@elywand
|
Sufjan Stevens - Mystery of Love İki yanında da büyük, yere kadar uzanan meyve tabloları olan kapının önünde durduklarında Chan kapıyı açıp Felix'in geçmesi için kenara çekildi. Aralık kokudan nefis kokular geliyordu onlara doğru. Felix'in ardından Chan da girdi mutfağa. Büyük mutfakta bir sürü ada tezgah vardı ve hepsinde de birileri bir şey doğruyor, kapların içindeki karışımları çırpıyor ve bir şeyler pişiriyorlardı. Tezgahlardan birine doğru ilerledi Chan ve turp doğrayan bir adamla konuşmaya başladı. Felix olduğu yerde dikilmenin en iyisi olduğuna karar vermişti, içeride öyle bir telaş vardı ki ayak altında dolaşmak istememişti. Chan oradan ayrılıp bu sefer başka bir tezgaha geçti, burada da tavada et kızartıyordu birisi. Felix, Chan'ın öylesine sohbet ettiğini fark etti bu insanlarla. Neler yaptıklarını soruyor, onların işleriyle ilgilendiğini belli ediyordu. Eti pişirirken defne yaprağı kullanıp kullanmayacağını, aktar olarak kullandıkları kişiden memnun olup olmadıklarını soruyordu. Chan'ın saraydaki insanlara olan yaklaşımı çok farklıydı Şansölye ya da Mareşal Han'ınkinden. Onların aksine Chan'ın davranışlarında herkesten üstün olduğuna dair bir düşünce yoktu. Daha tanıştıkları gün Felix'e artık iş arkadaşıyız, aramızda samimi konuşabiliriz, demişti. Herkese karşı kibarca yaklaşıyordu Chan. Felix onun babasının aksine mükemmel bir kral olacağına emindi. Daha küçükken annesiyle şehir merkezine yaptıkları bir ziyareti anımsadı Felix. Kral ve Kraliçenin geçit törenine denk gelmişlerdi. Bunlar aslında ara ara, kraliyet ve halk arasındaki bağları güçlendirmek amacıyla yapılan törenlerdi. Kraliyet halkla ortak yerde bulunur, onlardan biri olur, onların dertlerini dinlerdi. Oysaki o besili ve büyük, parlak tüylü atlarının üzerinde hiç de halktan oldukları yoktu. Şöyle bir kendilerini gösterip ortalıktan kaybolduklarını hatırlıyordu Felix. Chan ocak başında çalışanla sohbet ederken başka birisi daha geldi yanlarına, kafasında büyük şef başlığından bunun baş şef olduğunu anlamıştı Felix. ''Kusura bakmayın ekselansları, akşamki yemek hazırlıkları yüzünden çok yoğunuz. Pek bir şey hazırlayamadım bu yüzden.'' Chan şefin ona uzattığı sepeti alıp içine göz attı. ''Oldukça güzel şeyler hazırlamışsınız, teşekkür ederim.'' Sepeti Felix'e uzatınca Felix de bakmıştı içinde neler olduğuna. Ziyafet çekmeye yetecek kadar şey vardı gerçekten de. Birlikte mutfaktan çıkıp ana kapıya gittiler bahçeye çıkabilmek için. Normalde her daim açık olan kapı kapatılmıştı. Kapıda nöbet tutan muhafızlar onların yaklaştığını görünce ellerindeki mızrakları kapıya doğru birbirine çarprazlayıp önlerini kestiler. ''Ekselansları, geçebilmeniz için sepetin içini kontrol etmemiz lazım.'' Felix elindeki sepeti sıkı sıkı tutup Chan'a baktı. ''Pekala, sepeti onlara ver Felix.'' Muhafızlar yiyecek dolu sepetin içini inceleyip geri vermiş ve kapıyı açmışlardı. Yanlarından geçerken iyi çalışmalar diledi onlara Chan. Bahçeye çıktıklarında onları gün ışığı ve temiz hava karşıladı onları. Güneşin bulutların arkasındaki tutsak hayatlarından kaçıp yeryüzüne ulaşan ışınları, özgürlüklerini kanıtlamak için sarayın bahçesinin farklı köşelerine doğru yol almışlardı. Çimenler gün ışığında ışıldıyor, çiçekler parlıyordu. ''Bu yönden gidelim.'' diyerek Felix'in boş elinden tuttu Chan. Felix içini sıcacık yapan şeyin güneş mi yoksa elini tutan Prens mi olduğunun ayrımında değildi. Birlikte sarayın doğu yakasına ilerlediler. Biraz ileride göl suları saray duvarlarına kadar geliyordu ama burada minik de olsa bir taraça vardı. Ayak bileklerini gıdıklayan çimenlerin arasında yaban çiçekleri boy gösteriyordu ve arılar dolanıyordu çiçeklerin üzerinde. Gölün kıyısına kadar ilerlediler, Chan sepetin içindeki örtüyü yere serdi oturmaları için ve sarayın içinde hep kapalı tuttuğu kanatlarını açtı ardına kadar. Felix de Chan'ın yanına oturdu. Arkadan bakılınca Prensin açtığı kanatlarının ardında kayboluyordu sanki onun kanatlarının içine sığınmış gibi. Felix büyülenmiş bir şekilde göle bakıyordu, gölün sakin suyu güneş ışıklarında altın huzmelerle parlıyor, kıyıya vuran yavaş sesi içini huzurla dolduruyordu. Hafif esen rüzgar elini Felix'in saçlarının arasından geçiriyor, çiçeklerin kokusunu onlara taşıyordu. Felix'i yavaşça mayıştıran rüzgar hışırtılar çıkararak artınca farkında olmadan kapadığı gözlerini açtı. Chan kanatlarını yavaşça haraket ettirerek arttırmıştı rüzgarı. ''Harika, değil mi?'' dedi Chan Felix'e bakarak. Gülüşü yanaklarına kadar uzadı Felix'in Prensin ona baktığını görünce. Chan'ın gözleri öyle ki içinde güneşin kendisi varmış gibi parlıyordu ve kendisini gördü Felix o parıltıların içinde parıltıların nedeni olduğunu bilmeden. Güneş ışığının vurduğu Felix'in yeşil gözlerinin içindeki kahverengi benekler ortaya çıkmıştı, Chan kendisini tutmasa o engin beneklerin içine düşüneceğini sanmıştı. Nefesi daralıyor gibi oluyordu baktıkça. ''Güneş doğarken kat be kat daha güzel oluyor.'' Chan'ın kalbi ısınmış, ritmi artmıştı. Göğsüne tatlı bir sıvı yayılıyor gibi bir sızı vardı. Sızı sancıya döndü çok geçmeden, aniden kesilen nefesiyle çıkmak zorunda kalmış bu sıcak hislerin içinden. İçine aldığı kesik nefes iniltili ve gürültülüydü. Gülümseyen yüzü düştü hemen Felix'in. ''Chan!'' dedi endişeyle ''İyi misin?'' Chan elini göğüs kafesine atıp öksürmeye başladığında acı geldiği gibi gitmişti ama geride bıraktığı zorlayıcı his kalmıştı. ''Önemli değil, tıkandım sadece.'' dedi Chan aldığı derin nefeslerin arasında. Sadece tıkanmadığının farkındaydı, neler olduğunun da oldukça bilinceydi ama görmezden gelmeye karar verdi o an. İçinde yıllar sonra yükselen huzur, ölüme yürüdüğü gerçeğini maskeliyordu. Eğer huzur içinde olacaksa ölümü, tam burada, bundan daha iyi bir son düşünemezdi. Tüm dileği buydu o an, huzurlu ve Felix'in kolları arasında ölecek olmak. Felix hala endişeyle Chan'a bakıyordu. Onun dikkatini dağıtmak için sepetteki yemekleri çıkarmaya başladı Chan. ''Yemekten sonra Yang Jeongin'in yanına gidip en azından defteri halletmeye çalışalım. Seni tehdit eden kişi hakkında şu an ne yapabiliriz bilmiyorum ama bunu da düşüneceğim.'' Yemeklerini bitirmişlerdi ama yemek saatinin bitmesine hala vardı ve vaktin dolmasını bahçede beklemeye karar vermişlerdi. Chan kanatları açık bir şekilde çimlere uzanmıştı sürekli taktığı zincir kolyesinin ucundaki yüzük açık yakasından gömleğinin üzerine çıkmıştı, Felix ise gölü izlemeye devam ediyordu. Dizlerine doladığı ellerinden birini çimlere atınca avcunun etrafında çiçekler çekti dikkatini. Aklına gelen fikirle Chan'a döndü. ''Chan?'' Gözlerini kapatmış Prensin uyuduğunu düşünüp kısık sesle sormuştu ama Chan uyanıktı. ''Efendim?" ''Hiç taç takmıyorsun değil mi?'' ''Hayır. Kraliyet taçları pek benim boynuzlarıma göre yapılmamış, olanlar da uzun süreden sonra sıkmaya başlıyor.'' Felix onayını aldıktan sonra önüne geri döndü. Annesinin ona küçükken nasıl çiçekten taç yapmayı öğrettiğini hatırlamaya çalışıyordu. Çevresine bakınıp yeterince çiçek olduğuna kanaat getirince topladıklarını birbirine örmeye başladı saplarından. Mor, mavi, pembe sarı çiçekleri, unutma benileri, papatlayaları birbirine bağladıkça yaptığı zincir uzuyordu. Felix'ten uzun süre ses çıkmayınca uzandığı yerden doğrulup ona baktı Chan. ''Ne yapıyorsun öyle?'' Başını Felix'in omzunun üzerinden uzatmıştı. Felix elindeki çiçeklerden zincirin iki ucunu bağlayıp Chan'a uzattı. ''Senin için.'' Chan dili tutulmuş şekilde karşısındaki çocuğa bakarken Felix savaşça onun boynuzlarından geçirdi çiçek tacı. Ona bakan Felix'in gözlerinin içi gülüyordu, nasıl durduğunu görmek için göle eğildi Chan'da. Suya yansıyan dalgalı görüntüsü nefesinin kesilmesine neden olmuştu, gerçekten sevmişti. ''Çok güzel olmuş. Teşekkür ederim Felix.'' dedi kendini tutamayıp karşısındaki çocuğa sarılırken. Şimdi onu gerçekten kanatlarının altına almıştı. |
0% |