Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Bölüm 1: Yere Batan Sarnıcı

@emrah

'Her geçen gün bir önceki günden daha kötü.'

Bana kalırsa şu fani dünyadaki en büyük süper kahraman gücü, istediği saatte uyuyabilen, istediği saatte zorlanmadan uyanabilendir. Kendimi bildim bileli, kendimle savaştığım en önemli konu gece uyuyamamak, sabahta kalkamamak...

Cep telefonumda sevdiğim şarkının melodisi acı acı çalmaya başladı. Yavaşça masaya elimi götürdüm. Elimle koymuş gibi bulamadım telefonumu. Bir yerlerden çalmaya devam ediyordu. Telefon melodimi, "Simsiyah gecenin koynundayım yapa yalnız." Şarkısını neden seçmediğimi birkaç saniye aklımdan geçti o an. Gözlerimi açamıyordum ama aklıma tuhaf saçma sapan her şey geliyor ve geçiyordu.

Sonunda telefonumu yorganımın altında buldum. Tek gözümle saate baktım. 07.10 geçiyordu. İkişer dakika arayla kurduğum alarmların ilkiydi. Ertele tuşuna bastıktan sonra bir dakikalık bir uykuya daldım. Kendime yaptığım bu işkence, (Köprüden önceki son çıkış.) alarm notunu görmeme kadar devam etti.

Zil sesi yaptığım o şarkıyı artık sevmediğimi hissetmeye başlıyorum.

Kendi kendime; "Bugün erken yatacağım." Diye mırıldandım. Son zamanlarda sabah kalktığımdaki mottom buydu. İnsanlar güne nasıl başlıyorlardı, nasıl mutlular fakat ben o insanlardan değildim, belki başka bir hayatta bende bu kadar mutlu biriydim.

Sabah uyandığımda, "Selam sana Jüpiter, merhaba Mars, Nasılsın Güneş? Saksıdaki ağacım nasıl olmuş? Sabah-ı şerifleriniz hayırlı olsun tüm insanlık. Şimdi güzel bir kahvaltı hazırlayacağım." diye uyandığım bir dünya olabilir...

Tekrar düşündüm de, hayatı bu kadar sevmediğimi fark ettim. Domatesin kabuğunu soyup, üzerine kekik gibi bir sürü baharat döküp, yanına uğraşması çok zor yumurta yapıp, kızarmış ekmek ve portakal suyu sıkacak kadar bu hayatı, bu dünyayı sevmiyorum.

Bir an düşündüm de herhangi bir dünyada da böyle bir hayatımın olması bana çok sevimsiz geldi.

Sabah sabah böyle düşünceler neden geliyor ki şimdi beynime? Dış güçlerin bir oyunumu bu bana?

"Bu gece erken yatacağım..." diye tekrar mırıldandım. Madalyonumu taktım. Belki size saçma gibi gelebilir ama o kolyeyi takmazsam huzursuz hissediyordum. Çıplak hissediyorum. Cep telefonu gibi bir şey benim için, belki ondan bile daha önemli.

Kabarık saçlarım... Aceleyle topladım, sabahın bu vaktinde onlarla muhatap olmak istemiyordum. Aslında saçlarımı kısacık kestirmek istiyordum, üç numara filan, fakat okuldaki arkadaşlarımın bu konu hakkında sevimsiz şakalar yapması fikrinden dolayı vazgeçiyordum.

Yüzümü yıkadım ve dişlerimi fırçaladım. Sonra da dişlerimi birleştirip ayna karşısındaki dişlerime baktım. Yemekten önce dişlerimi fırçalamayı seviyordum. Size garip gelebilir fakat yemek yerken ağzımda oluşan tadı severdim. Dağınık odama baktım. 'Akşam nasıl olsa yatmayacak mıyım?' diye geçirdim içimden... Sonra Annemin sesi çınladı kulağımda; "Yatağını toplamadan evden çıkılır mı? Odanın dağınıklığına bak, sen bir genç kızsın..."

"Bla Bla Bla"

Kafamda Annemin sesi ve bu cümleler yankılanıyordu. Bu cümleler odamı toplamam gerektiğini bana hatırlatıyordu. Odamı topladım. Yine dağınıktı ama o kadar değildi. Kötünün iyisiydi.

Hayatım gibi, telefonumdaki gereksiz resimleri sildiğim gibi yalnızca 'kabasını' almıştım.

Annem odamı gördüğünde buna da şükür diyebileceğine eminim. Odamdan dışarı çıktığımda okul servisine birkaç dakikadan daha az zaman kalmıştı. Mutfakta hızla süt içerken, yanında bir muz yedim. Çantama ise elma almayı unutmadım. İlk dersin sonunda kesinlikle uyku bastıracaktı ve elma bu derde devaydı.

Sabah savaşını her zaman ki gibi ben kazanmıştım. Bu savaşın ödülü annemden fırça yememekti. Oldukça güzel bir ödül. Birçok ganimetten daha değerli.

Hayallerimde sevmediğim kişilerle yaptığım savaşları saymazsak, tek kazandığım savaş sabah erkenden kalkıp okula gidebilmekti. Size de oluyor mu bilmiyorum arada da, izlediğim filmlerin veya kitap karakterlerinin yerine kendimi koyup hayal ettiğim oluyor ne yalan söyleyeyim. Sadece dizi ve film karakterleri değil, internette gördüğüm hayatlara da özendiğim oluyor. Milyonlarca takipçisi olan bir influencer olmak isterdim.

İnsanlar gece yarısı çok düşünürler. Duygularını o zaman yaşarlar. Onları düşündüren şeyler büyük ihtimalle hayatlarında olmayan insanlar ve yolunda gitmeyen hayatlarıdır. Yaşadıkları hayatları unutarak hayaller kurarlar. Hayali hayatlarını düşünürken, uykuya dalana kadar rahatlatırlar kendilerini ve gerçek dünyadan uzaklaşırlar.

Siz de yapıyor musunuz bunu? Ben çok yapıyorum son zamanlarda.

Okula gittiğimde, okulun bahçesinde bir kargaşa olduğunu fark ettim ve bugün müze gezisi olduğunu hatırladım. Aslında hafızama güvenen biriyimdir fakat son zamanlarda ani değişiklikler olmaya başladı bende. Bazen sınıfta yalnızca bedenim oluyor ve ben farklı bir yerdeymişim gibi hissediyorum. Ruhum sanki tüm dünya üstünde dolaşıp duruyor. Söylenenleri hafızamda tutamıyorum.

Kendimi ait hissedemiyorum hiç bir yere. Aidiyet duygusu hissedemiyorum. Odam dahil. Konfor alanım yok. Ailem üzülmesin diye bunu dillendirmiyorum ama sizlere anlatabilirim. Çünkü senden başka beni dinleyen kimse yok.

Sınıf arkadaşlarımın belediyenin bizler için temin ettiği araçlara bindiğini görünce bende hasbelkader birine bindim. Bu biraz da, yeni bir kursa başlarsın ya da yeni bir okula, sınıftan birkaç kişinin simasını hatırlarsın yalnızca, kalabalıkta onları görürsün ve onların yanına gidip kendini garanti altına alırsın ya, tam olarak kelime karşılığı bu olmalı.

Kimsenin olmadığı bir koltuk arıyordu gözlerim. İşte en güzel an bu andı. Kimsenin olmadığı bir koltuğu görmek. Dünyadan kısa bir an bile olsa bağlantını kesebilmek. Kafamı cama koydum ve gözlerimi kapattım. Bu dünyada yaşanabilecek en güzel saadetlerden bir tanesi olmalıydı. Gidene kadar yolunda gitmeyen hayatımı unutacak ve hayaller kuracaktım. Öğretmen başıma dikiline kadar bu saadet güzeldi...

"Bayan Salvador" derken benim milliyetimin ne olduğu konusundaki merakı ses tonundan hissediliyordu. Sizlerin de bunu merak ettiğinize eminim. Hemen açıklamak istiyorum, dedem 'Salavat' demek isterken soyadını kaydeden memurun karşısında heyecanlanıp 'Salvador' demiş. İlk defa bir memur görünce heyecanlanmış zaar. Bizim ailede ırsi bir şeydir: 'Akım derken, bokum demek.'

İnandınız mı? Ben bile inanmaya başladım. Herkese aynı hikayeyi anlatmıyorum bazen bir daha görmeyeceğimi düşündüğüm insanlara ise Salvador Dali veya başka bir hikaye uydurabiliyorum. İnsan bir daha görmeyeceği kişilere yalan söylemeyi bırakmalı. Bazen de babamın bir Amerikalı ya da Avrupalı biri olduğu masalını anlattığım oluyor.

Soyadımın gerçek hikayesi ise şudur; dedelerim soyadı kanunundan önce Salvador'da yaşıyorlarmış. Kurtuluş Savaşı'nda cihat ilan edilince yaşadıkları toprakları bırakarak ailecek Kurtuluş Savaşı'na katılmışlar. Soyadı kanunundan sonra da geldikleri toprakları unutmamak için Salvador soyadını almışlar.

Soyadı safsatasını bırakalım. İnsan anasını, babasını, milliyetini, dinini seçemediği gibi soyadını da kendi seçemiyor. Oradan birkaç sınıf arkadaşımla inerek kendimize ayrılan otobüse geçtim. Sonra da sınıfın dışlanan kızının yanına oturdum. O dışlanıyordu ben ise fark edilmiyordum. Fark edilmemek mi kötüydü? Dışlanmak mı bilmiyorum. Dışlanan kızın bile beni beğenmediğini fark ettim. Ondan bile daha alt seviyedeydim sanırım. Dışlanmaya bile layık görülmüyordum.

İkimizin birleşmesinden iyi bir wattpad kitabı çıkardı. Büyük puntolar ile "Dışlanmışlar." Motto olarak ta; "Stefen Zweig hayatlarını görse buna da şükür derdi."

Kızla hiç konuşmadan yolculuğu tamamladık. Dönüşte acele etmeliydim ve cam kenarını kapmalıydım. Ayasofya tarafında Yerebatan Sarnıcını gezecektik. Medusa heykelleri filan. Yok bakan taş oluyormuş da şöyle olmuş, böyle devam etmiş diye sürüp giden bir sürü mitolojik saçmalıklar. Otobüsümüz otopark alanına yanaşmadan bir anda gök gürültüsü ile birlikte sağanak bir yağış başladı. Ekim ayının başındaydık ve bu yağmur çok ta alışılmış bir şey değildi. Öğretmenimiz; "Dünyanın ekseni kaydı, mevsimler değişti..." diye bir şey mırıldandı kendi kendine. Bizim Türk halkı olarak asıl sorunumuz da bu, her şeyden haberimiz var, her şeyden...

Bardaktan boşalırcasına yağan yağmurda cam kenarına kafamı yaslayıp yağmur sesini dinlemek ve gerçekleşmeyecek hayaller kurarak uykuya dalmak için her şeyi yapabilirdim.

Öğretmenimiz; "Sanırım gezimiz iptal..."

Otobüsün içindeki tüm öğrenciler hep bir ağızdan 'of ve mö' karışımı sanırım Türkçedeki anlamı üzülmek gibi bir şey olan sesi çıkardılar. Benim için tek sorun cam kenarına geçememekti. Bir yandan gözlerimi kapatmıştım ve lavabo ihtiyacı olursa direk cam kenarına zıplayacaktım. Kırda otunu yiyip her şeyden habersiz bir geyiği gözetleyen kameraman ve aslan gibi pusuya yatmış bekliyordum.

Öğretmenler kendi aralarında kısa bir WhatsApp görüşmesi yaptılar. Sanırım okula dönmek istemeyen yalnızca öğrenciler değildi. Şiddetli yağmur yaklaşık 12 dakika sonra sona erdi. Hepimiz hızla Yerebatan sarnıcının giriş kapısında sıra olduk ve biraz bekledikten sonra da içeriye girdik.

İçerisi rutubetli bir bodrumu andırıyordu
İçerisi rutubetli bir bodrumu andırıyordu. Zeminde su vardı ve bir sürü madeni para pırıldıyordu. Medusa heykelleri de tersti. Öğretmenimiz Yerebatan sarnıcı hakkında bilgiler verirken, İstanbul üniversitesi Arkeoloji bölümü öğrencileri de oradaydılar. Onların öğretmenlerinin sözleri dikkatimi çekti ve onları dinlemeye başladım;

"Dünya üstünde farklı dünyalara açılan yedi tane kapı olduğu yapılan son araştırmalarda ortaya çıktı. Bunlardan bir tanesinin Mısır'da Keops piramidinin önündeki sfenks heykelinden girildiği düşünülen bir odada, bir tanesinin ise Ayasofya ile Yerebatan sarnıcının etrafında bir yerde olduğu düşünülüyor. Diğer 5 kapının ise kayıp olduğu hala güncel durumda. Geçen sene İngiliz arkeologlar tarafından ortaya çıkartılan, altının üzerine işlenmiş ölü dünyanın yazmaları adını verdikleri eserde bu iki kapının varlığı kanıtlanmıştır. Bu kapılar tek taraftan çalıştırabiliyor. Fakat bunun için doğru bir kombinasyon gerekiyor. Yüzlerce sembolden 369 tanesini doğru sıra ile yerleştirmek gerekiyor ki, bu kombinasyonu şu anki teknoloji ile çözebilmek imkansız."

"Ölü Dünya Yazmalarının başında şöyle bir ifade var; 'Doğudan batıya, yedi dünyaya sesleniyoruz, ey ölümlüler kulak verin; korkunç titanlardan, zalim tanrılardan ve acımasız canavarlardan kaçtık. Maden ocaklarında öldü bazılarımız, bazılarımız piramitleri inşa ederken. Bazılarımız zevk için olimpiyat denilen gladyatör oyunlarında. Onlar gelmeden mutlu bir hayatımız vardı. Gökyüzü karanlık değildi. Bir gün gökyüzünden indi titanlar, onların çocukları tanrılar ve evcil hayvanları. Dünyamızı kaosa sürüklediler. İddiaları bizi kendilerinin yarattığıydı. Onlara inanmayanlar madenlerde çalıştırıldı, evcil hayvanlarına yem edildi. Bizler ise korkudan onlara secde ettik. Yaşam pınarındaki bilgelik suyundan içtik. Tanrıların silahlarını çalarak yenidünyaya geldik. Yedi ırk kaçmayı başardı bu zulümden."

Bir öğrenci parmak kaldırdı. Öğretmen ona söz verdi.

"Hocam, peki neden burada antik dünyanın örnekleri var, Hala o eski tanrıların hikayeleri nesilden nesile aktarılmış."

"İnanç... İnanç insana paranın bile yaptıramayacağı şeyler yaptırır. Bazı şeyler yolunda gitmedi mi insan kendine bir kurtarıcı arar. Buraya gelip eski hayatını özler. Sayıları belki milyonları bulan bu yedi ırk yenidünya adını verdikleri bu dünyada tutunamayıp onlara inanmaya tekrar başlamış olabilirler. Geldikleri dünyaya gidip gelmek istemiş olabilirler. Sana daha ilgincini söyleyeyim, Thor, İskandinav mitolojisinde devlerle savaşan bir tanrı. Ölü dünya yazmalarının bulunduğu yerde, Thor muskaları, Athena, Poseidon, Demeter gibi tanrıların sembolleri, Sfenk, Anubis gibi tanrıların heykelleri de bulunmuş. Şimdilik habere erişim yasağı geldiği için geniş bir bilgi ne yazık ki yok. Şu andan itibaren gelen her haber kirli ve şüphe ile yaklaşılacak nitelikte."

Öğrencilerden bir tanesi elini kaldırdı;

"Hocam, Doktor Jones gerçekten de iddia edildiği gibi şizofren hastası mı?"

Hoca güldü. "Kendisini uzun zamandır tanırım, şizofren ilan edilmeden birkaç gün önce konuştuk gayet aklı başındaydı. Bu dünya sırlarla dolu bayanlar ve baylar. Hükümetlerin çıkarlarına uygun konuşmazsanız, deli de ilan edilirsiniz başka bir şeyde."

Öğrencilerden bir tanesi konuşmak için söz istedi;

"Hocam bir sitede, Olimpos'un aslında ayın karanlık yüzeyinde olduğu. Kaf dağının da burada olduğu söyleniyor. Titanlar ve Tanrıların uzaylı olduklarını, dünyaya indikten sonra dünyadan dışarıya çıkmaya çalıştıkları için bu boyutsal kapıları açtıklarını fakat kendi dünyalarına dönemediklerini yazıyor. İnsanları da bu amaç uğruna kandırıp kullanmışlar."

Üniversite öğretmeni sakalını okşadı;

"Mısır piramitlerini hepimiz kralların mezarları sanırız öyle değil mi? Aslında Mısır piramitlerinin hepsi elektrik üreten ve enerji çıkışı girişi olan yapılardır. Mısır tanrıları belki de, dünya dışındaki canlılarla iletişim kurabilmek için böyle bir yapı yapmış olabilirler... Farkında mısınız bilmiyorum? Her ırkın kendine ait nuh tufanı vardır, Çin'de başka, İsveç'te başka, Mayalarda başka, herkesin kanatlı atları, devleri, ejderhaları, kanatlı aslanları, ölüm yiyenleri ve bir sürü fantastik canavarları vardır. Hepsinin adı başkadır, fakat şekilleri aynıdır ve aynı şekilde öldürülebilirler. Bu kadarı da..."

"Ada, Salvador"

Öğretmenim başıma dikilmiş ve burada ne yaptığımı sorarcasına bir bakış atmıştı bana.

"Medusa, bakışları ile insanları taşa çeviriyormuş..."


Loading...
0%