Yeni Üyelik
3.
Bölüm

Dad has bought a new car now

@elywand

Taylor Swift - Enchanted

Yeni doğmuş güneşin ışıkları Chan'ın odasına dolmuş, gözkapaklarına erişen sıcaklık prensi uyandırmıştı. Yastık ve yorganın arasında karışmış siyah saçlarını eliyle düzeltmeye çalışarak balkona çıktı. Geniş balkon sarayın doğu yakasını hakimiyet altına almış olan gölü görüyordu. Güneşin altında parıldayan gölün görüntüsü -şayet bu hislerini kaybetmeseydi- Chan'ı büyüleyebilirdi. Ne var ki Chan'da Sen'z Anima'nın geri kalanı gibi artık bir şeylere büyülenemiyor, üzülemiyor, sevinemiyordu.

Prens, etrafını saran temiz ve ferah havayı içine çekti. Hava, çam ve sabah ayazına özgü o kokuyu taşıyordu. Prens yanaklarına çarpıp yoluna hızla devam eden rüzgârın kulaklarındaki uğultusunu bir süre dinledikten sonra siyah, geniş kanatlarını esnetmek için açabildiği kadar açtı. O, deri kanatlarını çarptıkça oluşturduğu rüzgâr da sabah meltemine karışıyor, yanaklarını okşayıp bilinmeze doğru yoluna devam ediyordu. Prens ileri, boşluğa doğru bir adım attı balkon korkuluklarının üzerine çıktıktan sonra. Boşlukta aşağı doğru süzülürken zarifçe bedeni, etrafındaki hava akımı çepeçevre sarmıştı onu. Gölün serin sularına yaklaştığında kanatlarını çırpmaya başladı. Bu dalışlar prense hislerini kaybetmediği o küçüklük günlerini anımsatırdı. Hissetmeye en yakın şey, bedeninin bu düşüşlere verdiği tepkiydi çünkü.

Prens kanat çırptıkça yukarı doğru çıkıyor, onunla dans eden rüzgâr da yanaklarını, gözkapaklarını ve dudağını öpüyordu yumuşakça. Artık bulutların da üstündeydi Chan ve burada her şey daha taze, daha canlı, daha tutkuluydu. Tutkunun ne olduğunu çoktan unutan Chan ise bunu asla hissedemiyordu.

Ardından Chan istikametini aşağı, tekrar göle çevirdi. Sakince kanatlarını çırparken gölün hemen üzerinde, elini daldırdı gümüş suya. Su soğuktu ve hayat doluydu. Senz'Anima Krallığı'nın sarayı ise hemen karşısında yükseliyordu. Saray orman ile gölün birleştiği noktada, her şeyin sonunun ve başının olduğu yerdeydi. Soluna aldığı orman, sarayın yanında bir muhafız gibi yükseliyordu. Sarayın gümüşi beyazlıktaki duvarları geceleri ayı ve yıldızları kıskandırıyor, altın rengi çatısı gündüzleri güneşin gözünü kamaştırıyordu. Chan saraya yaklaştıkça daha da yükselerek uçtu ve odasının balkonuna geri döndü. Bu sabah uçuşları küçüklüğünde edindiği bir alışkanlıktı ve her sabah kahvaltı saatine kadar yaptığı bir rutin haline gelmişti.

Chan sarayın kraliyetin yemek salonuna geldiğinde ailesi yemeğe henüz oturmuştu. Chan da yavaşça yerine geçti; babasının hemen yanı ve annesinin karşısı. Bu büyük masa ziyafetler için bire bir büyüklükteydi ve uzun yıllar da kullanım amacı buydu. Sadece ziyafetlerde hatırlanan bu büyük masa Chan'ın babasının saltanatındayse gündelik bir mobilya olmuştu. Eskiden kraliyet ailesinin sarayda yaşayan diğer kişilerle yemek salonunda yemesi uygun görülürdü.

Kralın altın yapraklardan örülmüş gibi gözüken tacına takıldı Chan'ın gözü. Kralın siyah saçlarının üzerinde kusursuzca ışıldıyordu taç. Siyah, uçuşuz bucaksız bir denizin üzerindeki altın kumlara sahip bir adayı andırırdı bu görüntü Chan'a o daha çok küçükken. Bir gün kral olduğunda bu taç onun olacaktı ama chan hep tacın onda asla babasında durduğu gibi harika durmayacağını düşünürdü. Bunun sebebiyse annesinden aldığı kuzgun karası, pullarla kaplı uzun boynuzlarıydı ve prensin boynuzları her geçen gün uzamaya da devam ediyordu.

Siyahlara Bürülü Prens... Ona böyle derlerdi çünkü saçları kapkara, gözleri gecenin sonsuzluğu gibi dipsiz koyu ve kanatları ve boynuzları parıltılı siyahlara sahipti.

Siyahlara Bürülü Prens'in annesi bir orman perisiydi ve babası da bir elfti. Annesi şüphesiz bugüne kadar gördüğü en güzel orman perisiydi. Beline kadar uzanan gümüşi saçları, başındaki ihtişamlı boynuzları ve sırtındaki görkemli kanatlarıyla nefes kesici ama bir o kadar da korkucu bir güzelliği vardı. Yıllardır ormanları koruyan ailesinden gelen savaşçı ruhunu, tüm o zarafete rağmen hemen anlayabilirdiniz. Kraliçe Kral ile katıldıkları savaşlarda dost ya da düşman fark etmeksizin herkese korku veriyor, eşiyle birlikteyken durdurulamaz bir ölüm makinasına dönüşüyordu. O ikisinin yüreğine korku salmadığı düşman, kaybetmediği savaş yoktu. Dissennatorilerle olan savaş dışında tabii.

Chan o zamanlar henüz küçüktü ama o savaşı çok iyi hatırlıyordu. Çeşitli büyüklüklerde, belli bir şekle sahip olmayan ve havada uçuşan bir sürü böcek gibiydiler. İnsanların içine giriyor, onların hislerinden beslenip bu şekilde onları öldürüyorlardı. Dissennatoriler savaş meydanını aşıp da şehirlere ve saraya kadar girdiğindeyse en kötüsü olmuştu. Askerler ve komutanlar kısa sürede düşmanlarının ruhlarından beslendiğini öğrenip sakinliklerini korumak için ellerinden geleni yapmışlardı ama halk neler olduğundan bir haberdi ve korkuları onların sonu olmuştu. Sarayın duvarlarındaki kanlar, kanatları yerlerinden kopan vücutlar ve yarılan boynuzlar yüzünden görünen kafatasları hala Chan'ın zihninin karanlık köşelerindeydi.

Eğer bu savaş kılıç ve silahlarla olsaydı kesinlikle savaşı kazanırlardı ama bu savaş silahlarla değil, duygu ve hislerleydi. Korku, mutluluk, heyecan, üzüntü. Dissennatoriler senin içine giriyor, duygularında beslenip, orada büyüyor ve seni öldürüyorlardı. Ruhunla beslenen parazitler. Sen'z Anima halkının tek seçeneği hissetmemekti. Mutlu ve neşeli olan ülkeleri o savaştan sonra tamamen griye bürünmüştü.

Kahvaltıdan sonra Chan arşive giderdi hergün. Arşiv sarayın ana binasının dördüncü kat olan en üst katındaydı ve tüm katı kaplıyordu. katın yarısı kütüphane diğer yarısı da arşiv olacak şekilde ayarlanmıştı çünkü eskiden çalışanlar her iki bölümden de sorumlu olurlardı. Tarih yazmanları da sık sık hem arşivden hem de kütüphaneden kaynak temin ettikleri için iki tarafın da işi kolaylaşsın diye böyle bir çözüm bulmuştu Chan'ın ataları. Ancak savaştan sonra hem tarih yazmanları hem de kütüphane ve arşivde çalışan görevlilerin çoğu ölmüştü. Savaştan kurtulanlarsa geri döndüklerinde kaybettikleri sevdiklerinin acısına kurban gitmişlerdi. Duydukları sevgi ve bundan kaynaklı acı, Dissennatoriler için adeta bir ziyafetti.

Savaştan sonraysa kütüphanede çalışacak kimse kalmamış, tarih yazmanlarının hepsi ya ölmüş ya da saraydan ayrılmıştı. Artık hiçbirinden haber alamıyorlardı. Oysaki Chan küçükken sürekli kütüphaneye uğrar, büyük bir ciddiyetle işini yapmaya çalışan bu insanları sevimliliğiyle işinden alıkoyardı hep. En sonunda tüm sarayda can hıraş onu arayan dadısı gelir, kulağından çekerek götürürdü Chan'ı. ''Neden rahatsızlık veriyorsun insanlara?'' diye azarlardı onu bir yandan da. ''Bırak da işlerini yapsınlar.'' Oysaki tüm saray bu sevimli ve afacan çocuğu sevdiğinden ona kıyamaz ''Ekselanslarının eğlencesini bozmayın, bizi rahatsız etmiyor.'' diye yatıştırmaya çalışırdı yaşlı dadıyı.

Sarayı terk ettikten sonra hepsi, Chan onlarla görüşmeye devam eder, en azından mektuplaşırlar diye düşünmüştü. Ancak ne gelen bir posta güvercini vardı ne de ulak.

Savaştan sonra her şey değişmişti Sen'z Anima'da. Arşive artık kraliyet ailesi ve yüksek meclis üyeleri dışında kimsenin girmesine izin verilmiyordu.

✨️

Dördüncü kata çıkınları önce dar bir koridor karşılıyordu. Bu koridorun duvarları da sarayın diğer tüm koridorları gibi çeşitli dönemlerin çeşitli sanat anlayışlarıyla yapılmış tablolardan doluydu. Bu koridorda biraz ilerleyince yol hemen bitiyor, karşınıza oymalı bir ahşap kapı çıkıyordu. Biraz dikkatli bakılırsa bu oymaların kütüphane ve arşivi koruyan kadim bir koruma olduğu anlaşılıyordu.

Felix, önünde durduğu çift kanatlı kapıdaya bir elini koymuş içeri girebilmek için nefesini düzene sokmaya çalışıyordu. Midesine giren kramplar düzelse belki nefesini de düzeltebilirdi. Saç diplerinde birikmeye başlayan teri elinin tersiyle silip derin bir nefes aldı ve düşünmeye fırsat bırakmadan kapıyı itti en sonunda. Kafasını ne zaman girmesi gerektiğini düşünmeye kalkarsa ve sıkışan göğsünün geçmesini beklerse akşama kadar giremezdi içeriye.

Karanlık koridorun aksine, içerise oldukça aydınlıktı. Tam karşısındaki duvar tamamiyle camdan oluştuğu için gözüne gelen ışık huzmeleriyle gözlerini sıkıp gözünün kamaşmasının geçmesini bekledi. Sağın ve solunda yükselen raflarla onların ortasındaki masa karaltılardan kurtulup yavaşça belirmeye başlamıştı karşısında. Masada oturan silüetin de biçim kazanmasıyla Felix dün Minho'nun ona anlattıklarını hatırladı hemen. Prens de arşivde çalışıyordu ve yanında yükselen bu rafların sol tarafta, birkaç basamak daha yukarıda olan tarafı arşiv diğer tarafı da kütüphaneydi.

Felix üstündeki şaşkınlıktan sıyrıldı hemen. ''Günaydın ekselansları.'' diyerek reverans yaptı.

''Günaydın.'' diyerek yanıtlı prens de. Şaşırabilse şaşırırdı çünkü kütüphane kimsenin gelmediği bir yerdi. Chan gününü burada tek başına geçirirdi hep. Şimdi bu kişi niye gelmişti buraya merak etmişti.

Reverans yaparken kulak hizasındaki gri saçları, yeşil gözlerinin önüne dökülmüştü kulağının arkasından sıyrılıp ve gözündeki gözlüğünün yanlarına taktığı zincirindeki kırmızı ve gri boncukları da hareketlendi. Aynı zincirden pantolonunda da vardı. Adrian boncukları görünce yüzünü buruşturmamak için kendini tutu. Büyük ihtimalle halkın Dissennatorilerden korunmak için taktığı taşlardandı bunlar ama bu sadece bir hurafeydi. Dadısı ölmeden önce hep Adrian'a bu taşlardan bir yüzük taktırırdı ama o da bunlardan birini taşımasına rağmen ölmüştü. Adrian'ın o günden bu taşları her görüşünde midesi kasılırdı, hissetmeye en yakın olduğu anlardan biriydi bu ve tiksintiyi engellemek için elinden geleni yapardı ama dadısına olan saygısından yüzüğünü bir zincire geçirmiş ve hiç boynundan çıkarmamıştı.

''Ben Felix, bugünden sonra kütüphanede çalışacağım.''

Çocuğun açıklamasıyla Chan'ın merakı biraz daha körüklenmişti. Evet, burada çalışan kimse yoktu ama buna ihtiyaç da yoktu. Buraya kimse gelmezdi bu yüzden Kral, arşivde çalışan Chan'ın da kütüphaneye eğer gerekirse bakabileceğini düşünüp oraya herhangi birini görevlendirmemişti.

''Görevlendirme kağıdını görebilir miyim Felix?''

Felix'in ne istediğini anlaması biraz sürmüştü. Sonra prensin, annesinin şansölye için yolladığı ve şansölyenin de birkaç cümle ekleyip imzaladığı mektuptan bahsettiğini anladı. Felix kağıdı açıp hiç okumamıştı içini. Şansölyeye getirirken annesi tarafından, okuyup imzaladıktan sonra da şansölye tarafından mühürlenmişti mektup. Şimdi de prens özenle mührü açmış, mektubu okuyup kendisi de bir şeyler yazıp imzalamıştı ancak bu defa mühür basılmamıştı üzerine. Mektubu Felix'e geri uzattı prens.

''Saraya hoş geldin Felix, yeni işinde başarılar dilerim.''

''Teşekkür ederim ekselansları.'' deyip reverans yaptı Felix. ''Sizinle burada çalışacak olmak bir onur.''

Prens Chan genişçe gülümsedi. Öyle ki, gülüşü gözlerine değin ulaşmıştı. Felix, onun aldığı eğitimleri az çok tahmin etmese, bunun gerçek, içten bir gülümseme olduğunu düşünecekti. Dissenatorilerin galip gelmesinden ve hislerini artlarında bırakmak zorunda kaldıktan sonra Chan gerçekten de sıkı bir eğitime sokulmuştu. Tüm hislerini: yere düşünce duyduğu acıyı, uçarken hissettiği huzuru, kaybettiği sevdiklerinin yasını, mutluluklarını ve üzüntülerini bir gecede ardında bırakamamıştı kimse. Savaştan sonra bile kayıplar hep devam etmişti. Bu yüzden tüm halk, bilhassa kraliyet ailesi ve tek varisleri Chan sıkı bir eğitim almıştı hislerini maskelemek ve artlarında bırakabilmek için.

''Bu katın sol tarafı arşiv, oraya sadece kraliyet ailesi ve kraliyet tarafından görevlendirilmiş kişiler girebiliyor. Senin işin sağ tarafta olacak. Eskiden kütüphanecelerin görevi burada çalışan tarih yazmanlarına kaynak getirmek, rafların düzenini sağlamak, kitapların sağlamlığından emin olmak ve kayıt defteri tutmaktı. Artık tarih yazmanlarının hiçbiri yaşamıyor, yaşadığını bildiklerimizden de uzun zamandır haber alamıyoruz. Yani kimseye getir götür yapmayacaksın. Kimse kütüphaneye gelmiyor da. Kitap alan yok. Yani rafların düzeninde herhangi bir bozulma olmuyor ki düzenlemene de gerek kalmıyor. Ancak kitaplar kullanılmasa da eskiyor. Hepsinin sağlam olduğundan emin olacaksın, yıprananların da tamirini yapacaksın. Burada çalıştığım süre boyunca bu onarım işini ben yapmıştım. Yardıma ihtiyacın olursa bana gelmekten çekinme.''

Loading...
0%