Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BÖLÜM 1: SİYAH KELEBEK

@endless_q

▏₰ Roxana

Yağmur çiseliyordu.

Gökyüzüne toplanmış gri bulutların arasında tek tük göze çarpan kara bulutların en büyüğü tam tepemizdeydi. İlkbahara girdiğimiz için gökyüzünün görüntüsü sık sık değişiyor, sağanak yağmur ani başlayıp ani bitiyordu. Başımı arkaya atmış bir şekilde gökyüzüne bakarken elimi kaldırıp yağmur tanelerinin avucuma düşmesini sağladım.

Çoğu insanın aksine soğuğu severdim.

“Oyalanmayın pis köleler! Yürüyün hadi! Yürüyün!”

Gök gürültüsüyle aynı anda havayı delip geçen kırbaç sesi yağmurun şakırtısı yüzünden boğuklaşmıştı. Kırbacı sırtına yiyen kölenin acı dolu haykırışı diğer köleleri tedirginleştirip hızlandırsa da çoğu benim gibi bu duruma alışık olduğundan tepkisiz kalmıştı. At arabalarının önünde uzun kuyruklar oluşturan insanların hepsi kölelerden oluşuyordu. Arka arkaya dizilmiş beş at arabasının yük kısmı demirden kafeslerden ibaretti. Kafeslerin yanında duran kaslı adamlar ise kapıları açık tutmakla görevliydi.

Onlar Tacirin hususi köleleriydi.

Boyunlarımız, el ve ayak bileklerimiz prangalara vurulmuş, bu prangalar ise kara zincirlerle birbirine tutturularak kaçma ihtimalimizi tamamen ortadan kaldırmışlardı. Her kafes yirmi köle alacak genişlikteydi. Toplam yüz köle… yüzlerce torba altın ederdi. Nasıl kaçmamıza müsaade edebilirlerdi ki?

Bir deri bir kemik kalan kölelerden biri, kamçılı adamdan korkan diğer köle tarafından hızlanması için öne doğru itilince takılarak yere düşmüştü. Onun düşmesiyle birlikte sıranın ilerlemesi durunca gözlerinden öfke fışkıran tacirin yardımcısı hızla bu tarafa geldi. Kırbacı ardı ardına yerden kalkmaya çalışan adamın sırtına indirmeye başladı. Köleleri kırbaçlamaya o kadar çok alışmıştı ki merhamet denen duygu ona uzun süredir uğramıyordu belli ki. Yaşı ilerlemiş olan köle acıyla bağırarak tekrar yere düşünce kamçılı daha da sinirlendi.

“Çabuk kalk ayağa işe yaramaz herif! Kalk dedim sana!” Ona bu şekilde vurmaya devam ederse adamı öldürecekti. Karışırlarsa kırbaçlanacak sıradaki kişinin kendileri olacağını bilen kölelerin bir kısmı bu manzaraya dayanamayarak yüzünü başka tarafa çevirmişti. Kalan kısım ise umursamadan işin bitmesini bekliyordu. Kollarımdan sarkan zincirleri sabretmek için sıkarken kamçılının durmasını bekliyordum ama bir türlü durmuyordu.

Yaşlı adam bağışlanmak için yalvarırken tacirin yardımcısı onu duymuyormuşçasına inatla yerden kalkmasını söylüyordu. “Onu öldüreceksin.” Daha fazla kendimi tutamayarak ikisinin arasına girdiğim anda bazı kölelerin cesaretim karşısında nefeslerinin kesildiğini işittim. Tacir yardımcısının havaya kaldırdığı kırbaçlı eli anında duraksamış ve hışımla gözlerini bana çevirmişti.

“Ne dedin sen?”

“Dedim ki onu öldüreceksin.” Birkaç kelimeden fazlasını konuşmadığım kölelerden biri sessizce beni uyararak “Yapma.” Dese de dinlemedim. Yukarı kalkmış elini indirerek önüme gelip dikilen tacirin yardımcısı, nasırlaşmış eliyle sertçe çenemi kavrayarak beni kendisine doğru çekti ve yüzüme eğildi. “Ne zamandan beri ne yapıp ne yapmayacağımı bana söylüyorsun küçük sıçan?” Konuşurken dişlerini öfkeyle birbirine sürtüp gıcırdatıyor, bir yandan da çenemi tutan elini sıkılaştırıyordu.

Çenemin moraracağına şimdiden emin olmuştum.

“Eğer onu öldürürsen tacir de seni öldürür. Sence bir kese altını sana değişir mi?” Gerçekleri yüzüne vurmam hoşuna gitmese de haklı olduğumu o da iyi biliyordu.

İnsan yerine konulmuyorduk.

“Tabii aynı durum benim içinde geçerli.” Dolaylı yoldan beni de öldüremezsin diyordum.

Bunu söylememle birlikte iyice köpürmüştü. “Sadece yüzüne bakıp güzelliğine kanarak seni satın alan kaç efendi şu asiliğin yüzünden seni buraya geri postaladı? Tacir efendi daha kaç kez bu yaptığına müsemma gösterecek sanıyorsun? Bu son şansın Roxana. Bir kere daha geri gönderilirsen tacir efendi seni fahişe olarak satacak.” Aklından ne geçiyorsa bundan zevk alıyormuşçasına “O günü sabırsızlıkla bekliyor olacağım.” Diyerek burnunu saçlarıma götürüp kokumu içine çekti. “O vakit geldiğinde sana bu yaptıklarının bedelini ödeteceğim.”

Beni ittirerek bırakınca zincirler yüzünden düşecek gibi olsam da hızlıca toparlanarak dengemi koruyabilmiştim. Yıllardır tartaklanıp durduğumdan bu tarz durumlara hazırlıklıydım. Bana son kez ters bir bakış atıp yerine dönmeden önce az önce kırbaçladığı köleye tekme atarak “Kalk lan sende artık ayağa!” deyip vurmayı da ihmal etmemişti.

Pislik.

Deminden beri üzerimde sezdiğim bakışların geldiği noktayı takip ederek bizden daha uzakta duran ikiliye göz attım. Köle taciri harıl harıl bir şeyler anlatmaya devam ederken yanındaki kanlı gözler beni izliyordu.

Lanet olasıca vampirler.

Onu fark ettiğimi anlayınca bana sinsice gülümsemişti.

Bakışlarımı hızla ondan çektim. Sıra bana gelince at arabasının önüne konulmuş kısa merdiveni çıkıp kafesten içeriye girdim. Boş köşeye geçip oturduğumda hala bana baktığını hissedebiliyordum. Tacir yol boyunca bizi koruması için genelde insanlardansa vampirlerle anlaşıyordu. Bunun için kesenin ağzını biraz açması gerekse de en azından işini garanti altına alıyordu.

Onun soyundan nefret ediyordum.

Kan için her şeyi yapabilecek olan bu türden iğreniyordum.

Kafeslerin kapıları kapatılarak her biri iki kere kilitlendi.

“Efendim bütün köleler at arabalarına bindi, yola çıkmaya hazırız.”

Aldığı kilolar yüzünden domuz kumbarasına benzeyen Tacir “Ya sandıklar? Onları yüklemeyi bitirdiniz mi?” diye sordu. Bu sırada iki kölenin tuttuğu sonuncu sandık en öndeki faytonun tavanına yerleştirilmişti. Sandıkların birinde kölelerin senetleri bulunuyordu. Diğerleri ise bizden kazanacağı altınlar için hazırlandığından boştu.

“Evet, efendim.”

“Güzel, gidelim o halde.”

Faytonun yanındaki kölelerden biri kapıyı açmış, diğeri ise Tacir arabaya binebilsin diye elini tutarak ona destek oluyordu. Böyle yemeye devam ederse yakında o kapıdan sığmayacaktı. Tacirin yanındaki vampirde onunla aynı arabada gideceğinden peşinden o da içeri girmişti. Emrindeki vampirlerin bir kısmı at arabalarını kullanacak olan kölelerin yanlarında oturuyordu.

Kalanlarsa… eş zamanlı kafeslerin tavanına zıplayarak çömelmiş vaziyette duran vampirlere baktım; onlar gözcülük yapacaktı. Kafamı kaldırarak benim de içinde bulunduğum kafesin tavanına zıplamış olan vampire baktım.

Göz göze geldiğimizde sırıtarak diliyle dudaklarının etrafını yaladı.

Harika.

Tüm yol boyunca bize salyalarını akıtarak bakacaktı.

Tekerleklerin dönerken çıkardığı sesleri ve atların zorlanmasından dolayı arada sırada burun deliklerini açarak içlerindeki havayı dışarı verirken homurdanmalarını dinliyorduk.

Kimseden çıt çıkmıyordu.

Gözlerimi yanıma çevirerek yanımda oturan kadının kollarındaki çocuğa nasıl sıkıca sarıldığına baktım. Bu kadın ve çocuğu yeni kölelerdendi. Tacirin köleleri genelde kimin dinlediğine bakmadan ortalıkta boş konuşmayı severlerdi haliyle bizde söylenenlere kulak misafiri olurduk. Tacire çocuğuyla birlikte kadını satan kocasıydı. Kumar borcu yüzünden kapıya alacaklılar dayanınca adam da canını bu yolla kurtarmayı tercih etmişti.

Kadının göz bebekleri başına geleceklerin bilinmezliği yüzünden korkuyla titriyordu. Üstelik tek korkusu kendisi de değildi. Tacir şimdilik çocuğuyla birlikte kalmasına izin vermiş gibi dursa da köle pazarında ikisini birden satın almak istemeyen olursa ayrı ayrı satılacakları aşikardı.

İlk sefer her zaman en kötüsüdür.

Bende ilk seferimde nasıl korktuğumu unutmamıştım.

Bakışlarımı daha fazla rahatsızlık vermemek amacıyla onlardan çektiğim sırada önümüzdeki fayton durmuş, onun durmasını beklemeyen arabacı önündeki faytona çarpmamak için hızlıca atların dizginlerini çekmişti. Atlar sinirle kişnerken bizden sonraki arabalarda aynı duruma maruz kalınca ortalık bir anda karışmıştı. Köleler merakla neler olduğunu görmek için demir parmaklıklara yaklaşırken faytonun penceresi açılmış, tacir kafasını dışarı çıkarmıştı.

“Neden durduk!” Tacir bir yanıt almak için öfkeyle bağırınca önde oturan sürücü yere atlayarak çabucak pencerenin önüne gelmişti. Tacirin korkusuyla boynunu eğerek “Efendim yol ağaçlar yüzünden kapatılmış.” Dedi.

“Ne?” Tacir telaşla faytonun içine bakarak “Gabe bu haydutların işi olmasın?” diye sorunca faytondaki vampir “Sanmıyorum efendim, öyle bir şey olsaydı adamlarım kokularını alırdı.” Demişti. Kafeslerin üstlerindeki vampirler Gabe’nin söylediklerini duyunca kırmızı gözlerini dikkatli bir şekilde etrafta gezdirmeye başlamışlardı.

Bir şey sezmiş gibi durmuyorlar.

“Yine de inip bir kontrol etmemizde fayda var.” Sürücü, tacirin inmesi için kapıyı açtı. Tacir güçlükle faytondan inerek Gabe denilen vampirle birlikte çatallanan yola bakmaya gittiler. Benim içinde bulunduğum kafes faytonun hemen arkasında olduğundan demirlere yaklaşınca sürücünün bahsettiği ağaçları az da olsa görebilmiştim.

Tacirin neden haydutlardan şüphelendiğini anlıyordum. Haydutlar genelde ıssız yolları tutarak soygun yaparlardı. Aristokratları tuzağa düşürmek için ağaçlarla yolu kapatmaları yapmadıkları şey değildi nihayetinde. Gözlerimi etrafta gezdirdim. Yine de beş dakikadır burada olmamıza rağmen bize saldıran kimse yoktu.

Gabe yola devrilen ağaçlara bakarak “Efendim ağaçların gövdelerindeki karartıları görüyor musunuz?” diye sorunca tacir kaşlarını çatarak dediği yere baktı.

“Bunu ne yapmış olabilir ki?”

“Muhtemelen bu ağaçlar düşen yıldırımlar yüzünden yola devrildiler. Nadir de olsa yıldırımların aynı yere iki kere düştüğü oluyor. Yıldırım yüzünden devrilen ağaçlar ötekilere çarparak onları da düşürmüş. Bakın şu iki ağaç haricinde diğerleri köklerinden zorla çekilmiş gibi duruyorlar.”

İlk bahara girdiğimiz için bu günlerde gerçekten de çok fazla yıldırım vakası olmuştu.

“Kahretsin, bugün gerçekten de şansız günümdeyim! Şimdi ne yapacağız? Ağaçları yoldan kaldırabilir misiniz?” Yola devrilen ağaçlar dev gibiydi. O kadar ağır görünüyorlardı ki insanların bunu yapması imkansızdı ama söz konusu vampirlerse mümkün olabilirdi.

“Elbette yapabiliriz fakat bu zaman alacaktır.”

“Tahmini kaç saat?”

“İki belki üç saat.”

Tacir sinirden kıpkırmızı kesilerek “Olmaz! Zaten yeteri kadar vakit kaybettik. Köle pazarı gün batımında sona erecek bir an önce kavuşmamız lazım!” dedi. Köle pazarı sene de üç kez kurulduğu için bu aydakine katılamazsa dört ay daha beklemesi gerekecekti. Pazar için parasının çoğuyla köle satın almıştı. Eğer harcadığı parayı kazanca çeviremezse büyük sıkıntı çekerdi. Üstelik sahip olduğu köle sayısı dört katına çıktığı için aldığı kölelere kalacak yer ayarlayıp beslemesi lazımdı. Gidecek para hesap edildiğinde dört ay az bir süre değildi.

Köleleri umursamazdı. Gerekirse onları aç bırakıp çıplak yatırırdı fakat bu sefer de ölümler gerçekleşirse boşa para harcamış olurdu. Her iki seçenekte onu zarara sokardı. Daha şimdiden olanları düşündükçe soğuk terler akıttığını görebiliyordum. Cebinden çıkardığı mendille alnını silerken çatallanan yolun öteki kısmına baktı.

“Diğer yoldan gidelim. Yol biraz uzayacak ama en fazla bir saat kadar gecikiriz.”

Gabe ve diğer vampirler tacirin dediğini duyunca gerilmişlerdi.

“Efendim o yola izinsiz giremeyeceğimizi biliyorsunuz.”

“Lanet olsun o halde ne yapmamızı söylüyorsun! Eğer pazara yetişemezsek alacağınız parayı unutun!” Gabe kararsız bir şekilde diğer yola bakıyordu onu bu kadar çekindiren şeyin ne olduğunu biliyordum.

O yol bir kökenin bölgesinden geçiyordu.

Kökenler vampirlerin en tepesinde yer alırdı.

Safkanlardan bile daha yüksek mertebedeydiler.

Tüm Solũthr imparatorluğunda sadece yedi tane köken vardı. Bu sayının azlığı onların ne kadar ender bulunduğunun deliliydi.

Tacirin önerisine rağmen tereddüt etmeleri de bundandı; korkuyorlardı.

Vampirlerin arasındaki hiyerarşi insanlarınkinden çok daha katıydı.

“Kesin enik gibi titremeyi birde vampir olacaksınız! Sorumluluğu alıp kökenin vampirlerine açıklamayı ben yaparım. Sonuçta bilerek yolu kullanmıyoruz buna mecbur kaldık! Eminim anlayış göstereceklerdir.” Gabe hala ikna olmuş gibi bakmasa da tacire hayır diyemiyordu. Sonuçta onun da üstten aldığı bir emir vardı ve bu emre göre taciri istediği yere güvenli bir şekilde götürmekle görevliydi.

“Pekâlâ, nasıl isterseniz öyle olsun.” Adamlarına bakarak “Gidiyoruz.” Derken işaret verdi.

Vampirlerin Gabe’nin o yoldan gitmeyi kabul etmesinden ne kadar rahatsız oldukları düşen surat ifadelerinden belli oluyordu. Sadece vampirler değil, kökenlerin nasıl bir varlık olduklarını bilen kölelerde bu karardan huzursuzlardı.

O yolun sonunda bizi bekleyen şeyden herkesin ödü kopuyordu.

Tacir sözünün dinlenmesinden hoşnut kalarak faytona binince Gabe de onu takip etti.

At arabaları tekrar yola çıkmıştı.

Kökenin bölgesine gidiyorduk.

Yola girdiğimiz andan itibaren vampirlerin tavrı değişmişti.

Başlarda sergiledikleri rahat tutumun yerini derin bir stres almıştı. Her an, her yerden izleniyorlarmışçasına durmadan ortalığı kolaçan ediyorlardı. Yalnızca insanlara değil, canavarlara da korku salan bu türün duydukları tek isimle nasıl tedirgin olduklarını gördükçe kölelerin de kafaları karışıyordu. Onlarda korkuyordu fakat korktukları şeyin ne olduğunu tam olarak idrak edemiyorlardı. Elbette kökenlerin nasıl dehşet verici varlıklar olduklarını duymuştuk lakin vampirlerin içine girmeden aynı korkuyu tadamazdık.

İnsanların vampirlere karşı duydukları korkudan daha büyük bir korkuydu bu.

Dehşetle tanımlanabilirdi.

İç çektim, hata yapıyorduk. Solũthr imparatorluğu binlerce yıldır vampirlerle bir arada yaşıyordu. İnsanlarla verdikleri savaşların ardından durulmuş gibi görünseler de onlar bizi yiyecekten öte görmüyorlardı. Bir arada yaşamanın kötü yanları baskın gelse de iyi yanlarının olduğu da su götürmez bir gerçekti. İnsanlar bu türle yakınlaştıkça onlar hakkında birçok bilgi edinmişlerdi. İmparator, kurallarına sıkı sıkıya bağlı vampirlerden insanları korumak için birçok kanun uygulamaya sokmuştu. Ve bu kanunların arasında ihlal edilmemesi gerektiği bilinen en önemli madde sınırlardı. Vampirler bölgelerine düşkün varlıklardı.

Dışarıdan imparatora bağlı olsalar da iç işlerinde serbestlerdi.

Özerk bölgeler.

Bu yasa sadece yedisine bahşedilmişti.

Ve biz kökenin topraklarına adım attığımız gibi onun inisiyatifine bırakılmıştık. Kısacası bizimle ne isterse onu yapabilirdi. Tacir bu yasayı biliyor olsa da şu anda kafasının içi kazanacağı altınlarla dolu olduğundan mantıklı düşünemiyordu. Kan emen sülükler taciri durdurmadıkları için pişman olacaklardı. Onların ahmaklığı yüzünden bizimde başımızın belaya girecekti.

Yağmur kesilmiş, at arabaları ilerlemeye devam ediyordu. Ancak kafeslerdeki ağırlıktan ötürü tekerlekler yağan yağmur yüzünden yumuşayan toprağa daha fazla batıyordu, bu da arabaları zorluyordu. Ayrıca tekerleri birleştiren dingillerden de tuhaf sesler yükseliyordu umarım içlerinden biri kırılmazdı.

Başımı kaldırarak gökyüzüne baktım. Yüklerini boşaltan bulutlar kaybolduğu için hava parçalı bulutluya dönmüştü. Güneş ışıkları bu bulutların arasından sızarak yeryüzüne iniyordu. Yüzüme vuran güneşin sıcaklığını daha çok hissedebilmek için gözlerimi kapatarak bir süre böyle kaldım. Bir daha ne zaman bu fırsatı bulacağım belli olmazdı.

Bugün ölebilirdim… bir vampirin elinde.

Bu düşünce mideme kramp sokmuştu. Ölmek değil, ölüm nedenimin o kan emicilerden birinin olacak olmasıydı bana böyle kötü hissettiren.

Çiseleyen yağmur yüzünden nemlenen elbisemin güneş sayesinde kuruduğunu hissederek gözlerimi açtığım sırada uçarak kafesin demirlerinden birine konan kelebeği görünce gözlerim fal taşı misali açılmıştı.

Neredeyse elim kadar iri olan kelebek konduğu demirin üzerinde kanatlarını çırpıyordu.

Baharın ilk kelebeğini görmüştüm.

Ben daha küçükken babam uyumadan önce her gece bana masal niyetine bir efsane anlatırdı. Bu efsaneler bazen komik, bazen üzücü, bazen ürkütücü, bazen de saçma sapan şeyler olurdu ama hiçbiri kelebeklerin efsanesi kadar ilgimi çekmemişti.

Ne zaman bahar gelir, ağaçlar çiçek açmaya başlar; o vakit insanlar ilk görecekleri kelebeği arar ve beklemeye başlarmış. İnanışa göre karşılaşacağın ilk kelebek sene içindeki talihini belirlermiş. İnsanlar görecekleri kelebeğin beyaz, pembe olması için maniler okur, sarı ya da siyah olmaması için dualar ederlermiş. Çünkü… kelebeklerin birer manaları varmış.

Beyaz kelebek; saadet, talih…

Pembe kelebek; sıhhat, afiyet…

Sarı kelebek; keder ve hastalık anlamına gelirmiş.

Siyah ise…

Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi.

Siyah… gördüğüm ilk kelebek simsiyahtı.

Kelebek birkaç kere daha kanatlarını oynattıktan sonra demir parmaklıktan uçarak gözden kaybolmuştu. Hala gördüğüm kelebeğin siyah olmasının verdiği şoku üzerimden atamamışken birden yaprak hışırtılarının ardından çıkarak “Böö!” diyen sesi duyarak yerimden sıçramıştım. Bu ses yüzünden korkuyla çığlık atan sürücü atların hakimiyetini kaybetmişti. Kişneyerek şaha kalkan atlar dizginlerini koparacakken sürücünün yanındaki vampir dizginleri kaparak olaya müdahale etmiş ve atları çekiştirerek durmalarını sağlamıştı.

Fayton bu süre zarfında bir o yana bir bu yana sallandığından tacirin bağırtıları da içeriden geliyordu. Bellerindeki kınlarından kılıçlarını çeken şövalyeler göz açıp kapayıncaya kadar at arabalarının etrafını sararak kılıçlarını vampirlerin boğazlarına dayamışlardı.

Hepsinin gözleri kan kırmızısıydı.

Bunlar kökenin vampirleri olmalıydı.

Bacaklarını ağaç dalına sarıp yarasa gibi baş aşağıya sarkan vampir az önce böö diyerek bizi korkutan kişiydi. Tacir nefes nefese kalmış bir şekilde faytonun kapısını açarak dışarı çıktı. Sarsıldığından başta ne olduğunu anlamasa da dışarı çıktığı anda etrafımızın çevrildiğini görerek bembeyaz kesilmişti.

“İn artık aşağıya Theo.”

Vampir ağaçtan aşağıya atlarken “Ahahaha nasıl korktuklarını gördün mü Rheo?” diyerek sorduğunda Rheo denilen vampir gülerek “Bir dahaki sefer korkutması sırası bende!” demişti. Kaşlarımı çattım. Anlaşılan küçük bir çocuk gibi buradan gelip geçen insanları kim daha çok korkutacak yarışına girmişlerdi. Ağaçtan aşağıya atlayan vampir diğerinin yanına gidince havada beşlik çakmışlardı.

Resmen birbirlerinin kopyalarıydılar.

İkiz vampirler.

Onlardan birini gördüğüme inanamıyorum.

Vampirler genelde insanları dönüştürüp bu insanları ailelerinden sayarak çoğalsalar da kısır değillerdi.

Sadece dişi vampirler çok zor hamile kalıyordu.

Ve şimdi karşımda ikiz vampirler vardı.

Bu tarz bir doğum bin yılda bir gerçekleşirdi.

Köleler korkudan köşelerine çekilirken tacir ile Gabe çekinerek de olsa ikizlere yaklaşmışlardı. İkizler onların gelişiyle birlikte konuşmayı kesmiş ve avlarının yaklaşmasını izleyen bir yırtıcı misali gözlerini üstlerine çevirmişlerdi.

Tacir ellerini ovuştururken ikizlere saygıyla “Efendilerim lütfen izinsiz girişimizi mazur görün. Tanrılara yemin ederim ki isteyerek kökenin bölgesine girmedik. Düşen yıldırımlar ağaçları çatallı yolun diğer kısmına devirmiş. Görüyorsunuz ya elim boş onca köleyle eve geri dönemezdim. Onları nerede barındırır, nasıl beslerim? Bu yüzden köle pazarına yetişebilmemiz için siz şövalyelerin merhametine sığınmayı düşünerek bir kez olsun izinsiz geçişimizi hoş görebileceğinizi umdum.” Dedi. Tacir nefes almadan açıklama yaparken ikizlerin onu görmezden gelip dik dik Gabe’ye baktıklarını fark edememişti.

Gabe ikizlerin bakışlarının altında gittikçe daha da küçülüyordu.

Onların gözlerinde merhamete dair en ufak bir iz yoktu.

“Kökenlerin koyduğu kurallar ne zamandan beri insanların isteğine göre esnetiliyor?”

Gabe anında dizlerinin üstüne çökerek “Affedin efendim, tacire bu yolu kullanamayacağımızı anlatmaya çalıştım fakat beni dinlemedi.” Derken şakağından ter damlası akıyordu. Tacir anında satıldığını anlayınca öfkeyle “Seni aşağılık yaratık nasıl bütün suçu üzerime atarsın!” diyerek bağırdı.

Gabe canının derdine düştüğünden taciri umursamıyordu. “Yalvarırım bağışlayın! Bir daha asla böyle bir şey olmayacak.”

Theo denilen vampir Gabe’ye korkutucu bir şekilde bakarken hince gülümsedi.

“Bir daha mı? Siz insanların içinde yaşaya yaşaya vampirlerin arasında işlerin nasıl yürüdüğünü unutmuşsunuz.” Theo sözünü bitirdiği anda Rheo denilen vampir yerinden kayboldu. Bir saniye geçmeden yeniden belirdiğinde avucuyla Gabe’nin suratını kavrayarak kafasını yere vurmuştu. Vampirin kafası yere çarparken öyle bir küt sesi çıkarmıştı ki bu ses kölelerin dehşetle çığlık atmasını sağlamıştı. Gabe’nin kafatası oracıkta ikiye ayrıldı. Yarıktan gözüken kıvrımlı beyne yüzümü buruşturarak baktım. Kemik kırılsa da beyni dağılmamıştı.

Kafasından çıkan kan oluk oluk toprağa yayılıyordu, acı çekiyor olsa da ölmemişti.

Bir vampiri öldürmek için bundan fazlası gerekirdi.

Tırnaklarımı avuç içime sapladım. Üst sınıf vampirlerin gücü bu muydu? Gabe bir kez olsun karşılık veremediği gibi kaçamamıştı da. Theo Gabe’ye bir böceğe bakarmışçasına bakarak “Vampirlerin ikinci şansı yoktur.” Dedi.

Toprakta Gabe’nin kafasının vurulduğu yerden başlayarak dışarı doğru genişleyen çatlaklar açılmıştı. Bu Rheo’nun gücünün kanıtıydı. Tacirin Gabe’ye yapılanlar yüzünden aklı çıktığından kıçının üstüne düşmüştü. Bu zamana kadar yenilmez olduklarını sandığı vampirler kökenin şövalyeleri karşısında karıncadan farksız kalmıştı.

Rheo elini sıkınca Gabe’nin yüzü ezilerek içe doğru göçtü.

Dik dik yerde yatan vampire bakarken gözleri parlamaya başlamıştı. Katı bir sesle “Sen hala kimin bölgesine girdiğinin farkında değilsin.” Dedi. Rheo’nun kızgınlığına tepki verircesine şövalyelerin de aynı şekilde göz renkleri bir tık daha açılarak parlamaya başlamıştı. İrislerinin içindeki kan canlıymışçasına gözlerinin içinde hareket ediyordu.

İşte bir kökenin azameti buydu.

“Mer…hamet.” Gabe yarı ölüyken bile hala merhamet dileniyordu.

Rheo Gabe’nin kafasını kopardığı anda şövalyeler de kılıçlarıyla diğer vampirlerin boğazlarını kesmişlerdi. Vampirlerden fışkıran kanlar hemen tepemizde oldukları için üzerimize yağmıştı. Onlarında sonunun vampirler gibi olacağını düşündükleri için kölelerin ten renkleri solmuştu. İçlerinden birkaçının korkudan bayıldığını görmüştüm.

Dışarıdan bakıldığında yaptıkları şey vahşet olarak adlandırılsa da aslında yaptıkları tek şey kurallara uymayan vampirleri cezalandırmaktı.

Onların ceza sistemi böyle işliyordu

Hata yapan affedilmezdi.

Şövalyeler vampirlerin cesetlerini üst üste yığarak ateşe verdiler. O kadar rahat hareket ediyorlardı ki izleyicilerinin olması onlar için bir sorun teşkil etmiyordu. Theo eliyle kendisine yelpaze yaparak “Hay sikeyim ya. Güneşin tepemizde olduğu yetmezmişçesine birde onların yüzünden ateş yakmak zorunda kaldık.” Derken sinir olmuşçasına cıklamıştı. Aslında gökyüzü bulutlar yüzünden kapalı olduğundan güneş abarttığı kadar etki etmiyordu. Vampirler güneşe çıktıklarında yanmasalar da acı hissediyorlardı. Bu yüzden genelde gölgelik alanlarda kalırlardı.

Theo hala yerde oturan taciri hatırlayarak önüne gelip çömeldi. Tacir kan ter içinde kalmış vaziyette hemen yüzünün önündeki kırmızı gözlere yutkunarak baktı. Her an ağlayacak gibiydi.

“Lüt… fen beni öldürme.”

Theo gülümseyerek “Dua et insansın yoksa senin de kafanı kopardıktan sonra ateşte yakmamız gerekirdi.” Dedi.

Ona göz dağı verirken eğleniyordu.

Rheo şövalyelerin işi bitince bize döndü. Ateşte yanan vampir cesetleri küle dönüşerek yok olmuşlardı. Faytonun hemen arkasındaki -benimde içinde olduğum- kafesin önüne geldi. Gözlerini acele etmeden kıyafetlerimizde gezdirdi. “Üzerinizdeki vampir kanı için kusura bakmayın, şövalyeler size kadar sıçrayacağını düşünememiş olmalı.”

Hepimiz duyduğumuz şeye inanamayarak bön bön suratına bakakaldık.

O şimdi bizden özür mü diliyordu? İnsan olmamızı geçtim bizler köleydik. İnsanlardan daha aşağı görülen kişilerdik ve şimdi bu vampir gelmiş bizden üzerimize sıçrayan kan için özür diliyordu. Dahası tek bakışta üst sınıftan olduğu anlaşılıyordu. Aristokratlar ne olursa olsun bunu yapmazdı.

“Taciriniz insan olduğundan cezasına biz karar veremeyiz o yüzden bizimle birlikte geliyorsunuz.” Hayır deme gibi bir seçeneğimiz yoktu.

Bu sırada ensesinden kavrayarak onu top gibi kaldıran Theo, taciri faytonun içine sokuştururken “Kaçmaya çalışırsan seni yürüyemeyecek hale getiririm” diyerek tehditler yağdırıyordu.

“Şövalyeler geri dönüyoruz!”

Şövalyeler yerlerine geçerken ikizler faytonun sürücü kısmına oturmuşlardı. At arabalarını süren kölelere “Bizi takip edin.” Deyince köleler itiraz edemeyeceklerinden emre uydular. Herkes hayatta kalabildiği için sevinse de vampirlerin bizi nereye götürdüklerini tahmin ettiklerinden hala diken üzerinde oturuyorlardı. Hele de tacir… faytonun içinde korkudan tırnaklarını kemirirken kafasında kim bilir kaç ölüm sahnesi kuruyordu.

Hak etmişti. Bu kadar aç gözlü olursa eninde sonunda olacağı buydu.

Vampirlerin yönlendirmesiyle birlikte iki saatin sonunda orman yolundan çıkıp şehrin girişine varmıştık. Toprak yol yerini betona bırakırken at arabaları üstlerinden kalkan yükle rahatlayarak artık daha kolay hareket ediyorlardı.

Merkeze ulaşmamıza az kalmıştı.

Diğer kölelere nazaran daha sık efendi değiştirdiğimden kısa süreliğine de olsa birçok şehirde yaşamıştım. Vampirler her yerde olduklarından yaşadığım şehirlerde de onlarla yolum sık sık rasgelmişti ama bu zamana kadar ne bir kökenin yönettiği şehirde yaşamış ne de onlardan birini görmüştüm.

Merak etmiyorum desem yalan olurdu.

Köleler kendi aralarında fısıldaşarak birbirlerini dürtünce düşüncelerimden sıyrılıp neye bu kadar hayretle baktıkları görmek için kafamı kaldırdım. Kafamı kaldırır kaldırmaz uzaktan yükselen devasa surları görünce şaşkınlıktan dudaklarım aralanmıştı. Vampirler kölelerin neden ortalığı velveleye verdiklerini biliyorlarmışçasına bıyık altından gülümsüyorlardı.

Theo faytonu yavaşlatarak kölelerin şehri incelemelerine fırsat verirken gülümseyip “Gül kalesine hoş geldiniz.” Dedi.

Gül kalesi.

Burası gül şehri miydi?

“Şehrin kapısını indirin!”

İkiz vampirlerin yanındaki şövalyelerin aksine beyaz üniforma giyen şövalye emir verdiğinde kapının ardından dönen zincirlerin çıkardığı sesleri duyduk. İki zincirle sura bağlı olan kapı yavaşça aşağıya inerek şehirle bizim beklediğimiz yol arasındaki boşluğu kapattı. At arabaları aynı zamanda köprü görevi gören kapının üzerinden ilerleyerek şehre girerken kafamı eğerek alttaki nehre baktım. Çağıldayan berrak su o kadar hızlı akıyordu ki birinin içine düşmesiyle birlikte akıma kapılıp boğulacağı aşikardı.

At arabaları içeri girince az önceki şövalyenin arkamızdan “Kapıyı kaldırın!” diye bağırdığını işittim. Şehirden içeri girdiğimiz anda merakla etrafı kolaçan etmeye başladım.

Gül şehri hakkında birçok rivayet duymuştum.

Bu rivayetlerin çoğu kan donduracak cinstendi. Haliyle bende etrafta açlıktan ölmüş insan cesetleri, kirden kokan sokaklar, insanları soyan hırsızlar, fakirleri ezen asiller beklerken gördüğüm şeylerin bunlarla uzaktan yakından alakası yoktu.

“Komutan Theo ile Rheo gelmiş!”

“Komutan Theo hoş geldiniz!”

“Efendi Rheo nasılsınız?”

“Hey arkalarındaki kafeslere bak kaç köle var orada öyle?”

İnsanlar ile vampirlerin karışımı olan kalabalık ikiz vampirleri gördüklerine o kadar çok sevinmişlerdi ki hepsi öne çıkarak onlara selam vermeye çalışıyordu. Çocuklar ise zıplayarak şövalyelere el sallıyorlardı. Garip olan şuydu ki ikizler de insan, vampir ayırt etmeden gördükleri herkese gülümseyerek el sallıyorlardı. Onların statüsündeki kaç kişi bunu yapardı? Ne aristokratlar ne de asiller birbirleriyle anlaşamazdı bu yüzden genelde unvanı yüksek olanlar altlarındakileri görmezden gelirlerdi.

Bakışlarımı insanların yüzlerinde gezdirirken alt dudağımı kabullenemeyerek sertçe ısırdım. Neden? İmparatorluktaki çoğu şehir vampirler yüzünden acı çeken insanlarla doluydu. Bu şehirdeki insanlar nasıl böyle gülümseyip vampirlere saygı duyduklarını göstererek onları selamlardı? Aklım almıyor… buradaki vampirlerle insanlar neden ötekilerden farklıydı?

Yol boyunca uzanan dükkânlar ve kurulan tezgahlara göz atarken kıyafetlerin, yiyeceklerin ve diğer eşyaların fakirlerin bile bir miktar karşılayabileceği fiyat aralıklarında satıldığını idrak ettim. Üstelik tezgahlarda bu zamana kadar görmediğim türden şeyler bile vardı.

Burası zengin bir şehirdi.

Anlaşılan gül şehrini yöneten köken halkına kaldıramayacağı ağırlıkta vergiler yüklemiyordu. İkinci sura yaklaştığımızı görünce önüme döndüm. Gül şehrine uzaktan baktığımızda şehrin etrafını saran üç devasa sur olduğunu fark etmiştim. İlk surla, ikinci surun arasında birkaç kilometre vardı. Fark ettiğim bir diğer şeyde ilk surun kapısı sürekli kapalı dururken ikinci surun kapısının açık bırakılmasıydı. Muhtemelen ilk sur dışarıdan birilerini içeri alan ilk kontrol noktası olduğundan diğer surlara nazaran daha tedbirliydi.

Bu surun üstünde de beyaz şövalyeler nöbet tutuyordu.

Neden üniformaları farklıydı acaba?

İkinci surdan içeriye girdiğimiz anda burada yaşayanların ilk surda yaşayan kesimden parasal olarak daha üstün olduklarını anlamıştım. Gözüme çarpan dükkanlar daha şaşalı, insan ve vampirlerin giyimleri daha süslüydü. Uzaktan da olsa duvarları gözüken üçüncü sura baktım. Şimdiye kadar gördüklerime bakacak olursak bu üçüncü surda ikamet eden insanların aristokrat, vampirlerin ise asiller olduğu anlamına mı geliyordu?

Gül şehrinin her bir suru sınıfsal olarak birbirinden ayrılmıştı. Bir an için bu ayrım yüzünden kökenin kibirli bir kişiliği olduğunu düşünsem de sonradan bu ayrımın insan ve vampirler için yapıldığını anlamıştım. İnsanlar genelde aristokratların yanında kasılır, rahatsız olurlardı ama etrafları kendisiyle aşağı yukarı eşit kesimle dolu olursa rahatlayıp mutlu bir şekilde yaşayabilirlerdi tıpkı bu şehirde olduğu gibi.

Yine de surlar arasında geçiş yasaklanmış gibi durmuyordu.

Üçüncü sura ulaştığımızda tahminlerim de haklı çıkmıştım.

Burası kesinlikle aristokrat ve asiller aitti.

“Yorulmuş olmalısınız. Biraz daha dayanın kaleye varmak üzereyiz. Kaleye ulaştığımızda köken ile görüşeceksiniz ardından size yiyecek ve içecek vereceğiz.” Kadın şövalyelerden biri nazikçe bizi haberdar ettiğinde bile kimseden ses çıkmadı.

Kara kale.

Herkes gözlerini dikmiş oraya bakıyordu.

Uzaktan bakıldığında bile devasa ve görkemli bir havası vardı. Üç surun merkezinde dikiliydi. Şehrin şen şakrak havasıyla gevşeyen köleler kalenin yoluna girdiğimiz anda boğucu bir baskıyla bastırılmışlardı.

Menderes şeklinde kıvrılan yolun kenarlarına uzun fenerler dikilmişti. Fenerlerin siyah gövdelerine gül asmaları dolanmıştı. Hala gündüz vakitlerinde olduğumuzdan lambalar yanmıyordu. Etrafta herhangi bir yapı, dükkân yoktu. Her yerde sadece ağaçlar, güller ve yollar vardı.

Kale bilerek şehirden koparılmış gibiydi.

Menderes şeklinde kıvrılan yol bittiğinde uçları ok şeklinde yükselen demir çitlerin önüne gelmiştik. Demir çitin devasa kapısının üzerinde kocaman bir gül motifi vardı. Önünde ise siyah üniformalı iki vampir nöbet tutuyordu. Bizim geldiğimizi görür görmez hiçbir soru sormadan çitin demir kapısını iterek açıp bize yol verdiler.

İçeri girer girmez burnuma gül kokusu doldu. Aslında kaleye yaklaştığımız zaman da güllerin enfes kokusunu almıştım ama burada koku öyle bir yoğunlaşmıştı ki… çok güzeldi.

Etrafı hayranlıkla izlemeden duramıyordum. Bizi kaleye götüren yol haricinde her yer çimendi. Çimenlere bol saçaklı köklere sahip gül çalıları dikilmişti. Aman Tanrım, her yerde güller vardı.

Burası muhteşem bir yerdi.

On beş dakika geçti ya da geçmedi ikizler atların dizginlerini çekerek faytonu durdurup aşağıya indiler. Onların durmasıyla birlikte diğer at arabaları da arka arkaya durmuştu. Ben kalenin bahçesinin büyüsünden çıkamazken uçarak kafesin önünden geçen kelebek bütün dikkatimi dağıtmıştı.

Şaşırarak nereye gittiğine baktığımda onu gördüm.

Vampiri.

Açık sarı rengindeki saçları hafifçe esen rüzgâr yüzünden geriye doğru dalgalanırken omuzlarına attığı cekette aynı şekilde rüzgârın ahengine kapılmıştı. Önündeki gülün yaprağını okşarken ona yaklaşan kelebeği fark ederek elini kaldırdı. Kelebek vampirin parmağına konarak orada yavaşça kanatlarını çırpmaya başladı.

Baharın ilk kelebeği.

Benim gördüğüm siyah kelebek o vampire konmuştu.

Şaşkınlıkla bu olayı izlerken daha da yoğunlaşan gül kokusunun artık başımı döndürmeye başladığı hissediyordum. Tam da bu sırada vampir bakışlarını kaldırarak gözlerini gözlerimle buluşturdu.

Kalbim kesişen bakışlarımızla birlikte göğsüme sert bir tekme attı.

Köken.

 

Sizce kökenin bölgesine girdikten sonra başlarına ne gelecek?

Bölümde en sevdiğiniz yer neresi oldu?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere :*

Loading...
0%