
^^Oy verip satır arası
yorum yapmayı unutmayınız^^
Veda konuşması yapmayacağım sakin olun. Ama sadece teşekkür etmek istiyorum. Bir yılı aşkın bir süredir, yalnız olmadığımı, sükûnetimin bana zarar değil aksine kazanç olduğunu öğrettiğiniz ve iliklerime kadar hissettirdiğiniz için.
İki kitaplık serüvenimizin ilk kitabını bitirdik:)
Ve emin olun, her şey daha yeni başlıyor. Önümüzde binlerce satır, yüzlerce sayfa var. Ve yanınızda ben.
İyi okumalar dilerim.
🔗
Kuzey Irak, Sınır
Elfida Türkeç
Unut.
Geride kalan ne varsa unut, çünkü ileriye bakmazken önüne koyulan taşları göremezsin. Unut, çünkü geçmişin önüne bir taş olup tökezlemen için bekliyor olacak.
Beni ben yapan her yara, her ses, her isim… Hepsi aklımda yankılanıyor. Babamın gülüşü, annemin saçlarımı okşarken söylediği masallar, gece nöbetteyken uykusuz gözlerimde yanan kırmızı ışıklar…
Bunların hepsi artık geçmiş mi?
Alp’in “Nefes al” deyişi, komut gibi değil, sığınak gibi kafamın içindeydi. Bu hayatta en çok onun yanında kendim gibi nefes alabiliyordum. Onun yanındayken üşümezdim. Onun yanındayken yalnız kalmazdım.
Ama şuan çok üşüyordum.
Soğuk, iliklerime işliyordu.
Ben onun yanındayken üşümezdim ki...
Başımı kaldırmaya çalıştığımda ense kökümden omuzlarıma kadar yayılan o keskin ağrıyı hissettim. Sanki biri oraya bıçak sokmuş ve bırakmış gibiydi. Nefes alırken kaburgalarımda batma hissi oluyordu. Omuriliğimde gezinen sıcak bir sancı, karnımda ince ince dolaşan bir zonklama…
Bir yerimden vurulmuş muydum?
Hafızam bulanıktı. Uykunun kenarında sıkışmış bir bilinç hali üzerimde etkisini sürdürüyordu.
Karanlık bir nem kokusu vardı havada. Çürük odun, pas ve eski duman kokusu. Burada kimse yaşamıyor gibiydi ama hâlâ sobanın yanında odun vardı.
Gözlerimi açmaya çalıştım. Kirpiklerim birbirine yapışmıştı, sanki üstüme kum dökülmüş de orada kalmış gibiydi. Zorla araladığımda ilk gördüğüm şey, karşımda oturan bir silüet oldu.
Göz göze geldik.
Gülümsedi.
Tüylerim diken diken oldu o sırada.
“Uyandı,” dedi alaycı bir ses tonuyla.
Başımı çevirmeye çalıştığımda omzumda bir acı hissettim, sanki bir darbe yemişim gibi. Kaslarımın her hareketi, daha önce bilmediğim bir ağrıyı yüzeye çıkarıyordu.
Derin bir nefes aldım. Havada rutubet ve yanık tahta kokusu ağırdı.
Son anda gelen hatırlama, başımı sarsacak kadar şiddetli bir korku dalgasıyla çarptı.
Kerem.
Yanımdaydı. Vurulmuştu.
Kan vardı, çok kan vardı.Onu öyle bırakıp gelmiş miydim? Yoksa ben mi alınmıştım?
Siktir, Kerem kanlar içindeydi. Kerem vurulmuştu.
Kerem'i vuran kişi Buğra'ydı.
Aklımda tüm sahneler bir bir canlanmaya başladı, benim o balo salonundan çıkışım, Kerem'in elinde sigarası ile o kapıda bekleyişi, Buğra ile konuşmam. Kerem'i yerde kanlar içinde görüşüm. Buğra'yı vurduğum gibi vuruluşum...
"Alp." Diye mırıldandım istemsizce. İhtiyacım vardı buna. Çok ihtiyacım vardı. Sadece bir kelime, sadece bir isim ama sanki ciğerimden bir parça kopmuş gibi. Gözlerimi kırpıştırdım, karşımda oturan adamın yüzüne baktım.
Daha önce hiç görmediğim bir yüzdü bu. Koyu kahverengi gözleri, alaycı bir rahatlığı vardı. Ellerini kucağında birleştirmiş, ayak bileğini dizine atmış, beni izliyordu.
O anda, kapı gıcırdayarak açıldı.
Sert, pis bir rüzgar içeri doldu.
Adım adım yaklaşan ayak seslerini duydum.
Gözlerim istemsizce kapıya kaydı.
Akgün.
Mideme taş gibi oturan isimlerden biri daha.
Yüzünde o tanıdık, iğrenç sırıtışı vardı. Elindeki odun parçalarını sallayarak yürüdü, sobanın yanına bıraktı.
“Yıldırım’ın değerlisi üşümesin,” dedi, dudaklarında kirli bir alayla. “Yıldırım kızar bize, aman diyeyim ha.”
Kulağımda Alp’in ismi yankılandı yeniden. Bana söylediği cümleler, uyarışları, yanımda kal deyişleri, göz kaçınmaları...
Karşımda oturan adam, Akgün’ün söylediklerine karşı gülmeye başladı.
Sessiz bir gülüştü ama içime buz gibi indi.
“Akgün, çok yanlış yapıyorsun,” dedim. Sesim titredi ama korkak değildi.
Akgün bana döndü, gülümsemesi büyüdü.
“Yenge hanım adımı da biliyor ha,” dedi keyifle. Eliyle beni işaret etti, karşımda oturan adama baktı. “Gördün mü Patron?”
Bir anlık sessizlik oldu. O an beynimde binlerce düşünce çarpıştı.
Beni bilmeleri imkansızdı.
Beni kimse tanımazdı. Kod adım bile belli değildi. Yıllarca isim taşımadan yaşadım, nefes aldım, görev yaptım. Bu adamların bildiği yanlış şeyler vardı. Bir yerde yanlış gidiyorlardı.
Sakin kal. Alp gelecek. O gelene kadar, bir Elfida Türkeç gibi davran. İstihbarat ajanı olan Elfida olarak devam et. Çünkü bu sensin.
"Piyon olarak kullanılamayacak kadar güzel." Dedi karşımda duran orta yaşlarını geçtiği belli olan, muhtemelen ellilerindeki adam. "Hiç üzgün değilim, düşmanının kızı ellerimde. Durdu bir süre, sahte bir kafa karışıklığı ile Akgün'e baktı. "Bir düşmanımızın da nişanlısı değil mi?" Diye sordu.
Onlar beni bir piyon olarak görüyordu. Çünkü o küçük beyinleri, sahte kimliğimdeki polis kimliğine kanmış, benim şehit Hakan Türkeç'in kızı ve Yüzbaşı Yıldırım'ın nişanlısı sanıyorlardı.
Evet öyleydim fakat onlardan ibaret değildim.
Kafamda oturttuğum düşünce, yüzüme muzip bir gülümseme bırakırken ikisine de bakmaya devam ettim.
Yalnızca rol yapacaksın, başka hiçbir şeye gerek yok.
Öylece durdum. Bileklerim santim santim çizilirken onun acısını umursamadan durdum.
Kerem'in görüntüsü aklıma geldikçe dişlerimi sıkıyordum. Ne haldeydi kim bilir?
Lütfen, dedim içimden. Allah'ım bize bağışla onu.
Beni korurken ölmesini istemiyordum. Ben bu yükle de yaşayamazdım. Yapamazdım. Ellerimde Kerem'in kanı varken devam edemezdim.
Peki ya o? Buğra.
Ben kafayı yemek üzereydim. Yirmi sekiz yaşımın sonlarındayken, ergenliğimde bile yanımda olan bir adamın bana düşman çıkmasını kaldıramıyordum. Bunca zaman, nasıl olurda iki taraflı oynayabilirdi?
"Buğra nerede?" Dedim somurtarak. Hala etrafı inceleyip aklıma bir şeyleri kazımaua çalışıyordum.
Alp beni bulurdu.
Alp beni bırakmazdı.
Alp bana her zaman gelirdi.
Akgün bir sandalye çekip karşımda oturan adamın yanına oturduğunda ona baktım. Odanın ucuz loş ışığı gözlerimi kamaştırıyordu. Akgün cebine elini atıp telefonunu çıkardı.
"Hmm." Diye bir ses çıkardı. "Yaklaşıp beş saate o da burada olur. Özledin mi? Aa, ama sen onu değil nişanlımı özlemişsindir." Dudaklarını büzerek başını iki yana salladı. "Üzgünüm, kızıl. Nişanlın muhtemelen geberio giden arkadaşının başında bekliyordur."
"Orospu çocuğu!" Dedim ağız dolusu. Damarıma basan şey onun, Kerem'e geberip giden demesiydi. Yerimde kıpırdanmaya devam ettim. Hala bağırırken "O ölmedi!' dedim. "Ama ikiniz de geberip gideceksiniz! Leşinizi alacaklar buradan!"
Akgün kaşlarını kaldırıp bana acır gibi baktı. Elindeki telefonu kaldırıp benim hizamda tuttu. Bir anda patlayan flaş ile fotoğrafımı çektiğini anlamıştım.
Ben bu senaryoları çoktan okudum, Akgün efendi.
Sen beni masum sanmaya devam et.
"Yıldırım'a bir atalım seni. Hasret bırakmayalım." Diye yine o iğrenç sesiyle konuşup telefonuna odaklandığı sırada ben diğer adama baktım.
"Kimsin sen?" Diye sordum ona kilitlenip kalırken.
Üzerimde sadece o yeşil elbise vardı. Ortamda yanan soba sayesinde üşümüyordum ama eğer bir hamle yapmaya çalışırsam bu işini zorlaştıracaktı. Yıllardır birçok operasyona elbise ile gitmiş olmam sayesinde bağışıklık kazanmıştım ama operasyon kıyafetlerim olmayınca da olmuyordu.
"Muhtemelen burada ölüp gideceksin." Dedi kollarını dizlerine yaslayarak bana odaklanırken. Gözleri üzerimde gezindi. "Gerçi hoş, senin bir bir kadını öldürürken içim acıyacak." Dedi başını sağa sola sallarken.
"Kısa kes." Dedim.
Güldü. "İddialı bir kadınsın, nereden geliyor bu özgüven?"
Başım dik cevap verdim. "Bir gün bile geçmeden buraya gelip beni alacak, sizi de buraya gömecek olan nişanlımdan." O konuşmak için ağzını açtığında susturdum. "Yıllar önce bir uçak saldırısında şehit olmasına rağmen, hâlâ peşine düşmeye çalıştığınız babam Hakan Türkeç'ten." Geriye yaslandım. "Canınızı nasıl yaktıysa, hala peşindesiniz. Onun geride bıraktıklarından."
Bu kez gülümseyen ben oldum.
Ama yüzündeki o emin ifade sinirlerimizi bozuyordu.
"Bu kadar eminsin yani?" Dedi anlamadığım bir şekilde.
"Evet." Dedim. "Her şeyden, adım gibi eminim." Tiksinti ile baktım yüzüne. Kırışık yüz hatlarına, yavaş yavaş ağarmış saçlarına, üzerindeki paçavralara. "Adını söylemedin?" Dedim bu kez.
"Neden merak ediyorsun?"
Geriye yaslandım. İlk önce tavana diktim gözlerimi merakla. Nemden dolayı akmış duvarlarda gezdirdim bakışlarımı. Son olarak onda durdurdum. "Babam hep derdi ki," diye başladım söze. Sanırım babamdan bahsetmem onun hoşuna gitmişti. Bu olumsuz anlamda hoşuna gitmekti. "Düşmanını tanımak, kendini güçlendirmekten daha önemlidir. Düşmanından gelecek darbeyi bilmeden salladığın yumruklar boşa gider."
Donuk bir şekilde bana baktı. Benden nefret ettiğine emindim.O nefret, eski pas kokusu gibi ağırdı, nefes aldığımda ciğerlerimi yakıyordu. Öfkesi, yüzündeki kasların gerilmesinden, çenesini sıkarken damarlarının belirginleşmesinden belliydi.
Soba çıtırtıları yankılandı odada, bir odun patladı, kısa bir kıvılcım sıçradı, loş ışıkta bir anlığına onun yüzünü daha net gördüm. Başımı yana eğip onu süzdüm, göz bebeklerimin yandığını hissederek. Kirpiklerim birbirine yapışıyordu, ama gözlerimi kırpmadım. Onun bakışlarını kesmek istemedim, nefretimi ona akıtır gibi baktım. Aramızdaki o rutubet kokulu havada, nefes alışlarımızın sesi bile duyuluyordu.
Ayağa kalktı. Bir adım attı bana doğru. Adımlarının sesi tahta zeminde gıcırdadı, sanki her adımı, içimdeki bir hatıranın üzerine basıyordu. Elini cebine attı, yavaş bir hareketti bu, beni korkutmak istediğini biliyordum. Elini çıkardığında küçük bir çakı tutuyordu parmaklarının arasında. Metal, sobanın ışığında parladı, bir an gözümü aldı.
Çakıyı yüzünde gezdireceğini sanarken, bacağıma sürttü. Oradan yukarı doğru çıkmaya başladığında olduğum yerde bağlı olduğum sandalyeyle beraber hareket etmeye çalıştım. Bu esnada o bıçağı kasıklarımda durdumuş ve aynen şu cümleyi kurmuştu. "Komutana acı vermek için güzel bir seçim." En son başımı biraz geri çekip var gücümle yüzüne vurdum. Ben yüzümün acısıyla yüzümü buruşturmaya dahi yeltenemezken Akgün olduğu yerden fırlayıp beni başımdan tutarak yüzüme bir tokat vurdu.
Dudağımın sızısını çok net hissederken, ince bir çizgi halinde olduğundan emin olduğum kan dudağımık kenarından akıyordu. "Siktiğimin piçleri!" Diye bağırdım. Başımı omzuma doğru yatırarak dudağımın kenarını omzuma sildim. "Orospu çocukları! Kendi ellerimle geberteceğim sizi!"
Ben bağırmaya devam ettim. Dakikalarca beyinlerini bu şekilde siktikten sonra sustum. Faydası yoktu, ama ikisinin de kafasını böyle doldurmak tam istediğim şeydi.
O an, kafa attığım adamdan hiç beklemediğim bir cümle geldi.
"Supa Liyan." Dedi. "Şirket'in yöneticisi."
🔗
Hatay
Zaman durmuştu o an onlar için. Soğuk bir hastane koridorunda bekleyen Alper ve Emre'nin bakışları ameliyathanenin kapısındaydı. Üzerlerindeki beyaz gömlek ve siyah kumaş pantolonların ufak buçuk yerlerinde kan vardı. Kardeşlerinin kanı.
Yan yana, yerde duvara yaslanmış halde duruyorlardı. Ağlayamıyorlardı.
"Ablası?" Diye yutkunarak zorlukla konuştu, Emre.
Kerem'in sadece ablası vardı. Annesini uzun bir süre önce kanserden, babasını ise kalp krizinden dolayı kaybetmişti. Ablasına çok düşkün bir çocuktu, Kerem. Onu aramadan yapamazdı. Tek ailesi oydu çünkü.
Alper donuk bakışlarla ve korkutucu bir şekilde sakin olan ses tonuyla konuştu. "Haber verdiler." Kaşlarını çattı. Anlamaya çalıştı içindeki durumu.
Ölüm gelirken geldim demiyordu da. Gelince çok güzel belli ediyordu. İnsan ne olduğunu bile anlayamadan hayattaki en gerçek olayla karşı karşıya kalıyor, ne yapacağını şaşırıyordu. İnsanla karşı karşıya gelen ölüm, insana bir göğüskafesi ağrısı olarak iz bırakıp çekip gidiyordu. Geride kalan, bir ömür göğüskafesindeki o ağrı ile yaşamaya mahkum kalıyordu. Nefes almayı istemiyordu insan, nefes aldıkça acıyordu içi.
"Astsubaylık okulundayken." Dedi Alper yavaş yavaş. Gözlerini, diz kapaklarına yasladığı ellerine baktı. Ellerindeki kan lekelerine. Gözleri o pıhtı halindeki kanlarda gezindi, çekmedi hiç. Sağ elinde daha çoktu. Yarasına o kürkü bastırırken bulaşmıştı. "Kerem çok çekingen bir çocuktu. Hiç konuşmazdı. Ama zehir gibi çocuktu. Tüm okul hayrandı adama." Boğazıma oturan yumru ile durdu, Alper. İç çekti. "Bir gün aldım bunu karşıma." Avucunu açıp ileriye doğru uzattı sanki birisi varmış gibi. "Oğlum dedim bak, böyle olmaz." Güldü Alper. Gözleri dolmaya başlarken de gülmeye devam etti. "O gün bana bir kere kardeşim dedi, bir daha da bırakmadı peşimi." Elini yüzüne kapattı kanları umursamadan. "Ulan, Kerem! Yaktın lan içimi!"
Bir elini yüzüne kapatmışken, diğer elini kalbinin üzerine vurdu. "Delip geçtin lan yüreğimi!" Bir kez daha vurdu. Bir nefes aldı ağlamasının arasından. Bir kere daha vurdu. Emre hızlıca onun elini tutup ona sarılırken "Dur!" Dedi. "Dur yaşayacak dur!"
Koridorda ikisinden bahka kimse yoktu. Diğerleri askeriyede Elfida'nın peşine düşmüştü. Plan yapıyorlardı. Barın Alp zaten bitik haldeydi, Alper ve Emre hastane koridorundaydı. Koridorda sessizlik hâkimdi. Sadece boğuk bir bip sesi, nefeslerin kırık dökük ritmi ve duvara çarpıp yankılanan hıçkırıklar kalmıştı geriye.
O sırada, başka bir yerde, başka bir sessizlik vardı.
Askeriyenin koridorları da sessizdi ama o sessizlik başka bir sessizlikti. Bir fırtınanın sessizliği…
Barın Alp, odasının kapısını kapatıp sırtını kapıya yasladı. Yavaşça yere doğru kayıp kalçasını yere koydu. Ellerini kucağındaki kürkten çekip başına götürüp saçlarını çekti. Nefesi, tetiğe dokunan bir parmak gibi titriyordu.
Gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı ama yetmedi, sanki ciğerlerine dolan hava içindeki yangını büyüttü. Ellerini saçlarına götürdü, parmakları arasında kırık nefesler, gece sessizliğine karıştı.
Kucağında Elfida'nın kürkü, elinde kerem'in ona verdiği kurşun vardı. Bir gün poligonda antrenman sonrası gülerek bırakmıştı, “Abi bu kurşun sana şans getirir.” demişti. Şimdi o kurşun orada öylece duruyor, Barın Alp’in gözlerinin içine bakar gibi bakıyordu.
Elini uzattı, kurşunu aldı. Avucunda sıktı. Elinin içi terledi, metal soğuktu. Dudakları titredi, “Lan Kerem…” diye mırıldandı. Sesi odada yankılanmadı bile, boğazına takıldı kaldı. Başını eğdi, alnı neredeyse avucundaki kurşuna değdi.
Bir nefes aldı, ağır bir nefes. Gözlerini kapattı.
Elfida’nın sesi geldi aklına, bir zamanlar gülerek “Sana bir şey olursa var ya…” diye başlayan cümlesini hatırladı. Sonunu hiç getirmemişti. Şimdi, ona bir şey olmuştu işte. Ve o, odasında delirmek üzereydi.
"Ne yapayım ben şimdi?" Dedi çaresizce. Elindeki kurşuna bakarken. Başını geriye yaslayıp kapıya vurdu. "Ne yapayım canımın içi, kimin peşine düşeyim?" Durdu bir süre. Bekledi. Tavanı izlerken aklına yavaş yavaş oturmaya başlayan o düşünce ile aniden ayağa fırladı. Kurşunu cebine atarak, beyaz gömleğinin üzerine taktığı yeşil kravatı çekip çıkardı başından. Kenara fırlattı.
Bir çırpıda ayağa kalkıp kucağındaki siyah kürke baktı. Elleri titriyordu. Burnunu çekti bir an. Kürkü yavaşça yüzüne yaklaştırdı, o asla unutamadığı çiçeksi koku kan kokusu ile karışmıştı. İçine çekti. Her nefeste bir yemin etti. Birkaç adımda masasına yürüyüp kürkü sandalyeye düzgünce yerleştirdi. Masanın üzerindeki silahı aldığı gibi belindeki diğer silahın yanıma taktı. Hızlı adımlarla odasındna çıkıp koridordaki askerlerin selamına karşılık dahi vermeden merdivenlere yürüdü.
İk katlık merdiveni saniyeler içerisinde inip koridorun en dip kısmındaki sorgu odasına girdi. Girdiği gibi içerideki yatakta dizlerini kendine çekip oturan Sara'ya döndü.
Sara'nım mavi gözleri, Barın Alp'in mavi gözlerine değdi.
Barın Alp elini beline atıp silahını çıkardı. Onun yanına yürüyüp sol diz kapağını yatağın yumuşak zeminine yaslayıp silahı da şakağına dayadı. "Haberin var mıydı?" Dedi sesini tüm odada yankı edecek şekilde.
Sara'nın anlamsız boş bakışlarına karşılık iyice sinirlendiğinde, silahı şakağına daha sert bastırdı. Yüzünü buruşturup geriye çekilmeye çalışan kadını sıkıca tutup konuşması için baskı uygulamaya devam etti. "Konuş! Konuşmazsan sökeceğim dilini!" Ses gelmedi, Sara'dan.
Barın Alp, başını sallayarak geriye çekildi. Silahın ettiğini çekerek bir adım geriye durarak silahı ona doğrulttu. "On saniyen var. Bana evet ya da hayır diyeceksin." Dişlerini sıkmaya başladığı, alnındaki damarların belirginleşmeye ile açığa çıktığında yutkundu. "Sadece beş saniyen kaldı."
O beş saniye içinde içeriye tam anlamıyla dalan Yasin, Barın Alp'in elindeki silahla sarılıp onu duvara iterken Asya ve Akın Sara'nın önüne siper olarak gelecek herhangi bir saldırıya karşı onu korumaya çalıştı.
"Bırak lan!" Diye bağırdı Barın Alp. Kollarını tutan, en az onun kadar cüsseli olan Yasin'e baktı. "Bırakmazsan hakkımı helal etmem! Siktir git! Çıkın lan odadan!" Yasin'i bir çırpıda ittirip ileri yürüdüğü sırada karşısındaki iki kişiye baktı. "Odadan çıkın! Son emrim!"
Kapıdan gelen ayrı bir ses ile hepsi kapıya döndü.
"Komutan Yıldırım, odama." Dedi Yarbay Sinan.
Barın Alp, Yasin'e görüşeceğiz der gibi bakıp kocaman adımlarla elindeki silahı beline takıp yürüdü. Merdivenleri Yarbay'ın ardından çıkıp koridorda yürürken üzerindeki gömleğin açılan birkaç düğmesini kapattı. Bu esnada yarbay arkasına bile bakmadan "Kamuflajlarını giy. Odama gel. Bir asker gibi." Dedi. "Sevdiğini kaybetmeye yakın bir adam gibi değil." Diye eklendiğinde, arkasında donakalan mavi gözlerin sahibini düşünmemişti.
Yarbay odasına girerken o da kendi odasına gidip sadece birkaç dakikada üzerindeki gömlek ve pantolondan kurtulup kamuflajlarını giyerek askeri botları ayaklarına geçirdi. Masasının üzerine bıraktığı telefonunu alarak kilidi tuşladı.
11.01
O dört sayıyı girerken dahi içinin sızladığını biliyordu. Aklını yitirmek üzereydi.
İz yoktu. Elfida yoktu.
Telefonu kamuflajının cebine koyup kapıya yürüdü kapı kulpunu sertçe alıp dışarı çıkınca aynı hışımla kapıyı çarparak yarbayon odasına gitti. İçeriden gelen gel sesiyle odaya girdikten sonra Yarbay Sinan'ın bakışlarının esiri olarak kaldı bir süre. Ona gösterildiği gibi ortadaki sandalyeye oturdu.
"Bak Yıldırım." Diyerek söze başladı yarbay. "Yıllardır, hatta yüzyıllardır hain vakaları ile uğraşıyoruz. Ve bunu en iyi sen bilirsin, asla da bize karşı zarar verebilecek kapasitede değiller."
Sözünü kesti, Barın Alp. "Nişanlım," dedi bastıra bastıra. "Ellerinde." Sağ elini yumruk yapıp tırnaklarını avuç içlerine batırdı. Karşısındaki yarbay ona umutsuzca bakarken, bastırabildiği kadar batırdı tırnaklarını.
Sonra düşündü, o ne haldeydi? Diye. Zarar vermişler midir? Diye. Düşünüp durdu.
"Sözünü kesme. Dinle. Sevdiğine zarar gelen tek asker sen değilsin, ilk olmadın." Diye sert ve uyarır bir deste konuştu yarbay. Bakışlarını kaçırarak masadan siyah kılıflı bir telefonu havaya kaldırdı.
Telefonu görür görmez tanıdı, Barın Alp. Dudakları aralanırken, yumruk yaptığı eli gevşedi.
"Büge ile, senin göreve gittiğin bir hafta boyunca tam on dokuz arama yapmış." Sözlerini işittiğinde dikkatle dinlemeye başladı. Yarbay telefonu ona uzattığında ayağa kalkıp telefonu eline aldı. Ekrana baktı. Kilidi açmak için kaydırdığı sırada bir şifre olduğunu görünce duraksadı.
Direkt o sayıları tuşladı. 02042000
Yalan bir tarihi, bir kadına gerçek diye aşılamışlardı.
Yalan bir ömrün içinde, doğru duyguları hissederken korkuyorlardı.
"Ne konuşmuşlar?" Diye sordu başını kaldırıp yarbaya bakarken.
Yarbay omuz silkti. "Sinyal karıştırıcı, yüksek güvenlik önemleri gibi birçok önlemi aldığı için bilemiyoruz." Durdu. "Barın." Dedi uzun süre sonra ilk kez ismiyle seslenip gerginliğini belli ederek. "En ufak olayda bile bu kadar önlem alan bir kadını nasıl yıllarca..." Derin bir nefes aldı. "Bitmek üzereydi her şey. Son iki operasyonumuz vardı. Şirket tamamen silinecekken tepetaklak oldu."
"Komutanım," dedi Barın Alp. "Timimi toplayıp çıkacağım."
Yarbay ayağa kalktığında o da karşısında dik bir duruş ile bekliyordu. "Ne yapacaksın? Hiçbir şey belli değil."
"Gerekirse karış karış bu dünyayı ararım." Dedi net bir şekilde. "Yine de yıllardır korumakla yükümlü olduğum nişanlımı onların eline bırakmam."
Karşı karşıya geldiler. Beklediler bir süre. Başını salladı Sinan. Eliyle kapıyı gösterdi. Barın Alp ise anında bir selamda durup, komut gelince odadan çıktı. Askeriyenin uzun koridoru yürüdüğü her an iyice uzuyor gibi geliyordu. Operasyon planlama odasına inmeden önce koğuşun girişinde durdu.
"Tim toplan!"
Koğuşun içindeki herkes, geldiklerinden beri bilgi toplamaya çalışıyordu. Herkes eline birkaç şey alıp koğuştan çıkarak operasyonun yapıldığı odaya girdi.
"Kerem'den haber geldi mi?" Diye sordu eline büyük ekranın kumandasını alıp açarken.
Ömer bakışlarını telefonuna gelen mesajdan çekti. "Durumu ağırmış komutanım. Ameliyat bitmiş ama yoğun bakımda."
Odanın içinde birkaç tıkırtı haricindeki sesler kesildi. Barın Alp hızlıca üzerinde çalışacakları dosyayı açarak iki yüz ve isimleri ekrana yansıttı.
"Akgün'ün üzeri. Her şeyi başlatan kişi." Kumandayı sertçe ortadaki masaya bıraktı.
Gözleri masanın etrafında daire oluşturmuş askerlerinin üzerinde gezindi.
Bir kayıp vermemek için herşeyi yapabilecek durumdaydı.
"Yaltı, karargah ile iletişime geç." Dedi emir vermeye Yaltı'dan başlayarak. Bakışları masanın ucundaki Yasin'e dokundu. "Silahları hazırla. Tek bir sorun istemiyorum. Mühimmatlar tanklara ve helikopterlere yüklensin."
İkisi de aynı cümleleri söyledi. "Emredersiniz komutanım." Yasin odanın diğer bölümündeki cam kapıyı açarak tüm askeri mühimmatı gözleri önüne serdi. Bir kulağı içeride konuşulanlardaydı.
"Asya, Akın, Ömer. Elfida'nın kolyesinden gelen son konumu analiz edin. Karargaha da gönderin." Diye devam etti Barın Alp. Emir verdikleri hızlıca işlerini yapmaya koyulurken, ekrana bağlanan teşkilat binasının bağlantısı ile oraya döndü.
Ekranda Bulut ve İlkay koltuklarında ekran başında oturuyor, diğerleri ise sırayla Büge, Arif, Demir olarak ortada ayakta duruyorlardı.
"Başkanım." Dedi, Barın Alp.
"Haberleri aldık. Hiç şüpheniz olmasın, Elfida için elimizden gelenin çok çok daha fazlasını yapıyoruz." Başı dikleşti, Arif'in. "Vatanımın hiçbir evladını bırakacak değilim."
Onaylar bir şekilde başımı salladı, Barın Alp. Araya giren Yaltı, bilgisayarını komutanının önüne ittirerek konuşmaya başladı. "Sinyal Kuzey Irak'ta kesiliyor. Daha sonrası yok."
"Bende de aynı şekilde görünüyor. Tam konum gösterebilirim." Diye Yaltı'dan yola çıkarak konuştu, İlkay.
Net bir cevap verdi, Barın Alp "Ne gerekiyorsa o."
Ekrana düşen tam konum ile hepsi masanın bir ucunda toplanıp konuma baktı.
Kuzey Irak, Sınırı
"Ne yani?" Diye sordu, Ömer anlamayarak. "Böyle önemli bir kadını, sınıra götürmüş olamazlar değil mi? Gidip kolayla alacağımızı biliyor olmalılar."
Barın Alp başını kaldırarak karşıdaki ekrana baktı. Derin bir nefes alarak, işlerini kolaylaştıracak o noktaya geldi. "Şirket, Elfida'yı sadece benim nişanlım, ve Hakan Türkeç'in kızı olarak biliyor." Bakışlar ona döndü. "Birde bir polis memuru olarak. Ama bunun önemi yok. Elfida, şuan onların gözünde sadece bir piyon."
Büge ekrana bakarken başını öne eğdi, saçlarının bir kısmı yana düştü. Parmakları masanın kenarını tutuyordu, fark etmeden sımsıkı kavramıştı. Elfida onun sadece bir mesai arkadaşı değildi; kardeşiydi, canıydı. Gözleri doldu ama hızlıca kırpıştırıp toparladı. Sesi hafif titreyerek konuştu:
“Çok önemli bir personelimiz… onların elinde.”
Büge, ekrana düşen konuma bakarken ellerinin titremesine engel olamadı. O anda, ilk defa gerçekten kaybetmekten korktuğunu hissetti.
"Doğru." dedi Barın Alp, gözleri ekrandaki haritaya sabitlenmiş halde. Nefesi düzensizdi ama kendini tutuyordu. "Ama şunu unutmayın, o sadece personel değil. Onun elinde şirketi bitirecek kadar bilgi var. Ve onların bundan haberi yok."
Masada bir sessizlik oldu. O an herkes ne demek istediğini anladı.
"Yani…" dedi Asya kısık sesle, gözleri dolmuş, ama yutkunarak konuşmuştu, "Onlar öğrenirse…"
"Evet." dedi Barın Alp net bir şekilde, bakışları buz gibi oldu. "Elfida'yı..." Getiremedi devamını. Susup yutkundu. Böyle bir ihtimale izin vermeyecekti. Vermezdi.
Büge sessizliği bozdu. "O zaman ne duruyoruz! Hadi, çıkalım, alalım Elfida'yı oradan! Ben... ben direkt sınıra geçerim." Telaşlı sesine karşılık Demir'in bakışları ona döndü. İçi gider gibi baktı, sarı saçlarını geriye atan kadına.
Barın Alp gözlerini Büge'ye çevirdi, uzun süre baktı. "Bu, o kadar kolay değil."
Kumandayı eline alıp haritada işaretlediği noktaya odaklandı, sesi soğuk, kararlı ve lider tonundaydı. Dikkatinin tamamını toplayarak, Elfida'nın gözlerini aklından çıkarmaya çalıştı. Kaçırılmadan hemen önce, ona sarılışını, acı çekerken olan bakışlarını... Hamilelik testi sözünü. Yapamadı. Sertçe yutkundu yine.
"Orası, sınır hattına yakın. Etrafı mayınlı arazilerle dolu, dron radarları var, telsiz kestirme ekipmanları var. Öyle elini kolunu sallayarak girilmez. Ve içerideki herhangi bir patlama ya da çatışmada, Elfida zarar görebilir." Kafasını yavaşça sağa sola salladı. "Bu operasyon, doğru planlanmazsa sadece Elfida'yı ka-kaybederiz." Sesi titredi.
Kayıplar onun için çok fazlayken, bunu kaldıramazdı.
Asya, derin bir nefes aldı. "Bir planın var mı, komutanım?"
Gözlerini kapattı, bir an yine Elfida'nın gülüşü, bir çatışma sonrası sessizce başını omzuna yaslaması geldi aklına. Ciğerinin acısı biraz daha büyüdü ama sesi kararlıydı. "Var." Dedi.
Kumandayı bıraktı, herkesin gözlerine teker teker bakarak konuşmaya başladı. "Bu operasyon iki aşamalı olacak. Bir: Sınır bölgesinde dikkat dağıtmak için sahte bir operasyon tertip edeceğiz. Sınırdan sızma ekibi gibi davranacaklar. Onları meşgul edeceğiz. İki: Asıl tim, kuzeyden değil, doğu hattındaki dağlık araziden gece sızacak. Sessiz, iz bırakmadan." Son olarak konuyu toparlama amaçlı son kez konuştu. "Yani, bir timi Kuzey'den gönderip dikkat dağıtırken, Doğu'dan girip gelen sinyale göre asıl operasyonu gerçekleştireceğiz."
Bir bildirim sesi ile elini cebine atarak telefonunu çıkardı. O tanıdık numaradan gelen mesajlara tıkladığında mesajları okudu.
0555*******: Planda bu yoktu. Her şey değişecek.
0555*******: Amacımız değişti. Yeni plana geçiyoruz. Ölü ya da diri değil, sapasağlam alıp geleceksiniz onu. Kalan son iki operasyon iptal, bu operasyonda yapılan her şey Milli İstihbarat Teşkilatı ve Özel Kuvvetlerin kıdemli bir düşmanını yenilgiye uğratması için önemli bir adım.
0555*******: Ve onu almak için.
0555*******: Operasyon Adı: Elfida Türkeç.
0555*******: Başlayın.
🔗
Hastane
22.00
Koridorun sağ tarafından gelen hareketlilik ile o tarafa dönen Alper, karşısında komutanını görünce ayaklandı. Barın Alp, eliyle olduğu yerde kalmasını işaret edince Alper tekrar koridordaki sandalyelere oturdu.
Gözleri şiş, üstü başı kırış kırış olmuş saçları dağılmıştı. Bitmiş haldeydi.
"Ağır diyorlar." Dedi zorlukla. Tahriş olan sesini yanındaki herkes duymuştu. Bakışlarını karşısında duran, kendisinin halinden pek bir farkı olmayan komutanına çevirdi. "Komutanım." Dedi derin bir nefes almaya çalışırken. "Kardeşim ölüyor."
Barın Alp, yanına oturduğu Alper'i kendisine çekip hızla sarıldı. Sırtını sıvazladı bir süre. Bir baba şevkatiyle. "Sakın," dedi. "Yok öyle bir şey oğlum. Kerem lan bu, bırakır mı bizi?"
Alper ondan ayrılınca "Elfida? Ondan haber var mı?" Diye sordu.
Bunca durum öyle üst üste gelmişti ki. Hangi birinin peşine düşeceklerini dahi çözemiyorlardı. "Var." Dedi Barın Alp. "Yani var gibi." Sıkıntıyla bir nefes verdi. "Operasyon planı hazır, bu sabah çıkıyoruz. Ama..." Yutkunuşuyla durdu.
Devam edemediğini anlayan sadece Yasin'di. Elini onun omzuna koyarak ona destek verdiğinde Barın Alp göğsü inip kalkacak şekilde nefes aldı.
"İkisine de bir şey olmayacak." Dedi Asya. Kamuflajını giydiğinde bambaşka birisi oluyor, sert ifadesi yüzünden hiç düşmüyordu.
"Umarım." Dedi, Alper. Gözlerini yukarı dikti. Dua eder gibi dudaklarını kıpırdattı. Hastanede yatan kardeşine de, ülkenin sınırında duran yaşayıp yaşamadığı belli olmayan arkadaşına da dua etmekten başka çaresi kalmadı.
Aradan geçen yarım saatte, ne doktorlardan ne de Kerem'den tık yoktu. Bomboş koridorda yalnızca yeni temizlendiği için kokan deterjan kokusu vardı. Ses yoktu. Buz gibiydi koridor.
En soğuk terler hastane koridorları olurdu. Yaşama çabası veren bedenler hastane odalarında, onları bekleyen ruhsuz bedenler ise koridorda beklerdi.
Telefonu tanıdık bir melodi ile çalan Barın Alp hızla telefonunu çıkardı. Ekrandaki yazıya bakıp telefonu açtı. "Komutanım?" Dedi.
Herkes ona dönerken o tek bir noktaya gözleri dalmış halde telefonla konuşmaya devam etti.
"Karargaha gelin. Timi topla."
Bir cümle ile aklında binlerve senaryo döndü Barın Alp'in.
Şehit mi olmuştu? Elfida'ya zarar mı vermişlerdi? Takas mı isteyeceklerdi?
Durdu bir süre.
Ya Elfida hamileyse? Diye düşündü telefonu kapatmadan önce. Ya hem nişanlımı hem bebeğimi kaybedersem? Diye düşündü.
Telefon hızla kapanırken ayağa kalktı. "Tim toplan." Diye emri verip Alper'e döndü. "Kerem'in yanında kal, orası bize burası sana emanet." Son kez ona dostça sarıldıktan sonra timle beraner hastaneden çıkıp, bahçedeki araca binerek karargaha geçene kadar kafasında tilki gibi dönen düşüncelerle cebelleşti.
Kısa bir süre sonra askeriyenin önünde duran araçtan hepsi sırayla indi. En önde Barın Alp, onun yanında Yasin arkalarında ise diğerleri olacak şekilde askeriyeye girdiler.
"Ne geçiyor kafandan?" Diye sordu Yasin sadece onun duyacağı şekilde.
Cevap verdi Barın Alp "Hepsini bu topraklardan atıp, parçalarını da çıktıkları yere sokmayı." Bastır bastıra söylediği cümleyle içeri girdiklerinde Yarbay'ın söylediği gibi direkt operasyon odasına geçtiler. İçeride bekleyen Yarbay Sinan Özen, Albay Teyfik Çakırco ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mustafa Özmen sırayla dizilmiş yüzlerindeki donuk ifade ile onları karşılamışlardı.
Askeri selamı ile karşılarında duran İsimsizler timi'nin selamını alıp oturmalarını emrettikten sonra, masanın bir ucuna Barın Alp diğer ucuna ise Mustafa Özmen oturdu. Albay ve Yarbay ise onun iki yanında geçtiğinde içerideki ölüm sessizliğini Barın Alp bozdu.
"Bir sorun mu var, komutanım?" Dedi sertçe. Mavi bakışları karşısındaki komutanın üzerinde gezindi çaresizce.
Sadece dua etti bir şey olmaması için.
Ona bakmaya cesaret etmeden önüne bakarak konuşmaya başladı Mustafa. Boğazını temizledi ilk önce. "Karargahımıza internet üzerinden bir video iletildi." Dedi. "Ve sandığımıza göre bir video daha yüklenecek." Çenesini biraz kaldırıp cesaretle Barın Alp'in yüzüne baktı. "Elfida'nın olduğu bir video."
Donup kaldı birkaç saniye. Daha sonra aniden ayağa kalkıp ekranın kumandasını eline alatak bilgisayarı önüne çekti. Onun kolunu tutan Akın'ı ittirerek gelen videoyu bulmaya koyuldu.
"Barın." Dedi uyarır gibi, Sinan.
Umursamadan devam etti Barın Alp. Son yüklenen dosyayı görünce tıkladı. Başını kaldırıp karşısındaki ekrana baktı.
En son hali yeşili elbisesi ile gördüğü kadının, yabancı yırtıp pırtık kıyafetlerin içinde bitkin halini görünce başından aşağı kaynar sular döküldü. Tahta bir sandalyede, kolları sabitlenmiş, ayak bilekleri bağlanmoş halde duruyordu. Yanında ise Akgün vardı, yüzünde maskesi ile.
"Elfida?" Dedi fısıldayarak. Kalbine giren ağrıyı sindirmeye dahi çalışmadı. Ağrıdıkça ağrıdı kalbi. İçi titredi sanki, bakışları onun üzerinden ayrılmazken videodaki Akgün konuşmaya başladı.
"Şirket ve Örgüt'ten Türk İstihbaratına son uyarımızdır. Yanımdaki kadının sizin personelleriniz için çok değerli olduğunu biliyoruz. Sara, Said ile birlikte son yapılan uluslararası anlaşmanın dosyasını bize ulaştırırsanız." Durdu Akgün. Yanındaki Elfida'ya baktı. Elindeki tüfeğin ucunu onun şakasına dayadığında tekrar konuştu. "Bu güzel kadının kılına bile zarar gelmeden takası gerçekleştiririz."
Elfida videoda onaylamaz bir şekilde başını sağa sola sallıyordu. Dudaklarını okudu Barın Alp. "Hayır." Diyordu. "Yapmayacaksınız." Demişti.
Barın Alp olduğu yerde ayakta bile duramayacak duruma geldiğinde ellerini masaha yasladı. Ama bakışlarını bir an olsun o videodan çekmedi.
Bu esnada Akgün, elindeki silahın baş kısmını sertçe Elfida'nın şakasına vurdu. "Olur da, bunu reddederseniz. Bu güzel yüz dağılır." Dişlerini sıka sıka bir ses çıkarmamak için direndi Elfida.
Anladı canının yandığını, Barın Alp.
Video kapandığında komutanına döndü, Barın Alp. "Durmamı beklemeyin." Dedi sadece.
"Durmam gerekiyor. Takas yapamayız, eğer yapamayacağımızı söylersek ona zarar vereceklerini hepimiz biliyoruz." Dedi Sinan sert bir sesle. Sesi onun kulaklarında yankılanırken ellerini masadan çekip sağ elini ensesine atıp saçlarını çekiştirdi. "Kusura bakmayın, komutanım." Der demez odadan çıktığı gibi iki katın merdivenini saniyeler içinde çıkarak güvenlik kapısını geçerek askeriyenin bahçesine çıktı.
Saat gece yarısına gelmişti. Etraf karanlıktı, soğuktu.
Üşürdü. Üşürdü, benim canımın içi. Çok üşürdü. Elleri ısınmaz onun, buz gibidir. Hasta olur.
Elini cebine attığı gibi paket sigarasını açtı. İçinden bir dal çıkarıp, yine aynı cebindeki çakmağı aldı. Yaktığı sigarasını dudaklarının arasına götürdüğünde ikisini de cebine attı. Sonra da karşıda duran banka oturup dirseklerini bacaklarına yaslayıp eğilerek orada oturdu. Her çektiği dumanda bir çıkış yolu aradı.
"Allah'ım bir yol göster." Dedi içli içli nefesler alırken. İşaret ve orta parmağının arasında tuttuğu sigarayı banka hafifçe vurarak külünü bıraktı yere. Tekrar dudaklarıma götürdü.
"Ne yapacağım?" Diye fısıldadı. Bu kez başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Karanlık, yıldızların tek tük göründüğü o geceye baktı. Bakışlarını oradan ayırmasına neden olan şey yine bir telefon sesi olduğunda sigarasını dudaklarından çekip telefonunu aldı. Ekrana baktı.
Sıkıntı içinde o numaradan gelen aramayı kabul edip telefonu kulağına dayadı. "Alo?" Dedi pürüzlü bir sesle.
"O odaya girip, onu bulmak için benim gibi çabalıyorsun. Onu korumakla yükümlüysen, yapmak zorundasın." Dedi telefondaki ses tane tane.
"Ne yapayım? Elimden hiçbir şey gelmiyor! Takas istiyorlar? Devletimle nişanlım arasında nasıl seçim yapayım?" Diye mantıklı bir şekilde soru sordu Barın Alp.
Telefondan bir süre ses gelmedi. Bekledi ikisi de. Rüzgar esmeye başlarken dumanı rüzgara karıştırarak devam etti sigarasına. Aldığı her nefeste içine dolan havayı, gözyaşı sayıyordu.
"Bir Özel Harekat timi ayarladık. Planladığın operasyonda Kuzey'den girecek olan tim onlar. Planladığını uygula, onu alıp gel. Bu işi bitir."
Telefonu kapatmamak için direndi bir süre. İçinden küfürler savunurken o video geldi yine aklına.
Daha fazlasını yaparlarsa ne olacaktı?
Birkaç dakika içinde telefonu kapatırken sigarasını yere bırakıp askeri botları ile sertçe ezdi. Telefonunu kucağına bırakarak başını elleri arasına aldı. Yüzünü sıvazlayıp düşünmeye devam etti. Başka çaresi yoktu, bunu biliyordu.
Canını ortaya koyacaktı. Elfida'yı oradan alacaktı.
Gerekirse güzellikle, gerekirse kanla.
Ama alacaktı.
Telefonunu kucağından alarak ayağa fırladı. Botları yere sertçe vurup, zelzelenin yaklaştığının habercisi olurken askeriyeye geri girdi. Operasyon odasının kapısını açar açmaz yürürken düşündüğü cümleleri dudaklarından dışarı itti.
"Sabah beşte herkes hazır olsun." Dedi emir veren bir sesle. "Elfida Türkeç'i oradan alıyoruz." Gözleri odanın içindekilerde gezinirken sonunda yarbayın üzerinde durdu. "Kanla ya da ölümle. Ama alacağız."
🔗
Kuzey Irak, Sınır
Elfida Türkeç
Yolun sonunu hiçbir zaman kestirememiştim. Öngörülerime göre bu vatan uğrunda can veren isimsiz onlarca askerden birisi olacaktım. Başka seçenek yoktu. Bu bana gurur verirdi, ancak geride bırakacaklarımı hiçbir zaman düşünmemiştim.
Şimdi ise, karşımdaki kamera kapanırken gönderilen video yüzünden Hatay'dakilerim ayaklanmasını düşünüyordum.
Kaldığımız yerde muhtemelen bu adamlar için çalışan kadınlardan birisi bana birkaç kıyafet verdi. Ne kadar kirli hissettiğimi ifade etmek zordu. Tenimi yüzmek istiyordum. Apar topar giydirilen kıyafetlerden sonra kargaşanın içinde ellerimi tekrar bağlamamışlardı. Ben köşede otururken anladığım kadarıyla burayı bulacaklarını düşünerek başka bir bölgeye ya da sığınağa beni götüreceklerdi.
Ben onları izlerken fısırdaşarak konuştuklarını fark etmemle donup kalarak tüm dikkatini oraya verdim.
"Sincar'a götürecekmişiz kadını. Kamplardan birisine. Teller var, elektrikli giremez dedi, Supa." Diye yanındaki adama yaklaşarak konuştu, Akgün.
Sincar, kamp, teller...
Tabii, ya! Nereye götüreceklerdi başka? Kuzey Irak'tan çıkamazlardı, çıkmaya çalıştıkları ilk anda sınırda hepsi patlardı. PKK kapına götüreceklerdi.
Onlar eşyalarını toplarken köşede oturan benim başımda o kadın vardı. Elinde silah, diğerlerinden farklı olmayan nefret dolu bakışlarıyla bana bakıyordu.
Teröristin birisi benim silah arkadaşlarımın canına kıyacak, vatanseverim diyen bende bu kadını gebertmeyeceğim, öyle mi?
Sikerler böyle düzeni.
Kurtulur kurtulmaz ilk işim sizi gebertmek.
Etrafı gözlerimle bir güzel taradım. Bu esnada gözüme çarpan küçük cam parçasını görünce onu almam gerektiğini düşündüm. Ama cam parçası kadının arkasında duruyordu.
Bir yolunu bul, bir yolunu bul.
Başımı kaldırdım. Kadına bakarak dümdüz bir ifade ile "Tuvalete gitmem gerek." Dedim.
Umursamaz bakışları üzerimde gezinirken omuz silkti. "Yap altına. Kahyan mıyız biz senin?"
Gözlerimi devirerek bir nefes almaya çalıştım ama ortamın rutubetli duvarları sağ olsun buna pek izin vermedi. "Bak gerizekalı." Dedi dişlerimi sıkarken. "Tuvalete gideceğim, sonra ne bokum yiyorsanız yiyin. Çıkana kadar beyninizi sikerim burada. O zaman da dersin," durdum. Onun taklidini yaparak "Kahyan mıyız biz senin, diye."
Sanırım gitmezsem daha çok konuşacağımı anlayınca yere eğilip silahını arkasına bıraktı. Tabii yanına bırakmayacak. En azından biraz kafaları çalışıyor. Bunu görmek de güzel.
Ayaklarımdaki ipi çözdüğünde ayağa kalktım ama uzun süredir oturduğum için bacaklarımın uyuşması ile topallayarak yürüyordum. Kadın benim önden gitmem için beklediğinde ileri bir adım attım. Cam parçasını bana verdikleri o lastik ayakkabının altına alarak, halı olduğu için ses çıkarmayacağını düşünerek ayağımı yerde sürterek hole çıktım.
Dış kapının yanında bir kapı daha vardı. Ben ileri yürürken arkamdan girmeye çalıştığında olduğum yerde durup ona döndüm. "Hayırdır?" Dedim önemi kaldırarak. "Ortak falan mıyız? Birlikte mi gireceğiz?"
"Senin bu tantanaların ne zaman biter tahminen?" Dedi bozuk Türkçesi ile. Konuşamıyorsan başka dil konuşamıyorsan başka dil konuş gerizekalı. Ne diye güzelim dilimi heba ediyorsun?
Dişlerimi göstere göstere gıcık bir şekilde gülümsedim. "Hiçbir zaman."
Tuvalete girip kapıyı sertçe kapattıktan sonra ayağını kaldırıp altındaki beş altı santimlik cam parçasını eğilerek elime aldım. Kapıda bekliyordu, çok zamanım yoktu.
Bununla tahta ya da köpük bir zemini çizebilirdim. Etrafımda dönerek içeriyi incelediğim sırada, bir tahta parçasının üzerine koyulan aynayı gördüğümde sessizce aynayı asıldığı yerden çıkarıp arkasını çevirdim. Bu sırada yere çöktüm.
Türkçe mi yazacaktım? Gelip bakarsa burada kafama sıkma ihtimallerini de düşünmek gerekiyordu. Ne yapacaktım?
Aklıma gelen o planla, yüzümdeki gülümsemeye engel olamadan tahtanın arkasını camla kazımaya başladım.
Birkaç dakika bile geçmeden kapıdan onun sesi geldiğinde elimi çabuk tutarak camı altımdaki yırtıp eşofmanım cebine attım. Aynayı da aynı yere, yamuk şekilde asarak kapıyı açıp dışarı çıktım.
"Deliğe düştün sandık." Dedi iğneleyici tavırlarla.
Bu kez hiçbir şey demedim.
Alp gelecekti, eğer biz buradan çıkana kadar gelemezse bana ulaşacaktı.
Şuan güvendiğim tek dal oydu.
Tuttuğum dalların ellerimde kalıp hayal kırıklığına dönüşmesine izin verme. Lütfen. Lütfen gel.
Önden ilerlediğim sırada kolumu tutarak benimle beraber yürüdü.
Odaya girmemle birlikte karşılaştığım yüze kilitlenip kaldım.
İhanetim karşımda duruyordu.
Çocukluğum karşımda duruyordu.
Kahve gözleri, sanki hiçbir şey olmamış gibi hep benim kardeşim gibi bakıyordu. Buğra, olanların hiçbirini umursamıyordu.
Ben bunca zaman, ensemde bir hain dolaştırmıştım. Bundan daha kötüsü olamazdı.
"Allah belanı versin." Dedim sessizce.
Gülümsedi bana.
İleriye atıldığım sırada yanağıma yediğim tokatla, tokatın geldiği yöne döndüm. Adını bile bilmediğim başımda bekleyip duran kadındı. Elimi kaldırdığım gibi sıktığım yumruğu yüzüne geçirirken, kollarımdan tutularak geriye çekildim.
"Dokunma bana!" Diye bağırdım avazım çıktığı kadar. "Sakın!"
Buğra, kollarımı serbest bıraktığında sağ elim karnıma gitti. Sol elimi ise diğer elimin üzerine koydum.
Korumak istediğim şeyin varlığından bile emin değildim.
Neden onu dinleyip o gün test yapmamıştım ki?
Yumruğumu bir güzel yiyen kadını Akgün dışarı çıkarırken, Buğra elindeki iple bana yaklaştı. Bende sadece ona baktım. Buz gibi bakışlarla.
"İsmim gerçekten Buğra mı?" Diye sordum. Ellerini bağlamasına izin verdim. Yapmam gerekiyordu, kahretsin onlar gelene kadar sabretmem gerekiyordu. Tenimi sıkıştırarak önümden bağladığı bileklerimi hareket ettirerek iplerin canımı yakmasını engellemeye çalıştım. Biraz da olsa başarılı olmuştum.
"Evet." Dedi sadece.
Ellerimi bağlaması bittiğinde bir ip daha alarak ayak ucuma eğildi. Ayak bileklerime de aynı şekilde o kalın ipi bağlayıp ayağa kalktı.
"Bu arada," dedi. Ona bakarken elini cebine attı. Üzerinde kalın bir mont vardı. Beraber aldığımız. Cebinden küçük bir peçete çıkarıp bana baktı. "İyi bir istihbaratçısın ama sevdiklerinden şüphelenmiyorsun."
Haklıydı. Ben ondan hiç şüphelenmemiştim. Ben onun bir hain olabileceğini düşünmezken, o bana bu hayatta yapabileceği en büyük şeyi yapmıştı.
"Kardeşimdin." Dedim acır gibi.
Ve o, elindeki peçeteyi ağzınla birlikye burnuma kapatıp bilincimi kaybetmeme neden olmadan hemen önce ikinci şoku yaşadığım o cümleyi söyledi. "Sen benim sevdiğim kadındın."
Konuşmak, ona bağırıp çağırmak istedim ama çoktan olduğum yere yığılıp kalmıştım.
Devamı bende yoktu.
🔗
Barın Alp Yıldırım
Hatay
"Zehir Timi olarak, emirinizdeyiz komutanım!" Dedi operasyon için getirilen Özel Harekat Timi'nin komutanı.
Kendisi ile kısa bir konuşma yapmıştım. Bunun dışında sadece operasyonu konuşmuştuk. Benim timim ve onun timi karşı karşıya dururken sayılarına baktım. Altı kişilerdi, bu bizim için yeterli bir sayıydı.
"Yüzbaşı Yıldırım, iki göreviniz var!" Diye bağırdım ortaya çıkarak. Ellerim arkamda kenetlenmiş, omuzlarım dik duruyordu. "Birincisi, bu vatan toprağına basarken uğruna can vereceğinizi unutmamak." Kendi timime baktım. Derin bir nefes almak istedim ama boğazımda dikenli teller varmışcasına hissettiğim acıyı bastıramıyordum. "İkincisi!" Diye toparlamaya çalıştım. "Nişanlım Elfida Türkeç'i, sapasağlam bulmak. Hakan Türkeç'in tek kızını sapa sağlam bulmak."
Hepsi aynı anda selamda durdu. "Emredersiniz, komutanım!" Dediler hepsi bir ağızdan.
Timler, ellerinde silahlar sırtlarında kırk kiloluk mühimmat çantası ve yüzlerinde kar maskesi ile sırayla helikoptere binerken komutan olarak ben ve diğer timin komutanı arkada kaldık.
"Önden buyurun, Yıldırım Komutanım." Dedi dostça. Elini bana uzattı.
"Eyvallah, Aksungur." Dedim onun gibi. Uzattığı elini sıkarak selamlaştık. Devamında ben bizim timin bindiği helikoptere bindim. Zehir ve İsimsizler timleri olarak farklı araçlarla yola çıktığımızda, karşımda duran Yasin'e baktım.
O da bana baktığında bir kez başını salladı. Bu her şey hazır demekti.
"Kerem'den haber var mı?" Diye sordum ortaya. Hepsi Emre'ye baktığında bende oraya döndüm.
Alper, Emre ve Kerem astsubaylık okulundan tanışıyorlardı. Bundan kaynaklanan bir durum olsa ki, üçü her zaman daha yakındı. Üçünden birisi hakkında bir merakımız olsa, hep onlara giderdik.
Emre'nin yüzünde asla o ışıltıyı göremedim. Eski neşesi solmuştu ama bunun yerine gelen sert ifade beni daha çok tatmin etmişti. Başı dik, bakışları keskin şekilde konuştu. "Bir değişiklik yok."
Durumu ağır. Her şeye hazırlıklı olun demişti doktoru.
Biz her şeye hazırlıklıydık, kayıplarımız namusumuz ve şerefimiz olur onları korurduk. Şerefimiz vatanımız olmuşken, bu vatan uğrunda kanı dökülen kimsenin kanını yerde bırakmazdık.
Varış noktasına olan uzaklığımız yarım saate düştüğünde, telsizimden hışırtı sesinin ardından gür bir ses geldi.
"Ben Başkomiser Aksungur. Zehir yerini aldı. Gazamız mübarek olsun."
Telsizi elime alarak ağzıma yaklaştırdım. Helikopterin camından aşağı baktığımda iniş yapan diğer helikopteri görmemle yüzüme bir gülümseme oturdu. Gururla konuştum. "Ben Yüzbaşı Yıldırım, Kılıcınız keskin olsun, Allah yar ve yardımcımız olsun, Aksungur."
Telsizden son kez gelen teşekkürden sonra yarım saati operasyonu konuşarak geçirdik. Elfida'ya verdiğim kolyeye yerleştirdiğim takip cihazının son sinyali buradan gelmişti. Hâlâ sinyal vermeye devam ediyordu. Bir gün böyle bir şeyin olma ihtimalini göz önünde bulundurmuştuk.
Tabii, Buğra'nın askeriyeye hatta ve hatta İstihbarata sızdırılmış ajan olduğundan kimse emin değildi. Yaptığımız birçok toplantıya kendisini almamıştık. Milli İstihbarat Teşkilatı'ndan gelen her raporda, onunla ilgili bir şüphe olduğu yazıyordu.
Beklenmedik değildi.
Türk herkesten her şeyi beklerdi. Dört gözle gelecek darbeyi bekler, önlemini alıp haberi yokmuşcasıma kenarda beklerdi. Zamanı geldiğinde en güçlü silahı olan suskunluğu ve asaleti ile savaşırdı.
Varış noktasına geldiğimizde helikopteein iniş yapmasıyla birlikte önden ben olmak üzere hepimiz iniş yaptık.
Kuzeydeki kargaşadan dolayı güneyden giriş yaparak sinyal veren yere giriş yapacaktık. Şuan sınır içindeydik. Bundan dolayı dikkatli olmamız gerekiyordu. Kuzey Irak’ın güneyinden giriş yaptığımızda, hava henüz tam kararmamıştı ama toprağın üstüne çöken gri sis, akşamın habercisi gibiydi. Nefes alırken ciğerlerimize dolan toz ve barut kokusu birbirine karışıyor, insanın boğazını yakıyordu.
Sinyalin geldiği sınır hattı kuzeyden geliyordu. Biz ise bu kargaşadan yararlanmak için güneyden, en az devriye bulunan yoldan giriş yapmıştık. Yerde ayak sesimizi bile bastırmaya çalışarak ilerliyorduk, zira sınır çizgileri kâğıt üstündeydi; gerçekte, ihanetin ve kurşunun nereden geleceği belli olmazdı.
Yanımdaki Yasin, dürbünü gözünden çektiğinde kısık bir sesle konuştu:
"Güney taraf temiz görünüyor komutanım."
Başımı salladım. "Sessizlik, bekleyeceğiz," dedim.
Dürbünü elime alıp kuzeye çevirdiğimde, kayalıkların ardında duman tüten bir ocak kalıntısı, etrafında ezilmiş çalılar ve kırık dal izleri gördüm. O bölgeye birileri yakın zamanda uğramıştı. Elfida'nın takip cihazı hâlâ oradan sinyal veriyordu.
Telsizden boğuk bir ses yükseldi:
"Zehir 1, İsimsizler 1. Sinyal alınmaya devam ediyor. Yirmi metre kaldı."
Telsizi sıktım. Parmaklarımda hafif bir titreme hissettim, ama yüz ifadem değişmedi. Hepimiz biliyorduk; bu kadar yaklaştığında ya diri bulurduk, ya da kanını yerde bırakmayacak şekilde gereğini yapardık.
“Yasin, Emre, sağdan sarın,” dedim. “Akın, Asya, Yaltı, arka güvenliği alın. İlerleyeceğiz.” Elimi yukarı kaldırıp iki parmağımla ileriyi işaret ettim. "Ömer ardımdan gel."
“Emredersiniz komutanım.”
Tetiğe parmağımı hafifçe dokundurarak ilerliyordum. Adımlarımız sessiz, nefesimiz düzenliydi. Kafamdaki tek ses, Elfida'nın son güldüğü anın aklımda yankılanmasıydı. O gülüşü bir daha duyamamaktan korkuyordum, ama korkuyu bile vatan toprağı gibi sırtımızda taşımayı öğrenmiştik.
Telsizden Aksungur’un sesi yeniden duyuldu. "Yıldırım, kuzey taraf karıştı. Üç araç girişi var, muhtemelen ikisi çalıntı, biri patlayıcı yüklü olabilir. Dikkatli olun."
"Anlaşıldı, Aksungur. Kuzeyle irtibatınızı koruyun, gerekirse geri çekilin."
"Emredersiniz."
Helikopterler uzaklarda devriye atmaya devam ederken, biz sinyalin geldiği kulübeye doğru çömelerek ilerlemeye başladık. Adım adım yaklaştıkça, sinyal gücü artıyordu. Yüreğimde bir sızı vardı, ama elimdeki silahı daha sıkı kavrarken, gözümün önüne Elfida’nın hayatta kalmış olması ihtimali geldi.
“Komutanım,” dedi Alper kısık bir sesle, “Kapıda hareket var.”
Bakışlarımı oraya çevirdim. Kapının önünde eli silahlı iki adam devriye geziyordu. Hareketlerinden profesyonel olmadıkları belliydi, ama ellerindeki Kalaşnikof’lar gerçeği değiştirmiyordu.
“Yasin, hedef sağ,” dedim. “Emre, soldaki sende.”
Nefeslerimizi tuttuk.
“Üç… iki… bir.”
Susturuculu atışların sesi bile dağ başında yankılanır gibi kulağımda çınladı. İki adam aynı anda yere yığıldı. Uzaktan hızlıca eğilerek yürürken apıya yanaştık, elimi yavaşça iterek araladım. Elimdeki silahı sımsıkı kavrarken kapının sağına dönerek kontrol ettim. Tekrar önüme dönüp içeri girdiğimde onlar da arkamda geldi.
İki kapı vardı, soldaki kapıya bir tekme atarak içeriye daldığımda içeride onu görememiş olmamla yıkıldım.
Yoktu.
Gözlerim odayı taradı hızlı hızlı. Ortada o videodaki tahta sandalye duruyordu. Odada bir koltuk yere serili eski halı ve sobadan başka hiçbir şey yoktu. Bakışlarım yerini hızla değiştirirken odanın sağ köşesine baktım.
Yerde yeşil elbisesi vardı.
İleriye temkinli adımlarla uzandığımda Yaltı'nın ardımdam gelen sesiyle elim durdu. "Komutanım, durun."
Olduğum yerde başımı çevirerek ona baktım. Bana yaklaşıp elindeki kablo kesiciye anlam veremezken ileriye uzandı. Ben onun uzandığı yere şaşkınlıkla bakarken o şeffaf kabloyu elindekiyle tak diye kestiğinde elbise yerinden süzüldü.
Elbisenin altına bomba yerleştirmişlerdi. Siktir.
"Sorun yok, temiz komutanım."
Elbiseye uzanarak elime aldığım ilk anda dün sabah saatlerinde bu elbise üzerindeyken sarıldığım kadının şimdi burada olamaması gerçeği kafama iyice dank etti.
Silahını yana bırakıp elbiseyi iki elimle omuz kısımlarından tutarak kaldırdım.
Bir sürü yırtık olmasıyle beraber kan lekekerinş gördüğümde ellerim titredi. Eteklerinde kan vardı.
Elbiseyi iyice evirip çevirip kucağımdayken inceledim. Kan sadece eteklerinde, bacaklarını saran kısımda vardı.
Vurulmuş muydu? Canı yanmış mıydı?
Ne yapmışlardı?
Sinirle olduğum yerden kalkıp silahımla elbiseyi aldım. Elbiseyi kimseue verme niyetim yoktu. Etrafımda bakarak Asya'yı aradım. Bana yaklaştığında silahımı ona verip sırtımdan çantayı çıkardım. Elbiseyi buruşmasını umursmadan çantaya bastıktan sonra tekrar sırtıma aldım. Silaha uzandığım sırada koridordan gelen sesle silahı çekip oraya yürüdüm.
"Komutanım bu?"
Yasin elinde gümüş bir kolye tutuyordu. Kolye elinde sallanırken ucuna baktım.
Ayyıldız.
Sinyali buraya bırakıp gitmişlerdi. Fark etmişlerdi. Allah kahretsin.
İleri uzandım. Kolyeyi aldığım sırada diğer kapıya da girip lavabo olduğunu anladığım yerin içinde gözlerimi gezdirdim.
Elbisesi buradaydı, kolyesi buradaydı iz bırakmıştı.
Devamı yok muydu?
Yapmış olmalıydı, bir iz bir ipucu bırakmış olmalıydı.
Duvarın kirli görüntüsünden gözlerimi ayırmaya kalktığım sırada ardını dönüp çıkıyordum ki, olduğum yerde kaldım. Gözüme çarpan şeyden emin olamayarak tekrar oraya dönüp duvara baktım.
Küçük kare bir aynaydı.
O aynanın düz şekilde asıldığına, çalışan iki çividen emindim. O ayne duvara düz bir şekilde sabitlenmiş olmalıydı. Ama yan duruyordu ve sadece bir çividen destek alıyordu.
İleri koca bir adım attım. Elimi aynaya attığım gibi tahta parçasına sabitlenmiş aynayı aldım. Aynada kendimi gördüğümümde ters çevirdim. Tahta parçası gözlerimin önündeydi.
Ve üzerine kazılan yazılar vardı.
Göğsüm gururla kabarırken, tanıdık o alfabeye karşılık gülümsedim. Maskemden dolayı görünmeyen gülümsememden dolayı bir şey olduğunu düşünerek içeriye giren Yasin'e kafamı kaldırarak baktım. Elimdekini havaya kaldırdım.
Göktürk alfabesi ile not bırakmıştı. Türklerin çoğu bile bu alfabeyi bilmezken bunu kullanabileceğini düşünmüştü.
"Onu götürdükleri yeri yazmış." Dedim. Yasin'in gözlerinden okuduğum ifadesinden sonda gözlerim tekrar yazıya iliştiğinde yazıyı tekrar okudum.
Sincar, PKK kampı, taş Çiftlik. Teller.
Teller kelimesinin altını çizmişti. Onlarda bir şey olduğuna artık emindim.
Ama artık elimde kesin bir yer vardı.
Nişanlım oradaydı.
"Tim dışarı, alacağımızı aldık." Kapıya yakın olanlar sırayla dışarı çıkarken hızlıca kendimi dışarı attım. Silahımı sağ elimle tutarken sol elime telsizi alarak sıktım.
"İsimsizler Timi çıkış yapıyor. Tekrar ediyorum, ben Yüzbaşı Yıldırım. Elfida Türkeç burada yok." Derin bir nefes alıp tekrar konuştum. "Herhangi bir tuzak olabilir, dikkatli olun."
Telsizi elimde tutarken timle beraber geldiğimiz yönde ilerlemeye başladık. Sessizliğin içindeyken ekstra stres oluyordu insan.
Askerlik çok değişik bir meslekti. Delirmek an meselesiydi çünkü. Akıl sağlığı yerinde olmadığına emin olduğum birçok insanla tanışmıştım. Ruhsuz, duygusuz, ketum onlarca insan.
Ve hepsini bir nokta topluyordu: Vatan.
Bu kez elime telefonumu alırken karargahı aradım. Bir süre çalan telefonun sesi dahi sinirimi bozmaya yeterken telefonun açılmasıyla durum bilgilendirmesine geçtim. "Elfida yok. Not bırakmış, muhtemelen bunu yapacağını düşünmediler. Bıraktığı nota göre PKK kamplarından birisinde. Tam olarak adres yazıyor, fotoğrafını çektim. Oraya yola çıkacağı..."
Sözümü kesti tok bir ses. "Hayır, kamplara girmeniz şuan tehlikeli. Kesin orada olduğunu bile bilmiyoruz. Karargaha geliyorsunuz, adresi araştırıp önden ajan gönderiyoruz. Varsa oradaki adamlarımız ile iletişime geçiyoruz." Durdu. Araya girip konuşacağım sırada tekrar lafımı böldü. "Sorun istemiyorum, canını tehlikeye atmana izin vermem, Yıldırım. Karargaha geleceksiniz. Bitti."
Telefonu yüzüme kapattığı anda sinirden köpürmeue başladığımı belli ederek nefesler aldım. Elimdeki telefonu yere geçirdiğim gibi bağırdım. "Sikerim böyle işi!" Elimdeki keskin nişancı silahını Yasin'e uzatıp belimden tabancamı çıkardım. "Diri diri gömeceğim onları! Diri diri toprağın altına girecekler! Orospu evlatları! Yetmedi bu kadar zaman kan döktükleri! Yetmedi amına koyduğumun çocuklarına!"
Silahın emniyetini kapatıp içine mermileri doldurdum. Bu esnada yürümeye devam ediyorduk. Başımı kaldığım sırada hepsi etrafına dizilmiş beni çember kurup, arasına almışlardı. Bu şekilde yürüyorduk. On dakika içinde helikoptere geçiş yaparak Zehir timinin komutanı ile irtibat halindeyken askeriyeye geri döndük. İki helikopterde aynı anda helikopter iniş pistinde iniş yapınca önden ben indim.
İki timi askeriye içtima alanında bekleyen yarbayı gördüğüm anda oraya yürüdüm. Karşısında selamımı verip aldığım emirden sonra rahat pozisyonuna geçtim. "Komutanım," dedim sertçe. "Nişanlım yok." Tane tane anlatmaya başladım. "Öldü mü kaldı mı bilmiyorum."
İşte bu en ağırıydı. İlk kez birisi için bu cümleyi kurmuşken bunun ağırlığı göğsüme oturmuş, tüm dünyayı sırtlamışım gibi hissettirmişti.
Öldü mü bilmiyorum.
Yaşıyor mu bilmiyorum.
Hamile mi bilmiyorum.
Delirmek üzereyim, kahretsin çıldırmak üzereydim.
"Sesinin ayarına dikkat et, Yıldırım. Acın var, anlıyoruz. ama mesele devlet meselesi." Dedi. "Mesele vatan."
Başımı hafifçe indirerek yüzüne baktım. Boyumdan dolayı bana bakması biraz sakıncalı oluyordu. "Benim meselem, karım. Benim meselem nişanlım." Durdum. Yutkundum. "Benim meselem çocuğum."
Bakışları şaşkınca bana dönerken kirpiklerini kırpıştırdı. Ciddi olup olmadığını sorgular bir şekilde bana bakarken ben iç çektim. "Olup olmadığını bile bilmiyoruz." Dedim acıya acıya. "Yapamam, böyle elim kolum bağlı duramam."
Bir şey söyleyecek gibi oldu. Ama söyleyemedi. Dudakları kıpırdadı. Geri kapattı. Bir şey olmuştu.
"Yıldırım, timleri topla. Operasyon odasına." Dedi bakışlarını kaçırarak. Ardını dönüp gittiği sırada ona bakakaldım.
"Zehir! İsimsizler! Operasyon odasına." Emri verip hızlı adımlarla içeriye yürürken arkamdan gelen kalabalık ayak sesleriyle rahatlamaya çalışıyordum.
Bir şey olmuş gibiydi. Canım acıyordu bir şey olmuştu.
Yürümeye devam ettiğim anlarda, göğüskafesimde nefes aldığım her an enkaz gibi yığılan hisleri hissettim.
Canım yanıyordu.
Kendimi toparlamaya çalışarak operasyon odasına dan diye girdim. Ortama dolan iki tim hizaya geçerek sıralanırken Mustafa Komutanım eliyle ekranı işaret etti. "Açın." Dediğinde. Birkaç saniye sonunda ekran açıldı.
Hepimizin bakışları oraya mı döndü bilmiyorum ama bakışlarımı oradan çekemedim.
Bir video açıktı. Ekranda onun olduğu.
Ne konuşabildim, ne ileri geri bir adım atabildim. Olduğum yerde aptal gibi kaldım.
Ortamın sessizliği videonun başlaması ile bozulurken açıldığı için süre ibresine gözlerim ilişti.
4 saat 14 dakika.
"Ne?" Diye bir fısıltı çıktı dudaklarımdan. "Dört saat?" Dedim inanamayarak. Videoyu benim zor duyduğum bir emirle kapatırlarken etrafıma baktım. "Ne duruyorsunuz?" Diye bağırdım onlara bakarken.
Başları öne eğilmiş, birkaçı bana bile bakmıyordu. İleriye yürüyüp hepsinin önünden geçtim. "Niye duruyorsunuz? Çıkıp gideceğiz! Alacağız onu neden susuyorsunuz?"
"Barın."
Arkama döndüm ortadaki masaya baktım. Elimi cebime atıp titreyen ellerimle telefonumu çıkarıp fotoğrafını çektiğim notu açtım. Telefonu masaya yaslarken arkamdan gelen diğer seslenmeleri umursamıyordum. "Bakın," dedim burnumu çekmeme engel olamayarak. "Burada benim nişanlım. Burada benim askerim. Not bırakmış." İşaret parmağımla telefonu gösterdim. Kimseden ses çıkmıyordu. "Konuşsanıza lan! Burada diyorum size, not bırakmış diyorum!"
"Barın." Dedi Yasin kaç defa olduğu saymadığım seslenmesiyle.
"Eğer şimdi yola çıkıp ona gitmezsek, hiçbirinizi affetmem." Dedim net bir şekilde.
Çıt çıkmadı.
Başımı salladım. "Ben anlayacağımı anladım." Der demez masadan telefonu alıp kapıya koca bir adım attım. Bu esnada gelen gür sesle adımlarım durdu ama arkamı dönmedim.
"O kapıdan çıktığın an, askerliğin tehlikeye girer."
Bekledim birkaç saniye, omzunun üzerinden sesin sahibine baktım. "Benim canım tehlikeye çoktan girmişken, emin olun hiçbir şey umurumda değil."
Daha fazla beklemeden kapı kulpunu sertçe bastırıp o kapıyı açtım. Ve çıktım.
O videoyu izleyecek miydim?
İzleyecektim.
Kendi odama hızla çıkarken telefondan Bulut'a videoyu bana göndermesiyle ilgili mesaj attım. Çok geçmeden o video bana düştüğünde odama girip kapıyı kilitledim. Hızlıca masa başına oturup videoyu bilgisayarıma aktardım.
Ana ekranda video belirdi. Ama başlamadı. Elimi bilgisayarın tuşuna götürmeye çalıştım. O tuşa tıkladım. Tuş sesi beyninde bir silah misali yankı yaparken videoyu başlattım.
Gülümsemesi ile açıldı video. O güzel yeşil gözlerinin içindeki ışık gitmişti, onun yerine yorgun bakışlar vardı.
Akgün, elindeki pense ile ona yaklaşırken içimde bir şeylerin kopup gittiğini hissettim.
Hayır, izlemek zorudaydım.
Bu videoda olan ne ise, o acısını çekmişken ben bu videoyu izlemeden duramazdım.
Videonun ilk bir saatinde, tek tek tırnaklarını çektiler. Basit bir cümle gibi duruyordu ama değildi işte. Tek, tek, tek... tüm tırnaklarını etinden ayırdılar.
Dişlerini sıkmaktan çenesinin ağrıdığını biliyordum. Bağırmıyordu, kısık kısık inliyordu. Benim tutarken defalarca düşündüğüm kadının elindeki tırnakları teker teker söktüler.
Elimi saçlarıma attığımı hatırlıyorum. Saç diplerim acıyana kadar çektiğimi hatırlıyorum.
Canı yansa dünyayı yakardım, hep böyle söylerdim. Şimdi elimden bir şey gelmiyordu. Delirecek gibiydim, kulaklarımda onun sesi vardı. İnleme seslerini duydukça yutkunmam zorlaşıyordu.
İlk saat böyle bitti, hiçbir şey bulamadım. İkinci saate sardığım da, başına bir poşet geçirdiler.
Nefes alamadı.
Nefesim kesildi.
"Hayır..." Diye fısıldadım. "Elfida." Dedim hıçkırırken. Ağlıyor muydum? Sanırım evet.
O kadar bulanıktı ki her şey, kaç defa o videoyu durdurmak için yeltendiğimi saymadım. ama durdurmadım. Yapamadım.
İkinci saatte sadece onun nefesini kesmelerini izledim. Poşeti bir süre başına geçirip, nefessiz bırakıp tekrar nefes alması için çıkarıyorlar, çok kısa bir süre nefes almasına zaman tanıyıp tekrar poşeti kafasına geçiriyorlardı. Poşeti tamamen çıkardıklarında yüzü mosmor olmuş, boynunda sıkılan poşetin bıraktığı izler vardı. Nefes alamıyordum.
"Canımın içi." Dedim ağlarken. "Nefesini kesiyorlar senin," bir hıçkırık kaçtı dudaklarımın arasından. Konuşamıyordum. "Ben nefes alamıyorum."
Video saatlerce oynadı, üçüncü saate sardığında oturduğu yerden kaldırdılar. O hâlâ bir kelime edip yalvarmamıştı. Öleceğini bile bile, tek kelime etmemişti.
İki kolunu da aynı anda bıraktıklarında yere düştü. Yerde cenin pozisyonunda uzanırken o piç elinde bir demirle yaklaştı ona.
Demirin ucundan duman çıkıyordu.
Demiri onun beline bastırdı.
Elfida koca bir çığlık attı. Boğazı yırtıla yırtıla bağırdı. Saydım, tam yirmi saniye boyunca bağırdı. Demiri teninden çektiklerinde ellerini karnına sarmıştı.
Dördüncü saat geldi.
Ben en çok kalan o on dört dakikada takılı kaldım.
Karnına atılan her tekmede benim adımı söyledi. İç bacağından akan kanı görüyordum. Kahretsin ki her anına şahit olmuştum.
Adımı onun dudaklarındna duymayı seviyordum ama bu şekilde olmazdı. Dayanamazdım.
Ekran gözlerimden dökülen yaşlarla bulanıklaşırken videonun kapanmasına dakikalar kala o cılız sesiyle bir şey mırıldandı.
Elimi uzatıp hızla sesini açtım videonun. Dinledim onu.
"Yastığımız... Mezar taşı..." Diyordu karışan sesiyle. "Yorganımız kan... Olsun."
Bir çocuk gibi ellerimle yüzümp kapatarak ağlamaya başladım. Hıçkırıklarım ellerimle yüzüm arasında kaybolup giderken ağladım.
Son kez onun sesini duydum. "Biz bu yoldan dönersek..." Getiremedi o marşın devamını. İlk önce sesi, sonra bakışları gitti. Gözlerini kapattı.
Video kapandı.
Ve ben kafamda bir operasyon kurarken, hıçkırıklara boğularak nefes bile alamayacak kadar ağladım.
🔗
12 Aralık
04.55
Yazardan.
İnsanlar uyurken bile içlerinde bir sızıyla dönüp durdukları yataklarında, umudunu yitiren her ruh karanlığa sevdalanıyordu.
Uykuları bölen bir acı, göğüskafesinden doğan asıl acıydı.
Nefes almak için dudaklarınızı aralayıp içinize o havayı aldığınız sırada, göğüskafesinize bir acı saplanıyor ise, işte o zaman ruhsal acıyı fiziksek acıya dönüştürmüş oluyordunuz.
Ruhların katilleri ruhlar değil, bedenlerdir.
Odasının bir ucunda saatin başında sessizce oturan bir adamın düşünceleriydi bunlar. Hayatında verdiği kayıplardan yorulan bir adamın iç sesiydi.
Tik, tak... Bir dakika ilerledi saat. 04.56.
Ayağa kalktı, dolabına ilerleyip kamuflajını çıkardı. Dakikalar içerisinde o kamuflajı bedenine geçirdiği sırada iki dakika geçmişti.
İleri yürüdü.
Tik, tak... İki dakika ilerledi saat. 04.58.
Odasının kapısını açtı. İlk önce uzun koridorun başındaki ilk odaya girdi. Parmak uçlarında yürüyordu. Pembe başlıklı yatağın üzerinde derin bir uyku çeken minik kıza baktı. İlerledi, kızım alnına bir öpücük bıraktı. Geriye döndü, odadan çıktı.
Tik, tak... Bir dakika ilerledi saat. 04.59.
Evin dış kapısının önünde durdu. Yere eğildi askeri botlarına uzanıp ayaklarına geçirdikten sonda haki yeşili bağcıkları sıktı. Bağcıkların sıkılma sesi kafasında bir yankı yaptı. Dün akşam izlediği videodaki çığlık sesleri döndü kafasında.
Ayağa kalktı, kapıyı açtı, dışarı çıktı.
Kapıyı kapattı.
Boynundaki yarım maskeyi yüzüne geçirirken eline telefonu aldı. En üstteki numaraya tıklayıp dakikalar önce yazmış olduğu mesajı o numaraya gönderdi. Telefonu kapatıp cebine bıraktı.
Tik, tak... Bir dakika ilerledi saat. 05.00
Apartmandan çıkıp arabasına yerleşti. Soğukta sudan arabanın boğucu motor sesine tahammül edemezken hızla arabayı çalıştırıp ilk önce bina otoparından sonda apartmandan en son ise ilçeden uzaklaştı.
Arabayı sadece belli bir bölgeye kadar götürebilmişken, kuytu köşe bir bölgeye o arabayı bırakıp sırtında çantasıyla beraber önündeki dağa baktı.
Hiç düşünmeden yürüdü.
Saatlerce iz bırakmadan yürüdü. Sevdiğini bulmak için çıktığı yolda, ayakları değil kalbi ağrıdı.
Şafak vakti güneşin kendini yeni yeni belli etmeye başladığı o zaman aralığında, başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Turuncu, kızıl renklere bürünmüş gökyüzüne.
Şafak Saçlıydı onun sevdiği.
"Yasla başını göğsüme, şafak saçlarından gün ışığı dökülsün kalbime." Demişti bir gece ona.
Adımlarını durdurmuşken aklından geçen o cümleyle tekrar yürümeye başladı. Hava buz gibiydi. Ama içi öyle yanıyordu ki, üşümüyordu.
Ailesi yanmıştı, annesi, babası, kız kardeşi.
Üşür müydü o?
Deprem etkisi yaratıyordu her adımı kalbinde. Her adımında onun yaşayıp yaşamadığını düşünüyordu.
Yıllarca dişini sıkıp bir örgütü bitirmek için beklemişken, bu kadar sona yaklaşmış haldeyken onu kaybedemezdi.
Saatlerce o dağı tırmanıp Elfida'nın tutulduğu yere arkadan girmek için hazırlanırken, konumu gönderdiği adamın çoktan yola çıkmış gelmek üzere olduğunu bilmiyordu. Gelirdi.
Sonunda o tepeye ulaştığında arka arkaya sıralanmış evlere baktı. Küçük kulübeler halindeydi.
Orada mıydı?
Etrafı tellerle çevriliydi.
Sakince düşünmeye çalıştı, Sincar, kamp, teller...
Teller.
Altı çizili olan bir kelimeydi. O tellerde bir şey vardı. İleri yürüdü, başını eğip yere bakmaya başladı. İleride gördüğü taşı eğilip aldıktan sonra tellere doğru bakıp taşı attı.
Tellerden taşa geçen, elektrik akımını tellerle birlikte taşın da titremesiyle anlayınca bir küfür savurdu.
Teller iki metre kadardı. Üzerinden atlayamazdı. Aralıklardan geçemezdi.
Kara kara düşünürken ileriye doğru baktı. Dağın yükseltisi gidererek artıyordu, tahmini yirmi metre daha yürürse yükseltiyi kullanarak tellerin üzerinden atlayabilirdi. Direkt yola koyulup kocaman adımlarla yürümeye başladı.
Yirmi metrelik yolu aşmak konusunda bir tereddütü yoktu. Tek korkusu o bu yolu yürürken, bir yerde onun nefes alıp almadığıydı.
"Onu bana bağışla Allah'ım." Dedi bir nefes verirken. Yüreğini delip geçen acıyla ah etti. "Yalvarırım bana bağışla onu. Beni al, onu alma."
O yolun sonunda geldiğinde tellerden atamasını engelleyecek bir ses duydu sol taraftan. Bakışlarıyla beraber dikkati de oraya döndüğünde sesi dinledi.
Tanıdık bir sesti.
Buğra'nın sesi.
Öfkeyle bir mağara girişi gibi duran yere yürürken girişteki yaşlara yaslanıp içeriyi dinledi.
"Öldürecek misiniz?" Diyordu Buğra.
"Ya ne yapacağız? Karımı öldürdü o Yıldırım iti. İntikamını almadan bu karıyı hiçbir yere göndermem."
Akgün'ün cümleleri ile içeriye girme konusunda fevri davranmamak için zor durdu. Elini beline attı. Tabancasını alıp kamuflajının üzerinden susturucuyu çekip aldı. Çevirerek ikisini birbirine bağlarken bir ses daha duydu.
"Ölmek için yalvaracaksınız." Diyordu aşık olduğu ses.
Sesi duyar duymaz kalbinin atışı öyle hızlandı ki, kamuflajını delip geçecek bir nabızla atıyordu. Silahın tetiğini çekti, yavaşça eğildi. İçeri girmek için doğru anı bekledi.
Eğildiği yerden içeriye kendini göstermeyecek şekilde onları izlemeye başladı.
Akgün arkası dönük bir şekilde sandalyede oturuyordu. Buğra biraz ileride ayakta duruyordu. Herkesin uzağında bir koltukta elindeki bardaktan bir şey içen Supa'yo gördüğünde her şeyi burada bitirebileceğini düşündü.
Sonra o mağaranın tam ortasında, kayalıklara asılmış bir ip, boynuma urgan olan kadına baktı. Altında bir tabure duruyor, elleri arkadan bağlanmış şekilde bekliyordu. Bu hâlde bile gözlerinde bir gram korku yoktu.
İçerideki birkaç örgüt mensubunu da gözleri önüne serdiğinde içeriye girdiği an ne yapacağını düşündü.
Akgün'ü arkasından vurur, Buğra'ya silahı doğrulturdu. Diğer elindeki silahla üç mensubu vurma ihtimali biraz düşüktü.
Toplam altı kişilerdi. Elfida ile birlikte yedi. Hepsini birlikte burada yok edebilirdi. Ama içeriye girdiği anda korumalardan gelebilecek hamleyi çözmeye çalışıyordu.
Bu esnada Akgün elini havaya kaldırdı. İşaret ve orta parmağını birleştirip yanındaki adama 'gel' işareti yaptı. Adam ona yaklaşınca ileriyi gösterip Elfida'nın altındaki tabureyi işaret etti.
Olduğu yerde dikleşti, Barın Alp. Silahı göz hizasına getirdi.
Adam ilerledi, Barın Alp parmağını tetiğe yasladı.
Tabure, Elfida'nın ayaklarının altından kayıp gitmeden önce dudaklarından bir fısıltı döküldü o kadının. "Kavuşuyoruz baba."
Tabure çekildi. Elfida göz bebekleri arkaya doğru kayacak şekilde çırpınırken ayaklarını salladı.
Alp artık içeriye dalıp ilk kurşunu Akgün'ün sırtına sıkarken, diğer kurşunu Elfida'nın yanında ayakta dikilen Buğra'nın kalbine sıktı.
"Elfida!" Diye bağırdığı sırada, iki elinde de duran silahlardan birisi soluna birisini sağına doğrultarak kişi sayısını ikiye düşürdü.
İşte hikaye tam olarak şimdi başlıyordu.
İçeriye mağaranın diğer girişinden giren askeri kamuflajlıları gördüğünde bakışları oraya çevrildi.
Askerlerin arasından üzerinde takım elbise olan, o takım elbisenin üzerine Çelik yelek giymiş birisi girdi.
Silahımı kaldırdı, o adam. Hızlıca Elfida ve Barın Alp'in arasına geçip silahı Elfida'nın başının biraz üzerine doğrulttu.
Mağaranın içerisine sızan ilk Güneş ışığıyla, takım elbiseli adamın silahından bir kurşun patladı.
O kurşun, geçmişle gelecek arasındaki ipe sıkılmış gibi sıkıldı.
Elfida boynuma dolanan ipin kopmasıyla yere düşerken, Barın Alp elindeki silahını indirmiş omuzları düşük, yüzünde pişmanlık olan ifade ile bakıyordu ona.
Elfida'nın gözleri birkaç saniyeliğine açıldı. Başı yere yaslı haldeyken, önündeki takım elbiseli tanıdık yabancı o yüze baktı. Bir ilahi ağıt yaktı gözleriyle. Bir cehennem ateşiyle yandı içi.
Sahte bir intikam peşinde koştuğunu, gözlerini kapatıp başı yere sertçe çarpmadan önce idrak etti. Barın Alp, elinde sıkıca tuttuğu kolyeyi elini gevşeterek bıraktığında, kolyenin parçalanmış zinciri yere dağıldı.
Ve Elfida, yıllardır üzeri tozlu bir sandıkta, pamuklar içerisine sarıp sarmaladığı o dört harflik kelimeyi dudaklarından dışarı çıkardı.
"Baba."
- Devam edecek -
Instagram: eliffbulu
Soru&Cevap için bekleniyorsunuz!
Bölüm hakkındaki tüm
düşüncelerinizi buraya alayım,
Bilgilendirme; Bu bölümü yayınlandıktan yaklaşık bir ay sonra kitabı yayından kaldırıyorum. Büyük ölçüde bir düzenleme yaptıktan sonra kitabın ikinci sezonu ile birlikte yayınlayacağım.
Onun dışında, bu vakte kadar hep bir mesaj uzağımda olduğunuz için teşekkür ederim. Size ne kadar minnet duyduğumu bilemezsiniz. Karanlık bir odada nefes seslerimden başka hiçbir şey duymadığım o zamanlarda, elinizde bir mumla bana yol gösterip alkışlarınızın sesleriyle o odayı doldurduğunu, için.
Sizi çok sevdiğimi unutmayın.
Görüşmek üzere değil,
görüşmek dileğiyle değil,
Görüşeceğimizi bilerek bitiriyorum bu kısmı.
Sevgilerle,
Eylül.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.13k Okunma |
2.97k Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |