@elonora
|
2. Bölüm (Bu kitaptaki kişi ve kurumlar birer hayal ürünüdür. Her şey kurgudan ibarettir.)
Hayat bir öyküye benzer, önemli olan yanı eserin uzun olması değil, iyi olmasıdır. ~Seneca~
~~"Ateş, Ah o kırmızı kıvılcım."
Derler ki eğer bir gün kendi başına hiç bir güç etkisi altında kalmadan yanmaya devam eden bir ateş parçası görürsen, hiç durmaksızın uzaklaş. Çünkü, zamanı geldiğinde yine kimsenin etkisiyle sönmek nedir bilmeyecek ve herkesi yakıp geçecektir.~~
⭐
Alpar Akay/Nihal Akay (1969/1970)
Tüm dünyada takvimler aralığın 31'ini göstermekteydi. Geri sayımlar başladı. Saat tam 00.00 gösterdiğinde artık yıl 1969 değil 1970 idi. Bir çok evden gelen "10,9,8..." sesleri kesildi. Bazı evlerde şampanyalar açıldı, bazı evlerde küçük aile kutlamaları son buldu. Bazıları ise yalnızlığın daha cezbedici olduğunu düşünüp tek başına kutladı yeni yılı.
Alpar Akay yalnızlığı seçen gurupta idi. Karanlık sokağın birinde evine doğru gidiyordu. Gittiği yer onun için ev değilde daha çok kıyametin ufak bir ön izlenimi gibiydi. Sokağın sonundaki müstakil evin önünde durdu. Oysa bahçe kapısını açıp önce çiçekli yoldan geçmeli sonrada kıyamete giden kapıyı açmalıydı. Ne kalbi ne de aklı böyle bir şey yapmasını istemiyordu.
Boş sokakta müzik ve kutlama sesleri dışında bir çift adım sesi duyuldu. Arkasına bakma gereği bile duymadı Alpar. Biliyordu bu sesi, hayatını kıyamete çeviren, ona benimsemesi için fikirler sunan, her seferinde beynini türlü oyunlarla yıkayan, Typhondu. Adım sesleri yaklaştıkça kalbi daha da hızlı atmaya, damarlarındaki kan hoyratça akmaya başladı.
Aralarında iki adım kala durdu ayak seslerinin sahibi. Elini omzuna koymasıyla baştan aşağı ürperdi Alpar. Korkuyordu Typhon'dan, kim korkmuyordu ki, eski mitolojide bile tanrılara korku salan canavardı o. Bu gün de buraya canavarlığını konuşturmaya gelmişti.
Omzunun üzerinde ki ele baktı uzunca Alpan. Konuşmadı uzunca bir süre kimse. İkiside karanlığın içine gömülmüş eve baktı. Hiç bir zaman aydınlık olamayacak, gün geçtikçe daha da karanlığa gömülecek o eve.
"Yapmak istemiyorum. Bir hayatı daha karartamam." Typhon'a ilişti çaresiz bakışları. Kendi kanım'dan birinin hayatını daha karartamam demek istiyordu aslında ama dili varmıyordu.
"Sana verilen görev bu biliyorsun. Ayrıca ben buna hayat karartmak demezdim. Kendini savunmaya gücü yetmeyen birini, dünya birliğini sağlayacak derecede güçlü kılmak derdim." derin bir nefes aldı ve devam etti.
"Çok bağlanmasanız iyi olur. Dharma'da kabul görmeyen duygulara yer yok! . Babası olman bir şey ifade etmez, bu saatten sonra onun için bir efendi ve ya bir hocasın. Nefret ve kin en baskın faktör olacak. Unutma, aşılanacak fikirleri kolay kılan nefret ve kindir, ancak aşılanan fikir bile nefret ve kine göre yoğurulmalıdır."
Alpar o an yapmak zorunda olduğu şeyi ve sorumluluğunu anladı. Ondan bir canavar yetiştirmesi isteniyordu. Ne için ve ya ne uğruna? Yeni dünya sistemi, ferah dünya. Herkes aynı şeyi söylüyordu. "Bir şeyler başarmak istiyorsak fedakarlığı biz yapacağız." fedakarlıktan kasıtları doğması dört gözle beklenen bir çocuğu doğumunun üzerinden çok geçmemesine rağmen ateşin içine atmak mıydı?
Son kez arkasına bakıp eve doğru yürüdü. Dışarıdan bakınca insanı cezbeden güllerle dolu yolda Alpar sadece dikenleri görüyordu çünkü hepsi kalbime batan birer hançer idi. Evin kapısı gıcırtı ile açıldı. Uzun koridordaki tablolar çarptı önce gözüne. Mutlu aile tabloları, iki kişilik aile tabloları...
Oysa hep üç kişi olmak istemişlerdi. Oldular da ama bu üç kişilik mutlu ailenin katili olmalıydı. Bir amacı vardı. Ailesini dağıtıp, onu ve hayatını güzelleştiren kadını üzeceğini hatta ölmeden toprağın altına koyacağını bilmesine rağmen yapmalıydı. Amaç bunu gerektirdi. Dharma böyle isterdi.
Merdivenden yukarı çıkmaya başladı. Tahta merdivenler içindeki feryadı anlamış gibi evde gıcırdatmaya tiz çığlıklar atmaya başladı. Her adımında sanki daha da küçülüyordu. Felaket olacaktı bu ev için, yıkacaktı bu evi. Ev dediği şu iki tahta parçası veya tabloların asılı olduğu duvarlar değildi. Ev dediği, her defasında huzuru gördüğü yeşillerdi.
Yarı açık kapının önüne geldiğinde hafifçe ittirdi. Önce küçük giyinme dolabını gördü. Beraber boyamışlardı onu. Bir adım atınca kitaplık çarptı gözüne. Eşi, Nihal'i her zaman kitap okumayı sever, çocukları da sevsin isterdi. İyice odanın içine girdiğinde canından can gitti. Nihal'i oğullarının beşiğin yanına oturmuş korkulukların arasından Alp'in elini tutuyordu.
Nasıl ayıracaktı onları bilmiyordu. Aklı hiçbir şeyi doğru düzgün anlamıyordu bile. Yapmalıydı ne olursa olsun yapmalıydı. Yıllarca yolunu gözlediği oğlunu şimdi ayırmalı idi evinden.
Sessizce yaklaştı beşiğe. Önce ayıcık desenli küçük battaniye çarptı gözüne, sonrada annesinin ellerinde huzurla uyutulmuş oğlu. Kucağına almak için yavaşça elini uzattı. Tam kaldıracak iken koluna sarılan el onu durdurdu.
"Ne yapıyorsun Alpan?" dedi uykulu gözlerle Nihal'i. Hakikaten ne yapıyordu ve neden yapıyordu? Sürekli sorgulamak istiyordu kendini. Kabus gibiydi herşey.
"Çok özledim oğlumu. Bırak da biraz seveyim."
"Sabahı bekleyemedin mi? Uyuyor çocuk." Anne edasıyla kızmaya başlamıştı yine. Hep böyle olurdu zaten, Alpan bir şeyler yapar Nihal azarlar.
"Bekleyemedim ne yapayım. Hadi sen yat ben bakarım Alp'e"
Bu son düzgün konuşmalarıydı. Alpan o gece Nihal'in uyuduğundan emin olup gecenin karanlığında Alp'i karargaha teslim etmişti. Ama ne çığlıkları sustu ne de içli içli ağlayışları. Alpan dahi onu sakinleştiremedi.
Alpan o gece birini öldürdü, oğlunun ruhunu. Ve bu ölü ruh kendi evladını da öldürmekten çekinmeyecek.
🥺
1994 2 Ocak ABD:
İnsan hayatı, bir döngüden ibarettir derler. Klasik şeyler aslında. Doğar, büyür ve en sonunda geldiğimiz yere geri döneriz. Eskiden belki yüz yıl, şimdilerde ise yetmiş yıl ömrümüz var. Belkide bu yüzdendir insanların zamanı kurcalaması. Amaç ölümsüz veya genç kalmak olabilir. Ama bizi zamanla oynamaya iten daha farklı bir şey olmalı. Ölümsüzlük veya gençlikten daha öte bir şey.
Bilinçaltı, zihin ve merak...
Güneş gözden uzaklaşıyor, yerini hafif bir karanlığa bırakıyordu. Dışardan oyun oynamaya dalmış çocukların seslerini duyabiliyordum. Gözlerimi pencereden çekip karşımda oturan kadına çevirdim.
Arkadan gevşek şekilde toplanmış sırma saçları saç bandanasına inat alnına düşmüştü. Endişeli gözleri hala üzerimdeydi. Önümdeki küçük, eski olduğu her halinden belli sehpaya eğilip sıcak çayımı ellerimin arasına aldım. Sırtım tekrardan koltukla buluştuğunda ince bir sızı belim ve çevresinde kendini belli etti.
" Anlamaya çalışıyorum lakin anlayamıyorum bayan Alberta. Her şey fazla karmaşık. Bunlar çok fazla." dedim belirsizlik ile. Çayımdan bir yudum alıp devam ettim." Söylediğiniz şey çok saçma. Benim sizin kardeşiniz olduğumu söylüyorsunuz!" sonlara doğru sesim daha sert ve yüksek çıkmıştı.
Gerçekten hiç bir şey anlamıyorum. Beynim sanki durmuş gibi. Öldüğümü veya sakatlandığı mı düşünürken, gözümü sapa sağlam bir şekilde hiç tanımadığım insanların içinde açıyorum. Bazen delirdiğimi düşündüğümde olmuyor degil. Kafanda kuruyorsun her şeyi diyorum kendime. Hâla'da bir nebze bu fikrimin arkasındayım. Sanki her şey bir rüya gibi, ya da delirmişim gibi.
Yerinde hafif doğrulup derin bir nefes aldı. Kendini hazırlamaya çalışıyordu anlaşılan. Tam ağzını açmış cevap verecek iken elinde bir bardak kahve ile daha tanışamadığım o adam girdi. Karşımdaki kadının oturduğu eski yeşil koltuğun kenarına oturdu.
"Ooo misafirimiz de uyanmış sonunda."
Yüzünü buruştur'du." Seninle uğraşamam X işim var. Bizi yanlız bırak."
Başımda hissettiğim baskı ve ağrı şiddetlenmeye başladı. Artık ne onları duya biliyordum, ne de etrafımdakileri net göre biliyordum. Bir kaç kez gözlerimi kırpıp görüşümü netleştirmeye çalıştım. Başımı hafif kaldırdığımda ikiside pür dikkat beni izliyordu. "Galiba dinlenmeye ihtiyacım var. Yaşadıklarımı aklım hâlâ almıyor."
Tartışan ikiliye ufak bir bakış atıp merdivenlere doğru yürüdüm. Her adımım da tahta merdivenler eski olduklarını belli eden tiz sesler çıkartıyor, kulağımda ki baskının artmasını sağlıyordu.
Kaldığım odanın önüne geldiğimde kesinlikle derin bir "oh" çektim. Vücudum sanki yere yıkılacak gibiydi. Sessiz adımlarla yatağıma yürüdüm. Beyaz yorganı açıp içine girdim. Şansıma yastık soğuktu. Sıcak olunca uyuyamıyordum.
Uyumak istesem de kafamın içindeki düşüncelerin buna müsade etmeyeceğini adım gibi biliyorum. Bazen beynimi tek bir tuşla kapatmak istiyorum. Düşünmeyi bırakmak güzel olurdu. Ama bu haldeyken pek mümkün değil gibi.
Aslında hayatım hep karışıktı. Belki ailem belki işim ve ya amacım yüzünden. Ama bu denli karışacağını asla tahmin edemezdim.
Dünya ben doğduğumdan beri hep karman çorman. Hiç düzeldiğini görmedim. Büyüklerin anlattığına göre onlar doğduğunda da karışıkmış. Babam, Alp Akay bu karmaşanın arasında doğmuş. O doğduğunda dünya sistemi değişmeye yeni başlamış ve devamı çorap söküğü gibi gelmiş.
Ülkeleri tek bir kurumda, tek bir çatıda birleştirmek isteyen Dharma, gizli bir örgüt ve ülkeleri yönetecek kişilerden tutun, belediye başkanları, valilere kadar herkesi örgüt seçer. Dedem ve babam dahil ailemin hepsi bu örgüte üye olan insanlar. Ben hariç.
İnsanları köle gibi kullanan bir sistemin yeni adayı olmadım olmayacağım da. Hayatım boyunca da bunun için çalıştım. Babam beni ne kadar Dharma için yetiştirsede bilmediği şey onun değil annemin kızı olduğumdu. Bir fikri, düşünceyi benimsemediysem ve benimsemeye zorlanıyorsam kimse karşımda durma cesaretini göstermez.
Kendi düşüncelerimi insanlığa haykırmak ve onların fikirlerine aklımın bir köşesinde yer vermek tercihimdir. Fikirlere önem veren bir yapım olmuştur çoğu zaman, ama 1970lerden beri bu pek mümkün değil. İnsanları uyutmak en kolay savaş yöntemi olarak görülüyor. En zoru ise insanları uyandırmak. Yakar, yıkar ve hatta insanları uykularından uyandırmak için elimden ne geliyorsa yaparım. Çünkü en korkulması gereken savaş yolu insanları uyutmaktır.
Çabaladığım şeyi yapmak için hiç olmadığı kadar uğraşmıştım. Hatta Dharma'nın içine kadar sızabilmiş, bilim projesinde 342. kobay olmayı kabul etmiştim. Tek sorun projenin ne ile ilgili olduğunu bilmiyor oluşumdu. Bu bir çeşit güvenlik önlemiydi. Gönüllü olan denekler uyutulur ve o şekilde deney bölgesine götürülürdü. Deneyin ise dışarıya sızdırılmaması için kimseye bir şey söylenemezdi. Deney başarıya ulaşırsa tüm örgüte duyurulur sürekliliği için çalışmalara başlanırdı.
Yine ilaçlar ile boğuştuğum bir gün oradan kaçmam gerektiğini anlamıştım. Gerekli olan çoğu bilgiyi almıştım nasıl olsa. Biraz daha orada durursam gerçekten denekleri olacaktım. Uyku ilaçlarını içtiğimi düşünmelerini sağlamıştım. Açık bir kapı veya pencere bulmak zor olmuştu ama sonunda küçük bir pencere bulmuştum. Kaçmaya çalıştığım hemen fark edilmiş peşime düşmüşlerdi. Fazla direnememiştim. Vurulmam ve sonrasında ışıklandırmalar ile dolu odaya götürülüp uyutulmam dan sonrası yoktu.Ve anladığım kadarı ile projenin konusu zamandı. Zamanda yolculuktu. Konuşmaları bu yönde ilerlemişti çünkü.
Uyandığımda neye uğradığımı şaşırmıştım. Herşey sarpa sarmıştı. Yıl 1993'tü ve aradan dört gün geçmişti. Yeni yıla girmiştik ve bu geçirdiğim en kötü yeni yıllardan biriydi. Şuan yanımda duran takvim 2 Ocak 1994'ü gösteriyordu. Zaten şu hayatta biri zamanda geri gidecek olsa o ben olurdum.
Dharma'nın ortaya çıkış tarihi 1970'di. Yani buda demek oluyor ki bu zaman Dharma'nın toyluk zamanları. Harekete geçmek için hala hiçbir şey kaybetmiş değilim. Dharma kendini yeni yeni belli etmeye başlamıştı, henüz ülkelerin üzerinde doğrudan bir etkisi yoktu. Buda saldırmak için en doğru zamanlama demekti.
İntikam dürtüsü damarlardaki kanda dahi her an gezer. Onu unutturacak bir olay olduğunda dahada baskınlaşır. Unutma der, beni unutma ki dinç kalasın, yaşama amacın benim der. Ben unuttum o hatırlattı, şimdi bu saatte ve bu tarihte yeniden tutuşuyor. Kaçması gereken kaçtı, kovalaması gereken kovaladı, yakması gereken yaktı. Şimdi sıra bende. Ben ne kaçacağım ne kovalayacağım ne de yakacağım.
Ben tüm dünyanın önümde soğuğum ile titremesini izleyeceğim. Öyle bir titreyecek ki değil deprem hiç bir afete benzemeyeyecek.
................... Sorularınızı ve tavsiyelerinizi bekliyorum. |
0% |