Yeni Üyelik
2.
Bölüm

57. BÖLÜM | ÇERÇEVELİ FOTOĞRAF

@elisyaroyal

Bölümü okumaya geçmeden önce mutlaka oy verin ve bol bol yorumlar bırakın.

Savaş Akduman'a

Nüket Kozcu'ya

57. BÖLÜM | ÇERÇEVELİ FOTOĞRAF

 

Savaş Akduman'dan


Ben iş adamıyım.

Anlaşmaları severdim; anlaşma süreçleri içindeki pürüzleri yok etmeyi ve genelde bu süreçlerde oluşan doğal gerilimleri de.

Unutma Savaş Akduman. En son yaprak düştüğünde, yok olacaksın.

 

Yok olacaksın.


Taraflardan biri yok olmanızı istediğinde bu o kadar da haz verici olmuyordu.

Nüket'in sesi kafamın içinde çınlıyordu.

Çınladıkça daha önce hissetmediğim bir şeyle karşılaşıyorum; beni içine çeken koyu, karanlık, dipsiz karamsarlıkla.

Kara delik gibi bir his; ruhumu, inançlarımı ve fikirlerimi içine çekip alan ama bir daha asla geri vermeyen. Melankolik bir şeylere yuvarlandığı ilk seferdi içime işleyen şeytanın.

Esasında istediğimi elde etmiştim, ondan zaman istemiştim o da vermişti. Sonunda. Bunun bende zafer duygusu oluşturması gerekirdi, endişe değil. Nüket'in son anda, bana verdiği zamanın onun fedakârlığıyla ilgisi yoktu. Bunu yaparken intikam yemini gibi bir tonlamada sarf ettiği o sözcüklerin kenarları nasıl da buzluydu ama. Ona bir dünya dolusu acı getiren adama sunduğu, o adamın beceremediği tek şeyle bu acıyı eşitlemekti âdeta.

Ya o alev alev yanan gözlere ne demeli?

Onu hiç böyle görmemiştim, bu saçmaydı ama sakin tavrını teslimiyetçi ruhunu kendi ayaklarının altında ezmesi bana garip bir haz verdi. Nüket'in bedeniyle ilgilenişimin mantığına ters bir şekilde, keşfedilmemiş kişiliğini orada görmüştüm. Bunun bende kaşifi harekete geçiren aynı tutkuyla etki göstermesi tuhaftı. Onda daha keşfedilesi çok şey vardı.

Yine de o huzursuz his vardı, derinlerde girdap gibi dönüp duruyordu. Boğazıma kadar yükseldiğini ve beni yok olmakla tehdit ettiğini hissedebiliyordum.

Sinir bozukluyla eve sürdüğüm arabamı son anda fikir değiştirip Aren'ın mekanına sürdüm. Çok dolu hissediyordum, birçok açıdan. Kafam doluydu, kaslarım kramp girecek kadar kasılmıştı. Kendimi bitkin ve alışılmadık biçimde dağılmış hissediyorum. Huzurdan çok uzaktaydım, milyar yıl kadar uzak geliyor.

Düzenimin bozulmasından, dengelerin değişmesinden nefret ediyorum...

Her şey berrak olmaktan bulanık olmaya dönüştü. Bu nasıl olmuştu? Kendi işimin patronuydum, hayatım canımın istediği şeylerle doluydu. En yakın olanından, bana en uzak düşenine kadar. Nüket ele avuca sığmaz yaşamımın ortalarında bir yerde hayatıma dahil olana dek böyleydi; kendimden hiç şüphem yoktu. Hiçbir şey canımı sıkamazdı, hemen hemen her şey aşılır, öyle veya şöyle halledilirdi.

Hayat satranç tahtasındaki bir parça zeka gerektiren matematiksel oyundan ibaretti benim için.

İşte tüm bulanıklık onun orda olmamasının gerekliliğinden emin olduğum halde, orda olmamasından duyduğum tuhaf sancıyla başladı.

Oysa ateşli bir merak hissediyorum.

 

Şimdi kimim ben?


Bana önceden kim olduğumu bilip şimdi kim olduğumu söyleyecek birisi var mı?

Yoksa beni görenlerin bakışındaki keyfe teslim edilmiş biri miyim? Aslında nasıl göründüğümün ya da başkaları tarafından nasıl anlaşıldığımın benim için bir önemi yok. Önemli olan onun beni nasıl gördüğü, nasıl anladığıydı. Dünyanın geri kalanını umursamaya vaktim, hevesim ya da ilgim yok.

Ve sürpriz.

Nüket, beni görmekle de anlamakla da artık ilgilenmiyordu. Bozguna uğramışlık hissi rahatsız edici olsa da başa çıkabilir biriydim. Neyseki. Ya olmasaydım, pes edip durmam gerekirdi. Durmadığım için şanslı olduğunu anlaması biraz zaman alacaktı. Neyseki buna da hazırlıklıyım.

Hazırlıklı olmadığım tek şey, kum saatinin sonunda onu kazanamamak.

 

O son yaprak düştüğünde.


Hayır Savaş. Bunu yapmayacaksın ahmak herif, başlamadan onu kaybetmiş aptal bir ergen gibi tecrübesiz ve zavallıca şeyler düşünmeyecek ve konuşmayacaksın. Düşüncelerinin kararmasına, seni içine çekmesine izin vermeyeceksin. İç çektim.

Bu bana oluyorsa Nüket'e de oluyordur, değil mi? Onu alt etmek isteyen düşman düşencelerin benimkinden bin kat beter olduğunu tahmin ediyordum. Muhtemelen düşünceleri kafasının içinden seslenen, sesi kesilmeyen bir arkadaş gibi onu benim hakkımda uyarıp duruyordu.

Düşüncelerinde boşluklar bulup oraya yerleşmeliyim, yeniden.

Yeni bir şey hayatıma girmek üzereydi, yeni bir deneyim. Bunu mahvetmemeye kararlıydım. Bir yolu olmalıydı.

Sonunda büyük bir tırın da orada olduğu arkadaşlarımın arabalarının olduğu park yerine girip arabamı park ettikten sonra neredeyse kimsenin kalmadığı mekana girdim. Bugün Salıydı. Aren her hafta salı haftanın genel ayarlamasını yapmak ve deposunu doldurmak için mekanı erken kapatırdı. Bu da dışardaki tır sevkiyatını açıklıyordu.

Burak tek başına bar tezgahında oturuyordu. Gidip yanındaki tabureye yerleştim. Beni görünce şaşırdı. "Geleceğini söylemedin?"

"Son an değişikliği," dedim can sıkıntısıyla. "Kabus gibi bir gün olduğundan kendimi buraya attım." Etrafıma bakındım. İçki kasalarıyla doldurulmuş içki arabasını süren bir çocuk içeri giriyordu. "Aren nerelerde?"

Bu sırada Aren köşeden çıktı, notlama kalemi kulağının üzerine konumlanmıştı.

El arabasını süren çocuk neredeyse bir duvara toslayacakken Aren, "Dikkatli olun oğlum biraz," diye azarladı. Yanımıza gelip tezgahın diğer tarafına geçerken gözü içeri giren diğer çocuklara bakıyordu. "Boş mekan bile dar geliyor heriflere."

"Neden arkadan aldırmıyorsun?"

"Arka taraf tadilatta." Elindeki dosyayı tezgaha atarcasına bırakıp kulağındaki kalemi dosyanın üzerine attı. "Ne içmek istiyorsun?" diye sordu.

"Sert bir şeyler, çok sert."

"Tamamdır, senin için yeni ve çok sıkı bir şeylerim var."

"Eğer içini haplarsan canına okurum senin," diye uyardım onu.

Aren alt bölmeden bir şişe çıkarırken pis pis sırıttı. "Ne o lan, gidip bir Nüket daha bulmaktan bu kadar çok mu korkuyorsun?" Ona öldürecek gibi bakınca, "Tamam oğlum takılıyordum," diye ekledi hemen. "İstesen de vermem zaten."

Aren önüme dolu bardağı bıraktığında, Burak'a bakıp, "Bu arada sen ne arıyorsun bu saatte burada?" diye sordum, dikkatimi henüz çekmişti. Aramızdaki tek evli olarak nadir zamanlar dışında bizimle geç saatlere kadar takılmazdı.

Dolu bardaktaki alkolden bir yudum aldım ve dudaklarım anında yandı.

Aren, "Kutlama," diye cevapladığında ona anlamsızca baktım, onu kaale almamaya karar vermiştim ki Burak sırıtarak, "Sibel hamile," diye ekledi.

"Ne, bir tane daha mı?" diye şaşırdım. Yüzümü buruşturmama ramak kalmıştı ama son anda bu refleksi durdurabildim. Bunu yapmayacaktım. O arkadaşımın bebeğiydi. "Hani sadece tek çocukla yetinecektiniz."

"Biliyorsunuz bir oğlumuz var ama Sibel şu birkaç aydır, kız çocukları için delirir oldu. Bir kızımız olmasını çok istedi, umarım olur."

"Anladım, tebrikler," dedim ama Burak, "Hayır anlamıyorsun ve yine hayır tebrik de etmiyorsun," diye itiraz ederek güldü. "Hatta yüzünü buruşturmamak için kendini zor tutuyorsun."

Buna uygun bir itiraz ararken zihnimde Aren, "Yalnız Savaş için büyük ilerleme bu," diye atladı konuşmanın orta yerine. "Hatırlıyorumda Sibel'in ilk hamile olduğunu duyduğunda yüzünü hayatının en berbat şeyini duymuş gibi buruşturmuştu. İkinci bebek haberinde daha normal, üçüncü bir bebek daha yapmalısınız böylece sonunda bir gülümseme koparabileceksin ondan."

"Siktir git Aren," diye payladım onu.

Burak başını umutsuzmuşuz gibi salladı. "Siz ikinizle neden burada durmuş bebeğim için kadeh tokuşturduğumu bile anlamıyorum. Gerçi doğru ya, bunun için Aren tarafından ikna edildim."

"Oğlum bak büyük haksızlık yapıyorsun yalnız," diye itiraz etti Aren. "Ben Savaş gibi değilim, evliliğe hatta laftan anlamaz veletlere de karşı değilim. Benim baskılı tişörtlerimi giymiş, etrafta koşuşturan küçük Arenler bana hiç de korkutucu gelmiyor."

Burak'la aynı anda ve tiksinerek tişötüne bakınca onun da bakışları aşağıya düştü şöyle. 'Sikilmiş martı yavrusu gibi bakma' yazıyordu tişörtünde. Aren başını kaldırıp bize bakarak, "Hey beni küçümseyi kesin, bugün oturduğunuz bu yere kaç kişi gelip de evet bugün aynı böyle hissediyorum dediklerini biliyor musunuz?" diye ateşli bir savunma hattı açtı. "Müşterilerim onların ruh halini yansıtan baskılı tişörtlerimi seviyor ve bağ kuruyorlar. Hem çocuklarım olunca daha üsturuplu ve daha az terbiyesiz biri olacağım, tamam mı?"

Burak, "Tabii hala bekar olmanın nedeni ne öyleyse?" diye sordu.

"Kendime uygun bir kadın bulamamam elbette," dedi. Biraz yaklaştı. "Beni tam anlamıyla içine alan bir kadın bulursam, fahişe olması bile umurumda olmaz, ona nikahı basarım."

"Siktir oradan Aren," diye alay ettim.

Aren, "Ciddiyim oğlum, sen benimle alay edeceğine kendine bak," diye karşılık verdi alaycı sesiyle. "Evli değilsin ama evli gibi dolaşıyorsun ortada. Senin durumun daha kötü, ne kötüsü kesinlikle korkunç."

Sözlerinin etkisi aniden gelen yıkıcı bir şimşek gibiydi. Yüzüm tabii anında asıldı, çünkü haklıydı.

“Bir de senin yüzünden tüm on dokuzları açılışa çağırdım,” diye devam etti Aren abartarak. Abartmasına rağmen doğruydu Aren başta bu fikre yanaşmamıştı, onu ikna eden bendim. Ama arkadaşları orada olmasaydı Nüket de orada olmazdı. “O katlanılmaz sarı uğur böceğini bile çağırdım.” Sesinde sezdiğim gizli öfkeye de Işıl'a bu kadar takılmasına da anlam veremedim. “Ne oldu peki? Tabii ki hiç. Hiçbir şey olmadı değil mi Savaş?”

Başarısızlığımı onun yüzüme vurmasını sert gözlerle izledim. Evet başarısızdım. Nüket bana zaman vermesine rağmen. Bir şeyler demeye hazırlanıyordum ki içine düştüğüm bu utanç verici andan çalan telefonum kurtardı beni. Beklemeden açtım. Bu beklediğim haberdi. Telefondaki kişinin sözleri bitince telefonu kapatıp ceketimin iç cebine attım.

Burak, “Ne var?” diye sorarken yüzümü dikkatle inceliyordu. “Bu ifadeyi tanıyorum, bir şeyler yapıyorsun.”

Omuz silktim. “Ben her zaman bir şeyler yaparım, Burak.”

“Öyle tabii ama bu pislikçe bir şey yaptığın zaman ortaya çıkan türden bir ifade.”

Yakında duyulacak, herkes öğrenecekti. Bu yüzden arkadaşlarımdan saklamanın gereksizliğine inanıp, “Başak'ın babasının girdiği büyük su projesinin iptali için biriyle görüşüyordum,” dedim. “Arazi izinleri iptal olacak.”

Aren ne olduğunu hemen anladı. “Kafayı yemişsin sen, bu adamın iflasını istemesi demek.”

Burak, “Durun, ne demek oluyor yani bu?” diye sordu homurdanmaya yakın tonda. “Ben hiçbir şey anlamıyorum.”

Aren, “Ayrıntıları geçersek, Savaş adamı bile isteye iflasa sürüklüyor işte,” dedi. “Bu aylardır süren büyük bir proje, yatırımcılar, ortaklar, banka kredileri… hepsi boşa gidip çöp olacak.”

Dürtülmediğim sürece bu pek övündüğüm yönüm olmaz ancak bir kez kötü olmaya karar verdiğimde gerçekten kötü olurdum.

Burak, “O gün açılışta Başak'a ima ettiğin şey bu muydu yani?” diye sordu.

“Bunun kulağa tehlikeli geldiğini biliyorum,” diye kabullendim. “Ama o şerefsiz herif neredeyse Nüket'in ölmesine neden oluyordu ve bu işten paçayı sıyırdı. Bunu yapıp nasıl fırtına kopmamasını bekleyebilir ki?”

“Böyle söyleyince kulağa daha zararsız geliyor,” diye alay etti Aren.

Burak, “Kızgınsın,” dedi. “Ama bunu Nüket olduğu için yapmadı.”

Dikenlerle dolu bir sesle, “Sen bir de Nüket'le ilişkimi, ona ilgimi bilseydi asıl olacakları düşünsene,” diye tersledim onu. “Baba kız dünyanın onların etrafında dönmediği gerçeğini kabullenip yolumdan çekilmek zorunda kalacaklar.”

Birkaç dakikalık sessizlik girdi araya, bu arkadaşlarımın beni onaylamadıkları aynı zamanda engel olmayacakları anlamına da geliyordu.

Burak, “Diyelim ki Başak önünden çekildi,” dedi. “Nüket'le ne olacağını umuyorsun ki? Unutma ki aranızdaki esas sorun onlar değil...” Burak durakladı, tamamlamasına gerek yoktu. Devamı belliydi. “Esas sorun benim evet,” diye tamamladım onu. “Ne de olsa hep benimdir.”

Kadehimden bir yudum aldım. “Nüket bu kez sınırları zorladı,” diye itiraf ettim. “Onu sevdiğimi söylememi istedi, öylesine kuru lafla da değil. Hissederek, hissettirerek.”

Aren ve Burak sanki durumu algılamakta zorluk çekiyorlarmış gibi önce garipseyip birbirlerine baktılar, Aren ciddiyetimi fark edince de mekânı inleten bir kahkahayı saldığında Burak da peşinden ona katıldı.

Şerefsizler.

Onların çenesini kapatmada iş görecek sağ kroşeyle saldırma isteğimi zorlukla bastırdım.

Aren fırsatı kaçırmadı. “Kız sana golü fena çakmış oğlum,” dedi kahkahalarını zar zor zaptederken. Aynen böyle olmuştu, arka fileye topun girdiğini fark etmemiştim bile. Yüzünde merak ve ilginin bir karışımı belirdiğinde ekledi. “Bak sen bizim şu on dokuza, nelere de cesaret edermiş öyle.”

Burak kafamı iyice bozup, “Demek bundan tokatlanmış gibi sersem görünmen,” dedi.

“Siktirin gidin lan!” diye bozuk attım ve kadehimdeki son yudumları kafama diktim.

“Tamam lan, hemen bozulma,” dedi Aren. “Halledilir, kalbin belki iş görüyordur.”

“Benimkisi değil,” diye sızlandım, bende baş ağrısı yapıyordu bu iş. “Hata yapma lüksüm de yok, asla hata yapmamalıyım.”

“Oğlum geçen gece açılışta alacaktın koluna bir hatunu, bak on dokuz nasıl kıskançlıkla yola geliyordu.”

“Yola mı gelirdi?” diye küçümsedim aptal fikrini. “Onun hakkında hiçbir şey bildiğin yok, bana Başak'la yakıştığımızı söyledi. Sence başka hatunu takar bir hâli var mı?”

Bunu yapsam Nüket bunu işine gelecek şekilde, bana duyduğu nefreti beslemek için kullanırdı. Bundan emindim. İçinde kendi haklılığını, hakkımdaki yargılarını kuvvetlendirirdi.

“Off durum çok kötü,” diye kabullendi Aren. Sonra beni uyarır gibi ekledi. “Savaş asla hata yapmamalısın.”

Ona boğmak ister gibi baktım.

Ona aldırmamaya karar vererek başımı önüme eğdim, boğazımda yumru oluştu. “Her zaman böyle karmaşık bir duruma girmemeye çalışırken, yine oradayım.”

Burak, akılcı ve sakin bir tonda, “Çok gittin kızın üstüne Savaş,” dedi, lafı uzatmadan nasıl söylenmesi gerekiyorsa öyle söyledi. “Yapmayacağı şeyleri yapmasına neden olup haksızlık yaptın ona, üstelik kız daha son yaptığını sindirememişken olmadık yerlerde önüne çıkan varlığınla onu zorlamaya başladın.” Boğazımdaki yumru vites yükseltirken, sanki Nüket'in ruhunu arkadaşımın kelimelerinin içinden duydum ve canım iyiden iyiye sıkıldı. “Yaşananları sindirmesi için ona biraz daha alan ve zaman vermeliydin.”

Yapmayacağı şeyleri yapması; yatak arkadaşlığı. Nüket'i parçalayan buydu. Paramparça olduğunun farkındayım. Arkadaşım haklıydı ama anlayamazdı. Nüket’in acıları, parçaları, kırgınlığı ve hisleri… hepsi, her parçasıyla bana aitti, onu yeniden ben bir araya getirebilirim ancak.

Nüket bile henüz bunun farkında değildi.


“Belki biraz uzak durmalısın,” diye konuştu Burak. “Kendi hâline bırak kızı, bu kadar acele etmene gerek yok. Neticede sana âşık.”

Sadece birkaç dakika içinde Nüket'in âşık olmasına yaptığı önemli vurgunun bizim durumumuzda can simidi olamayacağını ona isbat edecektim. “Baksana burak, sana ne anlatacağım,” dedim, taburemde ona dönerek. “Ben yurt dışında okurken aynı derste olan iki arkadaşımız evlenme kararı almıştı, o gün dersimize giren bilişim profesörü bunu duyunca o çifte bir soru yöneltti. Soru şuydu: Birinin hissettiği aşkı ne yenebilir? Hiçbirşeyin bunu mümkün kılmayacağında ısrarcıydı arkadaşlarımız. Ama hocanın gözlerine bakınca cevabın bu olmadığı anlaşılıyordu. Bizim çocuklar toydu ve âşıktı ancak profesör bilgeydi.”

Aren'in yeniden doldurduğu kadehten bir yudum daha aldığımda onun da hikayeyi ilgiyle dinlediğini fakrk ettim.

“Profesör kendisi üzerinden yapacağı bir örneklemeyle durumu açıklayacağını ilan etti,” diye devam ettim, adamın o zaman anlattıkları mantıklı fakat ilgi alanıma dahil olmadığı için boş gelmişti. Bunun o zaman sadece onun tecrübesi olduğu yönünde bir düşünceye sahiptim. “Sonra bir zamanlar karısına deli gibi âşık olduğunu tuhaf bir şekilde hâlâ âşık olduğunu söylemişti. Beş yıl önce karısı boşanma talebiyle gelince neye uğradığını şaşırmış adam, aşıkmış. Ve şuna ne dersin? Kadın da ona aşıkmış. Ama adamın üniversite ve criminaldaki işi özel yaşantılarına kadar yayılınca kadın bu duruma daha fazla katlanmak istememiş ve boşanmaya karar vermiş. Profesör onu ikna etmek için çabalamış, sonunda kadın daha kararlı çıkınca boşansalar da bir gün onu yeniden ikna edeceğini düşünmüş.”

“Tüm hikayede burdan sonra başlıyor. İkisi boşanmışlar, karısı gitmiş. Onsuz bir daha asla yapamayacağını düşünen profesörse karısını defalarca geri dönmeye çabalamış ancak sadece bir yılın sonunda tekrar bir arada yaşamamalarını daha rahat bulup onu ikna etmeye son vermiş. Ve cevap da şuymuş; alışkanlık. Profesör onun orada olmamasına bir kez alıştığında demişti, âşık olsan bile alışkanlık en derin aşkı bile yener. Bunun için bir yıl süren ayrılık yeter demişti, âşık için her şey değişir.”

Burak, “Yani…” diye başladığında sözünü kestim. “Evet Burak, Nüket bir kez yanında olmayışıma tamamen alışırsa dönemem, hiçbir şansım kalmazdı. Zaten yarı yarıya buna alışmış durumda, daha fazla ne alan ne de zaman veremezdim. Bu benim tek ve son şansım.”

“Nüket için alışmak diye bir şey varsa, senin için de her zaman var.”

“Sorun da bu alışmak istemiyorum.”

Nüket parçalanmıştı belki ama ben de aynı şekilde parçalanmıştım.

Uzayıp giden sessizliği Aren bozdu. “Seni seviyorum diyemiyorsan, sen seviyorum demeye çok yakın bir şey yapmalısın belki de.”

“Ne olduğunu bilsem yapardım zaten.”

“Savaş,” dedi Burak, sesinde belirgin bir uyarı vardı. “Eğer ona hissettiğin şeyleri açıklığa kavuşturmazsan, onun gözünde sabıkalı olarak değerlendirileceksin. Belki onun peşinde olmanı başta niyet ettiğin şeyle ilintilendirecek, bunu unutma.”

Haklıydı. Nüket hâlâ bedeninin peşinde olduğumu düşünüyordu.

İçimde bir rekabet duygusu oluştu, kimseyle değil kendimle.

Beni geride bırakan diğer kendimle.

 

🍷

 

Nüket Kozcu'dan

 

İki hafta sonra…

 

Odama girer girmez omzumdaki çantamı yatağımın kenarına, kendimi ise ortasına attım. Yorgundum. Zihnim yorgunluktan boşlukta süzülüyordu, çok uykum vardı. Yine de gözlerimi tavana diktim. Savaş'la konuşmamızın üzerinden uzun iki hafta geçmiş olmasına rağmen o bu süreçte karşıma çıkmamıştı. Çıkmaması gayet doğaldı.

 

Ondan istediğim şeyi bana veremezdi.

 

Bu, gün gibi açıktı.

 

Yıllarca kendini büyüten aynı fikir ve inançla yaşayıp da bundan sıyrılman imkansız değilse de hemen mümkün olan bir şey olmamalıydı. Öyle sanıyordum.

 

İçimde bende hariçte konuşan diğeri, ‘Sen bu yüzden bunu istemedin mi zaten?’ diye fısıldadı. ‘Sana söyleyemeyeceğini adın gibi biliyordun Nüket, bu risk alma değildi; bir daha karşına çıkmasını istemiyordun.’

 

Bu itirafsa, itirafımdı.

 

Ama beni tersine ikna etmeye çalışacağını düşünmüştüm. Elinden bu saatten sonra başka bir şey geleceğini düşünmüyorum. Söyleyebilseydi, bunu konuştuğumuz iki hafta önceki o gecede söylerdi. Savaş'ın söylemek istediği şeylerde kimseye karşı eyvallahı olmadığını, istediği neyse onu dürüstçe, en azından bir parça çekinme bile olmaksızın ifade edip söyleyeceğini biliyordum.

 

Tanış olduğum değil, tanıdığım biriydi o.

 

Yatağımdan doğruldum ve pencereme tembel adımlarla ilerledim, camı ardına dek açtım. Hafif bir rüzgârın yapraklarını hışırdattığı ağacıma çıkmak, biraz orada vakit geçirmek istediysem de bu fikirden uzaklaştım. Hazırlanmamı gerektiren bir yolculuk vardı. Uzaklardan gelen cırcır böceklerinin sesine ve ağaçta dolanan birkaç ateş böceğinin parıltısına sırtımı dönmeden önce perdeyi kapattım.

 

Gideceğim yerde bir aydan fazla kalmayı düşünüyordum, bu yüzden valiz yerine gardırobumun kenarında duran bavulumu tercih ederek yatağımın üzerine getirdim, açtım. Yaz elbiselerimi askılarından alırken günlerce kovmak için direndiğim başkaca düşünceler bu sırada zihnime hücum etti. Giysilerimi dalgın bir şekilde katlıyorken, Savaş'ın sözleri tekrar tekrar saklandıkları yerden çıkıp kafamın içinde kımıldamaya başladılar; yavaşça, sinsice ve güçlenerek.

 

Diğer ses yine konuştu. ‘Savaş hayatında olsa, kim bilir nasıl olurdu, düşünsene bir.’

 

Giysilerimi bavulun içindeki gölgeli boşluğa dizerken, düşünceler zihnimin boşluklarına gölge gölge diziliyordu. Hayatımda olsa mıydı?

 

Onun aşk sözcükleri olmadan yanımda kalmasının nasıl olacağını düşünmeli miyim? Düşünsem bile vardığım sonuç hep aynı, düşüncelerim daha ilerisine bir adım atamıyor; dönüyor dolaşıyor aynı yerde takılıp kalıyor, aynı endişede tökezliyorum ben.

 

Bu yatak arkadaşlığı olacak, yine.

 

Olmayacak, gerçek bir ilişki olacak,’ dedi. ‘Öyle söyledi.’

 

Gerçek bir ilişki… Yüzümü buruşturdum.

 

Diğer tüm kişisel setleri içine yerleştirmeye başladım. Gecelik almayı unuttuğumu fark ederek gardırobumdan parçaları ve onları da unutmayayım diye kitaplığımdan birkaç kitap alıp yavaşça yerleştirirken içten içe Savaş'a kızarken buldum kendimi. Altı üstü aşık olacaktın. Ne var bunda bu kadar zor olan? Abartacağın kadar?

 

Yok olur mu hiç?

 

Bu çok kolay olur, değil mi Savaş?

 

Ve senin kolayla, normalle ne işin olur ki?

 

Çünkü her şeyi zorlaştırmak zorundasın.

 

Neredeyse onu gözümün önünde gördüm. Onun hayaline öyle sinirlendim ki birden yatağıma tekme attım. “Ah,” diye bağırdım, yatağımın kenarına tutunup bacağımı ovalarken söylendim. “Aptal adam, hepsi senin yüzünden. Hepsi.”

 

“Beni mi kast ediyorsun?”

 

Sesi arkadan kollarını bana uzatınca, korkarak arkama dönerken bir çığlığı zorlukla zaptettim. Kalbim göğsüme vurmaya başladı.

 

İzleniyordum.

 

Savaş Akduman penceremin önüne oturmuş tanıdığım derin gözlerle beni izliyordu. İki haftadan sonra onu görmek tüylerimi diken diken etmiş, içimi titretmişti.

 

“Sen…” Görüntüsü kıyıyı saran bir dalga gibi benliğime yayıldı. Dişlerimi sıktım. “Neden buradasın?”

 

Düşüncelerimin en diplerine daldığımdan dolayı onu asla fark etmesemde, ortamın havasına dağılıp Savaş’ın burdaki varlığını vurgulayan kokusundan nasıl fark etmedim bilmiyorum.

 

“Bana verilen zamanı değerlendirmeye geldim,” dedi ve sorusunu tekrar etti. “Beni mi kastediyorsun?”

 

Aptal denilmesiyle hiçbir problemi yokmuş gibi görünüyordu. Burnumdan soluyordum. “Sen olsan ne olacak ki? Kendine aptal denmesini kabul mü edeceksin?”

 

Savaş hiç bozulma işareti göstermeden beni onaylarak konuştu. “Başka bir adamı düşünerek aptal demendense evet, beni düşünüp aptal demeni tercih ederim.”

 

Başımı umutsuzca salladım ama konuyu kapattım. “Sen ne zamandan beri oradasın ve beni izliyorsun?”

 

“Beş dakika oluyor.” Yatağımdaki bavula baktı, kaşları çatıldı. “Ne için bu hazırlık, nereye gidiyorsun?”

 

“Sana ne?” diye çıkıştım. “Burada biri soru soracaksa eğer, farkındaysan o kişi ben oluyorum.”

 

Odayı işaret etti. “Girebilir miyim?”

 

“Tabii ki hayır.”

 

Elbette buna aldırmadı, bacaklarını aşağı sarkıtıp içeri girdi. Ve adımladı. Karşımda duracak sandım ama o çalışma masama ilerledi, cam fanusun karşısında durana dek gözlerimi ona diktim. Ellerini ceplerine koydu ve yaprakları düşmüş gülü izlemeye başladı. Bir süre ikimiz de konuşmadık.

 

Odama gelip de ilk ziyaretini fanustaki güle yapmasına şaşmamalı.

 

Ne de olsa gerçek olmayan bu yapay gül hikayemizin son kısmının öznesiydi artık.

 

“Şimdiden üç yaprak düşmüş bile,” dedi, bunun olacağını bilmesine rağmen sanki her dökülüş onu hayal kırıklığına uğratmış gibi bir sesle. “Bu kadar hünerli çıkması kötü oldu.”

 

Tasarlayan kimse gerçekten de hayran olunasıydı, hünerliydi; her hafta bir tane yaprak dökülüyordu gülden. Dökülene dek eğilebildiği kadar yavaşça eğilip bükülen yaprak, zamanı gelince dibine düşüyordu.

 

Savaş'ı orada sessiz sessiz izlerken onu öyle arkadan kasılmış görünce, üzerine yüklediğim ağırlık ağzımın içini kuruttu.

 

Bir an kendi hâlim aklıma geldi. Doğum günüm için aldığım bir karar vardı, o gün akşam olmasın, saatler akıp gitmesin diye zamanı telaşla durdurmak istedim. Akrebin durduğu her saat durağında huzurdan bir parça bırakıyor yerine korkuyu alıyordum.

 

Savaş'ta böyle mi hissediyordu?

 

Zaman geçmesin.

 

Yapraklar düşmesin mi istiyordu?

 

Başımı iki yana salladım, acı bir budalalık hissettim ve onu anlama arzusundan sert bir silkinmeyle kurtuldum. Sakın Nüket, kalbinin manipülasyonuna geleyim deme. Sakın. Bunu. Yapma. Bunları düşünmene gerek yok. Artık yok. Hem Savaş böyle derin şeyler düşünmez. Bu kalbinin sana oynadığı oyun.

 

Savaş birden bana dönüp, “Beni görmek zor mu?” diye sordu gözlerimiz karşılaştığı anda.

 

Bunu içerleyerek mi sordu, yoksa sadece meraklanıyor muydu anlayamadım; ifadesi sakin ve fazla müşfik görünüyordu.

 

Yüzüne bakmamak için bavuluma dönerek işime koyuldum. “Eh, gittikçe kolaylaşıyor,” dedim dürüst olmayı seçerek ama bunun benim seçimim olduğundan emin değildim. “Özellikle konuştuğumuzdan beri garip bir şekilde böyle ama sadece bu kadar Savaş. Alışkanlık garip; bir kez alışmaya başladın mı gerisi ister istemez kolay geliyor.”

 

“Bana kızgınsın hâlâ.”

 

“Gitmelisin Savaş,” dedim, odam şimdiden onun kokusuyla dolmuştu. “Gördüğün gibi kendi işlerim var.”

 

“Görüyorum,” dedi. “Ama etrafında olmaz, seninle vakit geçirmezsem duymayı çok istediğin kelimeleri benden duymayı nasıl bekliyorsun.”

 

“Beklemiyorum.”

 

Dudakları birbirine kenetlendi. Ve tek bir sözcüğün koyu gözlerinin ardında yüksek bir sesle çınladığını duydum. Aramızdaki mesafe basınçla daraldı, tıpkı iki karşıt mıknatısların dönmesi gibi ağırlaştı.

 

Kahretsin! Asla söylememem gereken bu kelime öylece kaçıp gitti ağzımdan. Ağır ağır yutkundum, boğazım düğüm düğüm oldu. Yüzüm utançtan yanıyordu, çünkü bu bir şekilde çok ntikamcı gelmişti o anda. Ona niyetimden söz etmeyi düşünmedim hiç ama işte o tek kelime Savaş'a gitti.

 

Sessizlik oldu.

 

Konuşmaya devam etse diye düşündüm. Odamı kaplayan sessizliği, yüzümü daha önce onda görmediğim başka bir ifadeyle izlemesi ağır ve tuhaf gelmişti. Onunla ilgili her şey neden böyle yoğun olmak zorunda ki?

 

Savaş, “Beklemiyorsun tabii,” dedi, sesine işleyen kabuk beni ürpertti, odanın içinde iki adım atıp aramızdaki mesafeyi daralttı. Onda daha önce görmediğim bu ifade… gözlerine bakmamı zorlaştırıyordu. “Bu şartı önüme sürdüğün o ilk andan beri niyetin sadece en hızlı nasıl olacaksa artık ortadan kaybolmam içindi.”

 

Hissettiğim derin huzursuzluğu bir kenara bırakıp, “Zamanın bir işe yaramayacağını ikimiz de biliyoruz Savaş,” dedim makul bir ses tonuyla. Kendimi suçlu hissetmenin mantıksız olduğuna ikna etmeye çalıştım. Telaşlı bakışlarım, gergin bakışlarına çoktan bağlanmıştı ve bakışlar beni canlı canlı yemekle tehdit ediyordu. “Aslında bu işi neden zorladığını anlayamıyorum, biraz bile. Sonuç olarak eğer hissedemiyorsan hissedemiyorsundur. Olmuyorsa kesinlikle olmuyordur.”

 

Savaş ellerini cebine yerleştirince gömleği gerildi. “Seninle yeni bir başlangıcı ciddiye alıyorum Nüket.” Söylediklerini anlamamı isteyerek baskın bir sesle iyice vurguladı.

 

“Sendeki yerleşik yanlışlar ve doğrular bir anda yer değiştirmeyecek Savaş.”

 

Onun insanın içine işleyen koyu kahve gözlerinden kurtulabilmek için bavuluma eğildim. Fermuarın elcik kısmını tutup bir ucundan diğer ucuna sürüklerken Savaş birdenbire, “Psikiyatriste gitmeye başladım ben,” diye konuşunca parmaklarım dondu kaldı. “Yardım alıyorum.”

 

Birdenbire söylediği şeyi sindiremedim, zorlandım; önce fermuarda donup kalan bakışlarım bavulumun üzerine çıktı, sonra doğrulup ona döndüğümde, göğsümün içinde atan kalbim çoktan ona dönmüştü.

 

“Ne?”

 

“İşte…” dedi biraz sıkılarak, odama şöyle bir göz gezdirdi. “Seansa başladım, şu sorunum için.”

 

Başka ne diyeceğimi bilemeyip şaşkınca, “Sen ciddi misin?” diye sordum. Gerçekten dediği gibi ciddiye alıyor muydu bunu, bizi?

 

Birkaç adım daha yanaştı. “Sen inanmıyor olsan da oluyor,” diye karşılık verdi Savaş, koyu kahverengi gözlerinin derinliği içime işliyordu. “Başlayalı iki hafta oldu.”

 

Beklenmedik sözlerine nasıl bir karşılık vereceğimi bilemedim. “Peki… Psikiyatrist görüşmelerin nasıl gidiyor?”

 

Yüzü asıldı. “İyi diyemem, bir hafıza kaybı daha çok işime yarar.” Ona anlamayarak baktım. “Sürecin başında iki psikiyatrist değiştirdim.” Tek kaşım hafifçe oynayınca hemen ekledi. “Burak'la devam ediyorum ama, bırakmadım yani. Sonuna kadar da götürmeye kararlıyım.”

 

“O senin arkadaşın ve sen de onun tabii, iki farklı yönden de süreci uygun şekilde profesyonelce ilerletebilir misiniz ki?”

 

“Şu ana dek bir sorun olmadı, Burak hafife alınacak biri değildir. Tam bir profesyonel.” Son sözlerine karışan alaylı ton bana ufak da olsa fikir veriyor. “Yine de sorun olduğu noktada bırakacağımızda önceden karar kıldık zaten.”

 

Onunla da işlerin pek iyi gitmediğine dair bir his vardı içimde. Psikiyatristler ya da psikologlar… yüzde yüz insan üzerinde tam başarı sağlarlar diye bir durum yoktu. Bunu bana Işıl söylemişti. ‘Bazı nadir danışanlar’ demişti bir keresinde, ‘çetin ceviz çıkar; hemen ulaşamazsın ya da daha kötüsü hiç ulaşamaz kabuklarını kıramazsın.’

 

Savaş Akduman öyle miydi?

 

Çetin ceviz miydi?

 

Fakat bunun yanında içimde karşı konmaz garip, delice bir heyecan uyanmıştı ama hâlâ kararsızım; bunun beni rahatlatması gerekiyor mu yoksa meseleye karşı stabil bir tavırda mı kalmalıydım? Ona güllerin yaprakları kadar zamanın var dediğimde, açıkçası ağzımdan çıkan sözler anidendi, öylesineydi, sinirdendi ve ondan kurtulma niyetimin ağırlığını taşıyordu kelimelerim.

 

Gözüpek davranıp tercih edeceğinin dışında bu türden bir aksiyon almasını beklemiyordum hemen.

 

Psikiyatriste gidiyordu.

 

Sorunun kendinde değil de, başkasında olduğu üzerine söz düelloları başlatacak o adam; Savaş Akduman.

 

Bu bende onda hiç fark etmediğim bir yan olduğu duygusunu açığa çıkarıyor. Neden benim için uğraşıyor, uğraşmayı böylesine keskin bir kararlılıkla istiyor? Odama gelip bunu söyleyene kadar kafamda berrak bir neden vardı peşimde olmasına dair ancak şimdi bedenimi istiyorla kestirip atamıyor, bitiremiyorum, sonlandıramıyorum öylece.

 

“Eski günlerimizi gerçekten özlüyorum,” dedi birden. “Senin karşına her çıktığım anda oradaki özgürlüğü, şimdi sanki her karşına çıkışımda değerlendirme altında olan bir sınav maduru gibiyim. Sınavdan geçiyor muyum yoksa feci hâlde çakılıp kalıyor muyum? Asla emin olamıyorum.”

 

“İşte bu çok tuhaf,” dedim. “Bense bu sakin yüzünün ardında beni kandırmak için fırsat yakalamak isteyen bir adam mı var yoksa gerçekten değerlendirmeye razı olmuş bir adam mı var anlayamıyorum mesela.”

 

Kızgın bir ifade belirdi yakışıklı yüzünde. “Ben kandırmam.”

 

“Haklısın, senin olayın kandırmak değil; bir şekilde rakibini kendi düşüncelerine ikna etmenin fırsatını kollamak,” dedim onu suçlayarak, bu beni her şeyden daha çok endişelendiriyor, yani onu tanıdığımı idda ederken bu şekilde ona kanmaktan. “İş adamlığından gelen özellik olsa gerek.”

 

Savaş biraz daha yaklaştı. Aramızda belki bir karış ya vardı ya yoktu. “Yapmıyorum,” diye itiraz etti. “Kuşkuya yer bırakmayacak şekilde şunu anlamalısın önce, sen benim rakibim değilsin Nüket ve kafamın içinde sana tuzak kurmak için evirip çevirdiğim emellerim yok. Yanımda bu kadar temkinli, şüpheci, gergin olma.”

 

Delirtici olduğu kadari ayartıcı bir kesinlik de taşıyordu kelimeleri.

 

Kollarımı göğsümde birleştirdim. “Yerimde olsaydın benzer davranırdın,” dedim tam bir huysuzluk içinde. “Bir gece hayatından öylece çıkarılan sen değilsin.”

 

Savaş usulca bana sokuldu, aramızda hiç mesafe yoktu. Yüzümü avuçlarının arasına alıp, “Keşke bu mümkün olsaydı da, seni üzen parçamı hayatımdan söküp çıkarmış olabilseydim, Nüket,” dediğinde, yorumu ona acımasız mıyım diye düşündürttü bir an. Çileden çıkan duygularım dokunuşuyla sakinleşti. “Hem o konudaki hatamı kabul ediyorum ben. Her şeyi yoluna koymam için artık bir yerden başlamam gerekiyor, beni anla Nüket.”

 

Acaba her şeyi yoluna koymanın tek bir yolu olduğunu anlıyor muydu?

 

Anlayacak mıydı?

 

Ağzımı açıp yinelemek istediğimde, kapım çalındı. “Nüket, kızım müsait misin?” diye sordu babam. “Biraz konuşalım.”

 

Savaş'ın ellerini hemen yüzümden uzaklaştırdım.

 

Ses vermemi bekleyen babama, “Bana bir dakika ver baba,” dedim alelacele, nabzım endişe veren bir hızla çarptı. “Banyodan şimdi çıktım.”

 

Savaş, “Pekâlâ,” dedi fısıltı kadar kısık bir sesle. “Artık gitme vaktim geldi o zaman.”

 

Arkasını döndüğü an hızlı hareket edip onu durdurdum. “Gitme,” dedim aceleyle kolundan tutarak, aklıma geleni yapmaz ve gitmesine izin verirsem içimde kalacaktı.

 

Şüpheyle baktı. “Neden?”

 

“Seninle konuşmamız bitmedi, konuşmam gereken şeyler var, Savaş.”

 

Savaş bir an şaşkın görünürken antreden telefon sesi geldi. Babamın telefonuydu. Babam biraz uzaklaşarak alçak perdeden telefondaki kişiyle konuşmaya başladı.

 

Bu da zihnimde şekillenen planı hayata geçirmek için bana gerekli zamanı verirdi. Tabii bu kelimelere döküldüğünde kulağa nasıl aptalca gelmesiyle ilgilenmeyeceğim.

 

Çok iyi.

 

Tabii Savaş'ı hemen ikna edebilirsem.

 

Savaş etrafına bakındı ve, “Tamam,” dedi, sözlerimden dolayı gözlerinin parladığını görebiliyordum; kehverengileri değişimle parıldıyordu resmen. “O zaman banyo...” diye bir adım atmıştı ki, hem sözlerini hem o tarafa gitmeye hazırlanan adımını onun kolunu tutarak durdurdum. Anlamsızca kolunu tutan elime baktı. “Ne?”

 

“Hayır, banyoya değil,” dedim. Sonra yatağımı işaret ettim. Sırıtıp tek kaşını kaldırdı. “Yatağın altına.”

 

Kaşları hızla çatıldı tabii, sonra bakışlarını ordan bana çevirdi. “Hayatta olmaz, unut bunu,” dedi kesin bir kararlılıkla. “Ben asla korkak bir çocuk gibi yatağına altına girip saklanmayacağım, Nüket.”

 

Kollarımı göğsümüm üzerinde topladım. O girmemeye kararlı görünüyor olabilirdi ama bende onu oraya giydirmeye kararlıydım. “Öyle mi, Savaş?” dedim ve hemen aile evindeki âna atıf yaparak, “Hatırlıyorum da ben tıpkı bir çocuk gibi saklanmıştım ama,” dedim sitemli bir sesle.

 

Savaş bana inanmaz gözlerle baktı. “O zamandan beri bunu içinde tuttuğuna inanamıyorum. Aynı şey mi Nüket?” diye sordu, gözlerinde asabi bir ışıltı oluştu. “Zoraki bir durumdu o, sen de bunun böyle olduğunu biliyorsun.”

 

“Biliyorum tabii, bizi o duruma sokanın sen olduğunu da biliyorum ama.”

 

Birlikte olmamız için ısrar eden oydu; beni yatağın altına sürükleyeceğini, orada bir kapana kısılmışım gibi çaresiz hissettiren annesiyle konuşmalarını duyacağımı ve en önemlisi de onun yatağının altında kendi kırılma anımı yaşamak zorunda bırakılarak bir çocuk gibi korkacağımı bilemezdim.

 

Oraya canavarlardan korkan bir çocuk gibi saklanmak adına girmemiştim ancak idrak ettiğim gerçekler canavar olup üzerime, o yatağın altında gelmişti; gerçeklerden çok korkmuştum. Repliklerini bile bilmediğim bir oyunda rol sergiliyor gibi hissetmiştim.

 

Şu bir gerçekti ki Savaş için olmadığım biri gibi davranmıştım, yapmayacağım şeyleri yapmıştım; şimdi hangi köşe başında bir anı uğrasa bana, kalbim cehennemin en dibine sürükleniyordu.

 

Olmadığın biri gibi davranmanın, normalde asla tenezzül edip yapmayacağın şeyleri yapmanın bedeli buydu; o anlarda biriken her anı, ateş olup üzerine yağıyor sonra.

 

Ve diğer yandan…

 

Birlikte olmamız için ısrar eden Savaş'ı ve o anları düşününce… Başkaca düşünceler yıldırım hızıyla geldi. Babası hastaneden yeni çıkmasına rağmen istemişti benimle birlikte olmayı ve neredeyse cinsel açlığını doyurmaya muhtaç gibi görünüyordu. Yani tabii, ben pek onu anlamıyordum ama biz aylardır birlikte olmadığımıza göre acaba o nasıl…

 

“O bakışlar da ne öyle? Bakışlarını hiç beğenmiyorum, haberin olsun,” diyerek düşüncelerimi böldü Savaş. “Ya da boş versene, ben gidiyorum.”

 

Ve gerçekten de dediğini yapıp arkasını döndü, pencereye doğru ilerledi. O kadar öfkelendim ki etrafıma bakındım, sonunda yatağımdaki yastığı sertçe sırtına fırlattım; yastık sırtına çarpıp zemine düştü. Savaş irkilerek duraksadı, arkasına; bana döndü. Yüzünde bunu yaptığıma inanamayan şok olmuş bir ifade vardı.

 

“Tamam, durma, git,” dedim sanki büyük bir suç işlemiş gibi mantıksız bir hayal kırıklığı kapladı içimi, sinirle camı işaret ettim. “Sakın bir daha gelme ama.”

 

Sonuna doğru sesimin titremesine engel olamadım, yaşlar gözlerimde birikirken Savaş'ın ifadesi yumuşadı.

 

Karşımda durdu. Sert ve alçak tonlu bir sesle, “Sen az buz değil, bayağı gerginsin. Anlaşıldı, sen bu yatak altı olayına fena takılmışsın. Ödeşmek istiyorsun,” dediğinde kırgınlığım biraz geriye çekildi. Yatağın altına doğru şöyle bir bakıp sonra bana baktı. “Bu çok çocukça ama biliyorsun, değil mi?”

 

“Neyseki yaşım hâlâ birazcık çocukluk yapmaya müsait, ya seninle aynı yaşta olsaydım?”

 

Sözlerime karşılık vermek yerine son bir kez şansını denedi. “Bari dışarda, ağaçtaki dalda bekleyeyim?”

 

“Hayır.”

 

Savaş bana küstah bir bakış attı. “Nüket, dikkatli ol,” diye uyardı beni yumuşak bir sesle. Neye karşı uyardığını anlamadım. İlgilenmedim de.

 

“Hı hı, olurum,” dedim, ona girmesi gereken yeri işaret ederek. “Geç.”

 

Savaş derin bir nefes aldı, başını iki tarafa umutsuzca salladı. Yatağın altına girerken bir kutuya takıldı, odamda yer edinememiş ıvır zıvır eşyaları içine attığım bir kutuydu. Onu çekip çıkardı, yatağın kenarına koydu ve altına girdi. Tabii yerleşirken bir şeyler gevelerken ben belli belirsiz gülüyordum.

 

Hemen pijama takımımı alarak banyoya girdim, önce kıyafetlerimi değiştirdim sonra yüzüme birkaç kez su çarpıp, saçlarımı da şöyle üstten ıslattım. Çıkarken fazla ıslak yüzümü de kolumun yeniyle sildim.

 

Kapıyı açtım ama babam görünürde yoktu. “Baba,” diye seslendim antrenin iki tarafına bakıp. Belki uyumaya gitmişti.

 

Odamın kapısında geriye adım atıp kapıyı kapatmıştım ki babamın odasının kapısı açıldı ve babam geldi. “Telefon görüşmem beklediğimden uzun sürdü,” dedi, sesinde sıkkın bir tonlama vardı. “Kapının önünde konuşup seni rahatsız etmek istemedim.”

 

Alçak bir sesle, “Bir sorun mu var baba?” diye sordum odaya girmesi için önünden çekilirken. Endişelenmiştim.

 

Kısa bir an için babamın yüzü ifadesizleşti. Odaya girerken cevapladı: “Hayır, hiçbir sorun yok, şimdi ileteceğim şeyi sen sorun olarak görmediğin sürece tabii.”

 

Babam yatağıma oturana kadar şaşkınca onu izledim, doğrudan pencereye bakan tarafa oturunca hemen yanına oturdum. “Bu ne demek oluyor baba?”

 

Odayı sıkıntılı bir sessizlik doldurdu ve babam bunu hemen bozmak istiyormuş gibi görünmüyordu. Kapalı bavula baktı. “Toplandın mı?”

 

“Evet.”

 

“Seni ben…” Gerisini asla dinleyemedim, bacağımın arkasında dokunuş birdenbire beni korkuttu. İrkildim, inleyip ayağımı yerinden sıçrattım. “Ne oluyor Nüket?”

 

Savaş!

 

Bu adam cidden…

 

“Hiç, hiçbir şey baba…” Savaş'ın uslanmaz parmak uçlarının ayak bileğimden yukarıya tekrar ama yavaşça, beni ürpertip çıktığını hissettim. Anı pişmanlık içimi kemirirken dişlerimi sıkıp bacaklarımı yatağın üstüne çektim. “Şey… Tamam, ne diyordun.”

 

“Seni ben bırakırım diyordum.”

 

“Olur, harika olur hem de.”

 

Bu acele söylenmiş sözlere karşı babamın gözleri şüpheyle kısıldı ama adam ortada söylenecek bir şey olup olmadığına emin olamıyordu. “Ben Nazan'la konuşuyordum, biz eve dönmesi konusunda anlaştık.”

 

Kısa bir an, ne düşüneceğimi bilemedim. “Öyle mi? Güzel, senin adına sevindim baba.”

 

“Ne düşündüğünü söylemiştin ancak ben yine de senin fikrini almak istedim. Hâlâ aynı şeyi mi düşünüyorsun? Geri dönmesi senin için sorun olur mu?”

 

Omuz silktim. “Sen nasıl istiyorsan öyle olsun baba,” diye yanıt verdim. “Kararı sana bırakmıştım ve hâlâ öyle.”

 

“Yaptıklarından sonra…” Babam gözlerini kaçırdı. “En ufak bir öfke ya da şaşkınlık göstermiyorsun. Sen…”

 

“Neden mi?” diye sözünü böldüm. Evet anlamında başını salladı, bir an kaderini söylememi bekleyen bir kader mahkûmu gibi göründü gözüme. Yüzümü pencereye çevirdim, oraya bakarak konuşmak daha rahat olacaktı; benim için en azından öyle. “Bana göre siz aynı derecede suçlusunuz, Nazan kötülüklerini yaparken sende ona anında inanıyordun baba; bana öfkelenip kızıyor, acımasızca cezalandırıyordun ve ben annesinin ölümünü asla atlatamamış, atlatamadığı için yerine geldiği kaygısını taşıdığım Nazan'ı bir türlü kabullenmeyip sorun çıkardığıma inandın.”

 

Belleğimin zincirini halka halka geriye doğru takip ederek o anlara dönünce, kalbime huzursuz bir gölge bıçak gibi saplandı, babamın çenesi kilitlenmişti. Aslında dilimde çok daha ağır kelimeler dolanıyordu; daha vahşi, kasıp kavuran, yıkıcı. Kafamın derinliklerinde küçük bir ses ona adil değil, hakettiği gibi davran diye zorluyordu beni.

 

O sesle kendim arasında bir yol buldum.

 

“Nazan benim hiçbir şeyim değildi ama sen beni asla terk etmeyeceğine, her ne olursa olsun bana inanacağından emin olduğum, kendimi daima yanında güvende hissettiğim babamdın,” dedim, ağzımdan dökülen her bir kelime buz gibiydi, odamı donduruyordu. Babamı da üşütüyormuş gibi kaskatıydı. “Bu yüzden de Nazan'a duyduğum öfkenin bir kısmı özür dilediği zaman yitip gitti. Beni zaten en çok sen yaralıyordun baba; kendi evimde ayak altından çekilmesi gereken biriymiş gibi hissediyordum.”

 

Sözlerimin babamı içten içe yaktığını, kül ettiğini biliyordum. İki dudak arasına alınan ve ucu ateşe verilen bir sigara gibi; yanar dumanı süzülür, kül olur ve nihayet biter.

 

Cama düşen yansımama baktım ve orada oturan kendimi gördüm.

 

Kendi enkazımı gördüm.

 

Babama kızgın mıydım hâlâ değil miydim bilmiyorum, belki de artık pek önemi yoktu. Ama şu var ki; içimde babama duyduğum bazı duygular ölmüştü. Tabut. İçimde ölen duyguların taşındığı tabutlar var. Kırılmak ve kırgın olmak insandan bir şeyleri alıyor ve bir daha asla geri vermiyor. Aramızda kesinleşen barışa rağmen, özre rağmen.

 

Belki giden ama dönmeyen, seni yeni bir kişiye çevirmiyorsa da sana yeni baştan özellik ekleyen şeylerdi onlar.

 

Babam, başını zorlukla kaldırdı yerden. “Özür dilerim, bir daha…”

 

“Bir daha bana söz vermesen yeter baba,” dedim. Kırgınlık sesimde dolanıyordu. “İlki yeterince canımı acıttı.”

 

Babam sözlerime itiraz edecekmişçesine dudaklarını araladı ama cesareti kırıldı ve dudakları çizgi halini alana dek birbirine kapandı. “Tamam,” dedi ayağa kalkarak. “Sabah işte olacağım ama öğleden sonra seni bırakmak için eve gelirim.”

 

“Olur.”

 

Babam odadan çıktı, içimde halledilmemiş ama uğraşılınca ancak bu kadar olmuş gibi bir hisle kaldım orada. Babamla işlerimizi yürütme yöntemi çok uzun süredir buydu, olmamış gibi davran. Öyle yapınca daha az acıtıyor. Genellikle.

 

Savaş? Neden hâlâ çıkmıyor?

 

Yoğun sessizlik odamı kaplarken, bedenmi yatağımın diğer ucuna uzatıp, “Artık ordan çıkabilirsin,” dedim, sarı kızıl saçlarım aşağıya doğru sarkıp dalgalanıyordu. “Uyuya mı kaldın?”

 

Savaş birkaç saniye sonra başını çıkardı ve bedeninin üst kısmını. Gözlerini kıstı. “Benimle konuşacağın hiçbir şey yok, değil mi?”

 

“Nasıl anladın?”

 

Savaş bana ciddi misin der gibi bakarak, “Anlamak için büyük dahi olmaya gerek yok,” dedi. “Konuşmak istemeyen kızın bir anda konuşmaya heves etmesi yeterince şüphe çekiyordu zaten.”

 

Ona fırlattığım yastık hâlâ yerdeydi, Savaş o yastığa uzanıp başının altına çekti ve bir elini de ensesinin altına alıp bedeninin geri kalanını yatağın altından çekti. Bir ayağını diğerinin üzerine koyup gözlerini tavana dikti. Rahatlığına göz mü devirsem yoksa gülsem mi karar veremedim ama ben de onun gibi rahatlamaya çalışarak yatağın üstündeki yüzüstü pozisyonumu sırtüstü olarak değiştirip ellerimi başımın altında birleştirdim. Ve tavana baktım.

 

Bir süre o aşağıda, ben yukarıda öylece durduk.

 

“Demek üvey annen evden gitmişti ve şimdi geri dönüyor ha?”

 

“Konusunu bile açma,” diye kestirip attım. Bir gece yine buradayken ailem hakkında onunla yeterince konuşmuştum, zaten az veya çok duruma hakimdi. “Konuşmak istemiyorum.”

 

“Pekâlâ, sana başka bir konu vereyim o hâlde,” diye karşılık verdi Savaş yerinden doğrulup oturur pozisyona geçti, gözlerini gözlerime dikkatle dikti. “Başta çocukça bir şey olduğunu düşünmüştüm ama şimdi bundan o kadar da emin değilim. Neden beni inatla yatağın altına gönderdin?”

 

Şaşkınlık gözlerimdeki ifadeleri devirdi. “İnsanın yatağın altında düşünecek çok şeyi oluyor, değil mi?” diye sordum, bir parça mizah taşımayan gülümsemeyle. “Hayatında bir yerim olmadığına emin olduğumda yatağının altındaydım, yani hep biliyordum tabii ama…”

 

Duraksadım. Bu durumun en hafif anlatım şekliydi, o anı hatırladıkça midem düğüm düğüm oluyordu.

 

Savaş sözlerimi dert edinmişçesine sakin bir tavırla gözlerimle temasını kesmeden yerden kalktı, yatağımın kenarına oturdu. Onda bir şeyi uyandırmışım gibi bakıyordu, kaşlarının arasında ince bir çizgi belirmişti. “Bununla ne demek istiyorsun, Nüket?”

 

Hiç kapanmayan, açık yaralarımı yeniden deşiyordum; çünkü hiç dikiş tutmamıştı.

 

Uyuşmuş bir hâlde yerimden doğrulup oturur pozisyona geçtim. “Biliyorsun işte, İclal Teyzeyle konuşmalarınızı duydum. Sen beni geleceğinde istemediğini annene açıkça söyledin,” diye vurguladım sertçe, hissettiğim utanç ve huzursuzluktan dolayı yumruklaşan elimin tırnakları avuçlarımı delip geçti. “Ben başka şeyler düşünürken sen çok başka şeyler düşünüyordun.”

 

Kaşlarını çattı. “Ne yapmamı bekliyordun Nüket?” diye sordu, sözlerimi anlamsız bulmuş gibiydi. Birbirimizin baktığı açılar birbirine hep tersti. “Anneme bizden söz edemezdim, tabii onun bize karışmasını da istemiyordum zaten. Seninle ilgili sözlerini terslememin nedeni buydu. Bir kere ona izin verseydim, her zaman dahil olmak için orada olurdu.”

 

Kafam karıştı. “Dediğin gibi olsa bile bu ne anlama gelir ki?” Ona yumuşamayacağım. “Sonuçta beni hayatında istemiyordun, en başta ne olduğumuz ve ne olmadığımız hep netti; yatağının dışındaki hayatın hiçbir ayrıntısında olmamı istemiyordun.”

 

Savaş bana yaklaştı, boynumun arkasına yerleştirdiği eliyle beni de kendisine doğru yaklaştırdı; baş parmağı nabız noktamda oyalanırken alnını alnıma dayadı. “Nüket,” dedi kısık bir sesle, kahve bakışları beni ısıtacak kadar sıcaktı. “Sana söylediğim sözler vardı, bir de söylemeden bıraktığım sözler. Hayatlarımız çoktan iç içe geçmişti, anlamamak için aptal olmak gerekiyor.”

 

Gözlerimiz kilitlendi, odadaki hava cinsel gerilimle ağırlaştı.

 

Bir saniye sonra dudakları dudaklarımın üzerindeydi, hareket ediyorlardı ve uzun süredir hissetmediğim şekilde dudaklarım ıslak bir ateşle canlanıyordu. Bunun beni rahatlatmasını umdum, gerçekten istedim; korkmak, endişelenmek ya da herhangi bir başka stresi istemiyordum. Buradaydı ve öpüyordu. Ona ayak uydurmalıydım belki. Ne de olsa zaman vardı.

 

Kum saati.

 

Kırmızı gül.

 

Son yaprağı düşene kadar.

 

Zaman var.

 

İzmir'de de hissettiğim gibi korku zalimce peydahlanıyordu kalbimden düşünceme doğru. Kendimi geri çekip, “Savaş,” dedim endişeli bir tonda ama beni, “Sus,” diye uyardı nefes gibi bir fısıltıyla. “Düşünme, kendini bana bırak.” Çok kolay söylüyor.

 

Kendimi ona bırakmak kolaymış gibi.

 

Kendimi ona bırakmanın bir bedeli yokmuş gibi.

 

Öpmeye devam etti; daha tutkulu, daha derin, daha kışkırtıcıydı. Aylar sonra âşık olduğum adam kendi olarak buradaydı. Asıl şimdi. Yeniden. Odama girdiğinden beri kendisini tutup gayet makul olan o adam değil, işte bu adam. Bir kalp atışı kadar bile benden ayrı kalamayacakmış gibi bedenimi kendine itip öpen adam.

 

Çiğ tutkusunu keskince, özgürce dışarı çıkaran adam.

 

Onu görebiliyordum. Kahverenginin en koyu tonuyla bakan gözleri, sus derken dudağının ucunda şekil bulmuş serseri kıvrımları. Ateş gibi bakışları, ateş gibi nefesleri..

 

Sıcak dilini dilimin ucunda hissettiğimde titredim, başım dönüyordu. Kalbim güm güm atıyordu. Bacaklarımın arasındaki küçük titreme, kalbimin atışlarına karışıp heyecanımı bine katlarken, oralarda bir yerlerde yer bulan endişelerse anksiyete kıvamına yaklaşıyordu. Dur. Durdurdum.

 

Ama ‘Biraz daha,’ diyorum kendi kendime. ‘Biraz daha zaman var, Nüket.’

 

Savaş bacaklarımı yavaşça, son günlerde bana karşı edindiği önemli bir dikkatle açtı; tepkimden ya emin olamıyor ya da tepkimi çekmek istemiyordu. Bedeni bacaklarımın arasındaki boşluğa süzüldüğünde bedenim onun ateşe düşmüş gibi sıcacık bedeninin ağırlığı altında arkama doğru kayıyordu ve nihayet, sırtım ve başım yatakla buluşunca vücudunun daha fazlasını vaad edebildiği kışkırtıcı ağırlığı, bedenimin üstünde yerini aldı. Bu ham his… Sanki üzerimde alev var. Bacaklarımın arasına sertçe sürtündü. İnledim. Beni yiyip bitiren tüketen öpücüğü hızını kesmeden devam ediyordu.

 

Zaman var.

 

Ama bu kez farklıydı, bu zaman benim için değildi.

 

Savaş içindi.

 

Savaş'ın canlanıp hareketlenen sert aletini hissettim, bacaklarımın arasında onu içine almak için çıldıran o nokta aynı derecede canlı bir tepki verip çoktan ıslanmıştı. Hep tuhaftı benim için bu an. Sanki bizden çok farklı, çok hariçte hareket eden bir başka biz vardı. Kalp uyuşmazlığı yaşıyorsak da, garip bir şekilde bedenlerimiz arasında tek bir uyuşmazlık yoktu. Birbirlerine hazırlardı her an, her dakika, her saat, sanki milyon yıl geçse bile. Yıllar sonra karşılaşsak bile. Hep böyle olacakmış gibi geliyor. Bazen. Ya da böyle anlarda belki. Bilmiyorum.

 

Bacağımı okşayan el, beni düşüncelerden çekip çıkardı. Dudakları çeneme, oradan boynuma inerken nefesi tenimi yakıyordu. Boynumda dişlerini hissettim. Lezzetlenen heyecanın yüksek kıpırtıları düşüncelerimi gıdıkladı. İnledim. “Nüket,” diye inledi o da. Başını gömdüğü boynumdan ayırdı, yüzü yüzüme kalktı, bakışlarımız kilitlendiğinde Savaş elimi tutup sanki anlamamışım gibi aletinin üzerine yerleştirdi; avuçlamamı ve biraz sıvazlamamı sağladı. Acı tatlı bir inilti döküldü dudaklarından. Ben düştüğüm bu heyecan kuyusunda kıpırdayamıyordum.

 

Neredeyse unutmuşum, ona dokunmanın nasıl bir şey olduğunu.

 

Neredeyse.

 

“Seni çok özledik, bebeğim,” dedi, sesinde acı bir yalvarış vardı. Eğilerek kulak altımı hafifçe emip ısırdı. “Çok özledim, lütfen içinde olmama izin ver, Nüket.” İhtyaçla gerilen sesi tenimde boğuldu. “Lütfen.”

 

Açgözlü bir tutkuyla sıcaklaşan ellerinden biri badimi yukarı kaydırırken diğer eliyse pijamamın bel bandından içeri doğru ağır ağır kaydırınca bütün sinirlerim anında gerildi, elini uzaklaştırıp onu ittim hemen. “Hayır, hayır,” dedim, sesimdeki yoğun cinsel uyarılmaya rağmen, parmaklarının içime ait olduklarını hissetmeme rağmen, nettim. Bu iyi. Savaş bu anı çekilmeden hoşlanmasa da beni zorlamadı, kaybetmiş gibi geriye çekildi. Yataktan çıktım. Nefes nefese kalmıştım. Sıcak dudaklarım nabız gibi atıyordu. “İstemiyorum.”

 

Ben istediğimi almadan ona istediğini vermeye niyetim yok.

 

Artık yok.

 

Hayal kırıklığının tik taklarını neredeyse duyabiliyordum, zengin kahveleri isyanını bastırdı ve bakışları tüm bedenimi okşadı. “İstemiyor değilsin,” dedi karşıma dikilip, sesinde bastırılmış tutkusunun tonlaması belli belirsiz hâlâ oradaydı. “İstememeyi istiyorsun.” Ukala sırıtışlarından en hafif olanını yüzünde parlattı. “İstiyorsun beni, benim seni istediğim kadar.”

 

Biliyordu, elbette bilirdi. Nefeslerim sığdı, göğsüm hâlâ içimde kabaran şehvetten dolayı inip kalkıyordu. Gözlerimse gölgeli izleri taşıyordu bal rengi bakışlarımda. Tenim girdiği beklentiden dolayı açıkça sızlıyor, onu dokunuşlarıyla uğulduyordu.

 

“Beni baştan çıkarmaya çalışma,” dedim, derin, sakinleştirici bir nefes aldım. “Senin yatak arkadaşın olma hatasına bir daha düşmeyeceğim.”

 

Kaşları çatıldı. “Allah aşkına Nüket,” dedi kızgınca. “Elbette benim yatak arkadaşım değilsin, olsaydın bunu bilirdin.”

 

Sözlerine aldırmadım. “Bana dokunmanı istemiyorum.”

 

Bakışlarındaki tutku tamamen silindi, sanki birazdan kızıp bağıracak gibi durduysa da öyle yapmadı. “Tamam, sınırların olmasını istiyorsun. Bunu anlayabilirim,” diye kabul etti pes ederek, sesinde bariz isteksizlikle. “Dokunmak yok, ta ki sen benden aksini isteyene kadar.” Huzursuzlandım, o son anda irademin ipini sıkıca kavramasaydım gerçekten onun tutkusuna boyun eğerdim. “En azından seni öpmeye hakkım olmalı.”

 

Gözlerim keskince irileşirken kollarımı göğsümün üzerinde topladım. “Hiçbir şeyim olmayan birine göre yine fazla talepkârsın.”

 

“Hiçbir şeyin olmadığımda sana istediğim gibi dokunabiliyordum ama.”

 

“Ve bu saflığım çok geride kaldı, evet,” diye lafı yapıştırdım asabice.

 

Göğüs geçirdi, elini saçlarının arasından geçirdi. “Nüket, tamamen sana dokunma hakkımı elimden alma.”

 

Derin bir ihtiyaçmış gibi sarf edilen sözlerin içimi ısıtmasını görmezden geldim, bunun için gerçekten çabaladım. “Bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek, sen de benim kadar iyi biliyorsun,” dedim soğuk bir sesle. “Ama inatla boş bir çabaya tutunuyorsun.”

 

“Umurumda bile değil,” dedi, bana diktiği gözleri ses tonu kadar kararlıydı. “Bana zaman verdin ama aramıza diktiğin kalın duvarlar, mesafeler var. Hâlâ. Sana yakın olabildiğim tek an, tek yer orası Nüket.”

 

Sesinde dizlerinin üzerine çökmüş bir şey var, yenilmişlik, çaresizlik, belki kayboluş. Kesinlikle kaybolmuş gibi görünüyor, daha önce onu böyle görmedim. Elbette o bir öpücük yüzünden bu hallere düşmezdi. Şakaklarında gördüğüm ter izinin parıltısını kaçırmama imkân yoktu, onu böylesine yutan şey korkuydu.

 

Kaybetmekten duyduğu korku.

 

Kalbimi ona kaptırdığımda aynı şeyi ben de istemiş, yapmıştım da; Savaş'a yakın olacağım tek yer ve tek zaman yatağıydı. Ona yatak üzerinden yakınlaşma niyetimin altında beni onun kalbinin en içine, özüne götüreceğini düşünmek yatıyordu.

 

Çünkü toydum, amatördüm ve kesinlikle ahmaktım.

 

Sesindeki ihtiyacı bir şeyle ilişkilendirmek benim açımdan zordu ama omuzlarının beklenti içinde gerildiğini görebiliyordum. İsteğine göz yumabilirim. Çünkü yakında buralarda olmayacak, yapamayacağı tek şeyi istemiştim ondan. Kafamın içindeki alçak tonlu ses, ‘Hiçbir işe yaramayacak bu,‘ diye fısıldayıp duruyordu.

 

Kendimi savunmasız hissettim. “Pekâlâ,” dedim sesimdeki uysallık beni bile şaşırttı. Dilimin kendi aklı vardı sanki. “Peki. Nasıl istiyorsan, sadece öpücük. Zaman bitene kadar.”

 

Savaş rahatlamış gibi nefes verdi ve izni kullanmak üzere dosyaladığı ortada. Ama bazen onu anlayamıyordum; daha büyük, daha yoğun dokunuşların adamıyken ona göre basit sayılacak öpücükteki küçük bir dokunuşla ne yapmayı umuyordu ki sanki?

 

Gözlerimiz yine kenetlendi, bir an beni kollarına almak için öne atılacakmış gibi göründü ama sonra, “Son bir şey daha var,” dedi.

 

Kaşlarım kalktı, kollarımı göğsümde birleştirdim. “Benden sürekli bir şeyler isteyemezsin, Savaş.”

 

Beni duymazdan geldi. “Fanusu kendinle götürmeni istiyorum,” dediği an bakışlarım kırmızı güle kaydı. İki haftadır içimde garip duygular oluşturuyordu her defasında bu fanusu görmek. “Bu iş bitene dek nereye gidersen git, onu da yanında götürmeni ve baş ucunda durmasını istiyorum.”

 

Görebileceğim yerde dursun istiyor.

 

“Neden benden bunu istiyorsun ki?”

 

Yüzünde adlandıramadığım katı bir ifade belirdi. Ellerini ceplerine koydu, gözlerimin içine baktığında çok yorgun, çok yorulmuş göründü. “Bir süre sonra hayatından yok olacağına emin olduğun bir adamın son arzusu olarak gör bunu.”

 

Ölüm arzusu gibi söylemişti.

 

Belki güçlü durmaya çalışsa da, içinde olan biteni tam olarak ifade edemese de benim gibi o da içten içe aramızdaki şeylerin ölmeye başladığını biliyordu.

 

İğnelemesinin ucu ona başta söylediğim ‘Beklemiyorum’ kelimesine uzanıyordu. Tabii Savaş ona güvenmeyi bıraktığımın farkındaydı. Öte yandan fanus… Gülün her yaprak döküşünde yanımda olması, günlerce sürecek gerilime neden olacağı için bambaşka bir olaydı. Düşüncelerimin arasında bir şey arar gibi bir süre mevsim kahvengisi gözlerine daldım.

 

Neden kabul ettiğimi bile bilmeden, “Peki,” dedim. İsteği zor değildi, sadece beni de aynı gerilimin içinde tutmaya çalışıyordu ama ben sürekli onu düşünüyordum itiraf etmeye cesaret bulamasam da. “Buna da tamam. Başka bir şey isteyecek misin?”

 

Başını yüzünde sıcak bir minnetle salladı. “Hayır, sadece bu kadardı. Artık gitsem iyi olur,” dedi ve geriye bir adım attı, ayağı yatağın altından çıkan kutuya çarpınca, çarptığı şeyin ne olduğuna bakmak için omzunun üstünden baktı. Tekrar yüzü bana döndü ama birden farkındalıkla arkasını dönüp kutuya baktı.

 

Yanına yaklaştım. “Ne oldu?”

 

Savaş eğilip çerçevelenmiş fotoğrafı alıp hafifçe çatılmış kaşlarla inceledi. Fotoğrafı hatırladım; kütüphanede tüm çalışanlarla birlikte yaptığımız toplantı sonrası çekilmiş, iki ay öncesine ait olan bir fotoğrafı. Onu çerçeveleyerek hepimize birer tane hediye eden Esin'di. Resmi incelemesine boş bir merakla bakıp, “Savaş,” diye seslendim. “Ne oluyor?”

 

“Şu kadın,” dedi en arkada saklanmış gibi görünen kadını parmağıyla işaret ederek. “Tanıyorum onu.”

 

Bacaklarım katı kurşun yığınına dönüştü ve beni olduğum yere sabitledi. Nefesim içime yığıldığında kalp atışlarım üstüne devrildi nefeslerimin. Çerçeveli fotoğraf sanki beni içine çekiyordu, oradaki yanlışa, gizeme ve doğru olmayan o şeye... Oradaki şey beni korkutuyordu.

 

Çünkü o kadın birkaç hafta önce beni huzursuz eden, hatırlayınca aynı ölçüde üzerimde huzursuz bir baskı oluşturan, genelde kimseyle zorunda kalmadıkça muhatap olmayan Sena'ydı.

 

Sena

 

Ve Savaş onu tanıyordu. Bu durumdan Sena da onu.

 

YAZAR | ELİSYA ROYAL

 

🍷

 

Bölümü oylamayı ve yorum yapmayı unutmayın

 

İnstagram, elisyaroyal

 

Twitter, ElisyaRoyal

 

Hikayelerimin ortak sayfası, elisyaroyalhikayeleri

 

Loading...
0%