
2. Kitap 1. Bölüm
24. Bölüm | İnandırıldıkların ve İnanmayı Bıraktıkların
Semiramis Pekkan,
Bana Yalan Söylediler
⛓️
Bir ağıt yak,
Bu kez kendi hayatına.
Bir karar ver,
Sana söylenen tüm yalanlara.
Seçimler sunuldu, başını kaldır.
Kendini feda etmek mi, silinip gitmek mi?
Yoksa bir tarihi, kendi kurallarınla
Fethetmek mi?
⛓️
Plana sadık kal.
Zaaflarının üzerinden bir oyun oynanmaya başladıklarında planları değiştir.
Bu iki kural ile yola çıkmışlardı. Sonuna kadar gidecek, istediklerini elde edecek, vatanları için sonuna dek her şeyden vazgeçeceklerdi.
Önüne koyulan kutunun içindeki kaset, fotoğraf ve mektup ile mavi bakışlarını kesiştirdiği sırada, adının seslenilmesi ile başını kaldırarak mimik oynatmadan karşısındaki takım elbiseli adama baktı.
“Çok uzun sürecek mi?” Diye sordu acır gibi, genç adam. Deniz mavisi gözler, karşısındaki adamın yeşil gözlerine kilitlendi. Ama o adamın gözlerinin yerini, küçük bir kızın neşeyle parlayan aynı renkteki gözleri aldı. İçi ürperdi gencin, korktu o an.
“Sürecek.” Cevabını aldı.
Yutkundu. “Ne kadar sürecek?” Dedi çekinerek.
Üç yıl?
Beş yıl?
Bu kez aldığı cevap kanını dondurdu. “Yirmi dört yıl.”
Yirmi dört sene, küçücük bir kız çocuğunu tek başına mı bırakacaklardı?
“O nasıl dayanacak?” Diye sormadan edemedi. Tüm soruları o küçük kız için sordu. Koruma emri aldığı kız için.
“Benim kızım intikam için yanacak. Kalbindeki intikamın ateşi, onu yaşatacak.”
O Hakan Türkeç.
Koca bir devrim başlama ve bitme nedeniydi.
O Hakan Türkeç.
Her şeyden çok sevdiği kızını korumak için her şeyden vazgeçen adam. İlk vazgeçtiği şey ise kızıydı; Elfida Türkeç.
Yerle göğün birleştiği yerde, iki mavinin arasında sıkışıp kaldı o kadın. Yalanların arasında, gerçek sandığı yalanlara bir ağacın dalı misali tutunurken, o dalların tek tek en güvendikleri tarafından kırılacağını hiç düşünmedi.
Babasını bir yüzbaşı ve şehit olarak bilen, intikam için yaşayan o kadın, yıllar sonra yirmi sekiz yaşının ilk gününde gözlerini bir hastane odasının loş ışıklarında açtığında baş ucunda duran mektup ve bir fotoğraf ile dünyasının başına yıkıldığını, olmayan bir intikamın peşinden giderken; kendini de kaybettiğini anladı.
O kadının en büyük şansı babasıyken, yıllar sonra çıkıp gelen babası hayal kırıklığı oldu.
O kadının gönül bağladığı tek adam nişanlısıyken, yıllar sonra ortaya çıkan bir gerçek gönlüne yazılan kaderi silip atmak in uğraşmasına neden oldu.
“Seni affedecek mi?”
Tedirginlikle bir nefes verdi, Hakan. Bu sorunun cevabını bulamıyordu. Dört senedir bulamıyor, önündeki yirmi sene boyunca da bulamayacaktı. “Kalbini kazan, eğer severse affeder seni.” Gülümsedi. “Benim kızım beni affeder mi sence, Alp?”
Barın Alp gözlerini kaçırarak elindeki fotoğrafın kenarına tırnağını vurmaya başladı. “Affedemezdim.”
Başını salladı. Ayağa kalktı, Hakan. Kutunun içindeki kaseti alarak ona doğru uzattı. “Örgüt ve Şirket için yapılan her işi, saniyesi saniyesine buna anlatacağız. Olurda o zaman gelirse, Elfida bunları izleyecek. Ve bizi affedecek.”
“Bizi mi?”
“Bizi.”
11 Ocak, 2024
Uyanmak istiyorum. Bir gerçeğe uyanmak, bir kabustan uyanmak.
Göz kapaklarında hücum eden beyaz bir ışıkla birlikte birbirine yapışan kirpiklerimi ayırmaya çalıştım. Göz kapaklarım aralandığında, kısım gözlerimden görebildiğim tek yer beyaz bir tavandı. Boynumu çeviremiyordum, oynatmaya çalıştığım anda canım yanıyordu. Tutulmuş gibiydim sanki. Parmaklarımı oynatmaya çalışırken gözlerimi biraz daha araladım. Fısıldayamayacak kadar sesim çıkmıyordu, o kadar ölü gibiydim ki yapabildiğim tek şey şuan tavana bakarken gözlerimi kırpmaktı.
“Alp...”
Dudaklarımdan çıkan ilk kelimeye ise, dakikalar sonra bilincimin yavaş yavaş yerine gelmesi ile aklıma dolan o anlarla nefret duydum.
Asılı olduğum ipte, karşımda nişanlım düşmanımızı vururken, arkadan gelerek boynuma satılan ipe bir kurşun sıkan, beni kurtaran adam babamdı.
Kıpırdanmaya çalıştım, kalbimin öylesine hızlı attığını hissediyordum ki, sanki her şey bir rüyaydı. Ve ben o rüyadan uyanmış, birisine sarılmak için bekliyordum.
Ama yanımda kimse yoktu. Hareket etmeye çalışırken bedenimi saran acıyı umursamamak mümkün değildi, parmaklarım acıyordu. Olduğum yerde doğrulurken destek aldığım ellerimden parmak boğumlarıma inanılmaz bir acı giriyor etim çekiliyor gibi hissettiriyordu. Etrafına bakındım.
Çok sessizdi. Kendimi delirmiş gibi hissediyordum. Çok yalnızdım burada. Korkuyla etrafıma bakınmaya devam ederken yutkundum. Boğazım o kadar kuruydu ki, aylardır su içmiyor gibiydim.
Nerede olduğumu, ne halde olduğumu anlamam bile dakikalarını almıştı.
Hastanedeydim. Kollarımda saymakla bitmeyen kablolar vardı, her yerim yara bere ve sargı içindeydi. Korkuyordum. Bildiğim tek şey buydu.
“Kimse yok mu?” Diye bağırdım. Bağırmaya çalıştım. Sesim yavaş yavaş açılıyordu. Oturduğum yatağın sağ baş ucunda duran komodine baktım. Ve komodinin üzerinde duran siyah bir kutuya. Kutuyu inceleyemeyecek kadar korkuyordum olduğum yerde, sanki dünyadaki son kalan insan benmişim gibiydim.
Bir kez daha sesleneceğim sırada yatağın üzerinde duran çağrı butonuna uzandım. İleri atılırken bile her bir zerremin acıyla kıvrandığını hissediyordum.
Art arda bastım. Nefesim kesiliyordu korkuyordum.
Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, şuan neden buradayım bilmiyordum...
Ve en önemlisi de, yaşadığım o yerde beni kurtaran adamın babam olup olmadığını bilmiyordum.
Belkide yine halüsinasyon görmüştüm, olabilir miydi bu? Ama çok gerçekti, ben belkide gerçekten delirmiştim. Ben aklımı yitirmiş bile olabilirdim.
Sakin ol.
Sakin ol.
Sakin ol.
Sikeyim, sakin falan olamıyordum. Ben birilerinin buralarda olup olmadığını merak ediyordum. Ben korkuyordum.
Odaya aniden giren beyaz önlüklü sayabildiğim altı kişiyi gördüğümde tedirginlikle geriye doğru süründüm yatağın üzerinde.
“Mucize!” Diyen birisinin sesini duydum.
Doktor olduğundan emin olduğum birisi bana doğru yaklaştığında o anki koruma iç güdüsü ile ellerim bedenime sarıldı. Karnıma.
Karnıma indirdim bakışlarımı. Gözlerimi kırpıştırarak karşımdaki doktora tekrar baktım.
“Elfida hanım, lütfen uzanın.” Bana yardımcı olan hemşirelerke beraber yatağa geri uzandığımda erkek doktor anlamadığım birkaç kontrol geçti, en son bir ışıkla gözlerimi kontrol ederek geri çekildi.
“Nabız normal, tansiyon düşük.” Dedi. Kısık gözlerle bana baktı. “Elfida hanım, hangi ayda olduğumuzu biliyor musunuz?”
Hangi aydaydık?
Kasım?
“Ben... Aralıktayız?” Dedim sorar gibi.
Doktor tedigince bana bir soru daha yöneltti. “Elfida Hanım, bana aileniz hakkında birkaç şey anlatır mısınız? En son neredeydiniz?”
Yine duraksadım.
Benim nişanlım vardı, manevi kızım.
Sahi, ben en son neredeydim?
“Ben en son...” Diye mırıldandım. “Sanırım bir mağaranın içindeydim, birileri vardı...” Durdum. Bir süre bekledim, hayatımda ilk kez bu kadar korkuyordum. “Ben delirmiş olabilir miyim?” Diye bir cümle kurdum istemsizce doktora bakarak.
Doktor başını sağa sola salladı olumsuzca. “Lütfen sakin olun, şuan 2024 yılının Ocak ayındayız. Siz bir aydır uyutuluyorsunuz, komadan iki hafta kadar önce çıktınız.”
Ne?
“Ne?” Diyebildim sadece. “Ne 2024’ü? Ne koması?” Krize girmiş gibi bağırıp çağırıyor, bana sakinleştirici yapan doktorları bile uzaklaştırmaya çalışıyordum.
Ağlıyordum, çünkü korkuyordum.
Tam o an kapıdan içeri giren, en az benim kadar ağlayan Büge’yi gördüğümde ağlamam şiddetlendi. “Büge!” Dedim ağlaya ağlaya. Sesim anlaşılmıyordu bile. “Büge ne diyorlar? Büge ne oluyor?”
Yanıma yanaştı. Ben olduğum yerde tekrar oturur hale geldiğimde beni sarıp sarmaladı. Ağlıyordu, ben ağlıyordum. Doktorlar odanın dışına çıkıp kapıyı kapattığında, ben hâlâ bu yaşananların bir kabus olup Alp’in bu kapıdan içeri Narin ile birlikte gireceğine ihtimal veriyordum.
İhtimalleri sikeyim! Diye haykırdı iç sesim.
Büge’nin boynuna başımı gömüp dakikalarca ağladığımı biliyorum. Ne için, kim için olduğunu bilmeden dakikalarca ağladığımı biliyorum.
Damarımdan verilen sakinleştirici iğne etkisini göstermeye başladığında, yatağa uzanıp tavanı izlemeye başlamıştım. Şişmiş gözlerimle ne izleyebilirsem izliyordum. Sesim çok az çıkıyordu, boynum zaten haddinden fazla ağrıyordu.
“Büge.” Dedim yaklaşık bir saat süren sessizliğin sonunda. Onun adını söylemek bile öyle bir koydu ki, oracıkta canımı alsalar bu kadar yanmazdım. Rüya olsun istiyordum, kabus olsun ama onlar gerçek olmasın. Ben kandırılmış olmayayım.
“Söyle ablam.” Dedi biz küçükken yaptığı gibi. Aramızdaki yaş farkından derdi bunu, sinir olurdum her zaman ama... Şuan buna ihtiyacım vardı sanki.
“Büge.” Dudaklarım istemsizce büzüldü. “Ne oldu bir ay önce?”
Gözlerini kaçırdı. Sanki dokunsam o da ağlayacaktı, benden yüz bulsa ağlayacak haldeydi. Burnunu çekti. Sarı saçlarından önüne gelen tutamları geriye atarken, üzerindeki pembe gömleğin boğaz kısmındaki düğmesini açtı, rahatlamaya çalışıyordu. Olmuyordu biliyordum.
Bırak gömleğin düğmesini, ruhumun düğmelerini açsam rahatlamayacaktım ben. Olmayacaktı.
“Biliyordun.” Diye fısıldadım. Haykırmak istedim ama elimden yalnızca bu geldi.
Biliyordu. Büge bu sikik yirmi dört yılımın nasıl bir yalandan oluştuğunu biliyordu.
İnanmak istemedim bir anlığına. Sonra kardeşim dediğim kızın gözlerindeki pişmanlığı gördüm. Biliyordu.
“Biliyordun.” Diye fısıldadım. Başımı sağa sola sallarken. Dişlerimi sıkarken gözlerimden akan yaşlara engel olamıyor olmam umurumda değildi. “Biliyordun!” Diye bağırdım olduğum yerde doğrulurken. Üzerine örtülen ince hastane pikesini kenara doğru attım.
“Birşey söylesene! Biliyordum desene!”
Kolumdaki serumu çekip kenara damar yolunu atarken üzerine yürüdüm. Omuzlarından ittirdim. “Söyle!” Diye bağırdım. “Kandırdım seni de! Hepimiz bir olduk seni kandırdım de! Sen bana kardeşim dedin, ben seni kandırdım de!”
Ağlıyordu.
Ağlıyor muydu?
Bir de ağlıyor muydu?
“Ağlıyor musun?” Diye bağırdım yüzüne doğru. “Sen ne hakla ağlıyorsun?” Geriye gitti. “Çok mu para verdiler sana? Çok mu para verecekleri görevini yerine getirirsen?”
Hıçkırdı. “Pişman olacağın şeyler söylüyorsun.”
Ağlaya ağlaya bağırıyordum. “Ben mi pişman olacağım?” İşaret parmağımla kendimi gösterdim. “Ben mi?”
Başını hafifçe yana eğdi.
“Siktir git! Çık git! Defol!” Kapıya doğru attığım her adımda ayaklarımın altından bacaklarıma doğru bir sızının yayıldığını hissediyordum ama o anki adrenalin öyle fazlaydı ki, sanki buna katlanabilirmişim gibi geliyordu.
“Yapma.” Diye fısıldadı. Dinlemedim. Kolumdan tuttuğum gibi kapının ilerisine doğru itekledim. “Bundan sonra bir kardeşin yok diyeceğim de, sen çoktan çıkarmışsın zaten beni gözden.”
Kapıyı çarptım.
Kilitledim.
Kapıyı kilitlediğim gibi kendimi dizlerimin üzerinde yere bıraktım. Ne kadar süredir ağladığımım bile farkında değildim, sürekli ağlıyordum kendimi durdurmak çok zor geliyordu. Aldığım sakinleştiriciler bile beni fazlasıyla zorluyordu. Ellerimi yüzüme siper ederek sanki etrafımda biris varmış da, beni görmesini istemiyormuşum gibi ağlamaya devam ettim.
Dakikalarca ağladım.
Boynuma urgan olan bir ihanetin acısıyla ağladım.
Ellerimi yüzümden çekerken gözlerime çarpan şey, sol elimdeki yüzüktü. İhanetin yüzüğü.
Her şey sahteydi.
Beynime kazındı.
Her şey yalandı.
Beynime kazındı.
Sevgiler yalandı.
Nasıl bir duygu durumu içinde olduğunu bilmeden, artık gözlerimden akmayan yaşlarla birlikte yerden destek alarak ayağa kalktım. Dünya etrafında dönüyormuşcasına başım dönüyordu. Midemdeki bulantı ile kusmak istediğimi fark ettim ama kusamayacak kadar halsizdim. Yatağa doğru ilerlerken sehpanın üzerindeki siyah bir kutuya bakakaldım. Uyandığımda gözüme ilişmişti ama şuan çözmüştüm.
İleri uzandım, ileri atılırken kasıklarıma giren kramplarla kendimi yatağa zar zor bıraktım. Kutu elimdeydi. Kapağı açmadan önce titreyen ellerimi açtım. Kesimlerle doluydu. Parmak uçlarımda sargılar vardı.
Tırnaklarım yoktu, acısını biliyordum.
Avuçlarımla kutunun kapağını kaldırdığımda kutunun en üstünde o fotoğrafı görmeyi asla beklemiyordum.
Fotoğrafta ben ve o vardık.
Bir de bir köşede babam.
İkimiz de çok küçüktük. Ben elimde tuttuğum bez bebeği nispet yapar gibi karşımdaki çocuğa gösterirken karşımdaki mavi gözlerin sahibi, beni gülümseyerek izliyordu. Babam ise o fotoğrafın sol köşesinde arkasından sadece paltosu ve saçları gözükecek şekilde bizi izliyordu. Tüylerim ürperdi, üşüdüğüm iliklerime kadar hissediyordum. Bu fotoğrafın varlığından haberim dahi olmasa da lojmanda babamın güya şehitliğinden önce çekildiğinde biliyordum. Her şey planlanmıştı.
Korkunçtu.
Korkuyordum.
Her şey planlıydı ve ben bir piyonundan ibarettim.
Fotoğraf şaşkınlıkla kutunun içine geri bırakırken Bu kez elime yetişen bir kaseti çekip aldım. Ne olduğuna bakmak için etrafımda bunu kullanabileceğim bir bilgisayar gibi bir şey ararken gözüme ilişmediğinde daha sonrasında izlemek için yatağın üzerine bıraktım. Kutuda son bir şey vardı.
Bir mektup.
Zarfın üzerinde bir tarih ve bir kelime vardı.
Kızıma...
11.01.2024.
Bunlar babamın el yazısıydı. Bıraktığı vasiyetteki yazıyla aynı yazıydı.
Ellerim titreyerek zarfın yapışkan kısmını açtığımda içerisinden mektubu çekip aldım. Kağıt üçe katlanmıştı. İlk katı açtım açar açmaz ağlamaya asla beklemiyordum, uyandığımdan beri hiç beklemediğim şeyleri yaşarken bu mektubu okuduğumda artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını da biliyordum.
İkincisi katı da açtığımda gözlerimi yazılanlarda gezdirdim ve en sonunda okumaya başladım.
Elfida’m, kızım...
Bunu okuyorsan bil ki, artık her şey değişti. Her anlamda, her şey tepetaklak oldu. Ama başardık demek kızım, başlatılan operasyonu bitirdik ve seni koruduk demek.
Ben sana tekrar kavuşacağım demek.
Bu mektubu sana annenin seneyi devriyesinde yazıyorum. Pişmanlıklar ve keşkeler içinde boğuluyorum bunu bil.
Bıraktığım kasette, yaptığımız işleri bir bir itirafı var. Eğer olurda ben gerçekten bu işi bitirip karşına çıkarsam, ilk önce bunu izle güzel kızım. Canımın içi.
Affet beni.
Elfida, çok zor kızım.
Seni gözlerimin önündeyken kızım diye sevememek çok zor. Tıkandım, kelimeler kafamda dönüyor ama ben annen gibi onlara şekil verip buraya yazamıyorum. Özür dilerim.
Hayatının bir yalandan ibaret olduğunu düşüneceksin, oyuncak gibi kullanıldığını, her şeyi boşuna yaşadığını, zorlukları boşuna çektiğini, belkide hiç sevilmediğini düşüneceksin. Ama hepsi senin içindi.
O lojmandan çıktığım ilk anda bir yemin ettim. Ne kadar sürerse sürsün ben kızıma geleceğim. Kızım beni affeder.
Baba diye kollarıma atlayan kız çocuğu beni affederdi ama o gün bırakıp bir daha gelmediğim için çocukluğunu içine gömen kadının beni affetmesi zor.
Beni affet kızım.
Baban her şeyi senin için yaptı.
Çıktığın her bir operasyonda elde ettiğin başarıları okurken, Kale’ye her gelişinde başarı ile gelip bunun hakkında tek bir kelime etmezken benim göğsüm gururla öyle bir kabardı ki... İşte dedim, işte benim kızım bu kız. Babasının kızı.
Benim sana söyleyecek çok fazla şeyim var, Elfida. Senin de var mı? Anlatamaz mısın, sevdiğin adamı babana? Anlatamaz mısın, kurduğun operasyon tekniklerini, planlarını...
Sesini bana duyuramaz mısın, kızım?
Ben seni çok özledim kızım.
Kızacaksın, belki de hiç affetmeyeceksin.
Bir planla hayatına soktuğum adamı nasıl seveceksin? Lojmandan çıktığı günden itibaren hep sorduğun çocuğun, seni timine gönderdiğim adam olduğunu öğrendiğinde ne yapacaksın? Hiçbirini kestiremiyorum.
Kıyamam dedi, biliyor musun? Yapamam ben sevdiğim kadına bunu dedi.
Ama çok iyi bildiği bir şey vardı.
Bende sana kıyamazdım.
O da sana kıyamadığı için ortak oldu bize.
Her şey senin içindi.
Ya seninle kalacak, ölmene izin verecektim.
Ya da senden ayrılacak, yaşamanı sağlayacaktım.
Yaşamanı seçtim kızım.
Umarım bu mektubu okursun ve umarım benim kızım beni affeder. Ve umarım beni anlarsın.
Bunu Milli İstihbarat Teşkilatı müsteşarı Hakan Türkeç değil, bir kız babası Hakan söylüyor.
Kurban olurum aldığın her bir nefese.
Umarım kızım, umarım.
Baban.
⛓️
1 Ay Önce
Elfida ipten düştükten sonrası...
Barın Alp Yıldırım
“Elfida!” Dizlerimde yatıyordu. Hareketsizdi. Çamura bulanmasına rağmen rengi belli olan saçlarını alnından geriye doğru elimde ittim. İyice çektim kucağıma. “Aç gözlerini! Hadi, bebeğim, uyan lütfen!” Sımsıkı tutuyordum. Teni buz gibiydi.
Yanaklarına baktım, her zaman al al olan yanaklarıyla beraber yüzü de sarı duruyordu. Üşümüştü.
Üşürdü ki, o. Çok üşürdü.
“Elfida’m, lütfen!” Buz gibiydi. Kucağına düşen ellerine baktım. Ellerini görmemle, omuriliğimden bir titremenin bedenimi titretmesi bir oldu. Kan tüm ellerini bir kader yazgısı gibi boyamış, tırnaklarından akan kan üzerindeki kıyafetleri bile ıslatmıştı. "Özür dilerim birtanem, geç kaldık özür dilerim."
Biraz daha aşağı baktım. Bacaklarına. Oraya bakmamla bağırmam bir olmuştu zaten. “Elfida!” Sesim içinde olduğumuz mağaranın taş duvarlarını delip geçerek gökyüzüne kadar ulaşmış gibiydi. Dışarıdan bir kuşun sesini duymuştum. “Uyan, canım!”
Ağladığımı, gözlerimden akan birkaç damla gözyaşının onun morluklarla dolu yüzünde gözkapaklarına düşmesi ile fark etmiştim.
Göz kapakları titredi.
Sadece o minik hareket bile şuan umudumu bağlayacağım koca bir ömür gibiydi, benim için.
“Canımın içi!” Göğsüme çektim onu iyice.
“Canımın yarısı!” İmkanım olsa şuan onu göğsümden içeri sokup herkesten saklayacaktım.
Suçlusu bendim. Onun burada bu halde olmasının tek suçlusu bendim. Onu nasıl koruyamazdım? Benim bu hayattaki tek amacım oydu. Onu nasıl bir cehennemin içinde bırakmıştım? Bile bile onu nasıl böyle bir ateşin içine atardım?
O beni nasıl affedecekti?
“Ambulans uçak yoksa, helikopter geldi dışarı çıkarmamız lazım.”
Sesin sahibine kısa bir süre baktım. Pişmanlıkla baktım. Onun yüzündeki o korkuyu görüyordum ama bu bana yetmiyordu. Kızı kucağımda ölümün eşiğindeydi benim yüzümden. Ama o dokunsan ağlayacak haldeyken bile sertçe emir veriyordu.
Elfida’yı kucağımdan almak için bir hamle yaptığında, kucağımdaki meleğimi kendime doğru daha çok çekip kucağıma aldım sarsmadan. Ayağa kalktığım gibi arkamı dönüp buradan çıkmayı planlamıştım ama döndüğüm gibi, dakikalar önce kalbinden vurduğuma emin olduğum Buğra’yı görmüştüm.
O an, ana karakteri olduğumu sandığım oyunda Hakan Türkeç’in tuttuğu bir taş olduğumu anlamıştım.
Hakan Türkeç, beni bile parmağında güzelce oynatıp kızının hayatıyla Milli İstihbarat Teşkilatı’nın gelmiş geçmiş en büyük operasyonunu tamamlamaya bir adım daha atmıştı.
Buğra bir hain değildi.
Buğra bizim elemanımızdı.
Ve başka bir gerçek kafama taş misali çarptı.
Hakan Türkeç, kızının hayatının bile bile ipin ucuna kadar gitmesine izin vermişti.
Daha fazla zaman kaybetmeyerek engebeli yolda yürüyüp dışarı çıktım. Elfida’yı bana doğru getirilen sedyenin üzerine bırakıp onu helikoptere bindirmelerini izledim.
Ayakta duramayacağımı fark ettiğimde kendimi yere bırakıp sağ elimle yerden destek alırken sol elimi gözlerimin üzerine kapatıp ağlamaya başladım. Helikopterin sesinden benim ağlamam duyulmuyordu ama ben o helikopterin içindeki meleğimin, bedenini sedyeye bırakırken “Baba, neden yaptın?” Diye fısıldamasını duymuştum.
O hızlıca ambulans uçak için götürülürken omzuma dokunan bir el ile kafamı kaldırıp oraya baktım.
Hakan amca elini bana uzatmış, kalkmamı işaret ediyordu.
Kaşlarımı çattım. “Nasıl yaparsın sen bunu?” Diye sordum. Bu kez kaşlarını çatan o oldu. “Bile bile ölüme bırakmak ne demek?” Diye bağırdım ayağa kalkarken.
“Alp, saçmalama. Ben onu bile bile-“
“Bile bile bıraktın!” Diye bağırdım yüzüne doğru. Buğra bize yaklaşarak kolumdan beni ittirmeye kalktığında onu geriye itip bağırmaya devam ettim. “Ya ölürse?” Elimi beline atıp silahımı aldığım gibi emniyeti kapattım.
“Alp, dur oğlum.” Dedi sakince.
Sakindi. Kafayı yiyecektim ama o sakindi.
“Bu zamana kadar beni de kandırdın? Ne için? Sikik bir örgütü bitirmek için mi?”
İleri yürüdüm. “Koşunsana, Hakan Türkeç! İçeride elemanımız olmasına rağmen nasıl göz yumdun onun bu kadar zarar görmesine?”
“Elimizde değildi.” Dedi.
Buğra’ya baktım. Yakasına ellerimi sabitleyip sarstım bedenini. “Nasıl izin verdin lan? Dibindeydi! Gözünün önündeydi nasıl izin verdin?”
“Alp, yeter!”
İttirerek bıraktım. “Neye yeter? Daha hiçbir şey olmadı ki? Bak, Akgün’ü yakaladık, son bir adam kaldı. Onu da yakalarsak bitiyor. İstediğin oldu.” Duraksadım. “Peki o?” Elimdeki silahla çoktan gökyüzüne ulaşan helikopteri gösterdim. “O ne olacak? Onu
koruyabildin mi?”
“Bu senin görevindi.”
Ellerini serbet bırakarak bacağıma çarpmasının sesini dinledim. “Benim görevim onu korumaktı, korudum. Ama senin görevin benim onu korumamı engellemek değildi, senin görevin onu ölüme terk etmek değildi, senin görevin herkesten bir şeyleri saklamak değildi.”
Derin bir nefes almaya çalıştım. Soluğumun ilk kez bu kadar net kesildiğini hissediyordum. “Kıyamazdım ki ben ona.” Onlar etrafımda mı dönüyordu? Yüzleri bulanıklaşmaya başlamıştı. “Yolumuza niye taş koydun?” Dediğimi hatırlıyorum. “Evlenecektik biz. Evlenecektik, nikah tarihi almaya gidecektim balo dönüşü.” Yanağıma gözyaşım süzüldüğünde adımlarımın bile dengesinin olmadığını anlamam zamanımı almıştı. “Hastaneye gidecektik biz, çocuğumuz olacaktı.”
Kulağıma sesler doluyordu ama benim görüş açım gibi kulağıma dolan sesler de kaybolmuştu. Sınırda gibiydim, onsuz araftaydım. Ruhu ayrılan, bomboş bir bedenden ibarettim.
“Kriz geçiriyor!” Diyen bir kadın sesi duymuştum. Bunu az çok hatırlıyordum ama gözkapaklarımı saliselerce açık tutuyor geri kapatıyordum. Bu esnada burada kalan bir ambulans ekibinin, yerde yatan bana yaklaştığını görmüştüm.
“Elfida.” Dedim göğsüm ağlamanın etkisiyle sarsılırken. “Elfida.” Dedim yine. Parmaklarımı bile oynatamıyorken titreyip üşümeye başladığımı hissettiğimde yine o ismi söyledim. “Elfida.” Birkaç uğultu sesi duydum, sonra yine gözlerim aralandı. Başımda omzuma dokunarak bekleyen Hakan amcamı gördüm. “Elfida.” Dedim yine. Daha fazlasını dudaklarımdna dışarıya çıkaramadım. Tamamen uyuşmuş gibi olduğum yerde kalırken artık duyduğum sesler de gitmişti.
Ama kafamın içinde yankı yapan o kadının ismini hâlâ anıyordum.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Elfida.
Ankara.
Barın Alp Yıldırım.
Uyanalı yaklaşık iki saat oluyordu. İki kez tekrar uyutulmuş, sakinleştiricilerle zaptedilmeye çalışılmıştım. Alt katımda Elfida ameliyattaydı. Her tarafa bir koruma koymuşlardı, ilk indiğimde koridorda İsimsizleri, Büge'yi ve Narin'i görmüştüm.
"Barın, Allah için kardeşim. Bir kalkma şuradan." Omuzlarımdan tutarak beni hastane yatağına tekrar yatırmaya çalışan, Yasin'e ters bir şekilde bakarak hiçbir şey demeden odadan çıktım. Botlarımla hastanenin koridorunda zelzele misali bir tesir yaratırken koridorun başındaki korumaların yanına doğru yürüdüm. Beklediğim kişi oradaydı.
"Alp, odaya geç." Diye emretti beni görür görmez.
Sinirim bozularak güldüm. "Açıklayacaksın, hepsini. Bir bir hepsini anlatacaksın."
İleri yürüyüp üzerindeki takım elbisenin ceketinin düğmesini açtı. Önden yürüdüğünde arkasından giderek onunla beraber giderken arkamıza takılan Yasin'i de alarak alt kata indik.
Ameliyathanenin kapısının önündeki geniş bölümde herkes koluklarsa oturuyordu. Beni ve Hakan amcayı görmeleri ile ayaklanmaları bir olurken, Hakan amcanın bir el hareketi ile onları tekrar yerlerine oturtması bir olmuştu.
"Dinliyorum." Diye uyarır gibi seslendim.
Gözlerim bir anlığına ameliyathanenin kapısına kaydı. Titrek bir nefes alarak yutkundum. Sıkı sıkı sarılmak istiyordum şuan ona. Her gece aynı yastığa başımızı koyduğumuz yatakta yine onunla uyumak istiyordum. Saçlarına yine öpücükler bırakmak istiyordum.
"Dikkat." Diye seslendi ortaya doğru. Hepimiz ileri atılarak koridorun ortasında onun etrafına doluştuğumuzda cebinden telefonunu çıkardı. Ekrana bakmadan direkt karşısındaki bana odaklanarak konuşmaya başladı. "Yirmi dört sene süren bir operasyonu, Supa Liyan'ı da alma operasyonunu kurarak bitiririyoruz. İsimsizler Timi'nim son personelleri olarak siz, vatanınız için en büyük görevi yerine getirmiş; boynunuzun borucunu fazlasıyla ödemiş bulunuyorsunuz." Boğazını temizledi. Ak düşmüş saçlarına elini atarak düzelttikten sonra, Elfida ile neredeyse aynı tonda olan yeşil renk gözlerini üzerimize gezdirdi.
"Asıl meseleye gelecek olursak..." Duraksadı. "Kızımın canı, kızımın hayatı benim için her şeyden daha önemli. Onun bu denli zarar göreceğini hiçbirimiz düşünmedik, çünkü onların elindeyken yapılanlar sırasında hiçbir elemanımız orada değildi. Elfida, Buğra'yı karnından vurduğu için..." Yutkundu, onu ilk kez konuşurken bu kadar zorlanıyor halde görüyordum. "Videoda olan olaylar sırasında bir engelleme söz konusu olmadı. Buğra'yı size hain gibi göstermekteki tek amacımız, Buğra'nın riski en az şekilde örgüte sızıp bize istihbarat göndermesiydi. Elfida'yı buldunuz, evet."
Sözünü kestim. "Ama bitmiş bir halde." Kaşlarımı çattım. "Kafayı yiyeceğim ben, biz yirmi dört yıldır bunun için uğraşıyorken ona zarar gelmeden yapamaz mıydık bunu? Buğra yerine neden başka birisi yoktu orada? Nasıl engellenemez bunlar?"
Bu kez söz kesen o oldu. "Canının yandığını biliyorum, benimde canım yanıyor. Benim kızım ölümün eşiğinde kesik nefesler alıyor ve canımın ne kadar acıdığını tarif bile edemem. O yüzden, artık aniden yükselmeyi bırak ve durumu açıklamamı bekle." Elimle çenemi sergöe sıvazlayıp ofladım. Omuzumdaki Yasin'in eli omuzumda iki kez destek verircesine vururken Hakan amca tekrar konuya girdi.
"Orada Buğra'dan başka kimse yoktu, çünkü risk alarak kendimizi ifşa edemezdik. Adamlar kendi elemanlarını bile yanlarına sokmadılar o işkence sırasında. Buğra çocukluğundan beri o örgütün elemanı gibi onlar için ama bizim için değildi. Bizim için oraya yerleştirilmiş bir köstebekti." Bana değdirdi bakışlarını. Her zaman gösterdiği bana şefkatinden gram belirti yoktu. "Kerem kısmına gelirsek..." Bu kez kesik bir nefes alan kişi Alper ve Emre'nin ardından biz olduk. "Buğra, Kerem'i vurmadı. O gün Elfida'yı götüren arabadan bir silah daha doğrultuldu. Buğra'nın silahı kuru sıkıydı."
"Benim kardeşim ölmek üzereydi." Dedi Alper araya girerek.
"Ölümden korkmak bizim işimiz değil." Diye sertçe ona döndü, Hakan amca.
"Yani; Şirket, Elfida'yı alma planı yaptığında benim yaşadığımın şüphesine çoktan düşmüştü. Ben yirmi dört sene önce, Şirket'in en önemli yapı taşlarından birisi olan Supa'nın eşini nokta operasyonlardan birisinde suç üstü yaparak bir toprağa hapsettiğimde zaten asıl düşmanlarımızı edinmiştik. Supa'nın istediği tek şey, ya bana ya da sevdiklerine zarar vermek onlardan birisini benden almaktı."
Sessizlik oluştu bir an. Sözler uzadıkça zaman ağırlaştı. Supa’dan, onun gölgesinden, yirmi dört yıl süren oyundan bahsediyordu Hakan. Hepimiz dinliyorduk ama ben dinleyemiyordum. Aklım hâlâ ameliyathanedeydi. Elfida’nın gözleri, saçlarının kokusu, yanımda nefes alışları. Onun yaşaması için her şeyi yapardım. Bu konuşmaların, bu planların hiçbir önemi yoktu. Tek gerçek vardı: O.
Bir süre daha operasyonun detayları anlatıldı. Kim hangi adımı attı, kim hangi bedeli ödedi. Hepsi kulağıma geldi, geçti. Benim zihnim hep aynı yerdeydi. Elfida. Onun başını göğsüme yasladığı, sesini alçak tonda fısıldadığı anlardaydı zihnim.
Bazen çok çalışır, şişmiş gözleriyle yiyecek bir şeyler arar; bulamayınca sinirle yatağının üzerinde deli gibi çikolata yerdi. Ya da, erken uyandığı ve benim görevde olduğum bir gün, benim yastığımı kucaklayıp yatakta kokumla tekrar uyumaya çalışırdı.
Uyan, sevgilim. Uyan hayatımız var daha bizim. Yaşayacak zamanımız var. Benim değilse bile, senin çok güzel zamanların var. Lütfen uyan. Sana yakışmaz burası.
O an ölmeyi dilediğimi hatırlıyorum. Birkaç kez kendime bunu tekrar ettiğimi. Ölüm öyle yakın gelmişti ki, sanki burnunun ucunda duran bir şeydi.
O uyansın, ben öleyim.
Nefeslerim boğazımda tıkılıp kalsın ama o uyansın.
Beni affetsin, bunu bilerek ölmek istemek bile bencillikti şuan.
Ondan beni affetmesini nasıl isteyebilirdim ki?
Öl, Alp.
Öl ki, içeride yatan o kadın rahat bir nefes alsın. Öl ki, içeride yatan kadının pişmanlığı olma. Öl ki, içerideki kadın yüzüne baktığında bir dağ gibi devrilme.
Geberip git, Alp.
Kendimi yeri izlerken bulduğumda istemsiz kulak çınlamamı hissettiğimi fark ettim. Derin bir nefes alarak ortamda konuşulanlara temrar kulak verdiğimde, Hakan amca bu kez farklı bir konuya geçiyordu. Telefonunu açtı, ekranı bize çevirdi. Telefonun ekranı yüzlerimize çevrildiğinde derin bir sessizlik oldu. Karanlık bir masada çekilmiş fotoğraf, gözlerimizin önündeydi. Supa sandalyesine yaslanmış, karşısında ise Dicle vardı.
"Dicle bir hain." Dedi net bir sesle. “İşte…” dedi Hakan amca, sesini kısarak. “Bu fotoğraf üç hafta önce çekildi. Supa’yla görüşen kişi Dicle. Sizin güveninizi kazanmış biriydi. Size yardım ediyor gibi görünürken aslında Supa’nın planlarını yürütüyordu.”
İçimde bir şeyin koptuğunu hissettim. Yasin’in yüzü kasıldı, gözleri bir anlığına bana kaydı ama hiçbir şey söylemedi. Ben ise sadece fotoğrafa bakıyordum.
"O zaman..." Diye mırıldandım. "Elfida'ya o uyuşturucuların veren kişi de..."
"Dicle." Dedi Yasin. "Dicle'ymiş."
Bakışlarım anlığına ona kaydı. Hayatının sillesini yemişti ve bunu belli eden bir yüz ifadesi ile bakıyordu bize.
Oyun bitmeye yakın daha sert oynanırdı.
Hırs bedenleri, acı ruhları ele geçirdiğinde, biz zaten sevdiklerimizin derdine düşmüştük.
Geriye tek bir yol kalmıştı.
Supa’yı almak.
İsimsizler dosyasını sonsuza kadar kapatmak. Milli İstihbarat Teşkilatı ve Özel kuvvetlerin düzenlediği en büyük uluslararası operasyonu bitirmek.
Ve ömrümü adadığım kadının, beni affetmesini beklemek.
Tabii… o affetmeyi hâlâ bir seçenek olarak görüyorsa.
⛓️
2024, 11 Ocak
Ankara
Elimdeki video kasetini ellerimde iz bırakacak kadar sıkı tuttuğumu kaseti çantamın içine bıraktığımda fark etmiştim. Parmak uçlarımda sargılar vardı, kollarımda, bacaklarımda, karnımda, başımda... Derin bir nefes alarak çantamı tek koluma takarak yavaş adımlarla birkaç doktorun yardımıyla asansörle aşağı indim.
Tedavim bitmemişti ama uyanır uyanmaz buradan gitmem gerektiğinin farkına vardığım için ısrarlarımdan dolayı beni çıkarmışlardı. Tedavim evde devam edecekti, tabii ne kadar toparlayabilirim bilmiyordum.
Kapının önüne çıktığımızda doktorlara teşekkür ederek benim için çağırdıkları taksiye bindim. Ankara'da yaşarken kaldığım kendi evinin konumu tarif ettikten sonra eşyalarımın verdildiği poşetten çıkan telefonumu aldım. Kapalıydı.
"Pardon, şarj aletiniz varsa arabada şarj edebilir miyim?"
Taksici adam güler yüzle arkasında oturan bana şarj aletinin ucunu uzatıp diğer ucunu da arabanın şarj adaptörüne taktı. Birkaç dakikalık şarj alma işleminden sonra kablodan çıkarmadan telefonu açtım. Kayıtlı olan numaralarda gezinirken en üstte sabitlenmiş numaranın üzerinde basılı tutarak çıkan bildiri çubuğundan engelle tuşuna bastım.
*Alp'im kişisi engellendi.*
Daha fazla düşünmeden bu kez istihbarattaki sıkı korumalarımdan birisi olan Adem'i arayıp telefonu kulağıma yasladım.
"Alo?" Dedi telefondaki ses hat birleştiğinde. "Elfida Hanım?"
Boğazını temizledikten sonra konuşmaya girdim. "Adem, şimdi senden birkaç şey isteyeceğim. Ama bundan kimsenin haberi olmayacak, benimle hiç konuşmamış, benden hiç haberin yokmuş gibi yapacaksın."
"Emredin efendim. Sırrınıza ihanet etmem." Dedi fazlasıyla güven verir bir sesle. Tabii, bu güven verici ses bile bende bir güven duygusu uyandırmıyordu.
"Narin'i biliyorsun değil mi?"
"Evet, Elfida Hanım."
Dilimle dudaklarımı ıslattım. Bu esnada evime çoktan yaklaşmış olduğumuzu fark ettim. "Narin'i alıp benim evime getiriyorsun. Kale'de bakıyorlar ona. Oradan al ve bana getir. Gelirken de benim banka hesabımdan yüklü bir miktar para çek."
Bir süre ses gelmedi. "Yüklü bir miktar derken efendim?"
"Tamamından bahsediyorum."
Şaşırma nidasını kısmaya çalıştı ama sonra tekrar konuştu. "Efendim tüm parayı çekersem açığa alınmışken kaçacağınızı düşünürler."
Gülümsedim. Ama bu gülümseme ne mutluluk ve de sevgi gösterisiydi.bu yalnızca istediğini almanın verdiği gururdu. Tekrar derin bir nefes aldım. Göğsüme doldurduğum hava bana ikinci kez bir sıkıntı verdi. Aldığım nefesi sesli bir şekilde geri verdiğimde gözlerim dikiz aynasından gözlerime ulaştı.
Sol gözümün hemen üzerinde bir morluk vardı, gözümün kenarı kanlanmış beyaz kısımlar kırmızılaşmıştı. Sağ gözümde bir şey yoktu, görmemde hafif bir bulanıklık olsa da sorun etmiyordum şuan. Ama gözlerime iyice baktım.
İyi bak o gözlere.
23 yıl, kandırılan kadının gözlerine iyi bak.
İntikam o gözlerden doğacak.
Taksi evimin olduğu apartman bloğunun önünde durduğunda inerek çantamı elime aldım. Son kalan üç yüz liramı da taksiye bırakarak apartmanın girişine yürüdüm.
Kapı girişine gelir gelmez içimi yiyip bitiren bir özlem, nefesimi bile kesmeye başladı. Sol gözümden bir yaş, önceki yaşlarımı aratmayacak hırçınlıkta düşüp gittiğinde lanet ettim.
Allah'ım, dedim. Ya şimdi al canımı, ya da bana güç ver.
Girişte duran, elindeki sigarayı çiseleyen yağmurda tür tir titreyerek içen güvenliği gördüm. Gözlerim elindeki sigaraya indiğinde gözlerimi kıstım. Önce hiç denemediğim bir şeyi, damlarlarımdan almaya ihtiyacım varmışcasına istediğimde yutkundum. İleri yürüyüp beni zaten tanıyan güvenliğe baş selamı verdim.
"Elfida?" Dedi. Kısa bir an yanlış seslendiğini düşündü ama benim yavaş adımlarımdan taviz bularak beni inceledi. "Kızım?" Şu kelimeden nefret etmeye başlamıştım.
"İrfan amca," dedim bir çırpıda. Derin bir nefes aldım. "Bana bir sigara verir misin?"
Hiç ikiletmeden elini cebine attı. Siyah ambalajlı sigara paketini bana uzatırken eli durdu. "Elfida, kızım alışkanlık mı edindin bu illeti?"
Başımı sağa sola yavaşca salladım. "Yok amcam, bir kerelik." Uzattığı paketi aldığımda içinde çakmak olduğunu da söylemeyi unutmadı. Bir dal sigarayı dudaklarımın arasına koyarak paketten çakmağı çıkardım. Paketi ona geri verip sigaranın ucuna rüzgar engellemesim diye elimle siper tutarak çakmağı çaktım. Alev sigaranın ucuna ulaşarak yandığında çakmağı çekip içime aniden dolan havanın boğazımı tıkamasını engelleyemedim. Birkaç geç ard arda öksürdüğümde dudaklarımdan sigarayı iki parmağımın arasına sıkıştırarak aldım.
"Kolay gelsin, İrfan amca." Dedim sigaramla birlikte içeriye girerken.
"Sana kolay gelsin, kızım."
İçeri girdim. Evimin katına çıkıp apartman yöneticiden aldığım anahtar ile kapıyı açıp geçtim.
Ev aynıydı, eşyalar aynıydı, hiçbir şeyin yeri değişmemişti. Ayakkabılarımı çıkatmak için eğilmeye dahi kendimde mecal bulamayıp ayaklarımı birbirine yaslayarak çıkardım ayakkabılarımı. Çantamı, telefonumu anahtarımı
girişteki sehpaya bırakıp oturma odasıyla birleşik olan mutfağa yaklaştım. Hızlıca camı açıp bitmeye yüz tutmuş sigara izmaritini dışarı savurdum. Narin geldiğinde dumanın kokusundan etkilenebilirdi.
Geniş bölümdeki yemek masasının üzerinde bir fotoğraf vardı.
Babamla benim fotoğrafım.
Babam üzerindeki takım elbisenin ciddiliğine rağmen, benim yakasına iliştirdiğim küçük pembe boncuk tokayı çıkarmamış Derince gülümseyerek kucağında duran, turuncu saçları iki tane topuz halinde toplanan bana bakıyordu..
İleri uzandım. Fotoğrafın çerçevesi ilk kez elime bu kadar ağır geliyordu. Kaldıramayacağımı düşündüm bir anlığına. Yutkundum, başımdaki dönmeyle beraber mideme yayılan o bulantıyı hissettiğimde çokta umurumda olmadı. Halim zaten pek de iyi değildi.
Fotoğrafa odaklandım bir süre.
Baktım.
Baktım.
En sonunda fotoğraf çerçevesini olduğu gibi karşı duvara savurdum.
Fotoğrafın çerçevesinin camları etrafa saçılarak parçalandığında da soğumadı içim. Yandım, cayır cayır hemde.
Avuçlarımdan parmak uçlarıma doğru bir acı yayıldığında içimdeki sinirle birleşti. Gözlerimi kapatarak birkaç nefes almaya çalıştım, hızlı hızlı göğsüm inip kalkarken girişe bıraktığım çantaya ulaşıp içinden bana verilen psikiyatri ilaçlarını çıkardım. İlacın beyaz kapağını çevirerek içindeki haplara baktım.
Bunlara başlarsam, yine yıllarca bırakmak için uğraşacaktım.
Mesleğime de geri dönemezdim.
Ama içmezsem de duygu kontrollerim birbirinden bağımsız olacak, hiçbir şeyi kontrol edemeden patlamalar yaşayacaktım.
İçimdeki ilacı içme isteği ilaca baktıkça git gide artarken kapağı ellerim titreyerek kapattım. Bağımlılık yapıyorlardı, kanımdaki o illet uyuşturucu yeni temizlenmişken buna başlarsam duygularımı yitirecektim.
Ama ben zaten bunun olmasını istemiyor muydum?
Sadece sakinleşmek istiyordum.
Yorgundum, belkide uyurdum... İlaç şişesini avucuna yaslayarak içerisinden bir tableti çıkardıktan sonda kapağı kapatıp elimdeki minik hap ile birlikte telefonumu da alarak mutfağa yürüdüm. Musluğun yanındaki arıtmayı açarak bardağa su doldurduktan sonra ilacı ağzıma doğru yaklaştırdım. Alt dudağımı ısırarak ilaca bakarken telefonumun meldosini aniden duymamla irkilerek ilacı elimden düşürdüm. Aynı anda kapının zili çaldığında boğuk bir küfür savurarak telefonu açtım.
Kapıya Narin ve Adem'in geldiğini düşünerek yürürken, çağrısını onayladığım Adem'in "Elfida Hanım, biraz gecikeceğiz sanırım. Bankada küçük bir sorun çıktı. Narin yanımda, merak etmeyin."
Kapının karşısında durup donakaldığımda kapının arkasında kimin olduğunu tahmin etmek kolay falan değildi.
"Tamam. Dikkat et." Diyerek kapattım telefonu. İleri birkaç adım atarak küçük delikten dışarıya baktım.
Büge gelmişti.
Gözlerimi kapatarak elimi kapıya yasladım.
Mübah mıydı şimdi bana bu yapılan?
"Elfida!" Dedi dışarıdaki ses. "Aç lütfen. Biliyorum içeride olduğunu."
Ses vermedim. Boğazımdan bir acı göğsüme yayılmaya başladığında kapı girişinin duvarında asılı olan aynaya baktım.
Ne haldeydim ben?
Ben kimin yüzünden bu haldeydim?
Ben kimi sevdiğim için bu haldeydim?
Saçlarımın rengi dahi solmuştu. Annemin ilkokulda çocuklar beni zorbalıyor diye şapkayla kapattığı kadar vardı belkide. Güzel değildi saçlarım. Kemiklerim sayılırcasına zayıflamıştım. Belkide küçükken babam hep yemek yememi söylerken hakkıydı. Ellerim sargılar içindeydi. Belimde de aynı şekilde bir sargı olduğunu biliyordum. Bacaklarımda, bileklerimde, ensemde...
Ağlamak istedim yine ama bu kez yapamadım.
"Elfida, yalvarırım. Beni dinlemen gerekiyor." Büge'nin ağlamaklı sesini duyduğumda tekrar kapıya döndüm. Elimi yukarı kaldırıp kapının kilidini, bir müzik kutusunun kilidini çevirir gibi çevirdim. Hangi müziğin çalacağını bilmeden açtım kapıyı.
Omuzlarım düşük, gözlerim dolu. Bekledim baktım öylece.
"Elfida..." Diyerek öne, bana doğru bir adım attığında geriye gittim.
"Sakın." Dedim. "Yaklaşma bana." Dişlerimi sıktığımı çenemin acısıyla fark ettiğimde canım daha çok yandı. "Bu kapıyı, son bir defa benimle konuşman için açtım. Ne söyleyeceksen kısa kes." Kuruyan dudaklarımı ıslattım. Dilim dudaklarımın üzerindeki minik çürüklere temas ettiğinde yüzümü hafifçe buruşturdum. "Sonra da siktir git evimden."
Bu nefret miydi bilmiyordum ama şuan asıl kızıp bağırmam gereken kişiler belliydi. Ben önüme gelen kişi Büge olduğu için ona patlıyordum.
Bana bakarken başı biraz sağa doğru kaydı. Burnunu çekişini, sonra hıçkırıklara boğuluşunı izledim.
Ama hiçbirisi, yere dizlerinin üzerine düşüp "Ben böyle olacağını bilmiyordum!" Demesi kadar yakması canımı.
Gerçi hoş, ne kadar yanmıştı canım. Nasıl yanıyordu canım. Gıkım çıkmıyordu.
"Ağlayacaksan siktir ol git. Seni dinlemek zorunda değilim ben." Dedim kendimi toparlamaya çalışarak. Kapıyı kapatmak için bir hamle yaptığımda dur diye bağırdı. Dinlemeyip kapıyı çarptığımda geri ittirdi arkadan.
"Hamilesin!"
Ellerimi bir elektrik çarpmış edasıyla kapıdan çekerken dudaklarım hafifçe aralandı. Kapı arkaya doğru gidip tamamen açıldığında, yerde oturan Büge başını kaldırmış kızarmış bal rengi gözleriyle bana bakıyordu. Gözlerimi kırptım. Göğsümde bir dalgalanma hissederek midem acımaya başladığında tutunacak yer aradım. Tutunduğum tüm dallar, ince bir ağaç dalıymış gibi kırılırken bu kez sırtımı duvara yaslayarak başımı yukarı kaldırdım.
Kollarım o günkü gibi karnıma sarıldı benden izinsiz.
"Allah'ım." Diye yalvardım sonunda ağlarken. Devamını getiremedim. Hangi duayı etsem az kalacak gibi hissediyordum.
Karnımda, babamla birlikte iş yapıp beni yıllarca kandıran deli gibi sevdiğim adamdan bir parça taşırken Allah'a beni kurtarması için dua ettim.
Çarem yoktu.
Bedenime sıcak kollar sarıldığında geri itemedim. Büge bana sarılarak kapıyı kapattığında ağlamaya devam ettim.
Ben böyle bir savaşın ortasına nasıl masum bir bebek getirebilirdim?
Ben bu savaşın ortasında, düşmanımın bebeğini doğurabilirdim.
Ben nasıl anne olabilirdim?
"Anne!" Diye devam ettim ağlamaya. Küçükken baba diye ağlardım hep. Baba derdim, babam gelsin, babamsız olmaz.
Şimdi babam yüzünden, annem diye ağlıyordum.
"Anne ölüyorum, anne."
Anne öleyim de kurtulayım.
"Anne, gel."
Anne beni al.
"Anne yoruldum, anne!" Dedim boğazımı yırtacak kadar bağırarak.
Yoruldum anne.
⛓️
Ve finito!
Uzuuunca bir süredir özleşiyorduk.
Bu uzun aradan sonra bu bölüm
iyi geldi mi bilemem tabii.
Bu bölümde daha çok Elfida'yı ve geçmişi okudunuz, giriş olduğu için biraz geçmişe yönelik oldu. Diğer bölümleri daha çok Elfida, Alp, Narin, Büge, İsimsizler ağırlıklı okuyacaksınız.
Instagram: eliffbulu
Lütfen sosyal medya hesaplarıma destek olun, büyümemiz için çok önemli.
Bu ara dönemde, bana hep destek çıkan okurlarım olan sizlere çook teşekkür ederim. Eflin, İdil, Firuze, İko, Ceylin, Havva... Ve isimlerini sayamadığım onlarca kişiyle beraber Nefise.
Sizleri çok seviyorum,
kavuştuğumuza göre artık buralardayız!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.15k Okunma |
2.97k Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |