere yığıldım. Ama biz mekana fazla uzaktık. Bizi kimse göremiyordu. Ve gece, sanki bu güne hazırlanmış gibi fazlasıyla karanlıktı.
Başım yere sertçe çarptığında birkaç cümle mırıldanmaya çalıştım ama dudaklarım bedenime ayak uydurmuştu.
"Alp..." Diye konuştum harfleri bile çıkarmakta zorlanırken.
Kulağımda yankılanan bir ses daha oldu. Bir gürültü. Balo salonunun arka tarafından gelen büyük bir patlama. Yer sarsıldı. Camlar çatladı. Çığlıklar, sirenler, ayak sesleri...
O kadar emindim ki bedenim uyuşuk olmasa o patlamanın sesinin kulaklarımı sağır edeceğine. Çok emindim ve şuan bundan nefret ediyordum.
Ama ben sadece gökyüzüne baktım. Kırpılmış yıldızlara.
Kirpiklerim kapanıyordu. Soğuk, artık his değil gerçekti.
Çünkü tek gerçek, yanımda azraili bekleyip şehadet getiren Kerem ve yalnızca birkaç dakika önce vurduğum çocukluk arkadaşımdı.
Bendeki perde kapandı.
🔗
Duman vardı etrafta. İnsanlar birbirlerinin yüzünü seçemeyecek kadar korkmuştu.
Mekanın arka kapısında patlayan yüksek etkili bomba yalnızca mekana zarar vermişti. Davetlilerin nerdeyse tamamı ortamdan uzaklaştırılmıştı. İsimsizler timi buradaydı.
Fakat bahçede yerde yatan, kanlar içinde can çekişen Kerem, iyi değildi.
Barın Alp, santim santim her yerde Elfida'yı aramıştı ama yoktu. En son Kerem'in yanında diz çökmüş, yerde ona müdahale etmeye çalışan paramediklerin arasından onunla konuşmak istiyordu.
"Kerem." Dedi burnunu çekip. "Hadi koçum ne olduğunu anlat bana. Bak," dedi etrafına bakındı son umutla. "Elfida yok." Dedi bu kez bakışları Kerem'e inerken.
Barın Alp'in elinde, Elfida'nın siyah kürkü vardı. Ama Elfida burada değildi.
Yutkundu, Kerem. Dudaklarını oynattı.
"A-abi," diye mırıldandı zorlukla. Barın Alp'e baktı. Ona abi diyordu.
"Abim!" Dedi Barın Alp hemen. "Söyle koçum hadi."
Kerem konuşacağı sırada ağzından oluk oluk kan akmaya başladı. Kan kustu da, ben iyi değilim demedi. Konuşmaya çalıştı.
"Beyefendi! Lütfen çekilin! İyi değil." Dedi paramediklerden birisi.
Barın Alp başını sağa sola salladı. "Konuşacak, konuşacak." Dedi çaresizlik içinde.
Neden yalnız bırakmıştı ki, Elfida'yı? Bunu düşünüyordu şuan.
"Buğra," dedi bir çırpıda Kerem. Dudaklarının kenarından kan sızıyordu. Alnından boncuk gibi dökülen yerlerini sildi Barın Alp.
"O mu götürdü?"
Başını salladı, Kerem.
"Kırk..." Sayı söylemeye çalıştı Kerem. Ama o kadar zorlanıyordu ki. Yanındaki Barın Alp'in dizini sıktı acısından. "Kırk iki." Dedi sonunda.
"Kırk iki." Diye tekrar etti Barın Alp. Sonda başını eğip kulağını onun dudaklarına yaklaştırdı.
"Bursa." Dedi Kerem. Devamını da "Adana." Getirdi. "Adıyaman."
Ardından zorla gelen bir sayı:
“Üç… üç… sekiz…”
Barın Alp’in kalbi dondu.
Gözlerini kocaman açtı.
Kerem ne yaptıysa, plakayı ses koduyla vermişti.
“43 BAA 338…”
Tam söylemeyi bitirdiği anda, bir gölge yaklaştı hızla. Ayak seslerini bile duydu Barın Alp, ama bakamadı.
Alper. "Kerem!" Sesi bir çocuk gibi çatladı. Diz çöktü hemen, elleri titreyerek Kerem’in yüzünü tuttu.
“Buradayım lan! Gittim mi sanıyorsun ha? Gözlerime bak! Gözlerime bak!” dedi gözyaşlarınım arasından. Ağlıyordu. "Gitme." Dedi sessizce. "Kerem. Kardeşim, yapma. Çok şey var lan daha! Olmaz olmaz!"
Ama Kerem’in gözleri artık ışığı seçemiyordu. Sadece yukarıya, boşluğa bakıyordu. Kısılan gözlerinden sonra konuştu.
"Eşhedü en lâ ilâhe illallah..." Yutkundu. Kan tadı ağzına geldi. "Ve eşhedü enne Muhammeden abdühû." Devam etmeye çalışırken durdu. Getiremedi devamını.
Sedyeyle beraber neredeyse ışık hızında ambulansa alınan Kerem'in arkasından baktı İsimsizler.
Ve hepsinin aklına kazınacak, kabuslarının nedeni olacak o cümleyi kurdu ambulans görevlilerinden birisi.
“Durdu! Kalbi durdu! Hemen CPR!”
Ambulans
sarısalarak çıkıp giderken, geniş bahçede yerde oluk oluk kanlarla beraber kaldı dokuz kişi.
🔗
Gelecek bölümden kesit;
0555*******: Planda bu yoktu. Her şey değişecek.
0555*******: Amacımız değişti. Yeni plana geçiyoruz.
0555*******: Operasyon Adı: Elfida Türkeç.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.16k Okunma |
2.97k Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |