Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Tanıtım

@emrah

Kitabın Adı : "ONLAR" Yaşanmış Gerçek Cin Hikayeleri


Yazar : Emrah Kapışkay


instagram sayfası : ekapiskay lütfen takip etmeyi unutmayın. Kitap satan her yerden yada isterseniz indirimli olarak trendyoldan alabilirsiniz.


1. Bölüm: 'Aşkın Göz Yaşları'


"Hiç şüphesiz insanlardan bazı insanlar, cinlere sığınırdı, (insanların cinlere sığınması, cinlerin) azgınlığını arttırırdı." Cin Suresi 6. Ayet


Bu yazılanlar, Hacı Alişir Hoca'nın not defterinden ve musallata uğrayan kişinin Hacı Alişir Hoca'ya anlattıklarından yola çıkılarak öyküleştirilmiştir. Kişi ve kişilerin yakınlarının zarar görmemesi için isimler değiştirirmiş olup, yer bilgilerinde detaya girilmemiştir.


Yıl: 1996


Yer: Kocaeli


Yaşanan bu olayı bilen, duyan çok insan olduğu için yer adı tam olarak verilmemektedir.


1994 yılında on dokuz yaşıma girmiştim. Sevdiğim adam ise askerden gelmişti. Orta okuldan beri onunla görüşürdük. İkimizin de tahsil hayatı kısa sürdü. Ailem beni orta okuldan sonra liseye göndermezken, o ise kendi isteği ile okulu bırakmıştı. Askerden geldikten sonra, evlenmek için önümüzde herhangi bir engel kalmamıştı. Beni istemeye geleceklerdi. Ailem, Mahmut doğulu olduğu için, bu evliliğe çok sıcak bakmıyor ve akrabalarımdan biriyle beni evlendirmek istiyordu.


Sonunda Mahmut'un ailesi ve Mahmut beni istemeye geldiler. Fakat tutucu babam ve annem, onları döver gibi evden gönderdi. Babam, Mahmut'un ailesine demediğini bırakmadı. Bir tek yüzlerine küfür etmediği kalmıştı ki, onları kovduktan sonra onu da yaptı.


Bu olay beni tamamen yıkmıştı. Beni istemeye geldikleri akşam, sabaha kadar ağlamıştım. Çok utanıyordum ve çok mahcup olmuştum Mahmut ve ailesine karşı. Artık onunla görüşecek, onun suratına bakacak yüzüm yoktu.


Babam bu kadar sert konuşmasa belki bir yol bulunurdu ama kapıyı sonsuza dek kapatmıştı.


İçimde derin bir acı vardı. Bu acıyı bastıramıyordum. Yemek yaparken, ev işlerini yaparken gözlerimden yaşlar boşalıyordu. Babam ağladığımı görse canıma okurdu da, kimseye belli etmeden acımı yaşamaya çalışıyordum.


Ailem, ben Mahmut'a kaçarım korkusuyla beni asla yalnız bırakmıyordu. Sürekli göz hapsindeydim, nereye gidersem gideyim yanımda hep ailemden birileri vardı.


Çok bunalmış ve sıkılmıştım. Mahmut'un beni istemesinin üzerinden bir sene geçmişti. Mahmut çoktan başka biriyle sözlenmişti ve çok mutlu olduğu kulağıma geliyordu. Kıskanmamıştım. Mahmut iyi biriydi ve mutlu olmayı hak ediyordu. 'Benim ona veremediklerimi inşallah şimdiki sözlüsü verir' diyerek, her vakit kıldığım namazdan sonra kendim için değil, Mahmut için dua ediyordum.


Benim için dua edilecek bir şey kalmamıştı. Birisini göstereceklerdi ve iyi ya da kötü, biriyle evlendireceklerdi. Ailem artık bana kimi münasip gördüyse...


Okuduğum dini kitapların bir tanesinde 'Hüddam' kelimesini gördüm. Ne olduğunu az çok biliyordum ama tam olarak hakim değildim. Bu konu hakkında bildiğim şey, Hz. Süleyman'ın, tüm cinleri kontrol ettiği ve onları çalıştırdığıydı. Bu ilim hakkında bildiğim tek şey buydu. Gerisi dedikodudan ibaretti.


O kadar yalnız ve çaresizdim ki, bu ilme merak salmaya başladım. Birkaç hoca ile görüştüm. Birkaç kitap aldım. Okumaya başladım. Okudukça merakım artıyordu. İçimdeki boşluğu doldurmaya çalışıyordum. Cinlerin sırlarına ortak olmak istiyordum. Gözümdeki perdenin inmesini arzuluyordum artık.


Kuran-ı Kerim'de geçen birkaç surenin ayetlerini okumaya başladım. Gece gündüz okuyordum. Hiçbir cin çağrıma cevap vermiyordu.


Arkadaşlarla toplanıp birbirimize anlattığımız korku hikayeleri gibi değildi. 'Fincanla ruh çağırdık', 'cin musallat oldu' gibi basit bir şey değildi. O hikayelerin de yalan olduğunu anlamıştım.


Aradan haftalar, belki de aylar geçmişti. Vakit namazlarımı kılıyor, sonra ev işlerine yardım ediyor, sonra da açıp, bana söylenen sureleri ve ayetleri okuyordum. Arapça bilmeyen annem ve babam ise 'Kızımız Kuran okuyor' diye seviniyorlardı.


Bir gece rüyamda, tüm ailem toplanmış oturuyorduk. Mahmut beni istemeye gelmişti. Babam ve annem neşeliydi. Rüya olduğunu anlamamıştım. Tepedeki lambanın ışığını, yanan sobanın sıcaklığını hissediyordum. Babam ve annem; "Bir de kızımıza soralım." dediklerinde, konuşmaya çalışıyordum ama sesim çıkmıyordu. Bağırıyordum ama sesim çıkmıyordu. Hepsi bana bakıp gülüyorlardı. Sonrasında ayağa kalktığım an, hepsi birden beni çevreleyip, sıkıştırmaya başladılar. Nefes alamamaya başladım. Metalik ve anlaşılması güç bir ses ile; "Sen bize hükmedeceğini mi sanıyorsun pis çamur?" diye bağırdılar.


Bu sırada "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden aptuhu ve resuluhu" diyordum. Kaç kere tekrar ettim, hatırlamıyorum. Kelime-i şehadet getiriyordum. Çünkü beni resmen boğuyorlardı ve öleceğimi hissediyordum.


2. Bölüm: 'Defineyle Gelen Lanet'


Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır. Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya çıkarmak için şerle de hayırla da imtihan ediyoruz. Sonunda zâten bize döneceksiniz.


Enbiyâ / 35. Ayet


Bu yazılanlar, Hacı Alişir Hoca'nın not defterinden ve musallata uğrayan kişinin Hacı Alişir Hoca'ya anlattıklarından yola çıkarak öyküleştirilmiştir. Kişi ve kişilerin yakınlarının zarar görmemesi için isimler değiştirirmiş olup, define arayanları uyarmak maksadıyla, bu hikâyede yer detayı verilmiştir.


Yıl : 1998


Yer: Kocaeli / Gebze


Ali anlatıyor:


Define aramak, kumardan beter bir illet. Allah düşmanımın başına vermesin. Adım Ali, olay yaşandığında 23 yaşındaydım. Biz dört arkadaştık. Gebze'de bekar evinde yaşıyor ve hepimiz Gebze Organize Sanayi Bölgesi'nde çeşitli fabrikalarda çalışıyorduk. Kars'tan gelmiştik, çocukluğumuzdan beri sürekli define işleri ile uğraşır, zengin olmanın hayallerini kurardık.


Genelde, Kars, Ardahan Ağrı ve Erzurum'da, Ermeni mezarlarını kazar, bırakılan birkaç parça değerli veya değersiz şeyleri satar, iyi kötü yolumuza bakardık. Bir sürü işaretli yerler de biliyorduk, fakat yaşadığımız yerin coğrafyası yüzünden, jandarmalar en ufak bir seste geldiği için kazmaya cesaret edemezdik.


Gebze'nin Şile yolunu bilenler bilir. Sağlı sollu, güzel bir ormanlık alanın içinden geçersiniz. Ufak tefek köylerden geçerek Şile'ye varırsınız. Yaz aylarında bu yolu kullanarak denize giderdik. Bazen Bayramoğlu'nda takılsak da, bazen Şile tarafına giderdik. Şile bizim için daha cazip geliyordu. Denizi, havası daha temizdi.


Çalıştığım yerde Mehmet adında bir aşçı vardı. Gel zaman git zaman iyi arkadaş olmuştuk onunla. Sık sık bize gelir giderdi. Bir ara bir defineden bahsetti. O defineden bahsedince, Oktay'ın ve diğer arkadaşlarımın gözleri döndü. Bölgede çok fazla kare oyma, yuvarlak oyma, Horosan ile kaplı yerler, merdivenler, işaretler olduğundan bahsetti. Bölgenin Şile yolunda olduğunu, yoldan uzakta bir yerde öylece durduğunu anlatan Mehmet, bizim iştahımızı kabartmıştı.


Cumartesi günü keşif için bölgeye gitmeye karar verdik. Oktay'ın babasından kalma arabasına atladığımız gibi, Şile yoluna koyulduk. Gebze'nin Tepemanayır Köyü'nü geçtiğimizde, Değirmen Çayırı'na gelmeden, hemen sol tarafta bir çıkıntıya arabayı park ettik.


Sonra da ormanın içine daldık. Sabah erken bir vakitte gelmiştik ve gözlem yapıyorduk. Sonunda Horosanla kaplı duvarı ve üzerinde bulunan haç sembolünü gördük. Yan tarafta da bir merdiven vardı. Merdivenden çıktığımızda, kayaların aşınması ile oluşan, kil dediğimiz toprağı gördük.


Bu bölgeyi araştırdıkça, heyecandan gözlerimiz dönmüştü. Bölgeyi araştırmaya devam ediyor, hangi yerden başlamamız gerektiğini düşünüp duruyorduk.


Sonunda Murat Abi bir kelebek işareti gördü. Orayı kazmamız gerektiğini söyledi. Eve döndük ve karanlık olmasını bekledik. Biraz da uyumamız gerekiyordu. Kelebek işaretinin yanını kazmaya başladık. Toprak çok sertti ve çalışmalar istediğimiz gibi kolay gitmese de dönüşümlü olarak kazmaya devam ediyorduk.


Sabah olmuştu artık. Çobanların gelebileceğini düşünerek oradan ayrıldık. Karanlık çöktüğünde yine oradaydık. Sonunda mezar girişini bulmuştuk. Bir sürü eşya vardı. Kolyeler, yüzükler, küpeler, gözyaşı şişeleri, paralar... Hepsini alüminyum folyolara sarıp, bir çantanın içine doldurduktan sonra oradan ayrıldık.


Zengin olduk diye seviniyorduk. Bir sürü eşya çürümüş ve kötü durumda olsa da bizim gözümüz hiçbir şeyi görmüyordu. Murat Abi'nin vasıtası ile bu bulduğumuz eşyaları, gösterdiğimiz ilk kişinin belirlediği fiyata verdik.


Çok para uğruna malzemeyi yakalatabilir ve çok ciddi hapis cezaları alabilirdik. Bu işleri bilen bilir. Ciddi alıcıya satılır, satılmaz ise malzemeyi yakalatırsınız.


Elimize hepimizin toplam bir yıllık maaşından daha fazla para geçmişti. Fakat paranın hayrını gördük dersem, yalan söylemiş olurum. Murat Abi kendine düşen para ile bir tane traktör aldı ve memlekete, babasına gönderdi. Fakat traktör bir ay içinde çalındı. Çalıştığım iş yeri kapandı ve paramızı alamadan beni ve Mehmet'i kapının önüne koydular. İşsiz işsiz takıldığımız için parayı, pavyonlarda Mehmet ile birlikte harcamamız çok uzun sürmedi. Serdar zaten bizi pavyona alıştırmıştı, o da bizimle birlikte parayı bitirdi. Oktay parayı ailesine göndermiş, onlar da yeni bir ahır yapmışlardı. Fakat elektrik aksamından çıkan yangın sonucu, içindeki hayvanlarla birlikte ahır kül olmuştu. Ne gariptir ki, para ne zaman bitti, o zaman ben ve Mehmet iş bulduk.


Yani anlayacağınız, elimize geçen üç kuruş paranın hayrını görmemiştik. Fakat beşimiz de umutluyduk. Çünkü ganimet elimizin altındaydı. Bir yeri kazıp, yeniden paraya boğulabilirdik.


Tekrar keşfe gittiğimizde, üç tane üçgen biçiminde oyma gördük. Üç odalı bir mezardı bu. Burayı kazmalıydık ve zengin olmalıydık. Özendiğimiz, istediğimiz hayata kavuşmalıydık. Para hemen bitmemeliydi.


Kazmaya başladığımızda, birbirimize çaktırmasak da, üzerimizde bir gerginlik, bir sinirlilik ve korku vardı. En ufak bir seste bile 'Jandarma mı geldi?' diyor, çakal ulumalarında titriyorduk. Ne zaman kazmayı bıraksak, o zaman rahatlıyorduk.


3.Bölüm: 'Baldızımın Yaptığı Büyü'


Yoksa hayatı boyunca günah işleyip işleyip de, nihâyet kendisine ölüm gelip çattığında: "Ben şimdi tövbe ediyorum" diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tövbeleri kabul edilmeyecektir. Biz, böyleleri için can yakıcı bir azap hazırladık.


Nisâ / 18. Ayet


Yıl : 2004


Yer: Denizli


Eşimle aynı köydendik, çocukluktan tanışırdık. Biz il merkezinde otursak da sık sık köye giderdik. Çocukken oyunlar oynayarak başlayan arkadaşlığımız, zaman geçtikçe ve yaşımız ilerledikçe aşka dönüştü.


Askere gidene kadar bir otomobil tamirhanesinde usta olarak çalışıyordum. Askerden gelir gelmez Ebru ile nişanlandık. Babam ile birlikte bir otomobil tamirhanesi açtık. Arabaların bakımlarını yapıyor, kazalı veya arızalı arabaları tamir ediyorduk. Bununla birlikte araba alım satımı ile araba kiralama işine de girmiştik.


Babamın çevresi, benim de ustalığımın iyi olması sayesinde, işlerimiz yolunda gidiyordu çok şükür. Kısa sürede babamlarla aynı mahallede bir tane bahçeli ev bile almayı başarmıştım. Evin eşyalarını yavaş yavaş nişanlımla beraber gezerek alıyorduk.


Nişanlımın ilkokula giden küçük kız kardeşi Emine de laf söz olmasın diye bizimle gelirdi. Onunla da abi gibi ilgilenir, bir dediğini iki etmezdim. Aramız çok iyiydi Emine ile. Nişanlım arada sırada bize takılır, 'kıskanıyorum bak' derdi.


Ben, bizim ailenin en küçüğü olduğum için kardeşim yoktu. Emine'nin de abisi yoktu. İkimiz de birbirimizin bu boşluğunu dolduruyorduk.


Evi aldıktan bir sene sonra evlendik. Köyde güzel bir eğlence yaptık. Sonra da bir sene gibi kısa bir sürede birinci çocuğumuzu, sonra da ikinci çocuğumuzu kucağımıza aldık. Ebru bana birisi kız, birisi erkek, iki tane dünyalar güzeli evlat vermişti.


Özellikle kız çocuğum doğduktan sonra işler daha da artmış ve biz işlere yetişemiyor olmuştuk. Bazen Ebru'nun annesi, bazen de benim annem çocuklarla ilgilenmek zorunda kalıyordu.


Bir gece eve döndüğümde, baldızım Emine'nin suratının asık olduğunu gördüm. Karım Ebru'ya sorduğumda; "Onunla eskisi kadar ilgilenmediğin için biraz kıskançlık triplerine girmiş, kaç yaşına geldi, hala büyümedi bu çocuk, ne yapacağız bunla bilmiyorum." dedi. Ben de Ebru'ya cevap verdim. Emine'yi haklı buluyordum. "Biraz kızmakta haklı ama işlerim çok yoğun biliyorsun, çocuklarımın geleceği için çalışmak zorundayım, bir kaçamak bulursam sizi bir yerlere götüreyim." dedim.


Bir hafta sonu mangala götürmüştüm tüm ailemi. Emine'nin de bu sayede yüzü gülmüştü. O günden birkaç ay sonra köyde bir yangın çıkmış. Eşim Ebru'nun ailesi yangında feci bir şekilde, uykularında can vermişler, geriye bir tek eşimin kardeşi Emine kalmıştı.


Olaydan sonra Emine bize taşınmıştı. Emine ve Ebru için zor günler başlamıştı. Onların yüzünü güldürebilmek için her şeyi yapıyor, onları sürekli gezdirmeye, yüzlerini güldürmeye, kafalarını dağıtmalarına yardımcı olmaya çalışıyordum. Ebru yaşının da verdiği olgunluk ve annelik içgüdüsü ile biraz olsun toparlanmış olsa da Emine içine kapanmıştı. O dönem de liseyi zar zor bitirdi. Dershaneye gönderiyorduk ama ruh gibiydi. Akşam yemeğinden sonra odasına çekiliyor, bizimle doğru dürüst vakit geçirmiyor, hatta benim dışımda kimseyle konuşmuyordu. Birkaç kez konuşmayı denesem de kısa kısa cevaplar veriyor ve sohbet ilerlemiyordu.


Her şey Emine'nin yanımıza taşındığı günden altı ay sonra başladı.


Bir gece uyurken, yüksek bir yerden düşüyor gibi hissettim. Rüzgarı hissediyordum düşerken. Yer çekiminin beni aşağıya doğru çektiğini... 'Allah'ım bitsin' diye isyan ediyor, öleceksem öleyim diyordum. Sonunda gözlerimi yatakta açtım. Her yerim uyuşmuştu. Sanki kanım çekilmiş gibiydi. Eşim yanımda yatıyordu. Bir süre kollarımdaki ve ayaklarımdaki uyuşmanın gitmesini bekledim. Hareket ettiremiyordum bacaklarımı.


Lavaboya kalktım. Lavabodan çıkarken Emine'yi gördüm. Bana gülümsedi. "İyi geceler abiciğim, uyuyamadın mı?" dedi. "Kabus gördüm abim." diye cevap verdim. Emine'nin aylar sonra ilk defa gülümsediğine şahit oluyordum.


Önce bu rüya, sonra da bu... İkisinin bir bağlantısı olduğunu düşünmeden yatağıma yattım.


Bir sonraki gün sabaha teslim edilmesi gereken bir araç vardı. Birkaç tane parça bekliyorduk, parçalar da akşamüzeri elimizde olacaktı. Kargodan gidip teslim alacaktık parçaları. Denizlispor'da futbol oynayan bir futbolcuya aitti. Alkollü bir şekilde kaza yapmıştı. Bize işçiliğimizin iki katı vermiş ve en kısa zamanda yapmamızı söylemişti. Bende biraz yazıhanede uyumak istedim. Gece geç saatlere kadar çalışacaktım.


Rüyamda baldızım Emine'yi gördüm. Kardeş gözüyle baktığım kız, gözüme çok güzel görünüyordu, çok çekiciydi. Bir çay bahçesinde oturup sohbet ettik. Sonra da biraz dolaştık. İçimi ancak çocuklarım doğduğunda kaplayan bir huzur, bir mutluluk kaplamıştı sanki. Sonra uyandım. Fakat mutluluğum bitmesin diye gözlerimi kapatıp o anları düşünmeye devam ediyordum.


Rüyalarımı genelde çok hatırlamam ama Emine'yi gördüğüm rüyanın her detayını hatırlıyordum. Birkaç gün rüyanın etkisinden çıkamadım. Sonra da kendi şerefsizliğime kızdım. 'Sen nasıl bir adamsın? Kız, karının kardeşi ve sana abi gözüyle bakıyor.' diyerek kendi kendime kızıyordum.


Rüyanın etkisinden kurtulduğumda, tam unuttuğum sırada, aklımdan gittiği anlarda bir kere daha Emine'yi görüyordum. Eşime hissettiğim, eşime bakarken duyduğum derin duygulardan daha yoğunlarını yaşıyordum. Hayır, hiç cinsel bir münasebet olmadığının da altını çizeyim.


Bu durum devam ederken, Emine'ye bakışlarımın yavaş yavaş değiştiğini hissediyordum. Ebru ile ise aram kötüleşmeye başlamıştı. Ona artık tahammül edemiyordum. En ufak bir şeyden ya ben ona bağırıyordum ya da o bana bağırıyordu.


Ortalama haftada bir kere saatlerce kavga ediyorduk. Bazen bu sayı haftada ikiye çıkıyordu. Çocuklarla hiç ilgilenmediğimi, onunla hiç ilgilenmediğimi bahane ediyor, bazen de 'Yoruldum' diyerek sudan sebeplerle kavgalar çıkartıyordu.


4.Bölüm: 'Onlarla Anlaştım'


Bu kâfirlerin hâli, tıpkı Firavun hânedânı ile daha önceki kâfirlerin hâline benzer. Onlar da, âyetlerimizi yalanlamışlardı da Allah onları günahları sebebiyle kıskıvrak yakalamıştı. Allah'ın cezalandırması pek şiddetlidir.


Âl-i İmrân / 11. Ayet


Yıl : 2014


Yer : İstanbul / Beykoz


İlköğretim ve liseyi İmam Hatip'te okudum. Sonra da üniversite sınavına girerek İlahiyat Fakültesi'ni kazandım. İlahiyat Fakültesi'nden sonra Arabistan ve Mısır'da önce yüksek lisansımı sonra da doktoramı tamamladım.


Lise çağlarımdayken büyü konulu bir roman okumuştum. Çok hoşuma gitmişti. Sonra da sihir ve büyü olan romanları ve filmleri izlemeye başladım. Dinimizde en büyük günahlardan bir tanesi olduğunu biliyordum ama 'Aman ne zararı var, sadece izliyorum ve okuyorum.' diye içimden geçirerek ilk defa hata yaptım ve yaşadığım gibi inanmaya başladım.


Arabistan'da ve Mısır'da kaldığım zamanlarda, Antik Mısırlıların büyülerinin ilmine vakıf olmaya başladım. Ben araştırdıkça daha fazla bilgiyle karşılaştım. Doktoramı tamamladıktan sonra Türkiye'ye geri döndüm ve müftülükte göreve başladım.


Romanya'da bir yıllık bir görev vardı. Romanya'yı tanımak ve Romanya'daki büyücülerden bir şeyler öğrenmeyi çok istiyordum. Bir kişi gidecekti yalnız ve gitmek isteyen kişi sayısı bir hayli fazlaydı.


'Aman ne olacak? Kimseye zararı olmayan bir büyü yapacağım. Hem gitmek isteyenlerin çoğu evli ve çocuklu, bekarların da geneli nişanlı... Bu iş için en uygun kişi benim.' diye düşünerek kura zamanı sihir ve büyüye başvurdum.


Romanya görevini böylelikle almıştım. Orada kaldığım süre boyunca Rumen büyücülerden para karşılığı dersler aldım. Dönmeme birkaç hafta kala, ülkenin en iyi büyücüsü ile tanıştım. Birikmiş izinlerimi de kullanarak Romanya'da iki ay daha kaldım. Büyücünün işlerini yapıyordum, o da karşılığında bana bilgi öğretiyordu.


Rumen büyücü bana her defasında; "Bu işin dönüşü yok." diye telkinlerde bulunuyor olsa da ben dinlemiyordum.


Kalabileceğim kadar yanında kaldıktan sonra 2011 yılının Nisan ayında Türkiye'ye geri döndüm.


Ailemin ve etrafımdakilerin 'Artık 35 yaşına geldin, evlen' baskıları başlamıştı. Ben her defasında bir şeyleri bahane ediyordum.


Bir gün, müftülükteki işlerimi bitirdiğim sırada odaya bir kadın girdi. İstanbul Müftülüğü 'ne atanmıştı. Pazartesi günü işe başlayacaktı. İşe başlamadan önce bizimle tanışmak istemişti. Şubemizin fırlaması Sinan, hemen yerinden kalktı ve sıcacık gülümsemesi ile kıza elini uzatarak; "Hoş geldiniz. Ben Sinan." dedi. Kız elini göğsüne götürdü. Sonra başını öne eğdi, Sinan'ın elini sıkmadan; "Hoş bulduk. Ben de Defne." diyerek selamladı.


Yeni atandığını ve çalışacağı yeri görmek istediğini söyledikten sonra bizimle tanıştı. Başı öne eğikti. Erkeklerle göz temasından kaçınıyordu.


Defne'den etkilenmiştim. Tüm gece onu düşündüm. Hatta pazartesinin gelmesini iple çektim. Pazar günü heyecandan doğru dürüst uyuyamamıştım. Sonunda pazartesi günü gelmişti. Tam karşımdaki masada oturuyordu. İş ile ilgili, mevzuat ile ilgili konular hakkında bazen sorular soruyor, onun dışında sohbete fazla katılmıyordu.


Hakkında çok bir şey bilmiyorduk. Zonguldaklı olduğunu, yaşını, hangi üniversiteden mezun olduğunu biliyorduk sadece. Genelde müftülükte çalışan kızlarla arkadaşlık eder, onlarla birlikte yemeğe çıkar, sonra da başını bilgisayardan kaldırmadan işini yapardı.


Tam iş bitimine yakın yaptığımız sohbetlerin hiç birine katılmaz, kaytarmaz, mesai saatleri içinde, molalar dışında yalnızca işine odaklanırdı.


İçim ısınmıştı ona. Fakat başka birisi daha vardı, Sinan. Onun da gözü Defne'deydi. Hatta onunla her fırsatta konuşmaya çalışıyordu. Benim ise varlığımla yokluğumu fark etmiyordu bile Defne. Çünkü kızlarla daha önce hiç arkadaşlık yapmamıştım. Nasıl konuşulur bilmiyordum. Geldiğinden bu yana iki üç kelime konuşmuştuk. Sabahları birbirimize 'Günaydın' , çıkarken 'İyi akşamlar' diyorduk. Mevzuat hakkında sorusu olursa danışırdı. Konuşmalarımız bundan ibaretti.


Akşam olunca Defne çıktıktan sonra çıkmaya çalışırdım. Onu minibüs durağına kadar takip eder, o minibüse bindikten sonra motoruma atlar ve onu evine kadar takip ederdim. Sağ salim indiğine şahit olduktan sonra lojmanıma giderdim.


Defne'nin işe başlamasının üzerinden altı ay geçmişti. Her akşam onu düşünüyordum. Etrafında pervane olan Sinan'a yüz vermemesi umutlarımı daha da arttırıyordu. Ben bir görev için tekrar yurt dışına gittim. İşim biraz uzamıştı ve iki ay gelemedim. Her türlü bahanede müftülüğe telefon ediyor ve Defne ile telefonda konuşmaya çalışıyordum.


Defne'nin bana yardımcı olması, ona karşı olan hislerimi daha da kuvvetlendiriyordu. Döndükten kısa bir süre sonra, Sinan'ın yaptığı bir espriye güldüğünü gördüm. Aşırı sinirlenmiş ve kıskanmıştım. O gün herkes gittikten sonra ofiste kaldım ve Sinan'ın bir kişisel eşyasını yanıma aldım. Sonra da Beykoz'daki müstakil evimin bodrumunda duran büyü malzemelerimi çıkardım. Sinan'a büyü yaptım.


Birkaç gün geçtikten sonra Defne, Sinan'dan olabildiğince kaçıyordu. Sadece Defne değil, şubedeki bütün insanlar, sanki Sinan'a düşman olmuşlardı. Bu kadar etkili olacağını düşünmemiştim. Ardından da hakkında açılan bir soruşturma nedeni ile önce açığa alındı, sonra da kıdem tenzili alarak, sürüldü.


Sinan ile aralarını bozmama rağmen Defne'nin bana karşı ilgisi yoktu. Onu her gün takip etmeye devam ettim. Bir süre sonra müftülüğün kapısında birisi ile selamlaştı. Başta kardeşidir diye düşündüm. Sonradan durum anlaşıldı. Görücü usulü biriyle tanışmıştı. Yazın nişanlanmayı düşünüyorlardı.


Bu, benim için büyük bir yıkım oldu. Allah'tan istediğim Defne'yi başkası alacaktı. Nerede yanlış yapıyordum? Beş vakit namazını kılan, tüm dini vecibelerini yerine getiren biriydim. Neden Allah bana istediğimi vermiyordu? Böyle saçma sapan bir düşünceye kapıldım ve hafta sonu Romanya'ya gittim. Romanya'daki büyücü ile görüştüm. Sonra da bana bir şey teklif etti: Defne'yi elde etmem için cinlerle anlaşma yapmamı... Düşünmeden kabul ettim. Onu öyle çok seviyordum ki, onsuz bir hayatı asla düşünemiyordum. Pazar günü döndüm ve rapor ile yıllık izinlerimi kullanarak yeniden Romanya'ya gittim.


(Yazarın Notu: Anlaşma yapabilmek için yaptıkları şeylerin detaylarına girilmemiştir. Fakat inanan, iman eden hiçbir insan, bunlardan hiçbirini yapmaz.)


Onlarla anlaşma yapabilmek adına ne tür pislikler yaptığımdan ne tür küfürler işlediğimden bahsetsem, yüzüme tükürürdünüz. Fakat kalbimde ve beynimde, Defne ile evlendikten sonra tövbe edeceğimi, hiç kimseye zararı olmayan bir anlaşma olacağını, Defne ile evlenmek isteyen çocuğun onu daha yeni tanıdığını, Defne'yi ilk gören ve ilk sevenin kendim olduğunu ve Defne ile evlenmenin benim hakkım olduğunu düşünerek kendimi avutuyordum.


40. günün sonunda yaşadığım pislik dolu kulübenin dışında ismim söylendi. Kulübeden dışarıya çıktım. Gece yarısını geçmişti saat ama ismimi söyleyen kişi aydınlıktı. Etrafta yalnızca o görünüyor, başka hiçbir şey gözükmüyordu. Sanki tepesinde bir lamba vardı.


5.Bölüm: 'Kafası Olmayan Komutan'


Kullarımıza rızık olsun diye. Biz o yağmurla ölü toprağa can veriyoruz. İşte öldükten sonra kabirlerden çıkışınız da böyle olacaktır.


Kaf / 11. Ayet


Yıl : 2001


Yer: İznik


Abim ile ben köyde çobanlık yaparak hayatımızı sürdürüyorduk. Bilenler bilir, eski İznik - Yalova yolu vardır. Köylerin arasından ilerleyerek gidilir. Genelde oralarda hayvanlarımızı otlatırdık. Buralarda Hristiyanlara ait çok fazla define olduğunu, yöre halkı gibi biz de bilirdik. Hatta köyümüzün en zenginlerinden biri olan Muhittin Abi'nin, define bularak zengin olduğu dedikodusu vardı. Eskiden çok fakir olan ve mesleği su kuyusu açmak olan Muhittin Abi, köylere su kuyusu açmaya giderken bir anda zengin olmuş, köyümüze okul bile yaptırmıştı.


İstanbul'dan tutun, Bursa, Kocaeli, Ankara, hatta daha Doğu'dan birçok define meraklısı buralara gelirdi. Bize de sorarlardı aradıkları yerleri. Dere tepe gezdiğimiz için her yeri bilirdik. Genelde belli bir meblağ karşılığında yerleri gösterirdik. Defineciler buldukları işaretler doğrultusunda kazarlar, çok fazla uğraşırlar fakat bir sonuca varamadan ya jandarma tarafından yakalanırlar ya jandarmadan kaçarlar ve kazdıkları yer ifşa olur, ya da kazıyı bırakırlardı.


Kesin sonuç alabilen bir kişiye bile rastlamadık. Fakat bahar aylarından başlayarak Eylül-Ekime kadar gelenin, gidenin haddi hesabı olmuyordu.


Birine bir yer göstermeye gitmişti abim, ben ise koyunların başında kalmıştım. Abim gece yanıma zor dönmüştü. "Zengin olduk!" diyerek gülüyordu. Ne olduğunu sordum. Adamlara bir yer gösterdiğini, adamların kendi arasında konuştuklarını işittiğini ve yeri bulabileceğimizi söyledi. "Adamlar tekrar gelirse ne olacak?" dediğimde; "Saçmalama, gelmezler. Zaten bulamadılar da yeri. Ben biliyorum söyledikleri dereyi ve karşısındaki taşı." dedi.


Çok ikna olmasam da kabul ettim. Çadırımızı alıp, orada kamp kuracak ve kazı yapacaktık. Jandarma bizi tanırdı. Onlar bizden şüphelenmezlerdi, rahat rahat çalışırdık. Senelerdir komutan aynı kişiydi ve biz ona süt, yumurta, tavuk satardık.


Sonunda organizasyonu yapmıştık. Çadırımızı kurduk, dere kenarında hayvanlar otlarken, bizde rahat rahat kazmaya başladık. Genelde gündüzleri çalışıyor, geceleri ise dikkat çekmemek için hiçbir şey yapmıyorduk. Geceleri çalışırsak hem hayvanlar ürkebilirdi hem de çıkan sesten dolayı dikkat çekebilirdik.


Günler boyu kazmaya devam ettik. Sözde erzaklarımızı koyduğumuz çadırın içi artık büyük bir çukur olmuştu. İki, iki buçuk metreyi bulmuştuk. Sonunda bir mermere denk gelmiştik. Mezar kapağıydı sanki bu. Onun bir tarafını açtığımızda bir tane kafatası gördük. Başka da hiçbir şey yoktu.


Abim ve ben şansımıza lanet okuyorduk. İlk defa bir yeri kazmaya karar vermiştik ama o da çıka çıka boş bir mezar çıkmıştı.


Ertesi gün toparlanıp gitmeye karar verdik. Mezarı sorduğumda, zaten yağmurların geleceğini ve içinin suyla dolacağını, kapatmamıza gerek olmadığını söyledi. Zaten kazılıp kazılıp bırakılan bir sürü yer vardı.


Gece yarısı, bir at sesi gelmeye başladı. Dört nala koşuyordu. Bir anlam veremiyorduk. Hayvanlar ürkmüştü. Sağa sola doğru koşuyorlardı. Hayvanları bir arada tutabilmemiz mümkün değildi. At sesi yaklaşıyordu. At sonunda geldi. Üstünde kafası olmayan, yalnız gövdesi olan bir süvari -ya da komutan tam bilmiyorum- vardı.


6. Bölüm 'Can Yakan, Canının Yanacağı Günü Beklesin'


Sonunda biz Kãrûn'u da, evini barkını da yerin dibine geçiriverdik. Öyle ki, artık Allah'a karşı ona yardım edebilecek hiçbir grup yoktu; pek tabiî, kendi kendine yardım edecek durumda da değildi. Daha dün onun yerinde olmayı düşleyenler bu sabah şöyle diyorlardı: "Hayret! Demek Allah imtihan için kullarından dilediğine rızkı bol veriyor, dilediğine az veriyor. Eğer Allah bize lutufta bulunmasaydı, bizi de yerin dibine geçiriverirdi. Vay be; demek kâfirler asla iflâh olmazmış!..


Kasas / 81 ve 82. Ayet


Yer : Niğde


Yıl : 2009


Çocukluktan beri sevgili olan Şükrü ve Melike köy halkının dedikodu yapmaması için, her zaman gözlerden uzak, dere kenarında buluşuyorlardı. Melike için 'köyün en güzel kızı' derlerdi hep. Şükrü askerdeyken bile birçok kişi Melike'yi istemiş ama Melike kabul etmemişti. Melike'nin babası ve annesi "Kızımız kimi isterse, onunla evlenecek." diyerek bu istekleri reddediyorlardı.


Melike çakmak çakmak olan gözleri ile Şükrü'ye baktı. "Askerden de geldin. Ne zaman isteyeceksin beni?" dedi. Bunu söylerken utanmıştı. Şükrü; "Şehirde bir iş bulayım. Babam da tarlaya uygun bir alıcı bulsun, o zaman isteyeceğim." diye karşılık verdi. "Yaşıtlarım ikinci çocuklarına hamileler, Hacer üçüncüye hamile. Ben de artık evlenmek, anne olmak istiyorum." dedi başını öne eğip. Şükrü güldü. Sonra da eliyle Melike'nin yüzünü okşadı. "Merak etme, şu tarla satılsın bir... Hemen gelip isteyeceğim seni." diyerek gönlünü aldı. Melike gülümsedi. "Ben geç kaldım." diyerek ayağa kalktı. "Doyamıyorum sana kız Melike." dedi Şükrü. Melike "Evlenince artık..." diyerek ayağa kalktı. Üstünü düzeltip, evine doğru hızlı adımlarla yürürken, Şükrü ise arkasından hayran hayran bakıyordu.


İlkbahar geçti. Yaz tekrar geldi. Ne tarla satıldı ne de Şükrü Melike'yi istemeye geldi. Şükrü ne zaman evlenme konusunu açmaya çalışsa, aile büyükleri tarafından hep geçiştirildi. Her yaz olduğu gibi, o yaz da Avrupa'ya çalışmaya giden gurbetçiler köye geldi. Gelenlerden bir tanesi de Şükrü'nün teyzesinin kızı Leyla'ydı. Leyla on sekiz yaşına yeni girmişti. Şükrü onu uzun zamandır görmüyordu. Leyla da Şükrü'yü. Fakat kız kardeşler, evlatlarının evlenmesi için onlar daha ufakken anlaşmışlardı. Leyla'nın bundan haberi vardı ama Şükrü'ye bir şey söylememişlerdi. Şükrü'nün Melike ile konuştuğunu biliyordu tüm köy. Şükrü'nün annesi alttan alta işlese de Şükrü'yü, doğrudan Melike hakkında kötü bir şey söylemiyordu.


Şükrü her akşam olduğu gibi köy kahvesine gideceği sırada; "Bu akşam teyzen, enişten ve Leyla gelecek. Evde oturacaksın." diyerek kahveye gitmesine engel oldu annesi. Şükrü de çok anlam veremedi. Annesini ve babasını da kıramadı, evde oturmaya karar verdi.


Şükrü Leyla'yı gördüğünde, uzun zamandır görmediği kardeşini görmüş gibi hissetti. "Amma büyümüşsün, kocaman olmuşsun, son gördüğüm de çocuktun." diye takıldı. Leyla ise; "Büyüdüm artık, 18 yaşıma girdim Şükrü." dedi. Eskiden 'Şükrü abi' derdi. Şimdi ise sadece 'Şükrü' demişti. Şükrü bunu duyunca şaşırdı. Leyla'nın ona farklı bir gözle baktığını anlamamıştı.


Leyla ve ailesi çok oturmadan, bir saat içinde kalktılar. Şükrü'nün ailesi hemen söze girdi:


"Leyla da çok güzelleşmiş."


"Evlilik çağına gelmiş."


"Keşke şöyle bir gelinim olsa, iyi aile terbiyesi görmüş..."


"Onu da köydeki bekar gençler isterler yakında. Almanya'ya gitmek var işin ucunda. Burada olmayan imkanlar orada var."


"Baksana, muhtarın oğlu gitti geçen yaz İsveç'e. Bu yaz markasını bile bilmediğimiz bir arabayla geldi köye. Muhtarın karısında hava bin beş yüz..."


"Teyzenle enişten diyor zaten. Leyla evlenince eşi ile istedikleri son model arabayı alacaklarmış. Zaten çalışacağı fabrika da hazırmış. Leyla ile evlenecek adamın hayatı garanti... Buralarda sürünmeyecek."


Şükrü yorum yapmadı. Annesinin ve babasının düşünceleri aklını karıştırmaya yetmişti. O gece yatağına yattığında, anne ve babasının fikirleri aklına gelip durdu. Leyla'nın da ona 'Şükrü Abi' diye hitap etmemesi de bunda etkili olmuştu.


Ertesi gün Avrupa'ya giden arkadaşları ile konuştu. Onların hayatlarını sordu. Duyduklarından da etkilendi. Birkaç gün sonra yemekte annesi konuyu açtı:


"Leyla ile evlenmek ister misin?"


Bu teklif karşısında şaşırıp kalmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. "Melike ne olacak?" dedi. "Melike ile evlenirsen, bizim gibi bir hayatın olacak. Hayat boyu böyle mi yaşamak istiyorsun?" diye karşılık verdi babası. Annesi söze girdi: "İstediğinle evlenebilirsin. Karar sana ait. Biz sana düğün yapamayız. Ev tutamayız. Burada yaşar, tencerede ne pişer ise onu yersiniz." Şükrü şaşırdı. "Hani tarlayı satacaktık?" dediğinde annesi; "Satarsak önce teyzenlere borcumuzu ödeyeceğiz. Kadına deve yüküyle borcumuz var. Bugüne kadar sormadı. 'Düğün yapacak paraları var, borca gelince ödemiyorlar.' demez mi?" dedi. Tarlanın satılmasını istemediklerini açıkça dile getirmişlerdi. Şükrü bunun üzerine hiçbir şey diyemedi.


Melike'ye verdiği sözler, çocukluktan beri kurdukları hayaller geliyordu aklına. Sözünden dönmek istemiyordu. Leyla'yla evlenmek de cazip geliyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Ne yapması gerektiğini de... Bir tarafta sevdiği kadınla köy hayatı, bir tarafta ise Almanya'ya gitme şansı... Günlerce düşündü. O kadar çok düşündü ki, gözlerinin altı morarmıştı uykusuzluktan. Anne ve babasını karşısına aldı.


7. Bölüm 'Onları Bulma Hevesimiz'


Mahşer günü herkes gelip sadece kendisini kurtarmaya çalışacak, herkese dünyada iken yaptıklarının karşılığı eksiksiz ödenecek ve kimseye haksızlık yapılmayacaktır.


Nahl Suresi / 111. Ayet


Yer : Muğla


Yıl: 2017


Lise birinci sınıfta sınıf arkadaşı olup, hiç ayrılmayan dört arkadaştık. Her şeyi beraber yapardık. Beraber okuldan kaçar, hep birlikte dolaşırdık.


Bazen birimizin evinde toplanır, gece boyunca birbirimize korku hikayeleri anlatırdık. Aslında bunların çoğu kulaktan kulağa yayılan şehir efsaneleriydi.


Kerim'in evinde toplandığımız bir gece, Veysel hikâyeye başladı:


"Bir baba, yedi yaşındaki oğluna iyi geceler dilemeye gitti, aksi takdirde oğlunun uyku sorunu çekeceğini çok iyi biliyordu. Aralarındaki bir gece rutiniydi. Oğlunun battaniyesinin altında girdi. Baba, ilk bakışta oğluyla ilgili bu gece olağandışı bir şey olduğunu anlamış ama tam olarak ne olduğunu anlamamıştı.


'İyi misin dostum?' diye sordu.


Oğul gülümseyerek başını kaldırdı ve 'Baba, yatağımın solundaki canavarları kontrol et!' dedi.


Baba, sadece oğlunu memnun etmek için dizlerinin üstüne çökmeden önce biraz kıkırdadı.


Orada, yatağın altında solgun ve korkmuş oğlunu gördü. Evet, gördüğü kendi oğluydu. 'Baba, yatağımda biri var.' diye fısıldadı. Bir anda yatağın üzerine baktı. Yatakta kimsenin olmadığını gördü baba."


Hiçbirimiz tepki vermeyince "Adam kafayı yemiş sonunda." diyerek hikayesini güçlendirdi.


Ben, Kerim ve Cem birbirimize baktık. Veysel'in anlattığı korkunç değildi, biraz saçma gelmişti bize. Kerim söze girdi;


Kerim; "Şu 'Youtuber'ların gittiği köye gidelim mi?"


Cem; "Ne işimiz var? Biliyorsun, alayı kurgu... Duvardaki boyalar bile kurumamış."


Veysel; "Kurgu olduğu bariz belli... Gidip kendimiz görelim diyorsanız, cumartesi gidelim. Murat, sen ne dersin? Hiç sesin çıkmıyor."


"Gitmek istiyorsanız gidelim, fark etmez."


Ben itiraz etmedim. Gitmek istiyorlarsa gidilecekti. Cumartesi olduğunda hepimiz yanımıza biraz yiyecek ve su, fener ve orada uyumak için birkaç eşya alarak bisikletlerle yola koyulduk. Zor bir yolculuğun ardından, sonunda köye varmıştık.


Oraya vardığımızda terk edilmiş bir köy göreceğimizi düşünmüştük ama hiç öyle değildi. Yaz ayı olmasından dolayı etrafta bir sürü turist vardı, fotoğraf çekiyorlardı. Biraz dolaştık. Evlerin içine girmedik. Yanımızda getirdiğimiz yiyeceklerimizi yedikten sonra eve dönüş yoluna koyulduk. Bayır aşağı indiğimiz için eve daha kolay varmıştık. 'Youtuber'ların anlattığı gibi ne cin vardı ortada ne de burası terk edilmiş bir yerdi. Terk edilen evler vardı ama onlar da dağlık yamaca doğruydu. Bu, bizim buralarda normal bir şeydi. Çünkü turizm geliştiğinde birçok köylü arsalarını satmış ve şehre yerleşmişti. Köydeki evlerini eşyaları ile, olduğu gibi bırakmışlar ve 'Belki geliriz' demişlerdi. Zamanla ilk sahipleri vefat edince, çocukları ve torunları da buralar ile ilgilenmemişler, yıllar içinde her yer harabeye dönmüştü. Bunu aslında hepimiz biliyorduk ama 'Youtube' videolarına kanmıştık. Cem haklı çıkmanın gurunu bir süre sürdürmüştü.


Bir akşam yine buluşmuştuk. Evlerimize yakın bir parkta çekirdek çitleyip, kola içiyorduk. Zafer Abi yanımıza geldi. Ara sıra bize korku hikayeleri anlatırdı. Ona olayı anlattığımızda bir kahkaha patlattı. "Bunun için bu kadar yol gidilir mi? Cinli bir ev görmek istiyorsanız..." dedi ve sustu. Hepimiz merakla onun ağzından çıkacak cümleleri bekliyorduk.


"Bu olaya tanık olmadım ama duydum. Yedi, sekiz yaşlarındaydım. Yıl 1989 filandı. Köyümüze bir öğretmen atanmıştı. Ben ve bütün arkadaşlarım öğretmenin gelmesini bekliyorduk. Yaz sonuna doğru geldiği haberini duyduk. Onu askeri darbeden kalma lojmana yerleştirdiler. Öğretmenimiz güler yüzlüydü. Bize baba gibi şefkat gösterirdi. Her zaman vaktinde derste olan öğretmenimiz geç gelmeye, derslerde uyuklamaya, bizlerle konuşmamaya başladı. Sakal tıraşı olmadan derse gelmeyen öğretmenimiz, sakal bırakmıştı. Bazen kendi kendine konuşuyor, ceplerinde soğan kabukları taşıyor, teneffüslerde camdan dışarı bakıyordu. Biz çocuk aklımızla hiçbir şey anlamıyorduk. Fakat aramızdan birkaç arkadaşımız durumu ailelerine anlatmışlar. Sonra da bir hoca getirdiler. Hoca, öğretmene cinni varlıkların musallat olduğunu söylemiş. Muska yazdı ve sonra da gitti. Öğretmenimiz birkaç hafta içinde tekrar eski haline dönmüştü. Sonra bir gün okula gelmedi, o gün ders boş diye sevinmiştik. Öğretmenimiz o lojmanda eşini ve iki evladını öldürmüş, sonra da kendi canına kıymıştı. Birkaç yıl sonra, o lojmana taşınan jandarma astsubayın akıbeti de aynı olmuştu. Daha önceleri de olmuş orada olaylar. Bir grup 'Youtuber' gelmiş hatta o evde çekim yapmaya geçenlerde, bir saat bile evde kalamadan, arkalarına bile bakmadan kaçmışlar."


Çok şaşırmıştık. Söze girdim. "Zafer Abi güzel diyorsun da, biz hiç duymadık?! Herkesten birçok şey duyduk ama bunu duymadık?!"


Zafer gözlerini bana çevirdi. "Bu olayların hepsi saklandı. Öğretmenin 'tayini çıktı' dendi, jandarma 'köyden ayrıldı' dendi. Olayın iç yüzünü bilenler köyde panik olmasın, köylüler evlerini terk etmesinler diye herkesten sakladılar."


Cem söze karıştı; "Sen nereden biliyorsun abi?"


Zafer gülümsedi. "Babam bir zamanlar köyün muhtarıydı, unuttun mu akıllım?" diyerek avucuna biraz daha çekirdek koydu ve ayağa kalktı. "Çocuklar siz siz olun, oraya yatsı ezanından sonra gitmeyin. Bu anlattıklarım da aramızda sır kalsın. Babamdan bu yaştan sonra azar işitmek istemiyorum." Dedi ve yürümeye başladı.


"Aramızda kalacak elbette abi." dedik ama bunu duyduğunu pek sanmıyorum.


Veysel; "Bu Zafer Abi de amma yazdı ya... Bundan iyi film çıkar."


Cem; "İyi yazar... Gerçekten de dakikasında buldu hikâyeyi."


8. Bölüm "Miras Kalan Ev"


"Bilesiniz ki göklerin de yerin de hükümranlığı Allah'ındır. Yaşatan O'dur, öldüren O'dur. Allah'tan başka sizin için ne bir dost ne bir yardımcı vardır."


(Tevbe, 116)


Yer : Antalya


Yıl : 2017


Ben yirmi üç yaşında, üniversite 3. sınıf öğrencisiyim. İsmim Batur... Erhan ve Talip ile birlikte üniversitenin ilk günlerinden beri aynı evde yaşıyoruz. Aynı sınıfta olduğumuz için gecemiz, gündüzümüz birlikte geçiyor. Can ciğer arkadaşlarız.


Ben çocukken annem ve babam ayrılmışlardı. Babamı en son beş yaşında gördüğümü söylerdi annem. Babama karşı büyük bir öfke duyardı. Bizi terk ettiği için ondan nefret ederdi. Babam annemi terk ettikten sonra annem dedemin yanına taşınmış, bir daha da evlenmemişti. Tek derdi beni büyütmek olmuştu. Dedemin evinde çok zorluklar çektim. Benden birkaç yaş büyük kuzenlerim tarafından hep zorbalığa maruz kaldım. Babamın olmayışından dolayı, başta dedem olmak üzere, anne tarafımdan her zaman baskı ve eziyet gördüm.


Annem ile babamın boşanmalarının sebebi benmişim gibi, her zaman günah keçisiydim.


Bir cuma günü hem telefonum, hem de kapı acı acı çalıyordu. Ev arkadaşlarımla sabaha kadar korku filmi izlemiştik, o yüzden kimse kapının çaldığını duymuyordu. Zaten Erhan'ın her türlü sese rağmen uyumak gibi bir kabiliyeti vardı. Bazı günler 13-14 saat aralıksız uyuduğu olurdu.


Apar topar yataktan kalktım, kapıya ve telefona aynı anda baktım. Karşımda postane görevlisi vardı. "Batur Ebedi?" diye sordu. "Evet benim." dedim. "Size bir tebligat var." dedi. Benden nüfus kâğıdımı alarak, teslim formunu doldurduktan sonra imzalamamı söyledi. "Ne ki bu?" diye sorduğumda, "Bilgim yok." dedi sert bir ses tonuyla. Sanırım onu kapıda bekletmemin cezasını çektiriyordu. Zarfı elime tutuşturduğu gibi arkasını dönüp gitti.


Zarfı açtım. İçinden 18 senedir görmediğim babamın vefat ettiğini gösteren belgeler, tüm malını bana bıraktığına dair bir vasiyetname ile birlikte veraset belgelerini gördüm. Olduğum yerde kalakalmıştım.


Belki bir gün babamla tekrar karşılaşmanın arzusu vardı. Ona başımdan geçen her şeyi tek tek anlatmak istiyordum. Kuzenlerim başlarına bir şey geldiğinde hemen babalarına koşar, babaları da onlarla ilgilenirdi. Ben ise yere düştüğümde hemen yerden kalkmalıydım. Çünkü ağlarsam annem bana kızar, dedem ise "Erkek adam ağlar mı?" diye beni döverdi. Dayımın oğulları için ise durum tam tersiydi.


On sekiz yıl boyunca, babamla tekrar karşılaşmanın ve ona her şeyi anlatmanın hayalini kurmuştum ama hiçbiri gerçekleşmeyecekti. Öldüğü için üzüntü hissetmiyordum, yaşadığım his daha çok hayal kırıklığıydı. Ona karşı içimde sevgi yoktu fakat geçen yıllardan sonra nefret de etmiyordum. Hep kafamda onu haklı çıkaracak şeyler buluyordum.


Benim için, okuduğum bir gazete haberinde vefat ettiğini öğrendiğim birinden başka bir şey değildi.


Ev arkadaşlarım uyanmadan evden dışarıya çıktım. Uzun uzun yürüdüm. İlk defa yıllar sonra, benden yaşça büyük insanların yüzüne 'Bu benim babam olabilir mi acaba?' diye dikkatlice bakmıyordum. Başım öne eğikti.


Anneme haber vermeli miydim? Onunla da üniversiteye başladığımdan beri pek görüşmüyordum. Öğrenim kredisi, birkaç yerden aldığım burslar ve yaz tatilinde çalıştığım işlerden kazandığım para ile geçimimi sağlamaya çalışıyordum.


Zaten dedeme kalsa beni asla okutmazdı. Fakat dayılarımın oğulları okumadığı için bana bulaşmamıştı.


Akşama kadar avare avare yürüdüm sokaklarda. Nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Nereden geldiğimi de ne düşüneceğimi de... Gece yarısına doğru eve geldim. "Oğlum nerede kaldın? Bak misafirlerimiz var!" dedi Erhan, "Arıyorum, arıyoruz, telefonuna cevap vermiyorsun?" diye devam etti konuşmasına. Zoraki bir şekilde gülümsedim. Sonra da Beyza ve Serpin'e "Hoş Geldiniz!" diyerek lavaboya geçtim. Bir süre sonra yanlarına geri döndüm.


Talip: "Bu gece korku filmi gecesi... Ekip tamamlandığına göre ilk filmi izlemeye başlayabiliriz."


Bir film açtılar. İzlemeye başladık. Fakat film beni izliyor demek daha doğruydu. Bedenen oradaydım sadece. Sonra da 'kendimi iyi hissetmediğimi' söyleyerek yatağıma yattım. Yatağa yatar yatmaz gözyaşlarımı tutamadım ve ağlamaya başladım.


Rüyamda fotoğraf karesi gibi geçen birçok görüntü gördüm. Hepsi de babam ile ilgiliydi. Uyandığımda içimde daha önce hissetmediğim bir mutluluk ve huzur vardı. Tekrar uyudum. Tekrar ve tekrar aynı rüyayı gördüm.


Bir evin bahçesinde koşuyordum, babam ise arkamdan koşuyordu. Yüzüm gülüyordu. Sonrasında babam ile futbol oynadığım bir sahne... Ardından babam beni omzuna almış, elimde bir top dondurma... Beraber balık tutmaya gitmişiz, ellerimizde oltalar... Bu şekilde bir sürü anıyı, slayt gösterisi gibi izliyordum.


Arka Kapak Yazısı:


Bu yazılanlar, Hacı Alişir Hoca'nın not defterinden ve musallata uğrayan kişinin Hacı Alişir Hoca'ya bire bir anlattıklarından yola çıkılarak öyküleştirilmiştir. Kişi ve kişilerin yakınlarının zarar görmemesi için isimler değiştirirmiş olup, yer bilgileri değiştirilmiştir.


De ki: Yaratılmışların şerrinden, karanlık çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyenlerin şerrinden ve haset edenin, içindeki hasedini dışarıya vurduğu vakit şerrinden; şafak aydınlığının Rabbine (Allah'a) sığınırım.


(Felak 4)


Loading...
0%