Yeni Üyelik
1.
Bölüm

64. BÖLÜM | SİLİNİŞ

@elisyaroyal


Selam ışıldayan kar tanelerim!

 

Bölümü hatırlamak için önceki bölüme göz atmayı unutmayın çiçeklerim.


Bölüme unutmadan önce oy verip okumaya öyle geçin. Ve bol bol yorumlar bırakın, umarım seversiniz keyifli okumalar ❤

🐉

 

64. BÖLÜM | SİLİNİŞ

 

Her şey sönüp silikleşiyordu.
Geçmiş siliniyor, siliniş unutuluyor, yalan gerçek oluyordu.

 


Ocak ayı evi karların içine öylesine batırıp sokmuştu ki, ev beyaz kürkün üzerindeki bir mücevher gibi parlıyordu.

Kış rüzgarı gökyüzünün belirli noktasına gri-beyaz bulutları hareketlendiriyordu. Hava gündüzleri karla eğlenmek geceleriyse sevgilinize sarılıp uyumak isteyeceğiniz türden huzurlu bir beyazla kaplıydı.

Açıkçası dünyanın sonuna kadar bu isteğe teslim olmaya, dünyanın geri kalanını boş vermeye büyük arzu duyuyordum ama gerçeğin dudakları, böyle hayallerin ancak masallar kadar gerçek olacağını kulağıma fısıldıyordu.

Sıkıntı, biraz da meraktan yanaklarımın içini dişlerken, düğmesine basarak arabanın camını indirdim ve hararetli bir konuşma içinde oldukları anlaşılan Edim ve Selçuk'a baktım. Birkaç dakikadır ne konuşuyordu bunlar diye aşırı meraklanma hissederken, konuşmayı sonlandırdıklarını aniden soğuk biçimde tokalaşmalarından anladım.

Siyah saçları kış rüzgarıyla dağılan Edim sakinlikle maskeli adımlarla yaklaşıp şoför koltuğuna geçtiğinde, uzun parmaklarıyla saçlarını düzeltti dikiz aynasından ve aynı aynada gözlerimiz birbirine tutundu. Şüphe içinde, "Ee, ne olmuş?" diye konuşma başlatan bendim. Açtığım camı kapattım. "Hemen eve uğramasını gerektiren acil konu neymiş?"

Omzunun biri umursamaz tavırda yukarı kalkıp indi. "Açıkçası derdini tam olarak anlayamadım, merkezde acil halletmesi gereken işleri olduğu için erken ayrılmak zorunda kaldı," dedi, arabanın motorunu çalıştırırken. Sesi herhangi bir sorun yok der gibi bir tonda çıkmıştı ama ben, onlar orada konuşurken ne gördüğümü iyi biliyordum. "Havaalanından dönüşte polis merkezine uğrayıp tekrar konuşacağım."

Yüzümden geçen yoğun soru işaretlerini biliyordu, biliyordum yine de ona başka bir şey sormadım. Belki mesele kafes olmalı diyerek konunun peşini orada bıraktım.

Zaten ben Selçuk'un gelişinden çok başka bir konu üzerinden konuşmayı sürdürmek istiyordum. Edim'in babası hakkında konuşmak istiyordum. Çünkü bu mesele aramızda yarım kalmıştı. Nasıl olmuştu da Çinçin bölgesine kurulu olan Kafesin, Türkiye'deki her türlü suçlunun saklandığı yer konumuna getirilmesindeki amacı ve Edim'in babası Serhan Demiray'ın bu işe bulaşma nedenini merak ediyordum.

Şehrin bu bölgesinde kaldırımdaki karlar özenle kürelenmiş, temizlenmişti.

Araba havaalanına giden kilometreleri hızla yutarken, "Edim," dedim ifadesini kontrol ederken.

Bir an siyah gözlerini yoldan ayırıp bana baktı. "Evet?"

Gözleri yola dönerken, "Baban," dedim yavaşça. Dikkatli, kararlı, doğal olarak da gergindim. "Neden kafes gibi bir yeri inşa etmiş?"

Edim göz ucuyla bana baktı, babasıyla ilgili konuşmaya başlamam onu şaşırttıysa da belli hiç etmedi. "Babam hakkında yanlış fikirlere kapılmış gibisin."

"Sen söyle," dedim temkinli bir sesle, onun ailesi aramızdaki en hassas mesele olacak her zaman, çünkü babam ailesinin katiliydi. Bu aramızdaki en temel sorun. Edim bir şeylere hâlâ kızıyor olsa bile belli etmiyor ya da sadece iyi rol yapıyordu. Bilmiyorum. Oysa ben üzerime yığılan bu kesici ağırlığı sırtımdan bir türlü atamıyordum. "Bir insan kafeste işlenen suçları, orada olanı biteni bilip nasıl başka türden fikirlere kapılmaz? Yanlış fikirlere mi kapılıyorum sence?"

Yüzünde kızgınlık belirdi. "Babam kafesi inşa ederken, kullanım amacı insanların fayda bulacağı bir şey hâline gelmesiydi, yani şu anki kullanım amacından tamamen farklıydı," diye açıklarken, sesindeki öfke ejderha gibi canlı ve tıpkı bir ejderha gibi ağzından ateş püskürüyordu. "Babamın ölümünden sonra suçlu insanların içinde toplandığı suç dünyası olarak oluşturuldu Kafes. Babam o zamanlar hayatta olsaydı, orası suç dünyasına dönüşmezdi çünkü ne olursa olsun onları engellerdi."

Babasından sonra mı?

İşte bu sürpriz olmuştu, beklemiyordum.

Dün gece kafesi tasarlayan kişinin babası olduğunu söyleyince ister istemez yer altında işlenen suçların ve suça liderlik yapan suçluların bir parçası olduğunu düşünmüştüm. Bu yüzden de o an Edim'e babası hakkında sorular sormak yerine, bunu erteleyip sessiz kalmıştım. Belki içimde küçük bir parça Edim'in orda olmasının nedenini bir anda babasına bağladığı için de bunu duymak, öğrenmek istemiyordum. İçten içe babasına kızgınlık beslediğimi inkar edemezdim.

Kafes ve Edim arasındaki köprü Serhan Demiray olmuştu.

Cılız bir sesle, "Yine de anlamsız geliyor, baban neden kafesi inşa etmiş o hâlde?" diye sordum. Beynimin içi altüst olmuştu. "Kafesin baştaki kullanım amacı neymiş?"

"Savaşlar için veya depremler gibi doğal afetler için," dedi, derin ve sarsıcı bir sesle ve o anda bozguna uğradım, her türlü cevaba hazırdım ama böylesine değil. Parmakları beyazlayana dek direksiyonu sertçe sıktı, belki canını yakacak kadar sertti; kalbim burkuldu. "Böyle olağanüstü durumlarda kullanılması için tasarlamıştı kafesi. Böylece bu tür durumlarda en azından insanlar yer üstündeki güvenli yaşamlarına dönene ve belli bir düzene koyana dek, yeme içme barınma ihtiyacı yer altında karşılanabilir olacaktı."

Ön yargıyla yaklaşıp babasını bugünkü kafes üzerinden değerlendirdiğim için kendimden utandım; utanç yanaklarımı kızartacak, hatta canımı yakacak kadar yoğundu.

Yüzüne bakmak zorlaşırken gözlerim nemlendi. "Ben... inşa nedenini suçla ilişkilendirdim, sanki başından beri orası hep bir suç dünyasıymış gibi. Bunu beklemiyordum, bu gerçekten iyi ve erdemli bir amaç," diye toparlamaya çalışsam bile çoktan aptalca davranmıştım bile. Utanarak ekledim. "Özür dilerim."

Edim hiçbir şey demedi. Sert bakışlarını yoldan ayırmadı, ne düşündüğünü merak etsem de soramadım. Seslerin açtığı tüm yaraları iğne iplikle diken sessizlik olurdu. Sessizliğin durumu hafifletmesini umdum.

"Sen bunu nasıl öğrendin, yani babanın bu amaçla kafesi tasarladığını?"

"On yedi yaşındayken Kafese katılmamı sağlayan kişi Turgay Abiydi," dedi, adamın adını duyunca somurtmamak için kendimi zor tuttum. Edim kaçmamdaki etkisini ve söylediklerini, hakkımdaki düşüncelerini bilseydi, adını böyle dost bir tonda ağzına alacağını sanmıyordum. "Katılmamdan bir sene sonra tüm gerçeği olduğu gibi açıkladı, o zamana dek ben de bilmiyordum."

"Kafes babanın çizip hayata geçirdiği proje," dedim düşünceli bir sesle. "Kim 'kafesi' büyük suç ve suçluların buluştuğu yer haline getirmiş?"

"Bunu bize büyük kafesçi söyleyecek, onu bulduğumuzda."

"Peki ya amcan?"

Kaşları çatıldı "Ne olmuş ona?"

"Kafesle bir ilgisi yok mu?"

"Hayır, amcamın bu olanlara bir ilgisi yok, zaten amcam o sıra yurt dışında olduğu için konuya hakimiyeti yok," dedi. "O zamanlar projeye 'Kafes Projesi' adını vermiş babam, amcam kafes projesinin hayata geçemeden kapatıldığını hatta yok edildiğini sanıyor. Çünkü ona öyle söylenilmiş. Ne şu an hâlâ devam eden canlı işlevi, ne de büyüklüğü hakkında hiçbir fikri yok amcamın."

Yani amcasının tek olayı babamdan nefret etmesi. Bir de senden Lavin, unutma.

Edim, "Konu amcamdan açılmışken," dedi. "Amcamın bugün uğramasının nedeni İstanbul'da yapılacak mimarlar toplantısına katılmamı istemesi, benim de orda olmamı her zaman özellikle ister. Şirketin başına geçtiğimde benim bu iş alanındaki herkesi, herkesin de aynı şekilde beni tanıdığından emin olmak istiyor."

"Yani tam olarak orada ne yapılıyor?"

"Her yıl seçkin mimar şirketlerinden biri organize eder daveti, bir çeşit mimar partisi diyebilirsin buna. Mimarlar iş çevresinin genişlemesi için kullanır alanı. Yıl içinde başarı gösterenlerin ödül gecesidir. Bu yıl yapılacak davetin organizatörlüğünü bizim şirketimiz üstlendi," dedi. "Bu davetin diğer özelliği, organize eden şirketin bina ettiği bir mekanda gerçekleşmesi."

"Yani sizin şirketin inşa ettiği bir binada yapılacak davet. Nerede olacağına karar verdiniz mi?"

"Evet, benim satın alınmış otel projelerimden birisi yeni tamamlandı; orada olacak."

Birden kendimi garip hissettim ama bu iyi anlamda bir gariplikti; sanırım heyecandı.

Onun fikrinin inşa edilmiş halini canlı olarak görebileceğim. Edim'i proje çizimleri yaparken görmüştüm, sanki kalemi onun fikirlerine boyun eğer bir teslimiyette gidip geliyordu kusursuz sayfanın üzerinde ve o temiz, kusursuz büyük sayfalar sanki ruhlanıp canlanarak benim kendimi Edim'e teslim edişim gibi her bölümünü onun parmaklarında konumlanan kalemin ucuna teslim ederdi. Çizim yaptığı anlar bambaşka biri olurdu, dünyayı hatta dünyanın haritasını yeniden şekillendiren bir tutku biçimlenirdi simsiyah gözlerinde.

Edim benim sessiz kalışımdan olsa gerek gözlerini yoldan ayırıp bana baktı, "O bakışta ne öyle?" diye sordu. O hafifçe gözlerini kısarken, benim dudaklarımda hafif bir gülümseme titreşti. "Neden öyle bakıyorsun?"

"Hiç," diye kestirip attım.

"Hiç mi?" diye sordu alay ederek. Öz güveninin kökleri yüzünün her ayrıntısına dağılmıştı. "O bakışa hiç demezdim."

Saklanmamaya karar verip, "Pekala sadece şeyi düşündüm," diye mırıldandım. "Daha önce hiç senin mimar kaleminden dökülen fikirlerin inşa edilmiş hâlini canlı olarak görmemiştim. Bu biraz..." Edim pislik pislik sırıtınca oflayarak sustum.

Edim sırıtmasını sürdürdü. "Ne? Etkileyici mi?" Sözlerim ona bir şey yapmış gibi bana çapkın bir ifadeyle baktı, göz bebeklerinin içinde yoğunlaşan tutku hapsedilen ancak çıkmak için fırsat kollayan vahşi, ilkel bir kasırgayı andırıyordu. Yanaklarım kızardı, beyazlık başa belaydı. "Çok mu etkilendin?"

"Kapat çeneni," diye uyardım. "Unut gitsin, bir şey demedim."

"Dedin bile." Sözlerimden büyük lezzet almış gibi. "Asla unutmam."

Konuyu çabucak değiştirdim. "Her neyse, yani İstanbul'a gidecek misin?"

Aramızdaki gerilim dağıldı. Edim ciddileşti. "Evet ve sen de benimle birlikte geleceksin, seni burada tek başına bırakamam." Sesinde endişe duyduğumdan eminim ama neden endişe ettiğini anlamadım. Bana bir bakış attı ve esas konuyu aramıza yatırdı. "İstanbul'dan döner dönmez de doğrudan kliniğe yatacaksın."

"Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsun, gerçekten nefret ediyorum bundan," diye hayıflandım başımı koltuğa vururcasına arkaya yaslarken. Ne zaman bu konuyu
açsa başıma korkunç bir ağrı saplanıyordu. "Sana kliniğe yatmayacağımı söyledim, şu an bunu istemiyorum neden anlamak istemiyorsun."

"Daha fazla erteleyemeyiz. Ya şimdi ya da hiç; bu artık aradan çıkmalı Lavin," dedi, sesi yine o dominant tonunda çıkıyordu. Kısık ama keskin, bir tür uyarıcı gibi. "Böylece sen oradan çıktığında..."

Sözünü bitirmesine beklemedim çünkü zaten ne diyeceğini biliyordum. "Kendimi henüz hazır hissetmiyorum."

Neden birdenbire bu klinik olayına kafayı takıp, bu kadar ısrar eder olmuştu ki sanki anlamıyorum gerçekten. Beni kendi halime bırakamaz mıydı? Karnım ağrıyordu, yerimde rahatsızca kıpırdandım.

Edim elini bacağıma koydu. "Dinle Lavin," dediğinde, bacağımda sıkılaşan eline baktım. Dokunuşundaki sıcaklık ona hissettiğim güvene ulaştı, sarmaladı; neredeyse ona tamam diyecektim. Neredeyse. İçimde onun sözlerine uymayı isteyen tarafımı reddederek çenemi sıktım. Bacağımı okşadı; okşayışı yavaş, hafif ve sıcaktı. Yolda dümdüz giden bir arabada gerginliğimi bu şekilde yumuşatmaya çalışıyordu. "Gittiğinde korkulacak bir şey olmadığını göreceksin, seni bekleyen bir hayat olduğunu fark edeceksin."

Önümde su gibi akan trafiğe baktım. "Zaten bir hayatım var."

"Evet, tabii öyle," diye onayladı. "Ancak ne kendinle ne de onunla ne yapacağını hiç bilmediğin bir hayat."

Edim elini bacağımdan çekti, sıcaklık beni hayal kırıklığına uğratarak geri çekildi. Bense hem beni anlamamasından hem de son sözlerinden dolayı kırgınlaştım ve kendi iç kabuğuma çekildim. Yol boyu bu sözlerin zihnimde bıraktığı etkiyle uzun uzun düşündüm.

Görmediğim ya da belki de ısrarla görmek istemediğim bir noktaya mı değindi? Haklı mıydı? Ben kendimle ve yaşadığım hayatla ne yapacağını bilmeyen biri miyim?

Arabası bir marketin önünde durdu. "Neden burda durdun?" diye sordum huysuzca, ona hala sinirliydim.

"Cips istemiştin ya?"

"Evet ama artık istemiyorum."

Kaşlarını çattı. "Hiçbir şey yemedin Lavin, açsın ve sanıyorum ağrında vardır," dedi, karnım o bahsedince daha çok sızladı. Öyle ki ağrıdan karnımı tutacaktım. "Sadece bir şeyler ye, ağrı kesici al ve tribine oradan devam et."

"Böyle yaparak daha çok sinirlendiriyorsun beni, böyle yaparsan nasıl trip atmaya devam edeceğim? Senin de bir parça huysuz olman gerekiyor."

Edim bana bakarak başını salladı. "Kavga istiyorsun ama yemezler güzelim."

Markete gitmek için arabadan çıktığında, şehrin sokaklarında ıslık gibi dolaşan rüzgar kapının aralığından içeri daldı. Dolu bir market poşetiyle geri döndüğünde poşeti bana verip arabayı çalıştırdı. İçinde istediğim gibi cips vardı ve... "Çikolata da almışsın?"

"Evet," dedi arabasını çalıştırırken. "Benden diğer sefer çikolata istediğini hatırladım ve onu aldım."

"İstemiştim evet," dedim sitemli, alıngan bir sesle. Aynı kırgınlığı yeniden canlı canlı hissetmem garipti. Çünkü beklemiştim. "Ve sende almamıştın."

Edim iç çekti. "Aslında almıştım."

Araba yeniden hareketlendiğinde aynı an şaşkınlığım da hareketlenmişti. "Benimle dalga falan geçiyor olmalısın, o çikolata bana hiç gelmedi çünkü."

"Veremedim," dedi gergince ve vermemek için zihnini nasıl sebeplerle doldurduğunu anlattı. "O gün geldiğimde amcamın arabası kapının önüne park edilmiş şekilde görünce evimde olduğunu anlamıştım, onun görebileceği ihtimaliyle arabada bırakıp o gidince veririm diye düşündüm ama o gün amcamın konuşmalarını duyduktan sonra artık benden çikolata istemezsin diye düşünerek vermedim."

Sessizlik oldu.

"Yine de isterdim," dedim onu şaşırtarak, Edim gözlerini yoldan ayırıp bana baktı. "O çikolatayı bana verseydin, amcanla aynı fikirde olmadığını anlardım ve bu bana onun gibi düşünmediğin yönünde küçükte olsa umut verir, biraz onarırdı beni."

Kafası karışmış gibi anlamsız baktı. "Küçük, sıradan bir çikolata bunu yapabilir miydi?"

Poşetten aldığım çikolatayı ona gösterip, "Çikolata değil," dedim. Gözlerine baktım. "Çikolatayı sen verdiğin için, bunu yapan sen olmuş olurdun."

Bazen anlamadığını düşünüyorum, onu ne kadar çok sevdiğimi.

 


Havaalanının otoparkına giden gri yola girdiğimizde, endişe ensemde soluyan bir düşman gibiydi. Tuncay'la telefonda görüşmüştük fakat hâlâ beni nasıl karşılyacağını bilmiyordum. Edim karlı rüzgârın esintisine karşı montun siyah yakasını ensesine kaldırırken karlı havanın tazeliği ve duruluğu beni kendime getirdi.

Ben düşüncelerle alev gibi yanan içime soğuk havayı basarken Edim kapıyı örtüp kilitledi.

İşini bitirince elimi tutup parmaklarımızı birbirine kenetledi, parmaklarının güvenli sıcaklığını tadan parmaklarımı Tuncay'ın bizi görüp gerilebileceği ihtimaliyle ondan geri çekmeyi aklımdan geçirdiysem de ellerimizi birbirinden ayırmak yerine tepki vermemeyi tercih ettim.

Edim'le görülmekten utandığım yoktu tabii, sadece zaten gidiyorken Tuncay'ı germek istemiyordum. Bizim birlikte olduğumuz fikrine alışması için ona zaman vermek istiyordum. Hepsi bu.

Otomatik açılan kapıdan girdik. Girişte her şeyden önce bizi karşılayan kalabalığın ortama yayılmış vızıltısı oldu. Tavan lambalarının beyaz ışıkları zemine yansıyıp onları parlatıyordu. Işık huzmeleri parlak bir sis gibi etrafımızda süzülüyordu.

Edim, montunun kolunu sıyırıp saatine bakarken, "Nerde olacaktı?" diye sordu, sesi tabii ki son derece meraksızdı. Ufak bir rol yapma zahmetine bile girmiyordu.

"Kafede," dedim.

Havaalanın iç hat terminalinde bulunan yeme-içme ve bekleme noktalarının tamamı kalabalık görünüyordu.

Sonunda tarif ettiği kafeyi bulup oraya yöneldiğimizde Tuncay'ı gördüm, kahvenin açık tonundaki masasının etrafını saran koltuklardan birine oturmuş, aynı şekilde karşısına oturan bir adamla koyu bir sohbette görünüyordu. Sohbet ettiği kişinin sırtı bize dönüktü onun kim olduğunu göremiyordum.

Belki tanıdığı, belki henüz tanıştığı biriyle yapıyordu sohbetini.

Tuncay beni fark ettiği anda bir şaşkınlığın peşinden yabancılar gibi gülümsedi, ben de ona gülümsedim. Adımlarım aramızdaki mesafe kapansın diye büyüyerek hızlandı. Sonra o adam arkasına döndü. Sanki birisi adımlarıma ateş etmiş gibi aniden durdum. Kıvam kazanmış ağır, kötü bir korku çöktü üzerime. Gördüğüm ve tanıdığım keskin yüzün sahibi ruhumun nefesini acımasızca kesebilirdi.

"Edim," diye fısıldadım onun koluna korkuyla yapışarak. Göğsümün içinde paniğin kıvılcımlaştığını hissedebiliyordum. "Onun ne işi var Tuncay'ın yanında, ne yapma niyeti taşıyor olabilir?"

O kişi Saatçi'ydi! Saatçi!

Kafesin tetikçisi olan Saatçi!

Tuncay'ın ne işi olur Saatçi'yle veya aksi durumda Saatçi'nin Tuncay'la.

Edim onları birlikte görmesine şaşırdıysa bile belli etmedi. "Tuncay'ın yanında soğukkanlılığını koru," diye tembihledi beni. "Bir Saatçimiz eksikti, sanki Tuncay tek başına yeterince dert değilmiş gibi." Ona çok sert bir bakış attım. Umursamadı. "Tamam, tamam, endişelenme, anlarız şimdi ne yapmaya çalıştığını."

"O bir katil, tetikçi," dedim, panik beni içten ele geçirmeye devam ederken. Kelimeler paniğimi artırıyordu. "İşi öldürmek olan biri o ve şimdiyse öylece Tuncay'ın masasına oturmuş, pişkin pişkin bize gülümsüyor."

"Öyle ama kötü bir şey yapacak olsaydı, kalabalık havaalanını seçmezdi," diye beni sakinleştirmeye çalıştı. "Saatçi birçok şey olabilir, aslında öyledir de; aptal olmanın dışında."

"Sağol ya," diye çıkıştım. "Aptal olmaması içimi ne kadar rahatlattı bilemezsin. Eh bu doğrudan bir amaç belirleyerek o masada oturduğunu kanıtlıyor demenin başka bir yolu herhâlde."

"Amacının Tuncay olduğunu sanmıyorum, sakin ol ve yürümeye başla. Yoksa şimdi Tuncay gelip ne olduğunu soracak, yüzün soldu resmen."

Onu dinleyip sakinleşmeye çalıştım, stres seviyem artan kaygıyla birleşip yükselmeyi sürdürse de sakin kalabilmeyi başardım. Tuncay'a doğru yürüdüm. Sanki havaalanı duvarları bitmemecesine yükseliyor, yerler donuyor ve ben masaya âdeta kayar hâlde gidiyormuş gibi hissediyordum. Yaklaştım. Tuncay hemen ayağa kalktı, beni gördüğü için yüzünde bir gülümseme genişledi ama benim aklım gibi gözlerim de Saatçi'deydi. Bacak bacak üstüne atmış rahat oturuşunu bozma zahmetine bile girmiyordu. Ona bu masadan defolmasını, Tuncay'a bir daha asla yaklaşmamasını söylememek için zor tutuyordum kendimi.

Saatçi önündeki kahve fincanından ağırca bir yudum aldı. Bizi gördüğüne şaşırmadığı hâlde, "Edim," dedi, elindeki fincanı alt tabağına sakince bıraktı. Sanki şu ana dek fark edilmeyi bekliyormuş da fark edilince söze girmiş gibi bir tavırda devam etti. "Şu aralar ne sık karşılaşır olduk biz, değil mi? Bu gidişle birbirimize sevdalanacağız da, Lavin ortada kalacak diye korkuyorum."

Hah! Şu işe bakın.

 

Bir de şaka havasındaymış tetikçimiz!


Siyah saçları düzgün şekilde taranmıştı. Bugün her zamankinden farklı olarak siyah bir takım vardı üzerinde, gömleğinin düğmeleri boğazına dek iliklenmişti ancak kravatının ve ceketinin kenarındaki ince şeritler kırmızıydı, siyahın o yalın dark boğuculuğunu kırmızıyla hafifletip gidermişti. Giyimde kendi tarzını yakalamış görünen Saatçi hem katil, hem de alaycı yanını simgelemenin yolunu bulmuş gibiydi ama onun kırmızıyı kanın rengi olduğu için sevdiği sözlerini unutmuş değildim, bugün bile psikopat bir zevkle söylediği sözleri kulaklarımda çınlıyordu.

Edim Saatçi'ye tepeden bakıp, "Hiç sorma," diye karşılık verdi oyununa katılarak. "Seni ne zaman görsem aynı şeyi daha berbat hissediyorum; biri aniden yolun ortasında beni durdurup zorla ankete katılmamı istiyormuş gibi."

Saatçi bu sözlerle hafife alınarak yolun ortasındaki can sıkıcı küçük bir pürüz olarak tanımlanmaktan hoşlanmamıştı.


"Edim kanım çekildi resmen," dedi Saatçi, başını olumsuzca salladı. "Sana her şeyi öğrettim ama görüyorum ki üzerine asıl düşmemiz gereken şey nezaketmiş, hala haddini aşan korkunç bir veletsin."

Edim ona aldırmadan, "Ne işin var senin burada?" diye sordu, sesinde ifade yoktu.

Gözleri şaşkınlıkla aramızda dolaşan Tuncay sonunda bu şaşkınlığını belli etti. "Siz tanışıyor musunuz?"

Bu soru havada asılı kaldı, doğal olarak. Ne diyebilirdim ki Edim'le düşman olduğunu mu yoksa beni öldürmeye, bilinmeyen bir nedenle ardından yaşatmaya çalıştığını mı?

Saatçi son derece emin ve hiçbir tereddüte yer bırakmadan söze katılıp, "Havaalanında biriyle görüşeceğim," dedi ve havaalanının kalabalık oluşuna ve nerdeyse tüm masaların doluluğuna eliyle şöyle bir dikkat çekti. "Tüm masalar dolu olunca ben de yeni tanıştığım Tuncay'dan beni masasına kabul edip edemeyeceğini sordum ve o da beni kibarca kabul etti," diyerek işi kitabına iyice uydurdu. "Demek o sizin tanıdığınızdı. Bana da sürpriz oldu, onca masa içinden şu rastlantıya baksana. Hanginizin neyi oluyor Tuncay?"

Gözlerimi kıstım. Soruyu bana bakıp soruyor ancak besbelli numara yapıyordu. Hoş, soruyu Edim'i muhatap alarak sorsaydı, yine de asla inanmazdım bu rastlantı saçmalığına. Bunu kabullenmeyecek kadar sinirliydim ve tesadüfen Tuncay'ın masasını seçtiğine de inanmıyordum.

Bir an sessizlik olsa da, Tuncay sessizliği çiğneyip, "Lavin," dedi bana bakarak. Göz göze geldik. "Benim kız kardeşim oluyor."

Birkaç gün öncesine kadar bunu yeniden ondan duyamayacağımı sanıyordum. Bana kız kardeşim deyişindeki o sıcak tonlama gözlerinden gözlerime oradansa kalbime bir nehir gibi inmişti.

Saatçi kaşlarını kaldırdı. "Öyle mi? Ne hoş."

"Ben de Edim Demiray'ın hocasıyım," dediği an Tuncay'ın yüzü değişti, Edim de silmek istediği gerçeği ondan duymaktan hoşlanmamıştı. Saatçi bunu fark etmemiş gibi Tuncay'a elini uzattı. "Arkadaşlığın için sana ayrıca teşekkür ederim, inan seninle sohbet etmek ayrıcalıktı." Bana yandan bir bakış attı. "Abisi olduğun için Lavin Kutup gerçekten şanslı bir kız."

Sonra Edim'e döndü. "Biraz konuşalım," dedi ve yanımızdan ayrılıp başka bir yöne ilerledi.

Edim bana, "Sizin kendi konuşacaklarınız vardır, rahatça konuşun," dedi. "Baş başa konuşmak istersiniz," diye ekledi ve o da aynı yönde, Saatçi'nin peşinden ilerledi.

Tuncay'a bakıp, "Biraz bekle," dedim aceleyle. "Hemen döneceğim."

Saatçi bir kenarda durmuş, Edim karşısında durmuştu. Yanlarına gittiğimde nabzım küt küt atıyordu, "Senin Tuncay'la ne işin vardı?" diye hesap sordum, o kadar öfkeliydim ki sanki sesim bana ait değil de başkasının gibiydi. Onun Tuncay'a bu şekilde rahatça yaklaşmasından ve kesinlikle planlı yaptığını bilmenin üzerime getirdiği endişeden dolayı kaslarım yanıyordu. "Sakın bana saçma gerekçeler uydurarak durumu tesadüf çizgisine getirme."

"Tesadüf diye bir şey yoktur," dedi çok eski bir bilgiyi açığa çıkarmış gibi. "O yüzden o tür bir çizgiye geçmem merak etme, buraya Edim'le konuşmaya geldim."

Edim, "Sana ne ayıracak vaktim ne de tahammülüm var Saatçi," diyerek araya girdi. "Bu yüzden kısa kes."

Benim aklım Tuncay'la oturmasındaydı. "Ama hazır uğramışken Tuncay'la da mı bir konuşayım dedin yani?" diye kızdım. "Bu hesaplı bir davranış. Hem sen onu nerden tanıyorsun ki?"

"Kafes sayesinde elbette, kafes her şeyi bilir," diye açıkladı. "Şaşırıyor musun İzmir'deki anneni ve ablanı da biliyorum ya da üvey babanı." Bilgisizliğimden zevk alır gibi, gururlu sesiyle ekledi. "Saatçi'nin ulaşamayacağı hiçbir bilgi yok."

Alaycı bir sesle, "Ne tür bir tetikçi kendisini ilgilendirmyen bir kızın hayatıyla bu derece ilgilenir?" diye sordum. "Tabii amacın beni öldürmek değilse?" Sesimdeki o meydan okumanın tadını sonuna kadar alıp tatsın istiyordum. "Yoksa burda bulunma nedenin ben miyim? Söylesene Saatçi, sırada ben mi varım?"

Beni öldürmek istemesine yaptığım vurgu yüzündeki keyfi sildi. Dişlerini sıktı, canının sıkıldığı da belliydi. "Edim, ne şirin bir kız böyle, canın hiç sıkılmıyordur," dedi benim gözlerimin içine bakarak ve sonra Edim'e dönüp, "Ama sevgili küçük avcının hala öğrenecek çok şeyi var," diye devam etti ve ekledi. "İş bitirebilen büyük, becerikli adamlarla iş yapmanın bir bedeli olduğunu öğret bu kıza Edim."

Kahretsin, kahretsin, kahretsin!

Dilin kopsun Saatçi!

Edim kafeste dövüşüyorken olan biten durumu Edim'e böyle yansıttı Saatçi.

Edim bunları duymanın sersemliğiyle baktı bana. "Ne demek bu?"

Saatçi bilindik küstahlığıyla, "Onunla vakit kaybetme Edim,” dedi hemen. “Kızlar nasıldır bilirsin; bir şey söylemek istemiyorsalar insanı canından bezdirene kadar ağızlarını açmazlar, uzatıp dururlar. Ne olduğunun ip ucunu ben vereyim sana. Kafeste tek başına değildi, onlaydım ben. Yani sevgilinle aramızda tahsil edilmesi gereken bir borç var ve işe bak ki alacaklı benim." Yüzünde eğlenen bir ifade belirdi. "Evet Edim Demiray, bu tam olarak senin çuvalladığın an oluyor."

Edim sert bakışlarını bana yöneltti, çünkü bana sormuştu eğer o gece bir şey yaptıysam benden kendisine söylememi istemişti ama ben onu her defasında, her geçiştirmiş ve onu konudan uzaklaştırmıştım. Gerçi bunu zaten onun iyiliği için yaptığımı düşünmüştüm ama görüyorum ki arada suçuna ortaklık eden başkaları da varsa kararlar tek kişilik olmazdı, dolayısıyla bu sadece benimle ilgili değildi.

Bende Edim'e tam bu noktada Saatçi'nin beni öldürmek istediğini söyleyebilirdim ancak eğer Edim hala yaralı olmasaydı. Edim'i tanıyordum, duyduğu anda burada Saatçi’yle ölümüne bir kavga başlatırdı ve başlatacağı olası her kavgada zararlı çıkan kişi Edim olurdu. Sonucun onun zararına olacağını bilirken Edim'e yapamazdım bunu. Şimdi bile. Saatçi muzaffer edayla sırıtırken.

Saatçi, "A tabii acil öğrenmesi gereken şeylerden birisi de şu ki; büyük oynayamıyorsan oyundan çekilmen gerektiği," dediğinde neyi kast ettiğini biliyordum. Aslında başta Saatçi'yi beni öldürmek istediğini Edim'e söylemekle tehdit ettiğimi anladığı için eğer oynayacaksam onun gibi cesur olmamı söylüyordu bana.

Edim bütün o gergin dış görünüşünün altında sanki özellikle bir sürecin içindeymiş gibi sessiz sakin ve kontrollü bir yüzle bizi izledi, bu onun karakteriyle hiç örtüşmüyordu. Tabii aklından geçirdiği şey sakin olma haliyle birleşen bir plan değilse. Sakin yüz ifadesi takınsa da ona baktığımda ruh hali pek de iyi sinyaller vermiyordu.

Saatçi birden yanımızdan ayrıldı.

Nereye gittiğine bakmak için Edim ve ben arkamızı döndük. Yaşlı bir kadının kolundan tutup onu oturakların olduğu bölüme götürdü. Oturan bir kızın kulağındaki kulaklığı çekti.

Bacak bacak üstüne atmış kız, "Ne yapıyorsun?" diye parladı.

Saatçi, "Tatlım, mağarada mı yetiştirdiler seni?" diyerek kızın diğer yanındaki koltuğa iliştirilmiş, çanta ve montu alıp kızın üzerine neredeyse attı. "Kalabalık bir havaalanında bir koltuğa kendin, diğerine çantan ve montun konumlanamaz."

Sonra yaşlı kadını boşalan koltuğa oturttuğu an hayret uyandırdı bende. "Bu adam cidden..," diye mırıldandım, bir an onu tanımlayamadım. “İlginç.”

Kim bir tetikçinin nezaket sahibi olduğuna inanır ki?

 

Edim, başını umutsuzca sallayıp, "İlginç kelimesi onu tanımlamaya yetmez," diye konuştu soğuk bir sesle. İç geçirdi. Siyah bakışları Saatçi'den ayrılmadan tanıdığını ifade eden bir sesle ekledi. "Bundan daha fazlasıdır o."


Saatçi yanımıza geldi, sanki bu mesele onu büyük ölçüde yormuş gibi bir havada konuşmaya başladı. "Her şeye tahammül edebilirim ama görgüsüz, düşüncesiz ve kaba insana tahammülüm yok," dedi, sesi ölümcül derecede soğuktu. Ruh hâlindeki değişiklik beni şaşırttı. "İçimdeki öldürme arzusu tetikleniyor."

"Ne kadar hoş," dedim alaycı bir sesle. "İnsanları öldüren paralı bir katil söyleyince daha da anlamlı oluyor sözler."

"Ne sinir bozucu bir velet." Bana bakarak, "Edim," dedi Saatçi. "Yol yakınken bu kızı bırak, kurtul ondan, kendine büyük iyilik yapmış olursun."

"Sen bunu hangi sıfatla söylüyorsun?" diye kızdım.

"Ona erdem kazandıran hocası olma sıfatıyla tabii."

"Erdem mi? Şaka yapıyorsun galiba."

Kaşı havalandı. "Edim'in erdemsiz mi olduğunu söylemeye çalışıyorsun?"

Kaşlarımı çattım. "Hayır,” dedim sözleri sakin sakin kıvırmasına. “Senin gibi kötü birinden erdem kazanmadığını söylemeye çalışıyorum."

"Demek sana göre kötü birinden alınacak hiçbir erdem yok, çünkü kötü her şeyiyle kötüdür öyle mi?" Başını sallayarak seslice güldü. Gözlerinden berrak bir ateş yayıldı, sanki bakışından uzanan bir şey boğazıma yapıştı."Kendini iyi sanan sizlerin varı yoğu yalan; görünürdeki iyiliklerinizin pek çoğu perde arkasında gizli hesaplarla şekillenir, yaptığınız her iyiliği eğer çıkarınıza hizmet ediyorsa sergilersiniz. Oysa öfke, nefret ve kin gibi duyguları, saklanmadan, kötülüğü saklı da tutmadan olduğu gibi doğal olarak yaşayan biziz. Dolayısıyla kendini iyi diye tanımlayan sizlerin kötülerden öğrenecek çok şeyi var aslında; almanız gereken en büyük dersleri, kibirle baktığınız kötülerin yalın, doğal gerçekliğinde bulabilirsiniz.”

Bir an.

Sadece küçük bir an onda Edim'i görür gibi oldum, hayır Edim konuşuyormuş gibi salt bir hisse kapıldım. Edim'in sesini ikinci bir ses olarak onun sesinde duyabilmiştim.

Ve sersemledim.


Edim bu söylenenlerin bir benzerini bana başlarda söylemişti. Demek sadece dövüş kabiliyetini değil, düşüncesini şekillendiren de Saatçi'ydi. Edim'i gerçekten de eğiten O'ydu; belki sadece bu iki açıdan, belki de her açıdan.

"Lavin,” diye seslendi Edim, siyah gözleri Saatçi'deydi. “Sen Tuncay'ın yanına dön.”

“Ama…”

Bakışları bana çevrildi. “Tuncay'ın o kadar zamanı yok.”

Buna itirazım olamazdı, Saatçi'ye son kez bakarak onlardan uzaklaştım.

Tuncay'a doğru ilerlemek için bir adım attım, aniden duraksadım. Masasında oturmuş ve başını kahvesine indirmişti ancak masanın altındaki bacağını gergin olduğu zamanlarda yaptığı gibi sallıyordu. Düşünceliydi. O ve ben her zaman, neyin içine itilmiş olursak olalım birbirimizin hayatında varlığımızı sürdürmeye devam edeceğimizin sözünü vermiştik. Onunla yaptığımız son kahvaltıyı düşündüm ancak her şey uzak geçmişteymiş gibi geliyordu bana, ben eski Lavin Kutup değildim. Bu isimden millerce uzaktaydım artık...

Kaderin yolları, insanları birbirinden koparıp ayırdığı gibi, sözleri de birbirinden koparıp ayırıyordu.


Birbirimize verdiğimiz sözler, birlikte kurduğumuz hayaller şimdi, öyle uzak öyle bulanık geliyordu ki sanki bu sözleri ona veren bu hayalleri kuran ben değildim. Gözlerim doldu. O da aynı hissediyor muydu? Koptuğumuzu, sözlerimizi zamanın içinde kaybettiğimizi. Tuncay'ın varlığı Edim'in varlığı ile yer değiştirmişti. İçimde tüm dengeler değişmişti. Düşüncelerim bana yeni bir yenilgi yaşatıyordu. Tuncay bir yakınımdı, Edim en yakınımdı.

Göğsümü şişiren derin bir nefes aldım, göğsümün içi yanıyordu. Gözlerime dolan yaşlar düşmeden önce onları itelemeye çalıştım ve beni duygulara boğan Tuncay'dan bakışlarımı ayırıp etrafıma baktım, gözlerim uçuş bilgi ekranına kaydı zamanımız kısıtlıydı. Sözleri olmayan hoş bir müzik havaalanına dalga dalga yayılırken kendime bir kahve aldım ve onunla yeniden yüzleşmeye hazır olduğumu hissederek masasına doğru ilerledim, kahvemi masaya bıraktım, sandalyeyi çektim ama oturmadım ona baktım.

Tuncay koyu bakışlarını kaldırdığında orada hala tanıdık gelen harikulade bir şeylerin yanında kırık dökük hisler belirdi. Yavaşça ayağa kalktı. Birbirimize atmaktan kaçındığımız adımı nihayet attığımızda ben onun etrafımı sıkıca çevreleyen kollarının arasındaydım. Kokusu hala aynıydı değişmemişti, bu yüzden tanıdık kokusu bende nostaljik bir hisse neden olmuştu.

Karşılıklı olarak oturduk. Her ikimiz de sözü başlatanın kendisi olmaktan kaçınıyorduk. Ben onun sorularından, Tuncay ise benim cevaplarımdan kaçınıyordu. Genel olarak sorular kolay cevaplar zor olurken, bazı durumlarda her ikisi de aynı ölçüde zor olabilirdi ve bizimkisi tam olarak buydu.

Sonunda, "Seni iyi gördüm," dedim, aramızda elle tutulur bir gerginlik vardı ve bu gerginliği hafifletmek istedim. "Gözüme daha yakışıklı görünüyorsun."

"Bense seni son gördüğümden daha solgun bulduğum için, mutsuzum Lavin," dedi keskin bir sesle. Aramızdaki gerginliği bir kat daha artırdı ki onun pek de gerginlik hafifletmekle ilgilenmediği böylece ortaya çıkmış oldu. "Zaten sen kendine iyi bakmazsın ki, birisi sana hatırlatmazsa yemek yemek bile aklına gelmez senin."

Bu konuşmanın beni yoracağını hissedip bir an gözlerimi başka bir yere çevirdim; duvarda aksesuar olarak bir tablo vardı, sanırım resmedilen şey sarının, kırmızının ve siyahın karışımıyla renklendirilen ve başında görkemli bir tac taşıyan, kanatları her şeyi kuşatırcasına açılmış bir hüdhüd kuşuydu. Yazılanları tam olarak seçemesem de içindeki bir şeyin ruhumu tablodan taşan görsel ruhun içine bir sis gibi çektiğini fark ettim. Sanki eskiden beri aradığım bir şeyi bulacakmışım gibi uzun uzun dalıp gittim bu surete... Ancak bulamadım, bu sadece bir hüdhüd kuşu tablosuydu.

Bakışlarımı tekrar ona çevirdim. "Sadece biraz rahatsızım, ondan gözüne böyle yorgun görünüyorum," diye açıkladım. "Yoksa kendime dikkat ediyorum, hem Edim..." Durdum, aslında durmak zorunda kaldım çünkü bakışları adını duymasıyla bir saniye içinde kinle doldu. Yorgunca iç çektim. "İyiyim ben Tuncay, gerçekten. Aslında eskisi gibi pek öğün de atlamıyorum."

"Demek buraya geldiğinden beri mucizevi bir şekilde iştahın açıldı." Aslında böyle söylememiştim, zaten Tuncay başını inanmamış gibi salladı. "Öyleyse söyle Lavin, bugün kahvaltı yaptın mı?"

Meselemiz bu muydu? Değildi tabii ama bir açık arama nedeni ordan yürümeyi istemesiyle ilgiliydi, biliyorum.

"Havaalanındayız, birazdan gideceksin ve konu gerçekten benim kahvaltı yapıp yapmamam mı Tuncay?" diye sordum ama sessizliğini koruyup cevap için ısrarlı bakışlarla yüzüme dik dik baktı. Anlaşılan onun konusu buydu. "Pekâlâ, yapmadım ama dedim ya..."

Sözümü kesip, "Hiç şaşırmadım," dedi, bir bıçak gibi doğrultulmuş kelimelerini boğazımda hissttim. Öfkeli gözlerini Saatçiyle konuşan Edim'e çevirdi. "O bir kızla ilgilenecek tipte birine benzemiyor."

Edim'e baktım. Siyah gözlerini dik dik yönelttiği Saatçi'ye bir şeyler söylüyordu. Ne tartıştıklarını merak ediyordum.

Tanıştığım ilk andan bugüne dek olanların tüm anıları geçmişe gömülmüş olsa da Tuncay bir bakıma haklıydı. Edim büyük ölçüde bencil erkek görüntüsüne yakın duruyordu, bir kıza asla değer vermezmiş gibi ukala bir görüntü veriyor olabilirdi ancak ben öyle olmadığını ve bana değer verdiğini yaşanan onca şeyden biliyordum. Gün gün, hafta hafta, nihayetinde ay ay birbirimize hissettiğimiz duyguların her bir gelişim aşaması peşinden güveni de tutup getirmişti.

Edim'e yağan yağmurun altındayken ilk defa sarıldığım anı hatırladım, kaybettiğim evimi bulmak gibi hissettirmişti ve o duyguya alışamadığım, yabancıladığım için korktuğum anlar hala kafamın içinde bir yerlerdeydi.

"Tuncay yapma şunu, benim ilgilenilmeye ihtiyacım yok," dedim, havaalanının tüm oksijeni tükeniyor gibi hissediyordum. "Gerçeği merak ediyorsan eğer, bana kahvaltı hazırlamıştı ama yemedim. Çünkü biraz rahatsız hissediyordum. Tamam mı?"

Huzursuzlandı. "Yine de benimle dönmelisin, sen buraya ait değilsin, Lavin."

İşte, asıl derdi buydu. Geri dönmemdi. Birden elini montunun iç cebine uzatıp ordan biletini çıkarıp masanın üzerine koyduğunda o an ne yapıyordu anlamıyordum. Sonra bileti kenara doğru hafifçe çektiğinde orda bir değil, iki bilet olduğunu gördüm. Şaşırmamam gerekiyordu belki de, şaşırmıştım. Sadece İzmir'e dönmem konusunda ısrar eder sanıyordum ama benim için de sanki onunla gideceğimden eminmiş gibi bilet almasını beklemiyordum.

Gözlerimi biletlerden ayırıp farkında olmadan Edim'e baktım, o bana zaten bakıyordu. Dudakları kapanmış, çenesi kasılmıştı. İçimin titrediğini hissettim. Bakışı huzursuz etmişti beni. Neden bana ne olduğunu biliyormuş gibi ifadesiz bir yüz ve boş bakışlarla bakıyordu? Biliyor olamazdı. Aslında olabilirdi. Tuncay'ın hesap hareketliliğini takip ettiriyorsa. Dennis pekâlâ onun adına bunu yapmış olabilirdi tabii. Bugün yataktaki sözlerini, tavırlarını şöyle bir düşündüm de... bu yüzden mi yatakta rahatsız, huzursuz ve gergindi?

Tuncay, "Benimle evimize dön, Lavin," dedi, ısrarcı bir tonda. Bakışlarım yeniden ona döndü. "Edim Demiray'a bakma, tek seçeneğin o değil, tek seçeneğin burası değil. Gidelim, eğer gerçekten orda yaşamak istemezsen söz veriyorum bir daha benden İzmir'i falan duymayacaksın. Söz veriyorum, gitmene de ses etmeyeceğim."

Bakışlarını gözlerinden bilete indirdim. İzmir'e bir kez olsun dönmeyi ve annemle yüz yüze gelmeyi istiyordum, hatta Eylül'le de. Neden benden vazgeçtiklerini hâlâ anlamıyordum. Bu soru, bu düşünce ilk günden beri kıymık gibi zihnimde saplı duruyordu. Neden bir sokak hayvanı gibi onların hayatından çıkarılıp başka bir hayata itilmiştim? Neden en vazgeçilesi olan ben olmalıydım? Annemin başta bana ileri sürdüğü yanıtlar artık beni tatmin etmiyordu.

Onları tamamen arkamda bırakmak için yüz yüze gelmeliydim, ancak gerçekten yüz yüz geldiğimde onları hayatımdan çıkarabilirim.

Gözlerim hâlâ biletteyken, "İzmir'e döndükten sonra istediğim taktirde Ankara'ya tekrar gelmeme sesini çıkarmayacaksan, o hâlde neden ısrarla dönmemi istiyorsun?" diye sordum, ensemden aşağıya bir ter damlası gibi dökülen rahatsız edici hisler vardı. "Bu ısrarın neden?"

"Sadece normal şartlar altında bunun senin kararın olduğunu bilmek istiyorum, Lavin." Duraksadı. "Emin olmak istiyorum."

Gözlerimi biletlerden ayırdım. "Hayır," dedim, omuzlarımı kaldırıp gözlerinin içine bakarak. "İzmir'e dönmemi istemenin ardındaki asıl neden bu değil; oraya gelirsem beni orda kalmaya, orda yaşamaya daha kolay ikna edeceğini düşünüyorsun."

"Öyleyse bile bunun nesi kötü?" diye meydan okudu. Sakin ve gerçekçi yanı çözülüyordu. "Belki sen bile içten içe ona duyduğun aşktan şüphe ediyorsundur, o kadar da emin değilsindir, ne dersin Lavin?"

Önümdeki beyaz kahve bardağını ellerimin arasında döndürürken birdenbire, "Annem ne yapıyor?" diye soruverdim. "Beni merak edip sorduğu oluyor mu?"

Soruma ne demesi gerektiğini bilmiyormuş gibi sessizlik ve kararsızlıkla durdu. Beni kırmak istemediği belliydi, fakat bu sessiz kalma hâlindeki kararsızlığı zaten bir yanıt olduğu için kalbimi çoktan engellenemez biçimde kırmıştı. Zaten dönüp dolaşıp anne denilen o durakta kırılır dururdu benim kalbim.

Burukça gülümsedim. "Tahmin ettiğim gibi beni görmek için yanıp tutuşmuyor, ablam da öyledir tabii." Duraksadım, kendime beni yıkan bu gerçeğe karşı toparlanma fırsatı verdim. "Düşündüğünün aksine ben birçok şeyden eminim," dedim. "Annemin beni sevmediğinden eminim, Eylül'ün beni hiç kardeşi olarak görmediğinden, sevmediğinden eminim," dedim. Gözlerinin içine baktım, beni en anlamasını istediğim son şey şuydu: "Ve Edim Demiray'ı sevdiğimden de eminim, en ufak şüphem yok bundan."

Edim'i öylece geride bırakıp gidemezdim. Edim'i ardımda bırakmak demek kendimi de burda bırakmak demekti. Kalpsiz dolaşmak demekti. Onsuz yapamam artık dünyamın tüm haritaları onu gösterir, sokaklarımda onun sesi yankılanırdı.

"Lavin..."

"Hayır," dedim kesinlikle. Gözlerimdeki maviliğin dalgalanıp çağladığını deniz gibi ikiye yarıldığını biliyordum. "Cevabımın hayır olduğundan da eminim. Evet. İzmir'e mutlaka bir gün döneceğim; bugün değil ve seninle de değil. Zamanı gelince, yanımda Edim'le birlikte."

Edim bana bunun sözünü vermişti. Sonunda bu sözün yerini bulacağına inancım tamdı.

"Anlamıyorum Lavin," dedi hayal kırıklığına bulanan sesiyle. "Bir insan nasıl kendi evinden vazgeçebilir?"

Derin bir nefes aldım. "Buraya geldiğim ilk zamanlar, burdan kurtulmak istedim," diye konuştum. "Ankara'da olmamalıydım, ben buraya ait değildim. Seninle aynı düşünce içindeydim ve içinde bulunduğum olumsuz şartlara rağmen bu düşüncenin sıcaklığına tutunup kendimi sıcak tutmaya çalıştım. Ait olduğum evim, o evin içinde ailem var diye düşünüyordüm. Her şeye ve her olana rağmen bu gerçek içimde ateşe benzeyen bir umut gibi yanıyor, bana güç veriyordu. Sonra ne oldu biliyor musun?"

"Ne?" Sesi karışıktı.

"Hiçbir zaman o evin benim olmadığını ve asla o ailenin parçası olmadığımı anladım. Belki orda yaşarken bile ait olamama hissi bundandı. Evim, ailem bildiğim her şey aslında hiç benim olmamıştı. Öyle çok zorlandım ki bunu kabul etmekte ama çaresizce kabul etmeliydim gerçeği. İçimde yanan son umut ateşine annem kendisi su dökerek söndürdü. Sonunda bende kabul etmek zorunda kaldım."

"Lavin...," dedi, sesindeki şaşkın karışılık aklına, düşüncelerine, gözlerine bulaştı. "Annen ne yaptı sana?" Bakışlarını yeni bir düşünce örttü, birden dehşete kapılarak dondu. "Sakın başından beri bu olanlardan haberi var deme bana." Yavaşça yutkundum. "Tamam, iyi bir anne değildi ama yine de hiçbir anne kızını bir başkasına yem edecek kadar ileri gitmez. Zararımıza karar aldıklarını düşündüklerimiz bile."

"Haberi vardı," dedim. Gerçek ağır gelip de onu kabul etmek istemediğimiz zamanlarda sesimiz kısılırdı, bu kelimeler kısık sesimden döküldü. "Ben... ilk fırsatta annemi aramıştım."

Eylül vardı bir de. Eylül'le konuştuğumu bilse ne der acaba? Onun da olan bitene dahil olduğunu bilse? Eylül bana o günlerde hayatlarından çıkmamın iyi olduğunu söylediğini yeniden anımsadım. O kırıklığı dün gibi hatırlıyordum, sesinin kafamın içinde nasıl vahşi, kötü bir çığlığa dönüştüğünü. Eylül ve Tuncay hiçbir zaman anlaşamamıştı, bundan söz etmemeye karar verdim.

"Neden beni aramadın, Lavin?"

"Aslında ilk fırsatta seni aramayı düşündüm ama sonra bundan vazgeçtim ve annemi aradım," dedim o anı hatırlayınca bir damla yaş gözümden aşağı aktı. Sertçe sildim yanağımı ıslatan damlayı. "O an nasıl oldu bilmiyorum ama annemi aramam gerektiğini hissettim."

"Sana ne dedi?" Durdu, parçaları birleştiren bir hâli vardı. "Bana ulaşmaman için seni o mu ikna etti yoksa?"

Başımı salladım. "Evet," dedim. "Kız arkadaşın olmamasının nedenini bile bana bağlamıştı ve eve dönmemem karşılığında bana babanla aranızı düzeltme sözü verdi."

"İnanamıyorum," dedi dişlerini sıkarak. "Nasıl sana karşı beni kullanmaya cüret eder? Bana senin kayboluşundan etkilendiğini gözyaşları içinde söylerken ona gerçekten inandım. Beni eve çağırıp her şeyi düzeltmek istediğini söylerken, aslında seninle yaptığı anlaşmaya uyuyormuş. Bu kadın nasıl bir canavar anlamıyorum."

İçimde başlayan ürperti bir anda içimden çıkıp bütün havaalanına yayıldı. "Annem sana bir daha kötü davranmadı öyle mi?"

Rahatsızca kıpırdandı. "Hayır."

Sonra gözlerimin önüne annem geldi. Son yaptığımız o konuşma... Annemin sözünde teklemeler olabileceğini düşünmüştüm ama belli ki sözünü doğru bir şekilde yerine getirmişti. Ama çok garipti, Tuncay'ı hiçbir zaman sevmemişti ki her fırsatta ondan nasıl hoşlanmadığını söyler dururdu. Verdiği söze sadık kalması... Onun en fazla eve dönmesine izin vereceğini düşünmüştüm ama aynı zamanda ona iyi davranması ne anlama geliyor bilmiyorum.

Çakıltaşı gibi başımda seken düşünceleri kenara bıraktım. "Kendimi ait olmadığım bir yere kabul ettirmek için çaba sarf ettim ama olmayınca olmuyor, doğal olarak ait olamadığın bir yere çabayla ait olamıyorsun." Ailemden nefret etmemeye çabaladığım günler geride kaldı, sevileceğime dair yaptığım varsayımlar bitti; o günlerin çok gerisindeyim artık. "Aile denilen kurum... canının istediği an seni kanserli bir hücre gibi dışarı atabiliyorken sahiden oraya mı aidim ben, Tuncay? İzmir'e? Tek bir sorumda bile suspus olurken, oraya ait olduğumu nasıl ima edersin?"

Tuncay'ın elbette buna verecek bir yanıtı yoktu, o da bildiği cevaplar üzerinden ilerleyip hedef tahtasına yeniden Edim'i koydu.

"Edim Demiray'ın seni hak ettiğine inanmıyorum."

Gülen bir ses çıkardım.

Sinirlendi. "Neye gülüyorsun, bu sana komik mi geliyor?"

"Edim'in amcası Aziz Bey'de, bu sabah tıpkı senin bana dediğin gibi Edim'e, onu asla hak etmediğimi söyledi. Size göre birbirimizi hak etmiyoruz biz. Bize göreyse durum tam tersi; o beni, ben de onu kuşkusuz hakettik. Öylece değil yaşadıklarımızla birlikte."

"İkinizin durumu ve konumu farklı, Lavin," diye karşı çıktı. "Seni zorla bizden koparıp o kadar yalnızlaştırdı ki sonunda kendisini seçmeye mecbur bıraktı."

"Ben hep yalnızdım, yalnızlığıma ortak olan oydu."

"Doğru değil bu," dedi, sesinde alıngan bir ton vardı. "Ben vardım, yalnız değildin."

"Annem beni yurt dışına gönderdiğinde ve bir daha arayıp sormadığında, içimde bir şeyler kırılmıştı. Terk edilmiş gibi hissetmiştim." Gözümden taşıp düşen bir damlayı sertçe elimin tersiyle sildim. "Tekrar geri döndüğümdeyse eskisi gibi hissetmem imkânsızlaşmıştı ve kırılan hiçbir şey tamamen onarılmamıştı. Senin yanında bile yalnızdım. Sanki tekrar kötü bir şey olacak da sen yine hayatımda olmayacaktın, böylece yalnız kalacağım düşüncesi beni bir daha hiç terk etmedi."

Tuncay büyük bir şokla baktı bana. "Böyle hissettiğini bilmiyordum," dedi, sesi kısıktı. Sanki olanları, o günlerde yaşanları yenden anımsamaya çalışır gibi sessizleşti. Olduğundan daha bir dağınıktı. Düşünceye daldı, daldı, daldı ve sonra ağırca konuştu. "Benimle birlikte yaşamanı istediğimde sen kabul etmedin. Bunu nasıl anlayamadım? Çok aptalım."

"Kendini suçlama, nerden bilecektin böyle hissettiğimi? Sana hiç açılmadım, kendimi anlatmadım da. Galiba ben kendi içimdeki o karanlığa teslim olmayı seçmiştim."

"Bunu fark etmemiştim ama..." Gözlerinde yumuşak bir şefkâtle gülümsedi. "Değişmişsin Lavin."

"Değişim..." diye mırıldandım. "Belki. Değişmiş gibi görünsem de değişmek ve değişmemek... Sanırım her ikisi de içimde durmaya devam ediyor. Değiştiğimi ben de hissediyorum ama bunun yanında değişmeyen şeyler de var. Annemin şu an bile hâlâ beni kırabiliyor olması gibi."

Gergin bir sessizlik oldu. Bu duygusal havayı değiştirmak istedim.

Birden, "Acaba annem haklı mıydı?" diye sordum. Anlayamayarak baktı. Gülümsedim. "Söylesene, artık bir kız arkadaşın var mı bari?"

Gözlerini kaçırdı. Kıpırdandı. Gözlerinde ve yüzünde bir huzursuzluk neredeyse kırmızılık vardı.

Sırtımı sandalyeme yasladım. "Vay be, demek o kadar da haksız değilmiş," dedim muzip bir sesle. Kahve bardağımı parmaklarımın arasında çevirdim. "İnanılmaz, demek bir kız arkadaşın var."

"Ben..." Birdenbire durdu. "Bunun hakkında konuşmak istemiyorum."

Anlamıyorum neden benden çekiniyor ya da rahatsız oluyordu ki bunları konuşmak hiçbir zaman aramızda sorun olmamıştı. Birbirimize karşı rahatız sanıyordum ama belki mesafe, belki yokluğumdan samimiyetimizin bu kısmı da zarar görmüş onca şeyden biri olabilirdi.

"Tamam, nasıl istersen," dedim teslim olur gibi. "Ama sadece tanışacağımız güne kadar. İzmir'e geldiğim zaman onunla mutlaka tanıştıracaksın beni."

Başını tamam anlamında salladı. "Ama annenin neden olduğu yanlış anlamaya bir açıklık getirmek istiyorum ki aklında şüphe kalmasın, durum annenin sana yansıttığı gibi değil Lavin. Kız arkadaşımın olmamasının seninle ilgisi yoktu. O günlerde fazla çalışıyordum ve bu tip şeylere ayıracak vaktim yoktu ne de olsa evden ayrılmıştım. Kendimi babama ispatlama derdindeydim."

Tuncay kısa bir sessizlikten sonra ilk defa gözlerinde kızgınlık olmadan başını Edim'in olduğu tarafa çevirip ona baktı. "Benimle konuşmaya geldi," dediğinde birden konuyu değiştirmesinden çok buna şaşırdım. "O yüzden gitmeden önce seninle görüşmek, konuşmak istedim."

"Haberim yoktu." Edim'e bir bakış attım. "Ne zaman oldu bu?"

"Kavga ettiğimiz o gece," dediğinde inanamadım. "Nasıl buldu bilmiyorum, kaldığım otele geldi."

Tuncay bu tarz bilgilere ulaşabilmesinin Edim Demiray için en basit şeylerden biri olduğunu bilmiyordu.

"Neden gelmiş ki?"

"Seni üzdüğümü, gitmemi ama aynı zamanda seni görmeden gitmememi söyledi," derken bir an alaycı bir gülüş belirdi dudaklarında. Yüzü onaylamaz bir ifadeyi ağırladı. "Hep böyle midir?"

"Nasıl?"

"Emir mi verir?"

"Bazen öyle oluyor."

"Seni tedavi için kliniğe yatıracağını söyledi," dediğinde bir an boş boş yüzüne baktım. "Bağımlılığın yüzünden."

"Böyle bir şey yapacağımı söylemedim," diye çıkıştım, gözlerim ateş püskürüyordu. "Sana neden söylemiş anlamıyorum, ona kabul ettiğimi hiç söylemedim."

"Aslında gereksiz inadından da bahsetti."

Edim masaya geldi, bir sandalye çekip oturdu. Ateş püsküren bakışlarımı olması gereken yere onun yüzüne yönelttim. Bu işe Tuncay'ı dahil etmesine kızmıştım.

"Ne?" Bana dönen çarpıcı bakışları dikkatle kısılmıştı. "Neden öyle bakıyorsun?"

"Tuncay'a klinik işini söylemişsin," diye tersledim onu. "Yatacağımı söylemedim."

"Bana söylemedin, belki ona söylersin diye düşündüm," diye açıkladı Edim. Rahat tavrı canımı sıkmıştı. "Klinik işini daha fazla erteleyemeyiz."

Tuncay, "Bunu ne kadar istediğimi biliyorsun," diye ona katılırcasına konuştu. "Ertelemeden kabul etmelisin."

Yanımda oturan Edim'e ve hemen karşımda oturan Tuncay'a ters bir bakış attım. "Bana karşı iş birliği mi yapıyorsunuz siz?" diye sordum. "Bu hoşuma gitmedi."

"Hoşuna gitmedi mi?" diye şaşırmış numarası yapan Tuncay'ı, "Hoşuna gider sanıyordum," diyen Edim destekledi.

"Ne yapıyorsunuz siz?" diye çıkıştım. "Bana karşı birleşecekseniz, düşman kalın daha iyi, tamam mı?"

Tuncay, derin bir nefes aldığında yüzündeki gülümsemenin izleri yok oldu. "Lütfen Lavin," diye başladı. Bağımlılığım konusunda benim bile asla yapamayacağım ölçüde ruhunu kullanacağını gözlerinin benimkileri izlemesinden anlıyordum. "Her zaman senin o haplardan nasıl kurtulmanı istediğimi biliyorsun. Lütfen bana kliniğe yatacağının sözünü ver de en azından Ankara'dan içim rahat bir şekilde ayrılayım."

Haplarla ilgili son yaptığımız konuşmayı anımsadım. Bana karşı hiç umudunu kaybetmeden başlamak diye bir şey varsa, bırakmak diye bir şey de var demişti.

Edim'e söylediğimin aynısını ona da söyledim. "Kendimi şu an böyle bir şeye hazır hissetmiyorum," dedim, önümde açılan bu yeni kapıdan geçmekte tereddüt ediyordum. Korkuyordum. Gözlerimi kaçırdım, paltomun büyük düğmesiyle oynarken ekledim. "Belki sonra düşünürüm ama şimdi değil."

"Lavin bu ne zaman gündem olursa hep daha sonraya ertelemek isteyeceksin, bir kez olsun bu konuda ciddi düşünmelisin," dedi Tuncay. Onu geçmişte birkaç kez oyaladığım için neyle karşı karşıya olduğunu biliyordu. "Bir kez olsun kendini düşün ve yapabiliyorken yap gitsin."

Başımın enseme yakın arka kısmından ağrı saplandı, içimde uyuşturucunun bekçiliğini yapan canavar, 'Hemen kurtul bu konuşmadan' diye bağırıyordu. İçerde o canavar, dışarda Edim ve Tuncay'ın bitmek bilmeyen ısrarı... Kendimi kapana kısılmış hissetmeme neden oluyorlardı.

Dudaklarımı araladığımda, "Yapamam," diye fısıldadım. Başımı kabullenmeyen bir isyanla sallarken gözlerim doldu. "İstemiyorum, o dört duvar arasında kalamam, bu aylar sürecek. Belki bir yılı aşacak."

"Orası yedi-yirmi dört duvarlar arasında kalacağın bir yer değil," diye itiraz etti Edim, gözleri teminat sunarcasına kesin bakışlarla doluydu. "Bahçe gezintisi, kendi zevkine göre ideal hobiler... Senin için en iyisi olduğundan emin oldum."

Tuncay konuşmayı devralır gibi, "Ve düşündüğün gibi yalnız da olmayacaksın, arkadaşların olacak Lavin," dedi. Kulaklarımı onlara kapatmak istiyordum, çocuk gibi. Onları duymadığımı duyduklarımın da saçmalık olduğunu haykırmak istedim. "Senin gibi o kötü alışkanlıktan kurtulmak isteyen arkadaşlar."

Kararlılıkları midemi acıyla dolduruyordu. Mantıksız davranmak istiyordum. Kafamın içi onları haksız çıkarmak, onlara çağırıp bağırmak istediğim yalın cümlelerle doluydu ve cümleler ilk önce kendilerini kafamdan çıkarıp yüzlerine savurmam için köşe kapmaca oynuyordu zihnimde. Kafamın içinde beni de kendisi gibi ilkelliğe çağıran canavarı dinlememek için havaalanının camekanına çevirdim bakışlarımı, sakinleşmeliyim ve iri iri yağarak kalın camlara yapışan karların beni sakinleştirmesini umdum.

Karlar saniyeler içinde örtmüştü kalın camları, keşke o karlar kafamın içine yağsa da kafamdaki sesleri örtse...


Sessizliğini koruyan ama kararlı gözlerle beni izleyen Edim'e baktım ona kızgınlık hissediyordum. Kaçışım yoktu, özellikle Edim bu sıralar ciddi olarak bunu kafaya takmışken. Omuzlarım yenilmişlik duygusuyla çökerken onun endişesini azaltma kararıyla Tuncay'a, "Pekala," dediğimde ruhumdaki çığlıklar yükseldi ve yeniden Edim'e bakarak, "Eğer o yere... uyum sağlayamazsam, terslik olursa beni oradan çıkaracaksın ama," diye teminat istedim. "Söz istiyorum senden."

Korkuyordum, kendime güvenmiyordum; delirebilirdim, çıldırabilirdim, boğulabilirdim, kendimi o duvarlar arasında ölecekmiş gibi hissedebilirdim. Çıkmak istersem onun gelip beni oradan çıkaracağından emin olmak zorundaydım en azından. Üstelik şimdiden pişman olmuştum kabul ettiğim için, o dört duvar arasına sokulup kapatılmanın hayali sıkıntısı hançere dönüşüp göğsümü acımasızca yarıyordu; o yarığın ardındaki derin boşlukta dolanıyor sonsuz karanlığım, boğucu kaygılarım ve kasvetli endişelerim.

Haplarla uyuşturduğum ne varsa savaş başlatmışlardı içimde.

 

Düşmanları bendim.


Edim düşünmedi, gözlerini benimkilerden ayırmadan tereddütsüz yanıtladı. "Sen nasıl istersen."

Bu söz bana yetmişti, bu sözü vermek için benim sözümün ona yettiği gibi.


Ard arda anonslar geçmeye başladı, bunlardan birisi Tuncay'ın İzmir anonsuydu. Ayağa kalkınca gözlerim doldu, onun gidecek olmasından mı yoksa benim gideceğim yerden dolayı mı içim içimden sökülene dek bağır çağır ağlamak istiyordum bilmiyorum. Belki her ikisi için. Üzerimde oturduğumdan çok daha ağır bir yük vardı. Birbirimize sıkıca sarıldık, son kez onun kokusunu soludum montundan.

Ben hala kollarının arasındayken, "Kendine iyi bak, bir şeye ihtiyacın olursa ara beni. Her ne olursa," dedi. Sonra Edim'i buz gibi soğuk bir sesle tembihledi. "Sana hala güvenmiyorum ama senin yanında olmayı seçti. Ona bir şey olursa karşında beni bulursun, bu yüzden ona dikkat et."

Tuncay gözden kaybolunca sanki parmaklarımın arasından onu kaçırıyormuşum gibi hissetmiştim, mide bulandıran bir panik duygusu beni hemen orada esir aldı. Yeniden birbirimizin uzağına düşüyorduk işte, kim bilir onu bir daha ne zaman görecektim?

Havaalanından dışarının soğuğuna çıktığımızda karların donuk aydınlığı yoğunlaşmış ve şehri bir sis gibi sarmıştı. Edim'in arabasının üzeri birkaç santim kalınlığında karla kaplanmıştı. Edim arabaya geçer geçmez ısıtıcıdan sonra, araba camının üzerinde biriken karları dağıtması için silecekleri çalıştırıp radyoyu açmıştı; meteoroloji karın artarak devam edeceğini söylüyordu.

Başımı koltuğa yasladım. Edim'in Tuncay hamlesi işe yaramıştı; kliniğe yatmaya ikna olmuştum sonuçta. Yine de umutlu muyum yoksa umutsuz muyum karar veremiyordum. Edim ve Tuncay'ın gözlerindeki benim adıma memnuniyet saçan ışıltıları görmüştüm ancak ben içimden yükselen huzursuzluğa ve korkuya engel olamıyordum. İçimden bir ses devamlı zamanı değil diye fısıldayıp duruyordu. Bana ne yapacaklar? Bu düşünceyle nasıl baş edeceğimi bilemiyordum.

Kitlesel imha silahına dönmeye az kalmış beynimi durdurmalıydım.

 

Beni yok etmeden önce.


Daha az gergin, daha olumlu düşüncelere kaymaya karar verdim. Rehabilitasyona gidişim her şeyi değiştirecekti, yeni, temiz sayfa açacaktım kendime; sağlığıma kavuşacak ve hayatımı daha bir dolu, daha bir farkında yaşayabilecektim. Umutlu olmam gerekiyor, kendimi daha iyi hissetmem gerekiyor ancak ne kadar böyle demeye çalışsam da öyle olmuyordu işte. Kaygıyı, hapları bırakmanın stresi altında kalbimin, bedenimin, bir şekilde içimin çekildiğini hissediyordum.

Yağan karın arasında başımı hafifçe kaldırdım ve dış dikiz aynasından kendimle göz göze gelince, göğsümde hissettiğim bütün sıkıntıların, kaygıların gözlerimde durduğunu fark ederek kafamın beni kıstırdığı yerden çıkıp başımı Edim'e çevirdim ama o kara gözleri önündeki yolu delip geçmek ister gibi bakıyordu. Bedeninin doğal olmayan şekilde katı, gergin ve mesafeli olduğunu ancak fark ediyordum.

Çok sessizdi.

Sessizleşmesinden kastım, kelimeleri sarf etmemesi değil. Bedeniyle, ruhuyla, hisleri ile birlikte sessizleşmişti âdeta. Dirseğini camın dibine yaslamış şakağınıysa eline yaslamış, arabayı tek eliyle kullanıyordu. Yüzündeki ifadesizlik yüz hatlarına başka bir keskinlik katarken, siyah gözlerindeki birikmiş düşünceler karanlığını arabaya yayıyordu. Tedaviyi istediği gibi kabul etmiştim, o hâlde sorun neydi?

Bana ne olacağını düşünmenin bir yararı yoktu kendime, en azından onunla ilgilenebilirdim. "Edim ne oluyor, neden bu kadar sessiz ve düşüncelisin?" diye sordum.

"Saatçi'yi düşünüyorum." Gözlerini yoldan ayırıp bana kısa bir bakış attı, bulmaya çalıştığı kelimelere zaman vermek istercesine sessizce birkaç saniye bekledi. "Yanındada seni tabii. Ve bu beni ne kadar öfkelendiriyor bilemezsin Lavin."

Rahatsızca kıpırdandım. "Ne demek istediğini anlayamadım."

"Elbette anlıyorsun çünkü aptal bir kız değilsin, sadece numara yapıyorsun," dedi, sesinde bunu bırakmamı isteyen bir tonlama vardı. "O akşam, ben kafesteyken ne yaptın Lavin?"

"Bunu şimdi konuşmak zorunda mıyız?"

"Saatçi daha fazalasını bilirken mi, evet bunu şimdi yapıyoruz," dedi keskin bir sesle. "Kaçmak yok, Küçük Avcı."

Peşini bıraksa olmaz mıydı sanki?

Keyfim hepten kaçtı. Yine de ona Saatçi'den bahsetme zamanım gelmişti. "Saatçi," dedim diye başladım sıkıntıyla. Ondan beklediğim gibi kaşları anı bir hızda çatılırken, çenesi kasıldı. Hafif hafif içimi çektim. "O gece seni kurtarmam için bana yardım eden kişi Saatçi'ydi. Saatçi olmasa ne yapıp seni ordan kurtararırdım bilmem."

Edim inanamıyormuş gibi bakıyordu. "Yakın zamanda bundan daha saçma bir şey duyduğum olmadı."

"Sana saçma gelmesi, en nefret ettiğin adamın ölmemene yardım ettiği gerçeğini değiştirmiyor."

"O bana yardım edecek en son kişi bile değildir, hangi sebeple yardım edebilir?" Direksiyonu tutan elleri sıkılaştı. Sesi bir perde daha sertleşiverdi. "Ne dedi sana, bu yardıma karşı bir açıklaması var mıydı bari?" Sesinden aşağılama akıyordu.

İçim titredi. "Nedeni gerçekten söylediği gibi bu mu bilemem tabii ama bana kafeste ölmeni istemediğini, seni öldürecek tek kişinin sadece kendisi olacağını söyledi."

Edim ağzından alaylı bir gülüşü serbest bırakırken, dudağının sol ucunu alayla kıvırdı. "Şerefsiz, sanki yapabilirmiş gibi."

Yapabilirdi, birini öldürmeye karar verdiyse yapacağını söyleyen bir adamın karanlık gözleri vardı Saatçi'de. Onun tam zamanlı işi buydu, o kafesin tetikçisiydi nihayetinde. Ona öldür derlerdi ve o da öldürürdü. Diğer yandan Saatçi uzun bir süre Edim'in eğitmeniliğini yapmıştı, Edim zayıflıklarına kadar onu tanıyor olmalıydı.

"Bir şey daha var," dedim, Edim sanki daha önemli olanın bu olacağını anlamış gibi kaşlarını sertçe çattı. "Bunun bir karşılığı olacağını zamanı gelince onu benden isteyeceğini söyledi."

Sözlerim yüzünü bir taş gibi soğuttu. "İşte asıl sorunu ağzından çıkarmayı başardın sonunda," dediğinde sesindeki sinir elle tutulur cinsten somuttu neredeyse. "Saatçi bu, öyle dediyse öyle yapacaktır. Mutlaka. Bunu bana daha önce anlatman gerekiyordu, saatçi bir şey demese bana söylemeyi hiç düşündün mü?"

"Söyleyecektim tabii," dedim ama Edim bana inanmayan bir bakış attı hızlıca. Savunma durumuna geçtim. "Kafesten nasıl çıktığını biliyorsun Edim, ölümün kıyısından dönmüştün." Bedenini işaret ettim ama gözü yoldaydı. "Büyük yaraların vardı, onlar hala varlar. Sadece geçmesini biraz daha iyi olmanı bekliyordum, çünkü sen yaralıyken Saatçi'yle karşı karşıya gelmeni istemiyordum. yoksa elbette söyleyecektim. Söylemem gerektiğini biliyordum."

"Çok güzel, Allah bilir ne zaman ama."

"Edim..."

"Lavin," diyerek böldü beni, sesi içine hiç şüphenin düşmediği kararlı bir tondaydı. "Hala anlamadıysan diye söylüyorum, Saatçi akşam bile karşına dikilip senden istediği şeyi talep edebilirdi."

"Seni düşündüğüm için özür dilerim," dedim huysuzca.

Derin bir nefes alıp amaçlı bir dikkatle konuştu. "Beni düşündün, zarar göreceğimden korkarak onun karşısına bu halimle çıkmamamı istedin. İstediğin gibi çıkmadım tamam ama Saatçi ansızın bundan dolayı yaralı olmama rağmen dikilseydi karşıma ne olurdu?" Edim oltasına esaslı bir soru yemi koymuştu, konuşmayı kendi tarzında yönetmeye başladığını görebiliyordum. "O zaman beni düşünmenin bir anlamı kalır mıydı?"

Son sorusuyla birlikte, onun oltasına takılan aklımı yukarı doğru çekmeye başladı. Edim'in ne yaptığını anlayabiliyordum, soruları aklımı açmaya yetmişti. O zaten soruları bunun için sorardı genelde, olanı biteni doğru düzgün ayrıntısıyla kavrayayım diye. Kendi açımdan Edim'in hayatını güvenceye alma kastıyla sessiz kalmıştım, onu koruduğumu düşünüyordum ancak Saatçi benim belirlediğim zamanın öncesinde harekete geçseydi o zaman her şey anlamsız olurdu. Her şey.

Boğuk bir sesle, "Haklısın," diye kabul ettim. Başımı cama çevirip dışardaki beyazlığı izlerken utanç duygusu sert adımlarla içimi çiğnemeye başladı. Hemen yanındaydım ama bedenim ondan uzağa çekilmişti, zihnimin içinde kendimi diri diri yakıyordum. "Hiçbir anlamı kalmadığı gibi başını da belaya sokardım."

Edim'in yoğun bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Bir süre hiç sesini çıkarmadı, sonra kucağımda benim kadar üzgünlüğe boğulmuş solgun ellerimden birini tutup dudaklarına götürdü, sıcak nefesini tadan elim bir an sonra dudakları tarafından anlayışla öpüldü. "Benden seni tehlikeye atabilecek hiçbir bilgiyi saklama Lavin," dedi, yüz ifadesini nötr tutuyordu ama gözlerinde bir canavarın gölgesi dolaşıyordu. "O benim dostum değil; onun sana yaklaştığını ve yaklaşabileceğini düşündükçe delirecek gibi oluyorum."

Yüzü bana karşı anlayışla gölgelenmişti, ne düşündüğünü ne hissettiğini tam olarak anlayamıyordum. "Bana kızgın mısın?"

Arabası yavaşça polis merkezinin önünde durdu. "Hayır, sana asla kızgın kalamam."

Bunları beni sakinleştirmek için söylediğini ona söyleyecektim, dudaklarım bunun için aralandı fakat o hızlı bir öpücükle kelimelerimi dudaklarıyla emip onları benden aldı. Ruhum tenimde kıvranmaya başlamıştı ama öpücük tüketici değildi; geldiği kadar hızlı gitti. "Haydi, sen gevezelik etmeye başlamadan önce inelim şu arabadan."

Karakolun ortak kullanılan alanını geçerek bir kapının ardındaki koridora girerken, biri benim suçum yok diye bağırıyordu. Uğultu ve telaş sanki polis merkezinin her yerine yılların getirdiği bir ağırlıkla sinmişti; kimse olmadığında bile sanki o sesler sessizliğin içinde hissedilir olacaktı.

Koridora saptığımızda Selçuk bir kapının ardından çıktı, elinde bükülmüş bir dosya vardı. "Sonunda geldin," dedi Edim'e bakarak, sonra bana bir bakış atıp, "Nasılsın Lavin?" diye sordu.

"Bildiğinden daha farklı değil," dediğimde kaşları çatıldı. "Sen nasılsın?"

"İyi diyelim öyle olsun," dedi. "Kusura bakmazsan Edim'le yalnız konuşmak istiyorum."

"Olur, tabii konu ben değilsem?"

Sessizce güldü. "Şüpheci bir şey olup çıkmışsın sen iyice."

"Koşullar beni buna zorluyor." İkisine de bir bakış attım. Dudaklarımda yapay bir gülümseme belirdi. "Siz daha iyi bilirsiniz, ne de olsa değil mi?"

Güldü, şaka yaptığımı düşünmemesine rağmen. "Yok bizim aramızda, sen rahat ol."

Ben de gülümsedim. "O zaman müsade sizindir."

Edim ve Selçuk'la beraber onun çıktığı kapıdan girip gözden kaybolduklarında oturma yerlerine doğru sıkılganca ilerledim. Bir odanın kapısı hafif aralıktı ve eğer bir an bakmasam göremezdm, kapıyı yavaşça aralamadan önce etrafıma baktım. Bu taraftan görünen birkaç memur vardı ama onlar da kendi işlerine dalmış gibi görünüyorlardı.

Babamın resmi cam panonun üzerindeydi ve yanında çeşit çeşit kanlı fotoğraflar vardı. Hayır, kana bulanmış kadın resimleri... babamın kalbinin çirkin şeylere yatkınlığını gösteren bir tuvaldi sanki karşımdaki manzara. Aldığım nefes boğazımdan geçmiyordu bir türlü.

Yüreğim ağzımda, heyecanlı bir titreyiş içinde kapıyı biraz daha araladım, kalbim göğsümde resmen davul gibi gümlüyordu. Her saniye çılgına dönen panik duygusu babamı daha yakından görmemle birlikte, göğsümü neredeyse çatlatacaktı. Nefesim acıdan sık sık kesiliyordu. Babamın büyük resminin etrafını kanlı resimler sarmıştı; öldürülen kadınlar. Sanki bedenlerini terk eden kadın ruhlar resimlerin içine girmiş, bana ordan üzüntü dolu kederli cümlelerin iziyle bakıyor ve yaşanmışlıklarını vahşice yarıda kesen, yaşanmamışlıklarını kanın içinde boğan babamın adını sessizce o katilin kızı olan bana fısıldıyorlardı.

Acaba bu kadınların söylediği son cümle, son söz ne olmuştu?

 

Onların yerinde olsam benim son cümlem ne olurdu?


"Buraya giremezsiniz yasak," diyerek düşüncelerimi boğan katı kadın sesi arkamdan gelmişti.

Gördüklerim vicdanımın sesine bulaşırken hissettiğim taze utanç gölgesinin altından çok yavaşça, telaşsızca arkama döndüm. Bacaklarımı titretmek için bedenime pusu kuran titremeyle, buz gibi bir savaş vardı içimde. O titremeye yenilsem bacaklarımın üzerine düşecektim. Gözlüklü bir kadındı; ince sivri bir burnu, keskin kahve gözleri vardı. Kahverengi saçları birbirine örgüyle birleştirilip omuz önünden göğsünden ip gibi aşağı doğru sarkıyordu.

Giyinişi maskülendi ve gri takımla tamamlanmıştı. Ceketinin önü açık olduğu için çelikten bir halkada toplanan sekizden fazla anahtarın pantolonunun sağ tarafına asılı olduğunu görmüştüm, hareket ettikçe şıngırdıyordu.

Kayıtsız bir sesle, "Siz polis misiniz?" diye sordum. Üzerinde onun resmi bir görevli olduğunu işaret eden hiçbir şey yoktu. Belki sivil bir polisti, belki daha farklı bir alanda çalışan biriydi.

Yüzünde alay belirdi. "İkimizden biri soru soracaksa bence o kişi ben olmalıyım." Belki öyleydi ama içim buz gibiydi, sözleri etkilemiyordu beni. Korkutmuyordu da. Bomboş baktım, öyle boşki sanki uzay boşluğu gözlerimdeydi. "Pekâlâ." Kadın korkmayışımı garipsemişti. "Hayır, polis değilim, kriminoloğum yani suç bilimci," dediğinde, belki görev tanımının içeriğini bilmediğimden olmalıydı ki cümle ilk anda hiçbir anlam çağrıştırmadı. "Peki ya sen kimsin? Neden odamda olduğunu, gizlice resimleri incelediğini bilmiyorum." Demek burası onun odasıydı ve resimleri buraya asan kişi oydu. Baştan aşağı süzdü beni, kabaca devam etti. "Yoksa haber peşinde olan yeni yetme bir muhabir ya da dava arayan avukat çırağı mısın?"

Gördüklerimin etkisi gözlerimde güvensiz bakışların belirmesine neden olduğundan ruhumun daraldığını hissediyordum "İkisi de değilim, ben sadece kapının önünden geçiyordum. Fotoğraflar dikkatimi çekince..."

Kahverengi gözlerdeki soru işaretleri ve şüphe kıvam kazandı. "Dikkatinizi çekiyor diye özel alanlara dalmak gibi bir âdetiniz var sanırım küçük hanım." Durdu, bakışları daha da bir sertleşti. "Neden polis merkezindesiniz?"

Edim kadının arkasında, kapının önünde göründü. "Ne yapıyorsun burda?" Yanında arkadaşı Selçuk vardı. Edim'in simsiyah bakışları benden babamın resmine kaydığı anda, yoğun karanlık gözlerinde toplandı. Öfkeli bakışı keskinleşti, çenesi kasıldı. Bana baktı, resimlerin beni ne hâle getirdiğinin farkında olduğu yüzünden zorlukla sildiği öfkeli ifadeden anlaşılıyordu.

Kadın Edim'e döndü. "Onu tanıyor musun, Edim?"

Tanışıyorlardı öyle mi?

Edim bana bakarak, "Kuzenim," dediği an şaşırdım, uzun süredir kimseye kuzeni olarak tanıştırılmamıştım onun tarafından. Neredeyse bu yalanı unutmuştum. Neden beni kuzeni olarak tanıttı? Öff ne saçmalıyorum? Panoda babam ve onun öldürdüğü kadınlar vardı. Ona Lavin Kutup olarak tanıtılsam kadın tarafından hemen sorgulamaya alınırdım. Selçuk dışında birinin bir şey bildiğinden emin değildim. "Amcamın kızıdır o, birlikte geldik buraya."

Adımı özellikle kadına söylemediğini sezdim.

"Şimdi anlıyorum Kemal Kutup'a uzun ve anlamlı bakmanın sebebini," dedi, sesinde suçluluk belirirken elini uzattı. Edim'e, "Eğer sen gelmeseydin, ikinci durağımız sorgu odası olacaktı," dedi. Gülerek söylese de bunun sadece espri olduğundan emin olamadım, gerçi suç bilimcilerin tutuklama ve sorguya girmek hakları bulunuyor mu ondan da pek emin değildim zaten. "Bir kuzen ha? Kuzenin olduğunu bilmiyordum."

Ben Edim'in buna ne yanıt vereceğini beklerken Selçuk araya girip, "Bugün gelmeyeceğini sanıyordum, Melis," dedi, demek adı bu. Melis. "Üniversitede olursun sanıyordum."

"Evet, dün geç saate kadar buradaydım," diye açıkladı Melis. "Üniversitede işleyeceğim dosyayı burda unutmuşum. Onu almak için geldim."

Edim, "Gidelim," dedi ama midem ağzıma gelse de henüz gitmeye hazır değildim. Bir şeyler duyma ihtiyacıyla kavruluyordu içim sanki aldığım nefes boğazımdan geçmiyor, geçse de ciğerlerime inemiyordu. Böylesi iğrenç, korkunç, rezil bir şeyi babam neden yapıyordu?

Melis'e, "Mahsuru yoksa, bir suç bilimci tam olarak ne yapar?" diye sordum. Garip. Sanki yarı yarıya bildiğimi hissediyordum. Neden babamın fotoğrafları burda, onlarla ne yapıyorsun, Melis?

Melis, "Bu suçlunun davranışlarını, hangi psikoloji içinde suç işlediğini inceleyen ve suçların açıklamasını yapan bilimin adıdır," diye açıkladı tok bir sesle, bu açıklamayı yüzlerce kez yaptığı cevabın çabuk gelmesinden belliydi, diğer sorularıma da aynı şekilde hızlı ve emin şekilde cevap vermesini umdum.

"Bir suç bilimci olarak... Bana açıklayabilir misin?" Sözümün bu kısmında başımı panoya çevirip babamın resmini işaret ederek, "Kemal Kutup'un aklına bu cinayetleri işlemek nasıl gelmiş olabilir? Neden bunu yapıyor?" diye sordum.

Babam neden böyle biri Melis.

 

Neden böyle hastalıklı ve zararlı?


Duymamı durdurmak ister gibi, "Yapma Lavin," diye araya giren Edim'e, donmuş soğuk bir sesle, "Ne diyeceğini, Kemal Kutup'un suçunun açıklamasını duymak istiyorum," dedim. "Ne düşündüğünü merak ediyorum." Durakladım. "Ya da belki ne bildiğini duymak istiyorum."

Melis bana yanıt vermek yerine Edim ve Selçuk'a baktı, soruma bir yanıt vermek için cevaba uygun olup olmadığımın değerlendirmesi için onlardan onay bekliyordu gözleri. Çok genç göründüğüm için emin değildi sanırım. Edim keskin bakışlarını bana yönelttiğinde ona kararlı gözlerle baktım, kafaya koyduğumda nasıl inatçı olduğumu iyi bilirdi. Melis'e başını sallayarak onay verdi sonunda.

Melis, "İlginç bir katil," diye söze başladı. "Adam Türklerden seri katil çıkmaz diye bilinen bu tanımı yıktı, Türkiye'nin kayıtlara geçen ilk Türk seri katili. Çok uzun süredir bulunamamasının da etkisiyle polislerin arasında olduğu gibi biz suç bilimcilerin içinde de oldukça popüler bir suçlu. Daha önce hiç karşılaşmadığımız bir suç profili var." Duvardaki resimleri işaret etti. "Şuna baksana yüzü orda, herkes tarafından bilinmesine rağmen kimseden saklanmayacak kadar ukala. Korkmuyor. Açıkça alay ediyor bizimle ve toplumla. Cesetleri saklamak yerine öylece bırakmasının nedenlerinden biri de bu. O eğleniyor."

"Belki alay etmekte de haklıdır, bu kadar ortada olan bir adam nasıl oluyorda yıllarca bulunamıyor," diye çıkıştım, odanın içindeki üç kişinin şaşkınlıklarını soludum. Onun babam olmasından utanıyordum. Neden etrafımdaki hiçbir şey normal olamıyor? Neden bir seri katilin kızı olmalıyım? "Maskelerin ardına saklanan bir korkak olsa anlarım, ülkeyi terk eden bir kaçak olsa anlarım ama burada, hem de en yalın haliyle bizlerin içinde bizden biriymiş gibi dolaşıp istediği gibi keyfince can alıyor. Hiçbir şey, bu başarısızlık mantıklı değil."

Anlayamıyordum, aklım almıyordu. Nasıl oluyordu da bunca zaman babamın bu cinayetleri işlemelerine izin veriyorlardı. En başından beri babam yakalanmış olsaydı bunca kadın ölmeye devam etmeyecek, Edim bu kadar ileri gitmek durumunda kalmayacaktı.

Babam durdurulamadığı için Edim de durdurulamamıştı.

 

Kainattaki her şey kendi zıttını var ederdi, Edim'i babam var etmişti.

 

Zıtlık ne kadar büyükse onlar da o kadar büyük olurdu.


"Öldürülen kadınların birbiriyle bir ilgisi var mı?" diye sordum.

"Hayır, birbiriyle hiç ilgisi olmayan kadınlar bunlar," diye açıkladı Melis. "Cinsiyetleri dışında ortak hiçbir özelliğe de rastlamış değiliz araştırmalarda."

"O hâlde Kemal Kutup onları neye göre tespit edip ölmelerine karar veriyor?" diye sordum. Sakindim ama içimde sessizce dolaşan panik hissi vardı, duygularımı ne sözcüklerle ne de haykırışlarımla ifa­de edebilirdim. Soru sorarken yüreğimi ağırlaş­tıran ve bulandıran o sonsuz tiksinti duygusu öyle bir dereceye vardı ki o derin bunaltıdan nereye kaçacağımı şaşırdım. "Nasıl oluyor da düşünceleri berraklaşıp cinayet işlemek için niyeti kesinleşiyor?"

"Kurbanların bulunuş noktalarından yola çıkınca, biz plan yapmak yerine onun aniden cinayet işlemeye karar verdiğini düşünüyoruz. Belki nanosaniye gibi olağan üstü kısa bir zamanda, hızla onu öldürmeliyim diye düşünüyor ve tek saniyenin sonunda ise bu düşüncesi kafasında berraklaşıyor."

Orada bir iz bulacakmışım gibi kadınların resmine baktım. Hepsi de birbirinden farklı görünüyordu. "Ben...Anlayamıyorum," diye mırıldandım. "Bu kadınlar ona ne yapıyor olabilir ya da o bu kadınlarda ne görüyor olabilir de, sonunda onları öldürmeye karar veriyor."

"Kadınlar muhtemelen ondaki travmatik olaya bir şekilde dokunup tetikliyor, ne olduğunu bilmiyoruz. Kurbanlarını öldürürken hedef olarak seçtiği yer kalp oluyor. Onları bedenindeki başka yerden yaralamıyor, dokunmuyor. Kadın kalbiyle ilgili sorunları var, aşk diye tahmin ediyoruz."

Evi terk etmeden önceki son tartışmamızda Edim bana babamla ilgili suç dosyalarını ve tıbbi kayıtlarını içeren raporları göstermişti ancak yine de aklıma yatmıyordu, sığmıyordu işlediği tepkisel suçlar. Midem çalkalandı.

"Bu çok saçma," diye fısıldadım.

"Bazı cinayetler böyledir, cinayetin altında esaslı bir neden ararsın, ararsın, bulacakmışsın gibi durmadan ararsın," derken Melis, gözleri gözlerimdeydi. Sanki birazdan bana sen o katilin kızısın diye bağıracakmış gibi ürktüm. Dudağının kenarında buruk bir gülümseme oluştu bir an ve diğer an ekledi yavaşça. "Oysa neden sadece saçmadır."

Gözlerim doldu. "Bir insanı öldürmek bu kadar kolay, bu kadar basit olmamalı," dedim, vicdan azabının ateşi sesimi yakıyor, içimdeki her şey acıyordu. Dalgınca mırıldandım. "Hepimizin ölse ve artık burada olmasa ne iyi olur, yok olsa harika olur diye düşündüğü kişiler hep vardır ama gidip onları öldürmeyiz."

"Evet aynı öldürme dürtüleri bizlerde de mevcut, bir şekilde bu vahşi eğilimlerimizi bastırabiliyor ve suç işlememeyi seçiyoruz," diye onayladı Melis. "Bu yüzden toplumun en zayıf kesimlerinin dürtülerini kontrol edemeyen katiller, hırsızlar, tecavüzcüler ve daha pek çok suç türünü işleyen kişiler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Onlar bize insan doğasının aslında ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor."

Ölü bedenleri taşıyan panoya baktım. "Herneyse, meseleyi ne yönden ele alırsanız alın işe yaramaz görünüyor, kadınlar ölmeye panonuz dolmaya devam ediyor," dedim. Onların iç dünyasını bilmiyordum, boşuna öldürülen bu kadınlar onların yüreğinde mi yoksa kafasında mı yer alıyor bilmiyorum. Yoksa olaya tamamen teknik bir sorun gözüyle mi bakıyorlardı? Bir sorunu çöz sıradakine geç. "Yıllarca Kemal Kutup'la ilgili hiçbir yere varamadıktan sonra hala ne yapabilirsiniz pek anlayamıyorum açıkçası? Onu yakalamaya en yakın olduğunuz bir an oldu mu hiç?"

Bu sözlerin birazdan çok kaba kaçtığının farkındaydım ancak öldürülen bu kadar kadını da gördükten sonra sinirlerim gerilmişti. Anlaşılan o ki hiç yaklaşamamışlar bile. Sorularım anlamsız bir buhar kütlesinden ibaret sanki.

"Elimizden geleni yapıyoruz," dedi, ama sesindeki köşeye sıkışmışlık duygusunu duymuştum. "Kemal Kutup'un ailesini de görmeye gideceğim yakında, eski karısını ve şu tek kızını."

Şaşkınca bakakaldım. "Tek kızını mı?" Durakladım. "Kim?"

"Eylül Kutup."

Edim araya girip, "Lavin onları bu kadar meşgul edemeyiz," dediğinde ona neredeyse çenesini kapamasını söylemek üzereydim. "Artık gitsek iyi olur."

Edim'e baktım, onun bakışları boğazıma, tenimin altında titreyen nabzıma kaydı. "Hayır, biraz daha," dedim sesime şüphe tınısının girdiğinin farkındaydım. Boğazıma bir şey saplandı, tam oradaydı, soluk borumda. Nefes almakta zorlandığımı hissederken bu duygunun üstesinden gelmeye çalıştım. Bunu söyleyip söylememe konusunda kararsızlığa düşsemde bir an diğer an daha kararlıydım. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi umursamadan ve tabii buradaki kimliğimi umursamadan konuştum. "Ben onun iki kızı olduğunu sanıyordum ama."

"Yanlış biliyorsun," dediğinde, bir anda huzursuzlanan zihnimde endişeli düşünceler birbirini kovalamaya başladı. "Kemal Kutup'un bilinen tek kızı var, o da Eylül Kutup."

Hayır diye haykırmak istedim, asıl sen yanlış biliyorsun. Ben de varım, Lavin Kutup.

 

O aileden biriyim.

 

O aileden biri misin sen?

 

Ha Lavin Kutup?


"Nasıl olur? Bu doğru olamaz," diye karşı geldim. Sesimden, yüzümden açık vermemek için içimi nasıl kastığımın çabasını ben biliyordum. Telaş yüreğime mürekkep gibi düşüp yayıldı. Bu bilmem gereken bir şeydi, özellikle Edim'in önünde öğrenmem gerekiyordu. "Nereden kontrol ediliyorsa, bir kez daha bakın."

Kadın bu ısrarıma anlam verememişti, bu açıktı yine de bilgisayarı açıp dosyalara bakmaya başladı. İçten içe kadının bu araştırmasının sonuç getirmeyeceğini biliyordum ama Edim'in bunu yaptığına inanmak istemiyordum. Öfkeyle fokurdayan bakışlarımı Edim'e çevirdim. Eğer bakışlar yakıp kül edebilseydi, onun ateşler içinde kavruluyor olması lazımdı.

Melis, "İşte bak," dedi bana bilgisiyarı çevirirken. Geri dönüşü olmayan o bilgiyi bana resmi olarak gösterdi. Edim'in var ettiği yalanın içine daha da kaydım, o yalanın kara deliği beni acımasızca yuttu. "Sana söylemiştim, sadece Eylül Kutup."

Ağır çok ağır bir sessizlik oldu; öylesine ağırdı ki odanın içindeki boşluğu doldurdu. Üç çift gözün ağrılığı da üzerime yüklendi. Gözlerim ekrandaki dijital dosyaya kilitlenip kaldığında omurgama kandırılmışlık duygusunun yanında ilk başlarda hissettiğim kimsesizlik hissinin hançeri saplandı. Bir evrak hatası değildi, gerçekti. Oda etrafımda dönüyor, dönüyor, gitgide dar, küçük bir deliğe dönüşüyordu. Kalbim donmuştu, zar zor nefes alabiliyordum.

Silinmiştim işte, ailemin geçmişinden ve geleceğinden. Sanki orada bir annem yoktu, bir ablam ve hatta bir babam bile yoktu.

Yoktum. Hiçtim. Hiç kimseydim.

 

Bir yalanın kiracısı olduğumu sanıyordum, oysa yalanlar çoktan yuvam kadar gerçek olmuştu.

 

Lavin Kutup diye birisi hiç var olmamıştı.

 

YAZAR | ELİSYA ROYAL

 

 

İnstagram, elisyaroyal

 

Twitter, ElisyaRoyal

 

Hikayelerimin ortak sayfası; elisyaroyalhikayeleri

 

Loading...
0%