@endless_q
|
▏₰ Roxana Gözleri narince okşadığı gülün rengindeydi. Kan pompalamayı bırakmış kalbine inat dudakları vişne kadar kırmızıydı. Bütün vampirler gibi soluk bir teni olmasına rağmen sanki hayattaymışçasına parlıyordu. Ölü olduğuna dair tek kanıt göz kenarlarındaki hafif morumsu renkti. Kökenin parmağında duran siyah kelebek, Theo onlara yaklaşınca kanatlarını çırparak uzaklaştı. Vampir elinin tersini ağzına paravan şeklinde tutup kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı. O anlatmaya devam ettikçe tacir su gibi ter döküyor, önceden cebinden çıkardığı mendili alnına bastırıp duruyordu. Gözlerimi üzerine dikmiştim. Kötü bir hareketini yakalamak için aralıksız ona baktığımdan haliyle yüzündeki en ufak değişimi de fark edebiliyordum. Direkt yüzüne vuran güneş ışığından rahatsız olmuş olmalı ki Theo’nun anlattıklarını dinlerken bakışları hafifçe kısıldı. Saçları gibi kirpikleri de sarıydı… Aynı ışık onlara da dokunuyordu. Sık ve kıvrık olduklarından ışık saçıyorlardı. Yüzümü buruşturarak elimi bağrıma bastırdım. Nereden geldiği meçhul bir acı göğüs kafesimde belirerek orada birikmeye başladı. Sanki ona baktıkça büyüyordu. Theo anlattıklarını bitirip geri çekildiğinde kökenin gözlerindeki bahçede yetişen güller çürümeye başlayarak irislerini daha koyu bir tona bürüdü. Az önce insanı ferahlatmak için esen meltem şimdi kara bir ölüm taşıyan soğuk bir rüzgârın habercisiydi. Ürperti ayak uçlarımdan başladı. Taciri izleyen kanlı irislerin avını gözetleyen vahşi bir yırtıcıdan farkı yoktu. Etraftaki hava kökenin öfkesini sezmişçesine gittikçe tekinsiz bir hale geliyordu. Omuzlarına attığı kısa ceket birden basan soğuk yüzünden geriye doğru dalgalanırken elimi diken diken olmuş tüylerime sürterek kolumda gezdirdim. Kalenin bahçesindeki güller de esen rüzgâr yüzünden sallanarak hışırtı sesi çıkarıyorlardı. Sadece ben değil, buradaki herkes benim hissettiğim uğursuzluğu tadıyordu. Bu yüzden kimse kılını dahi kıpırdatmaya cüret edemiyordu. İlk kez bir kökenin baskın varlığını iliklerimize dek seziyorduk. Hakimiyet. Vampirlerin üzerlerinde kullanarak onlara boyun eğdiren bu aura insanların kaldırabileceği türden bir ağırlık değildi. Boğazımdaki yumruyu yutkunarak geçirmeye çalışsam da fayda etmedi. Biri elindeki bıçakla arkamda boğazımı kesmek için bekliyormuşçasına tedirgin hissediyordum çünkü onu göremesem de varlığını hissediyordum. “Arşidük lütfen yaptığım kabalığı bağışlayın!” Kökenin ağzını açmasına bile gerek kalmamıştı. Tek bir bakışıyla onu acizleştirmişti… Buradaki her köle onun elinden zulüm görmüş, dayak yemiş ve tekrar tekrar satılmıştı. Bizim için bu adam cehennemden fırlayıp gelen bir zebaniden farksızdı ve şimdi o zebani kapıldığı dehşet yüzünden tir tir titriyordu. Bize çektirdiklerinin bedelini ödeme vakti gelmişti. Tacir yere kapaklanarak yalvarmaya başladı. O kadar kiloluydu ki diz çökerken az kalsın yuvarlanacaktı. “Bu zavallı insan hata etti. Nasıl benim gibi aşağılık bir yaratık izin almadan Arşidükün bölgesine girmeye kalkışır? En içten duygularımla sizden af diliyorum lordum! Bir daha asla böyle bir kusur işlemeyeceğim!” Hafifçe kaşlarımı çattım. Arşidük mü dedi o? Kahretsin, bu köken bir Arşidük müydü yani? Hani şu krallıkta bu unvana sahip olmasıyla ünlü tek vampir? Köken olması yetmezmişçesine tacir birde onun Arşidük olduğunu bildiği halde mi elini kolunu sallayarak bölgesinden geçmeyi düşünmüştü? Aptallığı karşısında hayrete düşmeden edemiyordum. Kanlı irisler taciri ayaklarına kapanmış bir böceğe bakar gibi izliyordu. Dikkatimi çeken hareketlilik yüzünden başımı kaldırarak kaleye baktım. At arabalarını gören kale sakinleri neler olduğunu merak etmiş olmalılar ki dışarı çıkmışlardı. İçlerinde en önde duran bir adam vardı. Kuyruklu siyah bir ceket, beyaz gömlek, siyah pantolon giymiş ve boynuna papyon takmıştı. Garip, pek endişeli gibi durmuyordu. Sadece o değil, diğer hizmetçi ve hizmetliler de sanki her gün bu tarz olaylarla karşılaşıyormuşçasına rahat tavırlar sergiliyorlardı. Elindeki tepsiyle yaklaşan adam biraz ötedeki demir çardağın içine yerleştirilmiş yuvarlak masanın önüne gelerek tepsiyi üzerine bıraktı. Geniş çardağın demirden sütunlarına gül sarmaşıkları dolanmıştı. Tepsideki beyaz fincanı tabağıyla birlikte alarak masaya koydu. Sade fincanın takımı olan demliği kulpundan tutarak kaldırıp bardağın içine koyu kıvamlı bir sıvı dökmeye başladı. Kandı. Görür görmez anlamıştım. Köken tacirin yalvarışlarını umursamadan yanından geçerek masası gibi bembeyaz olan sandalyeye oturdu. Fincanı tutup zarifçe dudaklarına götürdü. İlk yudumu içip dudak çizgisi kırmızıya bulanınca bakışlarımı kaçırdım; iğrençti. Tacir kafasını yerden kaldırarak kendisine ne olacağını bilememenin verdiği stresle kökene baktı. Beslenmiyordu, çay içermişçesine kan tüketiyordu. Fincanın tabağa vuran sesini işitene dek ondan tarafa bakmadım. “Demek pişmansın.” İçinde binlerce sır barındıran tok bir sesi vardı. Tacir hevesle başını sallayarak “Çok pişmanım lordum!” dediğinde bacak bacak üzerine atarak dirseğini masaya yaslayıp düşünüyormuşçasına çenesini ovan köken “Fakat bu benim bölgeme benden izinsiz adım attığın gerçeğini değiştirmez öyle değil mi? Kuralları göz ardı eden kişi ister vampir ister insan olsun cezasını muhakkak çekmeli.” dedi. Bunu söylemesiyle birlikte erken sevindiğini anlayan tacir peş peşe yutkundu. “Canım hariç her türlü cezayı çekmeye razıyım efendim.” “Hım…” Bakışlarını üstünkörü bir şekilde at arabalarında dolaştırdıktan sonra tekrar tacire dönerek “Seni bir şartla affederim; buradaki bütün köleleri bana vereceksin.” dedi. Kafeslerin içerisinde akıbetlerini bekleyen kölelerin nefesleri soluk borularına kaçmışçasına hep bir anda tuhaf sesler çıkardılar. Önceden vampir efendileri olan köleler ise refleksle kollarındaki ısırık izlerini ovaladılar. Elimi yumruk haline getirerek tırnaklarımı etime geçirdim. Bizi kan kölesi mi yapacaktı? Tacirin işittikleriyle suratı asılınca kökenin “Ne? Canının değeri birkaç köleden daha mı az?” diye sorması yüzündeki ifadeyi anında değiştirdi. Kökenin köleleri parayla satın almayacağını anlamıştı, bizi bölgesine izinsiz girmesinin ödemesi olarak istiyordu. Boynunu büküp mağdur bir tavır takınarak “Lordum bana acıyın! Sahip olduğum kölelerin hepsi bu. Eğer onları size verirsem iflas ederim! Bir daha tacirlik yapamam.” dedi. Merhamet dilendiği kişinin zalimlikleriyle tanınmış vampirlerin liderlerinden biri olduğunu göz ardı ediyordu. “Pazarlık yok. Ya köleleri bana verirsin ya da cezanı canınla ödersin.” Fincanı tekrar dudaklarına götürmeden önce “Seçim senin.” dedi. Theo ile Rheo ellerini bellerindeki kılıçlarına atarak anında tacirin kellesini almak için hazırda beklemeye başladılar. Bunu gören tacir içinden söve sövede olsa mecburen kökenin teklifini kabul ederek yeniden yere kapaklandı. “Alın! Alın kölelerimin hepsi sizin olsun yeter ki canımı bağışlayın!” Çaresizdi, nihayetinde kökenin vampirlerinin emrindeki vampirlere neler yaptığına bizzat şahit olmuştu. Bu dünyada onlardan tehlikeli başka bir tür daha yoktu. Vampirler; besin zincirinin en tepesindelerdi. Theo bize eşlik eden vampirlerden ikisine kafasıyla işaret vererek “Götürün.” deyince vampirler yerdeki taciri kollarından tutarak kolayca kaldırıp kaleden dışarı götürmeye başladılar. Tacir kollarını çekiştirerek “Bırakın beni! Lordum bir anlaşma yapmıştık! Köleler sizin olsun yalvarırım canımı bağışlayın!” diyerek avaz avaz bağırsa da köken ona bir kere daha bakmadı. Tacirle birlikte uzaklaşan vampirlerin ardından Theo ile Rheo kökenin yanına gittiler. “Şahsi kölelerini onunla birlikte gönderin.” Rheo “Ben hallederim.” diyerek yanlarından ayrıldı. Theo kökenin karşısındaki sandalyeyi çekerek oturup demlikten kendine bir bardak kan doldurdu ve içmeye başladı. Biz sanki burada değilmişiz gibi davranmalarına sinir olmuştum. En azından bundan sonra bize ne olacağını söyleyebilirlerdi. Tam da bu sırada vampir şövalyeler at arabalarına yaklaşarak kafeslerin kilitlerini teker teker açmaya başladılar. Benim içinde olduğum kafesin kapısını açan vampir bize kalede yemek verileceğini söyleyen kadındı. “İnin hadi.” Köleler birbirlerine korkuyla baksalar da emre itaatsizlik edemeyeceklerinden denileni yaptılar. Ben kafesten dışarı çıkmadan önce yanımdaki kadının çocuğuna sıkı sıkı sarılarak dualar ettiğini duydum. “On kişilik sıralar oluşturun.” Kafeslerden ilk inenler sıranın en önüne geçmişlerdi. Bizde önde duran on kişinin arkasına geçerek her bir sıra yirmi kişi oluşturacak şekilde dizilmiştik. Tacirin köleleri onunla birlikte gönderildiğinden toplam yüz kişiydik. Tacirin bindiği faytonunun üzerindeki sandıklar kontrol edilmiş ardından içinde kölelerin senetleri bulunan sandık alınarak, masadan kalkıp sıranın önüne geçen Theo’nun yanına bırakılmıştı. Theo sandığı açıp rulo şeklinde sarılan senetlerden birini almış inceliyordu. Köleler satıldığında senetlerine efendilerinin damgası vurulurdu. Bazılarımız doğuştan köleydi, bazılarımız ise borç batağına düştüğü için köle olmuş veyahut aileleri tarafından köle olarak satılmıştı. Sonradan köle olanlar borçlarını ödedikleri takdirde serbest bırakılırdı. Tabii bu sadece boş bir inançtan başka bir şey değildi. Hiçbir tacir kolay kolay üzerinden para kazandığı köleyi serbest bırakmazdı. “Senetleri sahiplerine dağıtın.” Theo’nun sözleriyle birlikte havada şaşkınlık nidaları yükseldi. Ben bizimle alay ettiklerini düşünürken vampirler ciddi ciddi senetleri açıp isimleri okuyarak kölelere vermeye başlayınca içimdeki huzursuzlukla birlikte kaşlarımı çattım. Amaçları neydi? Gerçekten bizi öylece serbest mi bırakacaklardı? Köleler ellerindeki senetleri gerçek mi diye kontrol ederlerken Theo bu seferde “Şu zincirlerini de halledin.” dedi. Vampirler kölelerin zincirlerini çıplak ellere parçalayıp onları serbest bırakırken artık burada ne döndüğüne akıl sır erdiremiyordum. Küçük dilini yutmuş gibi görünen erkek kölelerden biri sevinçle “Bizi kandırmıyorsunuz değil mi?” diye sorarken öteki elindeki kâğıda boş bakışlar atarak “İyi de bize nereye gitmemizi söylüyorsunuz?” diye mırıldanmıştı. Muhtemelen ömrü boyunca kölelik yapanlardanlardı. Onun için özgürlük bir lütuf değil, şerdi. Bir efendiye satıldığımızda her ne kadar hor görülüp itilip kakılsak da en azından karnımıza yemek giriyordu. Özgürlüğünü satın alsa da başında çatısı olmayan azatlı kölenin dönüp dolaşıp gidebileceği tek yer yine bir tacirin yanı olacaktı. Theo kölelere bakarak “Borçlarınız Arşidük tarafından ödendi gitmek isteyenler gidebilir, serbestsiniz.” dediğinde evlerine dönebilecek olmanın sevincini yaşayan köleler mutlulukla birbirlerine sarılırken onları izleyen evsizlerin boynu büküktü. Çocuğunu biri sanki zorla elinden alacakmışçasına sıkı sıkı sarmaya devam eden kadın saygıyla kökene bakıp “Lordum benim çocuğumla birlikte gidecek bir yerim yok.” diyerek direkt onu muhatap alarak konuşunca donup kalmıştım. İlk köleliği olduğundan kurallardan da habersizdi. Normalde bu yaptığı yüzünden kırk kırbaçlık bir cezaya çarptırılırdı zira yüksek mertebedeki kişiler onlar izin vermediği müddetçe kendileriyle konuşulmasından hoşlanmazlardı. Az evvel ağzı kulaklarına varana kadar gülen kölelerin dahi sesi soluğu kesilmişti. Kadın tedirginlikle etrafına yanlış bir şey mi yaptım bakışları atarken köken bardağını fincanına bırakarak “Gidecek bir yeri olmayanlar kalede çalışabilirler.” deyince kadının gözlerindeki hüzün dağılmış ve heyecanla “Her iş yapabilirim!” demişti. Onu cezalandırmadı. Kölelerden biri ağzının içinde mırıldanarak kadını uyardı. “O kadar emin olma.” Bakışlarımı mırıldanan kölenin bileklerinde gezdirdim; teninde yara izi şeklinde kalmış bir sürü ısırık izi vardı. O da vampirlerin kalanları kan kölesi olarak kullanacağını düşünüyor olmalıydı. Gözlerimi onlardan çekip kale hizmetçilerinde ve kâhya da dolaştırdım. Hepsi insandı. Sonra aklıma şehirde yaşayan insanların vampirleri sevinçle karşılayışları geldi. İlk kez bir vampir konusunda kesin hüküm vermekte tereddüt ediyordum. Kan emici bu yaratıklardan nefret eden yanım kanımı kaynatarak bana öfke kusuyordu. Kulağımın içinde hep aynı sözleri tekrar ediyordu. ‘Hepsi aynı! Onların hepsi aynı!’ Theo “Kalede çalışacak olanlar kalsın diğerleri Eliotla birlikte gitsinler sizi istediğiniz yere bırakılacaklar.” dediğinde şövalyelerin arasından Eliot adlı kişi öne çıkarak “Beni takip edin.” deyip çıkışa yöneldi. Köleler hala özgür bırakıldıklarına inanamadıkları için Eliot’u takip etmekte kararsızlardı. Onun arkasından giderlerse başlarına bir iş gelmelerinden korkuyorlardı, onları suçlayamazdım. Birbirlerine bakarak ilk adımı birinin atmasını beklerlerken en arkada kalan bir adam kimseyi umursamadan Eliot’un peşine takıldı. Bundan cesaret alan diğerleri de onu takip etmişlerdi. Yüz kişiden geriye yalnızca on sekiz kişi kalmıştık. Evsiz oldukları halde bir vampirin yanında çalışmaktansa da sokaklara düşmeyi yeğleyen kişilerde gittiğinden sayımız bu kadar azalmıştı. Gitmek ve kalmak arasında tercih yapamazken bir gidenlerin arkasına, bir kalanlara bakıyordum. Ben kimsesizdim. Ne gidecek bir yerim ne de kalacak bir akrabam, arkadaşlarım vardı. Kalenin sahibi bir insan olsaydı kalmakta tereddüt etmezdim ama değildi. Daha önce hiç vampir efendiye hizmet etmemiştim. Tacir beni vampir efendilere satmaya kalkışınca olay çıkarmış, ahırı ateşe vermiştim. Bu yüzden birkaç gün yataktan kalkamayacak kadar dayak yesem de yaptığım şeyden asla pişman olmamıştım. Tacir de benimle uğraşmak istemediğinden vampir efendi konusu rafa kaldırılmıştı. Peki şimdi niye ayaklarım gidenlerin peşinden gitmekte isteksizdi? “Ne yapacağına karar verdin mi?” Birden yanımda beliren Theo ile yerimden sıçrayarak ondan birkaç adım uzaklaştım, ödüm kopmuştu. Suratımdaki ifadeye gülerek “Kusura bakma fazla kararsız görünüyordun bende sorayım dedim.” deyince ona benimle eğlenme fırsatı tanıdığım için kendime uyuz olmuştum. Dişlerimi sıkarak “Kalacağım.” dediğimde asla masanın olduğu tarafa bakmıyordum. Onun bana baktığını bile bile. Theo parmağını kollarımdaki prangaya vurunca beni hapseden bütün zincirler bu ufak dokunuşa direnemeyerek anında dağılmaya başladılar. Kopan demir parçalarının yere düşüşünü izlerken kullandığı güç karşısında afallamıştım. Onun sıradan bir vampir olmadığını tahmin edebiliyordum ama tek bir parmak hareketiyle demiri bükmesi… bunu yalnızca safkanlar yapabilirdi. Gülümsedi. “Öyleyse artık bunlara ihtiyacın yok.” • Kalacağım demiştim. Kalacağım demiştim. Resmen kalacağım demiştim. Hepsi o vampirin suçuydu! Beni bilerek kışkırtmıştı. Dudağımın kenarını ısırdım, sinirime yenik düşmüştüm. “Benim adım Serket, bu kalenin kahyası benim. Doğal olarak bundan böyle sizinle ilgilenen kişi de ben olacağım.” Kalede kalmayı seçen on sekiz kişi beş kişilik yeni bir sıra oluşturmuştuk. Köken ve Theo beyaz masada otururken adının Serket olduğunu öğrendiğim papyonlu yönetimi ele almıştı. Hizmetçi kızlardan biri elinde tuttuğu defteri Serket’in yanına gelerek uzattığında Serket defteri alarak içini açıp karıştırmaya başladı. İç çektim, en iyisi olanları akışına bırakmaktı. “Kalede çalıştığınız süre boyunca haftalık yirmi beş drahmi alacaksınız.” Duyduğum rakamla birlikte gözlerim kocaman oldu. Yirmi beş drahmi mi? Bu ayda yüz drahmi ederdi! Köleler karınlarını evdeki artıklarla doyurup diğer ihtiyaçlarını da yine evdeki duruma göre hallederlerdi. Bu yüzden bize ücret ödenmezdi. Köle olmayıp hizmetçi olarak aristokrat ve asillerin yanında çalışanlar en fazla on, daha üst rütbeli görevliler ise taş çatlasın on beş drahmi alırdı! Bu parayla çok rahat bir şekilde geçinebilirdik hatta biraz lükse bile kaçabilirdik! Kıtadaki üç imparatorluğun arasında Solũthr imparatorluğunun para birimi en kıymetlisiydi. Haftalık beş, altı drahmi masraflar için bir aileye yeterdi. İşte gül kalesinde çalışıp alacağımız para miktarı bu yüzden dudak uçuklatacak tutardaydı. Azatlı köleler burada kalmayı seçerek kafalarına nasıl bir talih kuşunun konduğunu anladıklarından içleri içlerine sığmıyordu. “İlk haftanın maaşı size gün içerisinde ödenecek.” Kafasını defterden kaldırıp bize bakarak “Aranızda şu işte iyiyim diyen var mı? Yoksa ben kendi kafama göre görev dağılımı yapacağım.” dediğinde orta sıralardan biri elini kaldırarak “Efendim benim atlarla aram iyidir.” dedi. Serket konuşan adama bakıp “Kâhya. Bana kâhya diyen hitap edin, efendim diye değil. Pekâlâ, sen ahırda görevlisin bundan sonra adın ne senin?” diye sorunca adam adını kâhyaya söylemiş o da defterine not almıştı. Yedi, sekiz kişi daha şu işte iyiyim diyerek adını deftere yazdırmıştı. Kâhya bu kadar kişinin bir işte iyi olmasını beklemiyor olmalı ki biraz şüpheci yaklaşmıştı. Bilmediği şeyse bunun doğru olduğuydu zira tacir özellikle eli iş tutan köleler satın alarak onları daha yüksek meblağlara satar ve daha çok para kazanırdı. “Çekinmeden söyleyin aranızda başka bir işte iyi olan var mı?” Bakışlarımı güllere çevirdim; durumları çok iyiydi. Onlara her kim bakıyorsa daha kıştan yeni yeni çıkmamıza rağmen biri bile boynunu eğmemiş ya da hastalanmamışlardı. Yapraklarında en ufak bir solma belirtisi yoktu. “Roxana bahçe işlerinde çok iyidir.” Adımı duyunca şaşırarak sıranın öteki ucundaki kıza baktım. Bu kızla arada sırada konuşsak da hala adını bilmiyordum. Beni yaşlı adam kırbaçlanırken karışmamam konusunda uyaranda oydu şimdi de benim adıma konuşuyordu. “Roxana kim?” Lanet olsun, kaleye girdiğimden beri ilgimi çeken güllerle her ne kadar ilgilenmek için delirsem de o vampirin güllere nasıl dokunduğunu görmüştüm. Onun için çok değerli oldukları belliydi o yüzden sesimi çıkarmamıştım zaten. Onunla muhatap olmak istemiyordum. Elimi kaldırarak “Benim.” dememle Serket’le göz göze geldik. “Güllerle mi ilgilenmek istiyorsun?” Benim ağzımdan ne zaman öyle bir şey çıkmıştı? Artık istemiyorum da diyemeyeceğimden “Evet.” demek zorunda kaldım. Serket çaktırmadan kökene doğru bir bakış atarak bana dönüp “Emin misin? Kalede çok fazla gül var. Sadece bahçe değil, birde sera var. Tek başına baş edebilecek misin?” diye sorunca aklıma bu zamana kadar güllerle kimse ilgilenmedi mi yani sorusu gelse de özgüvenle başımı sallayıp “Onlara bakabilirim.” dedim. Serket bu sefer dolandırmadan kökene baktı. Bende istemeye istemeye ona dönerken gözüme çarpan hizmetçilerin bana endişeyle eyvah eyvah bakışları attığını fark ettim. Ne? Burada güllere bakmak o kadar mı zor bir şeydi? Theo eğlenceli şeyler olacakmışçasına keyifle gülerken azı dişlerini sergiliyordu. “Lord Zehel siz ne diyorsunuz?” Zehel. Demek adı buydu. Serket’e bakmıyordu, bana bakıyordu. Gözlerini üzerimden ayırmadan “İstiyorsa yapabilir.” deyince kimse izin vermesini beklemiyor olmalı ki ağızları beş karış açık kalmıştı. Kâhyanın bile bir saniye içinde olsa kalemi tutan eli defterin üzerinde duraksamıştı. Ardından eski soğuk kanlılığını geri kazanarak adımı kâğıda not almıştı. Aldığım sorumluluk umarım başıma dert açmazdı. • Görev dağılımını bitirdiğimizde kendini baş hizmetçi olarak tanıtan kız, adının Meyra olduğunu ve kalacağımız yere kadar bize eşlik edeceğini söylemişti. Yaşının bayağı genç olmasından dolayı kalede baş hizmetçi olacak kadar yükselmesine şaşırsam da az rastlanan bir durum olmadığından çokta üzerinde durmamıştım. Koyun sürüsü gibi Meyra’nın peşine takıldığımızda müştemilata değil de kaleye doğru yürüdüğümüzü görünce kafam karıştığı için “Kalede mi kalacağız?” diye sormuştum. Yolu şaşırmış olamaz değil mi? “Evet, kalenin bodrum katında hizmetçilerin kaldığı odalar mevcut. Sizde artık burada çalıştığınız için bizimle birlikte kalacaksınız.” dedi. Normalde asiller ve aristokratlar hizmetçiler için malikânelerinden çokta uzakta olmayan bir ek bina inşa ettirerek görevlilerin orada kalmalarına izin verirlerdi. Bu kısımlara müştemilat denirdi. Köleler ise ahırdan hallice yerlerde kalırdı. Anlaşılan burada kuralların dışarıdan daha farklı işlediği gerçeğine alışmam lazımdı. Yine de tüm bunları bir insanın değil de vampirin yaptığını görmek biraz onur kırıcıydı. Elbette imparatorlukta iyi diyebileceğim aristokratlar vardı ancak onlar bile hizmetçileriyle aynı çatı altında kalmazlardı. Niye bunları yapıyordu ki? Ona bir yarayı yoktu. İşte bu yüzden bütün bunların altından kötü bir şeyin çıkacağını düşünüyordum. Çünkü birine inandıktan sonra uğradığın hayal kırıklığının etine gömülmüş parçalarını çıkarmak yine sana kalıyordu. Geniş merdivenlerden çıkarken başımı arkaya atarak gökyüzüne meydan okuyan kara kaleye uzun uzun baktım. Büyük ve gösterişli evlerde de çalışmıştım ama burası… nefes kesiciydi. İlk kez bir kalede çalışacaktım. Boyu yaklaşık beş metreyi bulan kalenin kapısı gürgen ağacından yapılmıştı. Bu ağaç türü en pahalı olandı. Üzerinde birçok motifin bulunduğu iki kanatlı kapının tam ortasına ise dikenlerin üzerinde duran bir gül sembolü yontularak çizilmişti. Kaleyi çevreleyen demir çitlerin kapısında da bu motif vardı. Muhtemelen kaledeki bütün kapılarda da… Köken gülleri tahmin ettiğimden daha çok seviyor olmalı. Hizmetçilerin ben güllere bakmak isteyince neden öyle tepki verdiklerini yavaş yavaş anlıyordum. Kökeni öfkelendirmek istemedikleri için daha önce kimse bunu yapmaya gönüllü olmamıştı. Şayet güllere bakamayıp onları soldurursam bunun sonucunda öldürüle bilebilirdim. Kalenin kapısının yanlarında nöbet tutan iki vampir şövalye vardı. Bizim geldiğimizi gördükleri gibi kapıyı iterek açıp geçmemiz için beklemeye başlamışlardı. Kaleden içeri adım attığım gibi gördüğüm ilk şey devasa hol olmuştu. Kapının solunda kalan kısımda antika tarzı bir koltuk takımı, pahalı bir masa ve önünde yanan kocaman bir şömine vardı. Şöminenin üstüne, kenarlarına küçüklü büyüklü mumlar koyulmuştu. Sağ tarafta on iki kişilik bir yemek masası, dolaplar v.b. şeyler göze çarpıyordu. Tavandan sarkan avizelere yakutlar asılıydı. Avizenin demir gövdesine yine gül sarmaşıkları dolanmıştı. Üst kısma ise yakutlarla uysun diye kalın kırmızı mumla yerleştirilmişti. Mumların gülleri yakıp bir yangın çıkaracağından endişe etmiyor muydu bunlar? Vampirler evlerinde lambalardansa hala daha loş bir ortam sağlayacak ve canlarını yakmayacak mumları kullanmayı tercih ediyorlardı. Bakışlarımı tavandan indirip önümüze çevirdim. Holde üst kata çıkan geniş bir merdiven vardı. Merdivenin ortası siyah renkli, kenarları kırmızı ipliklerle işlenmiş bir halıyla örtülüydü. Merdiven ilerde iki kısma ayrılıyordu, her birinin koruluğunda yine gül sarmaşıkları vardı. Üç merdivenin tam birleştiği noktadaysa aşağı yukarı iki metre büyüklüğünde bir tablo asılıydı. Tabloya Zehel’in resmi çizilmişti. Aristokrat ve asillerin evlerine kendi resmini çizdirip astırması adettendi. Evlilerse eşleriyle, çocukları varsa aileleriyle birlikte oldukları bir resim yaptırıp astırırlardı. Kökenin tek başına bir resminin olmasının tek bir anlamı vardı; hala bekardı. Hiç evlenmemiş miydi acaba? Yaşını göz önünde bulundurduğumda en azından bir kere olsun evlenmiştir diye düşünmüştüm. Bunu düşünmemin sebebiyse köken olmasından kaynaklıydı. Duyduğuma göre kökenlik doğuştan gelen bir şey değildi. Vampirler belli bir yaştan sonra bu şekilde anılmaya başlarlardı. O… muhtemelen beş yüz yaşından büyüktü. Meyra merdivenin yanında duran kapıya ilerleyerek “Bu taraftan.” deyince onu takip ettik. Kapıyı açıp aşağıya inmeye başladı. Ben aşağısının biraz daha mütevazi olacağını sanırken yanılmışım. Burasının da zemin kattan bir farkı yoktu. Duvarlara asılmış şamdanlar içeriyi aydınlatıyordu. Yerde üzerine basmaya kıyamayacağım pahalılıkta bir halı vardı. “Kadınlar sağ, erkekler sol taraftaki odalarda kalıyorlar. Her bir odada yatak ve banyo var. Yemeklerinizi ise mutfakta yiyeceksiniz. Ayrıca dinlenme saatlerinizde ortak olarak kullandığımız bir salonumuz var onu size daha sonra gösteririm.” Bakışlarımı her bir ayrıntıda gezdirirken iki koridor boyunca yan yana dizilmiş kapıların üzerinde odalar karıştırılmasın diye numaralar olduğunu fark etmiştim. İçeriyi incelerken köşede bir merdivenin daha olduğunu görünce duraksadım, aşağıya iniyordu. “Orası nereye gidiyor?” Meyra gösterdiğim yere bakarak kısaca “Mahzene, genelde depo olarak kullanılıyor.” demişti. Ellerini birbirine vurarak gülümsedi. “Pekâlâ, herkes kendisine verilen odaya gidip güzelce dinlensin. Odanıza bir kereliğe mahsus size giyebileceğiniz bir kıyafet ve yemek getirilecek. Haftada bir gün izniniz var, o gün pazara inip isterseniz terzide kendinize yeni kıyafetler diktirebilirsiniz. Yarın görüşmek üzere.” • Biraz daha aşağıya kayarak sıcak suyun çene hizama ulaşmasını sağladım. En son ne zaman sıcak suyla banyo yaptığımı hatırlamıyordum. Kemiklerim yılların yorgunluğuna alışsa da bu hiç sızlamadıkları anlamına gelmiyordu. Bana kırk sekizinci odayı vermişlerdi. Oda numaramı ararken koridor yürü yürü bitmemişti. Odamı bulduktan sonra bile devam eden koridorun geldiğim yol kadar uzun olduğunu görmüştüm. Üzerinde odamın numarası yazan anahtarla kapıyı açıp içeri girdiğimde beni orta halli bir salon büyüklüğündeki oda karşılaşmıştı. Boydan pencerenin hemen önünde çift kişilik bir yatak, komodin, küçük bir masa, boy aynası, sağında geniş bir gardırop ve makyaj masası vardı. Solda bir pencere daha vardı, onun yanına ise tek kişilik bir koltuk konulmuştu. Pencerelere kalın, kırmızı örtüler takılmıştı. Kalenin holündeki pencerelerde de bu perdeler asılıydı. Burasının hizmetçi odasıyla yakından uzaktan alakası olmasa da sorgulamadım. Sol tarafta kalan yerde ise ekstra bir kapı daha vardı. Bu kısım banyoydu. İçeride tuvalet, lavabo, ayna, küvet ve küçük bir dolap vardı. Dolabın içi sabunlar, kokular, havlularla doluydu. Üzerimdeki yırtık pırtık eski kıyafetleri çıkarıp daha sonra çöpe atmak için kenara ayırmıştım. Meyra bize kıyafet getireceklerini söylemişti zaten. Dolaptan güzel kokulu bir sabun alıp küveti sıcak suyla doldurmuş şimdi de yirmi dakikadır içindeydim. İlk önce vücudumu yıkamış sonrada güzelce saçlarımı yıkayıp kendimi dinlenmeye bırakmıştım. İçerisini artık buhar bassa da hiç çıkasım yoktu. Düşüncelerim beynimin etini yiyordu. O köken bir Arşidüktü. Solũthr imparatorluğunun üzerinde ne kadar çok gücün (etkin) varsa sana imparator tarafından o kadar mühim bir unvan verilirdi. Sistemin en tepesinde İmparator vardı. Hemen ardından sırasıyla Kral, Arşidük, Prens, Dük, Marki, Kont, Vikont ve Baron gelirdi. Bu onun imparatorlukta en önemli üçüncü kişi olduğu anlamına geliyordu. İmparatorluk tarafından verilen unvanlara hem insanlar hem de vampirler sahip olabilirdi lakin içlerinde Arşidük konumuna yalnızca Zehel sahipti. Oysaki onu diğerleri gibi Dük olduğunu sanıyordum. Daha öncede söylediğim gibi imparatorlukta yedi köken vardı ve hepsi Dük unvanına sahipti. Onu diğerlerinden ayıran neydi ki? Gerçi kökenlerin bile neden köken olarak adlandırıldıklarını bilmiyordum. Üstelik içlerinden biri kayıptı. Ülkenin haritasını açıp baktığınızda altı kökenin yaşadıkları bölgeleri bulabilirdiniz. İmparatorluğun onlar hakkında insanların bildiğinden fazlasını bildiğine eminim. Ancak kayıp olan köken sırra kadem basmışçasına kimse onun nerede ne yaptığını, yaşayıp yaşamadığını bilmiyordu. Hatta haritada bölgesi bile yer almıyordu. İmparatorlukta unvan sahibi olan kişiler birbirlerinin hangi tarafta yer aldığını ayırt etmek için insanlara Aristokrat derken Vampirler Asiller demişti. Vampirlerde muhakkak kendi aralarında sınıflara ayrılıyorlardır ancak ben bir yere kadar onlar hakkında bilgi sahibiydim. ‘Unutma Roxana vampirler beş sınıfa ayrılır.’ Başıma aniden giren ağrıyla birlikte inlerken gözlerimin önüne bölük pörçük bir görüntü gelmişti. Oturduğu sandalyede ayaklarını sallayan küçük kızın önünde bir defter vardı, kalem ise elindeydi. Etrafında biri dönerek konuşuyordu, az önce sesini duyduğum kişi olmalıydı. Kadın tekrar konuşsa da ne dediğini duyamadım, sesi cızırtılı geliyordu. Görüntü geldiği hızla bozulup kaybolunca başımdaki ağrı da dinmişti. On saniyelik o ağrı sanki canımdan bir parça koparmıştı. Rahatlayarak derin derin nefesler alıp vermeye başladım. Çocukluğuma dair çok anım yoktu. Babamın bana anlattığı hikayeleri hatırlıyordum. Sonra gördüğüm görüntülerde sık sık birine teyze diyordum. Daha demin konuşan kadının teyzem olduğunu da biliyordum ama hiçbirinin yüzü hafızamda yoktu. On iki yaşında yetimhaneye gönderildiğimde bana söylenen şey kafamı sert bir yere vurduğum için hafıza kaybı yaşadığımdı. Günlerde kafamdaki sargıyla kim olduğumu bilmeden yaşamıştım. Adımı bile haftalar sonra hatırlayabilmiştim. Bazen düşündüğüm bir şeyler hafızamı tetikler ve bana bazı sesler ya da anılar gösterirdi. Küçükken hafızamı geri getirmeyi çok denemiştim ancak çabalarım sonuçsuz kalmıştı. Tetiklenmeden bir şeyler hatırlayamıyordum. Kafamı geriye yatırarak küvetin başına yasladım. Belki de bu yüzden vampirlerden nefret ediyordum çünkü anılarım genelde onlarla ilgili şeylerde ortaya çıkıyordu ve içimden bir ses aileme onların zarar verdiğini söylüyordu. Niye kalmıştım ki burada sanki? İçimi saran pişmanlıkla tavanı izlerken aileme ihanet ediyormuş gibi hissetmeden duramıyordum. Onu merak ediyorsun. İç sesimin dediği şeyi duyunca kaşlarımı çattım. Saçmalık, o kan emicinin nesini merak edecektim? Yok öyle bir şey. Oturmuş kendi kendimi ikna etmeye çalışırken kapının çaldığını duydum. Küvetten çıkıp hızlıca dolaptan bir havlu alarak etrafıma doladım. Aceleyle banyoyu terk ettikten sonra tekrar vurulan kapının arkasına saklanarak kapıyı araladığımda Meyra’yı görmüştüm. “Yanlış zamanlama mı?” Bir elinde torba tutarken diğer eliyle beline yasladığı tepsiyi destekliyordu. Kapıyı biraz daha açarak elindeki tepsiyi alırken “Teşekkür ederim gelene kadar yemeği dökeceğim diye aklım çıktı.” demişti. “İçeri gelsene.” “Geleyim ama bunları bırakıp hemen gitmem lazım bazen cidden ben olmasam kaledeki işler nasıl halledilecek merak ediyorum.” Bezmiş bir şekilde konuşarak içeri girip elindeki torbayı tekli koltuğun üstüne bıraktı. “Torbada kıyafetler ve bu hafta alacağın paranın kesesi var.” Elimdeki tepsiyi küçük masasının üstüne koyup “Zahmet oldu.” dediğimde “Önemli değil. Ee odanı beğendin mi?” diye sormuştu. Güldüm. Bir köleye sorulacak en son soruyu bu. “Beğenmemek mümkün değil.” O da gülerek “Harika. Bu arada yarın senin hizmetçilerin yanına gelmen gerekmiyor. Kahvaltını yapıp direkt terasa git. İlk önce oradaki güllerin bakımını yapacaksın.” dediğinde kafamı anladığımı göstermek amacıyla sallayıp “Teras nerede peki?” diye sordum. “Kalenin arkasına giden yolu takip et görememen mümkün değil zaten. Ben şimdi gidiyorum sende güzelce karnını doyur.” “Tamam, sonra görüşürüz.” Meyra odadan çıktığında tepsideki yemeklere şöyle bir göz atıp ardından bakışlarımı parçalara ayrılmış bir şekilde yatağın üzerinde duran köle senedine çevirdim. Yedi senenin ardından artık özgürdüm. Buna alışmak kolay olmayacak. • Dün yemeğimi yiyip banyoyu temizledikten sonra dolapta bulduğum geceliği giyip uyumuştum. Sabah gözlerimi güneşin doğmasıyla birlikte açmıştım. Erken kalktığım için yatağımı toplamış ve boş boş koltukta oturarak zamanın geçmesini beklemiştim, bu bir ilkti. Pencereden dışarısını izlerken diğer hizmetçilerin odalarından yavaş yavaş çıkmaya başladıklarını duyunca bende kalkıp dün Meyra’nın getirdiği torbadaki kıyafetleri üzerime geçirmiştim. Aslında getirdiği kıyafetlerin arasında temiz iç çamaşırları da vardı ama onları dün giymiştim. Boy aynasının karşısına geçtim. Siyah, kalın astarın üzerine bordo renginde bir etek giymiştim. Etek, astardan iki karış kısa olduğu için astar alttan gözüküyordu. Üstümde kolları uzun, yakası lastikli olduğu için büzüşen bir bluz vardı. Omuzlarım köprücük kemiklerime kadar açıkta kalıyordu. Kıyafetlerimin üstüne göğsümün altından başlayıp belimi sıkan siyah, kısa bir korse geçirmiştim. Bağcıkları birinin yardımı olmadan bağlamak uğratırsa da sonunda başarmıştım. Ayakkabı olarak düz taban iskarpinler giymiştim. Ayak bileklerim eteğin boyundan dolayı gözükse de sorun etmedim. Elimle aynadaki yansımama dokundum. Su dalgası şeklindeki sarı saçlarım yıllar sonra kir, pas içinde değildi. Banyo yaptıktan sonra makyaj masasının çekmecesinde bulduğum tarakla onları güzelce taramış ve öyle uyumuştum. Eski renklerine kavuştukları için sağlıklı bir şekilde parıldıyorlardı. Daha fazla oyalanmamak için gözlerimi aynadan çekip odamdan çıktım. Koridoru aşıp merdivenleri tırmandıktan sonra mutfağı aramaya başladım. Holdeki merdivenin bir kapısı müştemilata yani bizim kaldığımız yere inerken diğer tarafındaki kapı mutfağa çıkıyormuş. Mutfağı bulduktan sonra erkenden gelip yemeğe oturmuş hizmetçi ve hizmetlilerin yanına giderek bende kahvaltımı etmeye başladım. Bu sırada mutfak görevlileriyle de tanışmıştık. Hemen işimin başına gitmek için sabırsızlandığımdan yediğim her şey boğazıma dizilmişti. Dünden beri o güllere dokunmak istiyordum. Geçmişimi hatırlamasam da yetimhanedeki günlerimi dün gibi anımsıyordum. Yetimhanenin sahibi çiçeklerle ilgilenmeyi sevdiğim için bahçıvana yardım etmeme bir şey demezdi. Köle olarak satılmaya başladığımdaysa işlerimi erken bitirirsem çiçeklerle de ilgilenirdim. Küçüklüğümden beri çiçeklerle haşır neşir olduğumdan bir süre sonra onların dilini de çözmeye başlamıştım. Dün Meyra’nın dediği gibi kalenin arkasına giden yolu takip ettiğimde serayı görmüştüm. Tamamen camdan oluşan seranın çatısı kubbe şeklindeydi. Onu ayakta tutan silindir biçimindeki taşıyıcı direklerin gövdelerine her zamanki gibi gül sarmaşıkları dolanmış vaziyetteydi. Bir an önce içeri girmek için adımlarımı hızlandırdım. Cam kapının üzerinde her zamanki gül motifini görünce şaşırsam da içten içe güzel durduklarını kendime itiraf etmiştim. Kapıyı açtığım gibi içerideki gül kokusu dışarı taşmıştı. Gerçi kalenin her yeri gül koktuğundan çokta bir şey fark etmemişti. Seranın içerisinde yürümeye başladım. Ben hayatımda bu kadar güzel başka bir yer daha görmemiştim. Her yer güldü. Nereden başlasam acaba diye düşünerek ilerlemeye devam ederken yolun beni daha geniş bir alana getirdiğini fark etmemiştim. Burası seranın göbeğiydi. Açık pencerelerden içeri giren yumuşak rüzgâr gül kokusunu yoğunlaştırdığı sırada onu gördüm. Sırtı bana dönüktü, ceketini giymek yerine yine omuzlarına atmıştı. Kaşlarımı çatarak burada ne işi olduğunu sorguladığımdaysa elindeki budama makasını görmüştüm. Farkındalıkla sarsıldım. Oydu. Başından beri kaledeki güllerle ilgilenen kişi oydu.
Ayyy sizce serada neler olacakkkk :D Bölümü sevdiniz mi? En sevdiğiniz yer neresi oldu? Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3 |
0% |