Yeni Üyelik
3.
Bölüm

Bölüm 2: İzci

@emrah

"Ada, Salvador"


Öğretmenim başıma dikilmiş ve burada ne yaptığımı sorarcasına bir bakış atmıştı bana.


"Medusa, bakışları ile insanları taşa çeviriyormuş..."


"Gezimiz bitmek üzere ama sen burada üniversite öğrencilerinin dersini mi dinliyorsun?"


"Gözüm dalmış."


"Gel benimle."


Akıl ve mantık dışı olan üniversite dersini dinlerken öğretmen bu sohbeti bölmüştü. Dinlemesi gayet keyifliydi. Birkaç taş sütun daha izledikten sonra Ayasofya'yı gezmeye başladık. Peşine Sultan Ahmet Camii'ni de gezerek turu tamamlamıştık. Tur otobüsüne dönerken tekrardan sağanak bir yağmur başladı. Gökyüzü tamamen bulutlarla kaplıydı ve hava son derece pusluydu. Benim ise aklımda tek bir şey vardı cam kenarını kapmak. Daha önemli bir şey yoktu benim için. Hızla koştum ve otobüsteki cam kenarını kaptım. Gelirken yanıma oturan kız bir şey söyleyecek oldu ama çenesini kapalı tuttu. Çenesini kapalı tutmasa da bir kavgaya hazırdım.


Eve döndüğüm zaman televizyon her zamanki gibi açıktı. Yemeğimi yerken ailem haber izlemekten keyif alırdı. Haberlerde yine trafikte dehşet saçan magandalar, kiracısını darp eden ev sahipleri gibi haberler vardı. Fakat dikkatimi çeken bir haber duydum;


"Bugün Sultan Ahmet Meydanında çok garip bir şey yaşandı. Sultan Ahmet meydanının bir kısmında sağanak yağmur yağarken, bir kısmında ise güneş vardı. Gökkuşağını gören vatandaşların hepsi telefonlarına sarılarak bu anı kaydettiler."


"Biz de bugün oradaydık."


"Sahi mi? Islandınız mı?"


"Hayır baba. Biz girerken sağanak yağmur başladı ama sonra dindi."


"Kalabalık mı?"


"Çok kalabalık ama yerli turist görmek zor, her yer yabancı. Tabelalar yabancı, garsonlar yabancılara hizmet ediyor. Dönüşte bir yemek yiyecek olduk, kimse dönüp bakmadı bize..."


"Bakmazlar tabi, sizde para yokta ondan. Sonra ne yaptınız?"


"Türk lirasına değer veren bir yerde yedik bizde. Gayet güzeldi."


Ailemle kısacık sohbetin sonunda oldukça yorgun olduğunu hissettim. Ayaklarım tutmuyordu resmen. Odama çekildim ve kitap okurken uyuya kaldım. Rüyamda üniversite öğretmenin söyledikleri hakkında bir sürü saçma sapan rüyalar gördüm. Uykumda bir sağa bir sola döndüm, öğretmenin dedikleri aklıma mıh gibi saplanmıştı. Sabaha kadar 7 kapıyı arayıp durdum. Hem de nerede dersiniz? Okulumuzun avlusunda. Tam buldum diyorum at nalı çıkıyor. Kaz babam dur toprağı. Derslerimin etkisinde bu kadar kalsam profesör unvanı alırdım kesin de, bu konunun derslerimle alakası yoktu.


Sabah uyandığımda üzerimden dozer geçmiş gibi hissediyordum. Aslında hemen yorulan biri değilim fakat bunu ilk defa tecrübe ediyordum. Yataktan resmen kazımıştım kendimi. Sürünerek lavaboya gitmeyi başarmıştım. Oldukça korkunç bir sabahtı benim için. Kayıp kapıları aramak bile daha çekilebilir bir şeydi.


Okula geldiğimde yine kimse beni fark etmedi. Annem, babam, abim, ablam ve kardeşimin ilgisi olamasa bu dünyanın bir parçası olmadığıma inanırdım.


Size de oluyor mu bilmiyorum ama yaşım ilerledikçe kendimi değersiz hissetmeye başladım. Sanki görünmez bir zırh giymiştim üstüme ve insanlar beni fark etmiyorlardı.


Bir hiç olmak çok üzücü... İnsanlar hep aranmak ister, dinlenmek ister, hayatta bir kez de olsa önemli olmak ister. Fakat bu benim hayatımda hiçbir zaman olmadı.


Sınıf arkadaşlarım bir yere gidecekleri zaman asla bana haber vermezler veya yarım ağızla davet ederlerdi. Benimle dertlerini paylaşırlar ama asla benim dertlerimi dinlemezlerdi. Zorbalığa uğrayanlardan her hangi bir farkım yoktu. Tek farkım fiziksel değil psikolojik bir şiddet yaşamamdı. Manipülasyona maruz kalıyordum. Umursamıyor gibi görünsem de tüm sınıf, öğretmeni beklerken ya da öğretmen sınıftayken tahtaya doğru atılıp tüm sınıfa ben buradayım demek istiyordum. Sonra bu istek bir saman alevi gibi sönüyordu. Kendimi bu kadar değersizleştiremezdim. İyi kötü bir itibarım vardı sonuçta. Kimsenin gözünde olmasa da, kendi kalbimde...


Kendimle savaşıyordum her zaman. İç sesim sürekli benimle savaş halindeydi. İnsanın kendi iç sesi savaş halinde olur mu? Benim ki benimle savaşıyordu. İçimde sanki farklı bir ben vardı. Aynı zamanda takip edilme hissi. Sanki birileri beni takip ediyor attığım her adımı izliyorlardı. Bu düşünceler hızla gelip geçiyordu beynimde. Sürekli bunları düşünerek yaşasam sanırım kendimi bir akıl hastanesinde bulabilirdim.


Yerebatan sarnıcının oraya gittiğimiz günden beri, orası beni çağırıyordu. Yerebatan sarnıcı aklıma geldikçe, sanki sevdiğim bir insan vardı orada ve onu görme isteği uyandırıyordu bende. Odam dışında, ilk defa bir yere karşı aidiyet hissediyordum. Bunun ne olduğu konusunda her hangi bir fikrim yoktu. Rüyalarıma girmeye başlamıştı. Sabah uyandığımda net hatırladığım, sonrasında ise yavaş yavaş unutmam gerekirken hala aklımda bir hatıra gibi olan rüyalardı bunlar.


Hafta içi bir gün okuldan kaçtım ve Yerebatan sarayına doğru gitmeye karar verdim. Okuldan kaçtığım gün sevmediğim derslerin olması bir tesadüftü tamamen. Çok kolay bir şekilde Yerebatan sarnıcına ulaştım. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru saymazsak. Sıra olmasına rağmen çok kolay bir şekilde içeriye girdim. Sanki önümdeki insanlar bana müsaade etmişlerdi. İçeri girdiğimde de evimdeymişim gibi bir rahatlık hissettim. Nereye gittiğimi bilmiyordum ama nereye gittiğimi biliyor gibi hareket ediyordum. Duvarlarda yazıları okuyabiliyordum.


'Bu kapıyı Medusa koruyor.'


Bunları nasıl okuyabildiğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Belki de bir rüya görüyordum. Girilmez yazan yere doğru yürümeye devam ettim.


'İzci geçiş anahtarı ile geldiğinde görünmez bir zırh taşır.'


'İstese de ölümlüler onu göremez, duyamaz.'


Görevlilerin yanından elimi kolumu sallayarak çok rahat yürüyordum. Sonunda karşımda bir kapı gördüm. Madalyonum elimdeydi. Daha önce geldiğimde ise boynumda takıyordum. İçeri girmeden elime almamı söylemişti iç sesim. Ben de onun dediğini yaptım. Kapının bir tarafı kırıktı veya bilerek eksik bırakılmıştı. Üstünde şöyle yazıyordu;


'İzci eksik parçayı taktığında mekanizma hareket eder.'


'İzci'nin diğer dünyaya geçmesi için çok az vakti vardır.'


'Madalyonu yanında götürmelidir. Yoksa bir daha geri dönemez.'


Elimde tuttuğum madalyonu yapbozun eksik parçasını takar gibi kapıya doğru yaklaştırdım. Ne olacağı hakkında herhangi bir fikrim yoktu. Madalyonu yaklaştırdıkça mekanizma titremeye başladı. Ufak bir depremi andırıyordu ve çatıdaki toz parçacıkları üstüme yağmur gibi yağıyordu. Mekanizmanın etkisi halindeydim. Madalyonu tuttuğum elimin baş parmağını bir örümcek ısırdı o an. Canım çok yanmıştı ve madalyon elimden düştü. Mekanizmanın titremesi bir anda durdu ve kendime geldim. Madalyonu yerden hızla aldım ve hızla kendimi Yerebatan sarnıcından dışarıya attım.


Dışarıya çıktığımda nefes alamıyordum. Astım krizi gibi bir şey yaşadığımı fark ettim ve düşmemek için orada duran turnikelere tutundum. Ciğerlerimdeki hava tükenmiş gibi hissediyordum. Birkaç dakika sonra kendime geldim. Neydi bu şimdi? Gerçek miydi? Yoksa deliriyor muydum? Beynimin bana oynadığı bir oyun muydu? Kimse tarafından fark edilmeyen ben kendimi önemli hissetmek için kafamda hayaller mi kuruyordum? Bu hayalleri gerçek sanacak kadar hastalığım ilerlemiş miydi?


Yürümeye başladım ve dikili taşın önüne geldim. Oradaki sembolleri de okuyabiliyordum.


'İzci kaderinden asla kaçamaz.'


'İzci tüm yaşayanları ve ölüleri huzura kavuşturacak.'


O sırada bir gök gürültüsü hissettim. Sonra da bayılmışım. Sedyeye alındığımı hissettim. Etraftaki sesleri duyabiliyordum. Sadece düşündüğümü vücudum uygulamıyordu.


"Kimliği belli mi?"


"Ada Selvedor"


"Yok Ada Survivor" demek istedim ama içimden diyebildim. Sonrasında tekrardan bayılmıştım. İnşallah telefonumu birisi o arada indira gandi yapmamıştır. Daha taksiti bitmedi. Ailemin dilinden asla kurtulamam. Aylarca telefonumun başına gelenleri başıma kakıp dururlar...


"Bir haberimizde İstanbul'dan, bugün Sultan Ahmet Meydanında akıllara durgunluk veren bir olay yaşandı. Ortaokul öğrencisi Ada Salvador dikilitaşı incelerken üzerine yıldırım düştü. Acilen hastaneye kaldırılan Ada Salvador'un hayati tehlikesinin sürdüğü belirtirdi."


Loading...
0%