Yeni Üyelik
3.
Bölüm

BÖLÜM 3: "İLK KÖTÜLÜK"

@endless_q

▏₰ Roxana

 

Seranın göbeğine yerleştirilmiş siyah, süs çeşmesinden akan rahatlatıcı su sesi, dışarı da öten kuş cıvıldamalarına karışırken ne yapmam gerektiğini bilmediğim için yerimde donup kalmıştım. Kaledeki güllerle ilgilendiğini fark ettikten sonra üzerimde onunla burada saatlerce yalnız kalmam gerektiğinin stresini taşımaya başlamıştım. Köken konumundaki bir vampirin benim gibi hiçbir unvanı olmayan birini ısırmak isteyeceğini sanmasam da içlerinden bazılarının kanlı kovalamalardan hoşlandığını duymuştum.

“Gelmişsin.” Tok sesi kötüye giden düşüncelerimden beni çekip çıkarınca irkilmiştim. Seraya adım attığım andan itibaren burada olduğumu biliyordu.

Ne zamandır durmuş onu izliyordum?

Suçumu örtbas etmek amacıyla “Geldim lordum.” desem de başka ne diyeceğimi bilemediğimden susmuştum. Dilimi ısırdım, niyeyse içimden ona efendim demek gelmemişti. Aramızdaki rahatsız edici sessizlik uzadıkça daha çok geriliyordum.

“İhtiyacın olan bütün malzemeler şuradaki dolabın içinde.”

Bakışlarımı serada gezdirince bahsettiği dolabı kolayca bulmuştum. İçerisi gül ve gül asmalarıyla dolu olsa da burada olan tek şey güller değildi. Sera güzel bir dinlenme alanı haline getirilmişti. Siyah renkli süs çeşmesinin aşağı yukarı iki metre kadar uzağına birbirine hafif bir eğimle dönük iki tekli koltuk konulmuştu. Koltukların ahşabı kara gürgendendi, şiltesi ise koyu bir kırmızı rengindeydi. İki koltuğun ortasına siyah, yuvarlak bir masa konulmuştu. Koltukların yanlarına yerleştirilmiş sehpaların üzerineyse gül saksıları yerleştirilmişti.

Kökenin bahsettiği dolap ve onun yanına konulmuş geniş tezgâh ise sol tarafta kalıyordu. Tezgâhın üzerinde çay takımları, tepsiler ve diğer mutfak eşyaları duruyordu.

Genel olarak vaktini burada geçiyor olmalı.

İçime derin bir nefes çektim. Pekâlâ, sakinleş Roxana. Bu vampirin önünde her saniye dikkatli olman gerekse de buraya işini yapmaya geldin. Hem temkinli olup hem de işini yapmaya alışıksın sen. Şimdi yapacağın şey de diğerlerinden farklı olmayacak.

Gözümün önüne gelen birbirinden beter anılarla birlikte bir el kalbime pençelerini geçirdi sanki. Ailemi bir faciada kaybettikten sonra dört sene boyunca yetimhanede kalmıştım. Derler ya kötü her yerde kötüdür; cinsiyeti, dili, dini, ırkı fark etmez diye. Bende öyle düşünüyorum. Anılarım net değildi fakat bana ilk kötülük edenlerin vampirler olduğunu biliyordum. İnsanlar ise… masum değildi. Onlardan vampirlerden gördüğümden daha çok kötülük görmüştüm.

İçime nefret tohumunu ekenler vampirler olsa da o tohumu filizlendiren insanlardı.

Benim zamanımda yetimhaneyi idare eden kadın çok tatlı birisiydi. Çocukların her biriyle teker teker ilgilenir ve bir sıkıntıları olduğunda çözmek için elinden geleni yapardı. Fakat ilerleyen yaşından dolayı iki senenin sonunda yatağa düşmüş ve aradan çok zaman geçmeden de ölmüştü. Onun yerine gelen adam ise müdirenin tam zıttıydı. Bizi söz dinlemezsek döver, gördüğü her yerde hakaret eder hatta günlerce aç bırakırdı.

Solũthr imparatorluğundaki kanunlara göre yetim çocuklar on altı yaşına girdiklerinde yetimhaneden ayrılmak zorundadırlar. Çünkü on altı imparatorlukta yetişkinliğe girme yaşıydı. Asillerin arasında böyle bir gelenek olmasa da aristokratlar, çocukları on altı yaşına girince onu imparatorluğa taktim etmek için evlerinde büyük bir davet düzenlerlerdi.

O pislik herif benimle birlikte on altı yaşına giren bütün çocukları gizlice köle tacirine satmıştı.

Yedi sene boyunca köle olarak hayatta kalmaya çalışırken her çeşit zulmü, ahlaksızlığı görmüştüm. Eskiden imparatorlukta kölelerin canları efendilerinin rızalarına bağlıydı yani efendi isterse kölelerini öldürmekte özgürdü. Sırf bu yüzden binlerce köle efendilerinin eğlence anlayışına kurban gitmişti. Bu durum öyle çığırından çıkmıştı ki artık tacirler satacak köle bulamıyorlardı. Haliyle ölmekten korkan köleler efendileri ne isterse onu yapmaya başlamışlardı. Bu istekler ne kadar tiksinç, karanlık arzularla dolu olursa olsun… Bu durum yıllarca devam etmiş ta ki şimdiki imparator taç giyene kadar.

Reynard L. Solũthr kölelere acıyarak onların öldürülmesini yasaklayan bir kanun çıkartmıştı. Tabii ben bunları o zamanları gören yaşlı kölelerden duymuştum. Yetimhanenin müdürü tarafından köle olarak satıldığımda bu kanun yürürlüğe gireli on yıldan fazla oluyordu.

Kustukların hatırlıyorum.

Efendilerin kölelere neler yaptığını, onlardan neler istediğini anlatırken yaşlı köle ağlamış, dinleyenlerden bir, iki kişi duyduklarına daha fazla dayanamayıp kusmuştu. Dediğine göre başına gelenler yüzünden intihar eden çok kölede olmuş. Şu anda köleler öldürülemese bile hala tacize, defalarca tecavüze uğrayanlar vardı. Üstelik hamile kalan kölelerin doğurduğu çocuklara da sahip çıkılmıyordu. Anlayacağınız dayak, işkence bazılarımız için en hafif dertti. Çıkarılan kanun ise sadece köle öldürülerek ihlal edilirse efendiye ceza uyguluyordu.

Öldürülmediği sürece… köle senin malındı.

Beni de taciz etmeye çalışanlar olmuştu hatta… yutkundum. Her neyse, onca yaşadığım şeyden sonra bir vampirle yalnız kalacak olmak beni o kadar da korkutmamalıydı.

Geçmişimi hatırlamanın verdiği cesaretle yumruğumu sıkıp “İzin verirseniz ilk önce güllerin durumuna bakmak istiyorum daha sonra ihtiyacım olacak şeyler için dolaba göz atarım.” dedim.

Güllerin yapraklarını budamaya devam ederken “Kaledeki güllerle ilgilenmek artık senin görevin. Nasıl istiyorsan o şekilde yapabilirsin.” deyince bütün kararı bana bırakmasına şaşırsam da sevinmiştim. Söz konusu çiçekler olduğunda bana karışılmasını hiç sevmezdim. Lakin bazı leydiler bahçeden hiçbir şey anlamasalar da işime karışmadan duramazlardı.

Çalıştığım malikanelerden birinde yanlış yöntemle besledikleri için boyunlarını büken çiçekler vardı. Bahçıvana yaptığının doğru olmadığını söylesem de leydinin bu şekilde yapılmasını emrettiğini söylemişti. Çiçeklere resmen işkence ettikleri için çok sinirlenmiş ve gizlice bahçıvanın kullandığı yöntemi değiştirdiğimde çiçekler anında tepki verip eğdikleri boyunlarını kaldırmışlardı. Tabii leydi bunu kısa sürede fark etmiş ve bana teşekkür etmek yerine haddimi bilmediğim için tokat atmıştı.

Geçmişi düşünmeyi bırakarak işe ilk önce güllerin toprağını kontrol etmekle başladım. Kirlenmek umurumda dahi değildi, yıkandığımda geçerdi nasıl olsa. Dizlerimi yere koyup avucuma biraz toprak aldım ve parmaklarımla toprağı ufalayarak tekrar toprağa döktüm. Ardından buradan kalkıp diğer kısımlara da baka baka kırk dakika içerisinde bütün serayı dolaşarak tekrar başladığım noktaya mutlu bir şekilde dönmüştüm.

Saksıların içlerini dahi incelemiştim.

Seradaki toprak yeteri kadar yumuşaktı.

Çiçekler için en mühim şey köklerini bağladığı topraktır. Güller çok nazlı çiçekler olmasalar da yumuşak toprak severlerdi. Hazır toprağı kontrol ederken çiçeklerin yeteri kadar gübre alıp almadığını da teyit etmiştim. Özellikle buradaki toprağın böceklenmemesine sevinmiştim. İlk bahar geldiği için haliyle doğa uyanmıştı. Doğanın uyanmasıyla birlikte kış uykusuna yatan hayvanlar, böcekler de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Eğer böcek görseydim çiçeklere sirkeli su sıkmayı planlıyordum.

Ellerim çamur içinde kaldığından bir sonraki aşamaya geçmeden önce yıkamam gerekiyordu, dokunurken güllerin yapraklarını kirletmek istemiyordum. Bakışlarımı etrafta gezdirerek su bulabileceğim bir yer aramaya koyulduğumda “Çeşme şurada.” diyen sesi duyarak tekli koltukta oturan kökene baktım. Budama işini ben gelene kadar halletmiş olmalı ki dinleniyordu. Bacak bacak üzerine atmıştı ve kitap okuyordu.

Ona bakarken hafifçe kaşlarımı çattım.

Bu durum gittikçe daha çok asabımı bozuyordu.

Her ne kadar kabul etmek içimde bir yerleri gücendirse de bu lanet olası vampir kadar yakışıklısını görmemiştim. Ona her baktığımda bir tabloya bakıyormuş gibi hissetmekten kendimi alıkoyamıyordum. Üzerinde bugünde siyah bir takım vardı. Boynundan gömleğinin yakalarını tutan gümüş bir zincir sarkıyordu. Gömlek üzerini zarifçe sardığından kaslı gövdesini ortaya çıkarmıştı. Onu gördüğümden beri ceketi hep omuzlarında duruyordu. Muhtemelen kollarını güllerle ilgileneceği için dirseklerine dek katlamıştı.

Sarı saçları düzgünce şekillendirilmişti. Gözleri okuduğu kitabın sayfasında gezerken baş parmağını alt dudağına sürtüyordu. Bu görüntü yetmezmişçesine birde etrafı hep güllerle dolu oluyordu. Şimdi de öyle. Süs çeşmesi, güller ve içeri dolan güneş ışığının üzerine düşmesiyle birlikte tam olarak bir tablo manzarası sunuyordu ona bakanlara.

Homurdanarak gösterdiği çeşmenin yanına gittim. Siyah mermerden yapılmış çeşmenin kafası yarasa şeklindeydi. Çevresi ise güllerle donatılmıştı. Çeşmeyi açarak ellerimi bir güzel yıkarken sinirimi çamurdan alıyordum. Vampir ırkı; kadın, erkek fark etmeksizin güzel oluyordu. Elbette fazla kan tüketip kafayı yiyenler ve çıldıranlar hariç. İmparatorlukta her yirmi kişiden biri vampir olduğu için haliyle nereye gitsem onları görüyordum. Bu kökense bir başkaydı.

Onun gibisini daha önce görmemiştim.

Kökenlerin hepsi mi böyleydi acaba?

Ölümcül bir cazibeye sahipti.

“Sera pencerelerle dolu olduğu için güller yeteri kadar güneş ışığı alıyor. Toprakları temiz, uzun süre de gübreye ihtiyaç duymayacaklar. Öyle bir şeyin olacağını sanmasam da yapraklarını herhangi bir hastalık belirtisi var mı diye birazdan inceleyeceğim. Onlara baktığımda yerlerini sevdikleri için mutlu olduklarını görebiliyorum. Lordum güllere çok iyi bakmışsınız.”

Birden boş bulunarak ona gözlemlerimi aktarmaya başlamış, birde çiçeklere bakabildiği için tebrik etmiştim. Ne yaptığımsa ancak sustuğumda kafama dank etmişti. Az önce kökenle sanki yakınmışız gibi sohbet havasında mı konuşmuştum ben? Gözlerimi aptallığım karşısında kapatırken cezalandırılmak için beklemeye başladım.

Benim kadar çiçekleri sevip onlarla ilgilenen biriyle ilk kez karşılaştığım için heyecanlandığımdan ağzımdan çıkanlara dikkat edememiştim.

“Devam et.” Çeşmeden doğrularak ona baktım. Kucağındaki kitabın sayfasını değiştirirken şaşkınlıkla “Neye devam edeyim lordum?” diye sorunca durup bana baktı.

“Güller hakkındaki görüşlerini anlatmaya devam et.” Kitabına geri dönerek “Düşüncelerini merak ediyorum.” dedi. Bu köken bana güller konusunda akıl mı danışıyordu yoksa ben mi yanlış anlamıştım? Boşa akmaya devam eden çeşmeyi kapatıp ellerimi elbisemin üzerine silerken nedense boğazımın kuruduğunu hissediyordum.

“Güller sağlıklı ve canlılar. Yakında çiçeklenme dönemleri geleceği için onları çokça sulamamız gerekecek.” Dudaklarım kıpırdayarak bir şeyler söylüyordu ama ne dediğime odaklanamıyordum.

Bu köken her seferinde yaptıklarıyla zihnimi meşgul ediyordu.

Ve ben bundan hiç hoşlanmıyordum.

“Bir ay sonra sulamaları sıklaştırırız.” Tavsiyemi kulak arkası etmek yerine dinliyor ve dikkate alıyordu. Belki de güllerle gerçekten ilgilenip ilgilenemeyeceğimi sözlerime bakarak test ediyordur.

Ne garip bir vampir.

Daha fazla konuşma gereği duymadan güllerin yapraklarını incelemek üzere yanlarına gittim. Zamanım olsa her yaprağa teker teker göz atardım lakin öyle bir şey yapmaya kalksam serayı bir seneye ancak bitirirdim.

Kaledeki diğer güllere Tanrı bilir ne zaman sıra gelirdi.

Özellikle gövdesindeki dikenlere dikkat ederek gülün yapraklarını ellerimle incitmeden ayırıp içlerine de bakarken bir anda dışarıdan “Kaplumbağa hızında kılıçlarınızı sallamaya devam ederseniz eğitimden ancak akşam çıkarsınız!” diyerek kükreyen sesle beraber yerimden sıçramıştım. Kıçımın üstüne düşmemek için dengemi korumaya çalıştığım sıradaysa parmağım dikenlerden birine denk gelmiş ve acıyla inlemiştim.

Elimi hızla geri çekip dikenin battığı yeri kontrol ettiğimde işaret parmağımın ortasında birikmeye başlayan kanı görüp kaskatı kesilmiştim. Kanı görmemle birlikte arkamdaki köken burnundan derin bir nefes çekmişti içine. Kalbim göğsümde korkuyla çarparken kökeni kışkırtmamak için kılımı kıpırdatamıyordum.

Kanımın kokusunu almıştı.

Kulaklarım çınlamaya başlayıp bana kayıp anılarıma ait çığlıkları, yalvarışları ve ölümü getirince soğuk terler dökmeye başladım. O şey içgüdülerine yenik düşüp bana saldıracaktı…

Saldıracaktı.

“Güllerin dikenlerine dikkat et.” Beni nazikçe uyaran ses kafamdaki şüpheyi yok edip çığlıkların geldikleri yere kaçışmasını sağlayınca afallamıştım.

Saldırmamıştı.

Kendine hâkim mi olmuştu yani?

Dehşete düşsem de belli etmemeye çalışarak kökene dönmüş ve “Beni hazırlıksız yakaladılar.” demiştim. Bakışları, hala havada tuttuğum parmağımdaki kana kayınca telaşlanarak daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yapıp parmağımı ağzıma sokmuş ve kanı emmiştim.

Metalik tat dilime yayılırken yaptığım şeyi gören kökenin gözleri hafifçe büyümüştü.

Aptal! Aptal! Aptal! Ne yapıyorsun!?

İç sesim bana avazı çıktığı kadar bağırırken ben parmağım ağzımda kalakalmıştım. Tuhaf olan asıl şey ise kökenin de şaşırmasıydı. Gerçi o benim aksime daha çabuk kendine gelerek gülmemek için elini ağzına doğru kapatmış ve “Bugünlük bu kadar yeter gidip eline baktır.” demişti. Parmağımı hızlıca ağzımdan çıkarıp “O halde ben şey yapayım, gideyim.” diyerek yerden kalkmış ve resmen kaçmıştım.

Telaşlı adımlarla terasın çıkışına doğru yürürken kalbim hala hızlıca göğsüme vuruyordu.

Suratım utançtan kıpkırmızı kesilmişti.

Rezil olmuştum.

İçi temiz çamaşırlarla dolu sepeti kucağıma almış yürürken hala bir vampirin önünde kendi kanımı emmenin utancını yaşıyordum. Odama dönebilseydim eğer yüzümü yastığıma gömüp bu utanç yüzünden kendimi boğardım. Köken elime batan diken yüzünden kanayan yeri göstermemi söylese de görünme bile görünmeyen bir yara için hekime gidecek değildim.

Bundan çok daha ağırlarıyla başa çıkmıştım.

Güllerle ilgilenme işim ertelendiğinden kaleye dönmüş ve Meyra’ya yardım edebileceğim bir şey var mı diye sormuştum. Saat daha erken olduğu için tüm gün boş gezemezdim.

Meyra güllerin bakım işini bugünlük bitirdiğimi öğrenince temiz çamaşırları asmamı rica etmişti. Onun işi başından aşkın olduğu için benimle konuşurken bile bir şeylerle uğraşıyordu. Temiz çamaşırların olduğu yeri sorup sepete konulmuş çamaşırları alarak kaleden dışarı çıkmıştım. Çamaşırların asılacağı iplerin olduğu yere yürürken bahçede eğitim yapan şövalyelere istemsizce ters ters bakmıştım. Hepsi onların yüzünden olmuştu!

“Roxana.” Bana seslenen kişiye döndüğümde bu tarafa yürüyen Rheo’yu görmüştüm.

“Efendim?”

“Çamaşır asmaya giderken oralarda bir yerde Theo’yu görürsen ona söyle tavşanlarla oynamayı bırakıp eğitim alanına gelsin. O aptal yine oyuna daldığı için zaman kavramını yitirmiş olmalı.” Demek bu sık sık olan bir durumdu.

Birden aklıma Theo ve tavşanların bir arada olduğu kanlı görüntüler dolunca istemsizce kaşlarımı çatmıştım. Vampirler genelde hayvan kanını içmeyi tercih etmezlerdi. Bir keresinde iki vampirin bu konu hakkındaki konuşmalarına denk gelmiştim. Biri ötekine hayvan kanının insan kanının yerini asla dolduramayacağını söylemişti.

Rheo surat ifademden ne düşündüğümü çıkararak gülmüş “Merak etme sandığın gibi bir şey değil, gidince görürsün zaten.” deyince zavallı tavşanlar için üzülmeyi bir kenara bırakmıştım. Hayvanda olsa sonuçta canlılardı, acısız bir ölümü hak ediyorlardı.

“Tamam onu görürsem söylediklerini iletirim.” Rheo her ne kadar Theo’dan daha aklı başında gibi dursa da az önceki hınzır gülümsemesi yanıldığımın göstergesiydi. İkisi de yaramaz küçük çocuklardan farksızdı.

“Sağ ol, bende geri döneyim o halde. Onu aramak için eğitime ara vermiştim zaten.” Veda edip arkasını dönünce yanlış yoldan gittiğini fark edip “Nereye gidiyorsun? Şövalyeler avludalar.” dedim.

Avluya doğru bakıp bana döndü. “Orada Ay ışığı şövalyeleri eğitim yapıyor. Biz kaleden daha uzakta gece yarısı şövalyelerini eğitiyoruz.”

“O yüzden mi şövalyelerin bir kısmı beyaz, bir kısmı siyah üniforma giyiyor?”

“Evet, siyah üniformalılar gece yarısı şövalyeleridir. Bu birlik vampirlerden oluştuğu için karanlık çöktüğünde nöbeti devralırlar. Beyaz üniforma giyenler ise Ay ışığı şövalyeleridir. Bu birlikte gündüz vakitleri çalışır.”

“Peki ya kaledekiler? Orada hep siyah üniformalılar nöbet tutuyor.”

“Kale farklı. Burayı insanlar koruyamaz.” Mırıldanarak “Hele de şu sıralar.” deyince niye öyle dediğini merak etsem de sorgulamadım. Vampirlerin arasında bir çatışma mı söz konusuydu acaba? Gerçi onlar her zaman birbirleriyle çekişip duruyorlardı. Daha öncede söylediğim gibi vampirlerin arasındaki hiyerarşi hiçbir şeye benzemiyordu.

Ya mutlak itaat edersin ya da kalbine bir kazık saplarlar.

Rheo gittiğinde bende çamaşır sepetiyle birlikte kalenin arkasına yürüyerek Meyra’nın söylediği alana gittim. Sepet o kadar ağırdı ki buraya gelene kadar hem kollarım hem de belim kopmuştu. Çamaşır sepetini yere bırakırken az ötede tavşanları besleyen Theo’yu görmüştüm.

Tam isabet.

Rheo onu burada bulacağım konusunda haklı çıkmıştı.

Çamaşırları asmadan önce yanına gitmeye karar vererek onlara doğru yaklaştığımda Theo’nun önündeki tavşanı marulla beslerken, yanındaki tombul olanı azarladığını işitebiliyordum.

“Uzun kulak sen zaten tıka basa doyana kadar yemedin mi? Bırak biraz da kardeşin yesin. Yakında yemek yemekten çatlarsan seni kızartıp yerim.” Daha sonra marulu kemirene dönüp “Havuç sen de kardeşine bir şey desene! Sana haksızlık etmesine izin verme! Gerekirse ısır onu görsün gününü neymiş yemek çalmak.” demişti.

Bakışlarımı az ötedeki demir tellerle örülü kafese çevirdiğimde içinde daha bir sürü tavşan olduğunu gördüm. Kafesin kapısı açık olduğu için bazıları da çimenlerin üzerindeydi. Diğerlerini de adlarıyla çağırıyordu. Hepsine isim verip bir de kim olduklarını tanıyor muydu yani? Orada neredeyse otuz tavşan vardı.

“Onlar senin tavşanların mı?” Theo zaten burada olduğumu bildiğinden yanlarına gelişimi umursamadan işine devam etti. “Evet, çok tatlılar değil mi?” Yanına çömelerek tavşanın kafasını okşamaya başladığımda “Dikkat et, yabancılara karşı hassastır seni ısırabilir.” dedi. Uyarısını dikkate alacağımı göstermek için başımı sallarken tombul tavşan Theo’nun ona yemek vermeyeceğini anlayınca zıplaya zıplaya arkadaşlarının yanına gitmişti.

“Şuna bak birde trip atıyor, nankör.” Theo tombul tavşanın arkasından gözlerini kısarak kötü kötü bakıyordu.

Söylediğine gülerken onu denemek amacıyla “Niye tavşan besliyorsun? Yoksa kanlarını mı içeceksin?” diye sordum. Vampirlerin çoğu hayvan kanı sevmediği için hepsi sevmeyecek diye bir kural yoktu, istisnalar olabilirdi. Daha cümlem bitmemişti ki Theo havuç adını verdiği tavşanın kulaklarını iki eliyle birden kapatarak bana keçileri kaçırmışım gibi bakmaya başladı.

“Çıldırdın mı? Nasıl böyle korkunç bir şeyi onların yanında söylersin? Seni duyabiliyorlar!”

Hayretler içerisindeydim. Biri bu adama kanla beslenen bir vampir olduğunu hatırlatabilir mi? Sanki söylediğim şeyde yanlış bir şey varmış gibi aşırı tepki veriyordu. Üstelik daha demin uzun kulağı yemek yemekten çatlarsa kızartıp yiyeceğini söyleyende oydu!

Yine de kaba davranmamak için “Kusura bakma daha önce hayvan besleyen bir vampir görmemiştim.” dedim.

Theo havucun kulaklarından elini geri çekerek “Tamam, bu seferlik yaptığını affediyorum ama bir daha sakın onlar seni duyarken böyle bir şey söyleme.” deyince tavşanların onun için gerçekten değerli olduğunu anlayarak “Tamam, söylemem.” demiştim. Bir yandan da kendimi nasıl vampirlerle bir arada yaşıyorum ben diye sorguluyordum.

Kırmızı gözlerini yere bıraktığım sepete çevirdi. “Çamaşır asmaya mı geldin?”

“Evet. Aa bu arada Rheo seni arıyordu.”

Tek kaşını kaldırarak “Niye aradığını söyledi mi?” diye sordu.

“Eğitim saatini kaçırmışsın sanırım.”

Gözleri birden kocaman olarak “Siktir! Bu sefer kesin bir tarafıma gümüş bir şeyler sokacak!” diyerek oturduğu yerden hızla kalkıp “Ben gidiyorum sen çamaşırları asınca tavşanları kafeslerine geri koyarsın.” dedikten sonra cevap vermemi bile beklemeden koşmaya başladı. Vampir hızıyla koştuğundan bir anda gözden kaybolmuştu tabii.

Bakışlarımı tavşanlara çevirerek “Ben çamaşırları asana kadar biraz daha oynayın ama sakın kaçmayın” diyerek onları güzelce tembihledikten sonra beni bekleyen çamaşırların yanlarına gittim.

Çamaşırları asarken Theo’nun tepkisini her hatırladığımda gülmüştüm.

İplere dizdiğim kar beyazı çarşaflar hafifçe esen meltem yüzünden dalgalanırken buradaki işimi bitirmiş, gitmeden önce de tavşanları kafeslerine koymayı ihmal etmemiştim. Güneş artık tepeye çıktığı için saat şu an öğlene geliyordu. Meyra öğle vakitleri görevlilerin sırayla bir saatlik molaya çıktığını söylemişti. Mola da öğle yemeği yeniliyordu, arta kalan sürede ise istediğin şeyi yapmakta özgürdün.

Sabah seraya gitmek için sabırsızlandığımdan doğru dürüst bir şey yememiştim haliyle karnım açıktan zil çalıyordu. Kaleye geri dönerken şövalyelerin hala eğitimlerine devam ettiğini görmüştüm. Muhtemelen onlar biz yedikten sonra mola verip öyle karınlarını doyuracaklardı. Kaleye doğru yaklaşırken açık kapıda bekleyen siyah üniformalı şövalyelere baktım. Ben seraya giderken burada nöbet bekleyenler farklı vampirlerdi. Muhtemelen güneşin alnında saatlerce ayakta dikilmek onlara ızdırap gibi geldiğinden diğerlerinin aksine sık sık nöbet değişimi yapıyorlardı.

Kaleden içeri girip direkt mutfağa yöneldim. Salonda kimse yoktu. Gelirken gözüm çardağa da kaymıştı, orası da boştu. O… hala serada mıydı?

Kaşlarımı çattım. Nerede olduğu niye beni ilgilendirsin ki?

“Roxana yanıma otursana.” Meyra mutfaktan içeri girer girmez beni görünce yanına çağırmıştı. Mutfak geniş olduğu için içeriye uzun bir masa konulmuştu. Görevlilerin hepsi birden yemek yemeye gelirse hem izdiham çıkacağı için hem de kalede hizmet edecek kimse kalmayacağı için üç kısma bölünmüşlerdi. Daha üst çalışanlar ilk yiyen kişiler oluyordu. Onların saati bitince de diğerleri yemeye geliyordu. En son şövalyeler yiyordu.

Masanın baş köşesinde oturan Kâhyaya bakarak Meyra’nın yanına oturdum. Meyra’da hemen Kâhya’nın yanında oturuyordu zaten. Masanın düzeni rütbeye göre diziliyor olsa beni yanına çağırmazdı herhalde. Ben masaya oturur oturmaz mutfakta çalışan hizmetçilerden biri önüme bir kâse çorba koydu. Çorbayı koyarken bana dik dik bakmasına anlam veremesem de önemsemedim.

Erken mi gelmiştim acaba? Mutfakta hizmetçiler ve bizden başka kimse yoktu.

“Güllerle ilk günün nasıl geçti?”

Ağzıma götürdüğüm çorba kaşığı duyduğum soruyla birlikte havada asılı kalınca yaptığım rezillik tekrar aklıma gelmişti. Daha sonra kökenin güller konusunda kararı benim vermeme izin verişi, çeşmenin yerini gösterişi ve düşüncelerimi soruşu gelince yaptığım rezilliği unutmuştum. Elim kanarken bile bana kızmak yerine nazikçe güllerin dikenleri konusunda dikkatli olmamı söylemişti. Onun yerinde başka asil vampirlerden biri olsaydı muhtemelen bana kan konusunda dikkatli olmadığım için kızar, bana saldırdığı için de yine beni suçlardı.

“Güzeldi.” Kaşımı çorbaya daldırarak karıştırırken ne dediğimi fark edip duraksadım ve cümlelerimi toparlamak amacıyla “Yani seradaki güller beklediğimden daha sağlıklı ve canlı çıktılar.” dedim.

Meyra “Ohh, rahatladım. Sen öyle birden çıkıp gelince Lord Zehel’in seni kovduğunu falan sanmıştım.” dedi. Hazır konusu açılmışken “Serada Lord Zehel’i görünce çok şaşırdım.” dediğimde Meyra tam olarak istediğim gibi gülerek takır takır konuşmaya başladı.

“Evet, başından beri güllerle o ilgileniyor. Sizden önce de bir, iki kere köleleri tacirlerin elinden aldığı olmuştu. Onların arasında da güllerle ilgilenmek isteyenler çıktı. Zavallılar, bilmiyorlardı ki kalede bir tane bile bahçıvan yok, güllerin hepsine Lordumuz bakıyor.”

“Niye öyle dedin?” Zavallılar demişti.

“Çünkü Lord Zehel için güllerden daha mühim bir şey yok. Çoğu kişi tembellik etmek için çiçeklerden anlamasalar bile çiçeklere bakabildiğini iddia eder. Tabii bu görev onlara verildikten sonraki gün serada lordumuzla karşılaşınca kovulmaları da bir saat bile almıyordu. Bu durum birkaç kere olunca efendi Zehel isteyenlere artık güllerle ilgilenme izni vermedi. Sen seneler sonra izin verdiği ilk kişisin.”

Biliyordum. Hizmetçilerin o gün bana acıyan bakışlar atamaları da bu yüzdendi işte. Benimde çok geçmeden kovulacağımı düşünüyorlardı.

Geldiğimden beri sesi çıkmayan Kâhya bana bakarak “Senin tek işin güllerle ilgilenmek. Bugün kovulmadığına göre Lord Zehel bundan sonra güllerle senin ilgilenmeni istiyor demektir. İşin erken bitse bile ev işlerine yardım etme mecburiyetinde değilsin.” demişti. Meyra ben kaleye geldikten sonra olanları ona anlatmış belli ki.

“Güller çok bakım istemediğinden neredeyse günün çoğu boş kalacağım. Tabii çiçeklenme zamanları geldiğinde onlarla ilgilenmem daha uzun sürecek ama boş kaldığım zamanlarda kaledeki işlere yardım etmek benim için sorun olmaz.”

Asıl boş kalmak bana iyi gelmezdi, düşünmekten fıttırırdım.

Kâhya bana bir süre durup bakarken bir şey düşünüyor gibiydi. “İş yapmakta bu kadar ısrarcıysan o zaman bundan sonra güllerden kalan boş zamanında Lord Zehel’in odasının temizliği de sana ait olacak.”

Ne? Ne!

Ben kökenden uzak durmaya çalıştıkça etrafımdaki herkes beni onun dibine sokuyordu!

“Ne? İstemiyor musun?”

Yutkundum. “Hayır, yapacağım.” Onca sözden sonra nasıl hayır diyebilirim ki?

“Güzel, moladan sonra başlayabilirsin.”

‘Lord Zehel’in odası üçüncü katın sonundaki oda. Gidince görürsün zaten o koridorda sadece tek bir kapı var.’

Yemekten sonra merdivenlerden yukarı çıkarak Kâhya’nın dediği kata geldim. Üçüncü kat diğer katlar gibi iki koridorla, iki cepheye ayrılmıştı. Soldakinde dört odanın kapısı gözükürken diğer koridorun duvarlarında sadece tablolar asılı ve yolun sonunda Kâhya’nın dediği gibi bir adet kapı vardı. Kale çok büyük olduğu için bir kişi temizliğin altından kalkamazdı haliyle hizmetçilerin her biri bir cepheyi temizliyordu.

Sağdaki koridora girerek yolun sonundaki kapının önüne geldim. Yürürken duvarlarda en iyi ressamların elinden çıkan tablolara bakmak yerine gözlerimi fark ettiğim şey yüzünden bir türlü kapıdan alıp başka yere çevirememiştim. Gürgenden yapılan kapının üzerinde dış kapıdaki gibi dikenlerle sarılmış gül motifi bulunuyordu. Kaledeki diğer odaların kapılarında da aynı motif bulunuyordu fakat niyeyse bu kapı ötekilerden farklıydı.

Kapılara oyulan bu motifler kişide gerçeklik algısı yaratılsın diye doğal renklerine boyatılmışlardı. Bu yüzden uzaktan bakıldığında kapının üzerinde gerçekten gül ve diken sarmaşığı varmış gibi duruyordu. Kökenin odasının kapısı da diğerleri gibi boyanmıştı lakin bu kapıdaki gül kırmızı değildi.

Siyahtı.

Siyah bir güldü.

Elimi siyah gülün üzerinde gezdirdim. Neden bu gülün siyah olduğunu sorgulamak bana bir cevap vermeyecekti. Aklımın bir köşesine takılacağını bilsem de üzerinde çok durmayıp kapıyı açtım. İçeri girdiğim anda direkt gözüme çarpan duvarla birlikte nefesim kesilmişti.

Kelebekler.

Aman Tanrım, Kökenin duvarı kelebeklerle doluydu.

Kapıyı arkamdan kapatarak daha yakından bakmak için duvarın karşısına geçtim. Ölüyken mi yoksa canlı canlı mı bu hale getirildiklerini bilemesem de çok hassas bir işçilik gerektirdiğini onlara bakınca anlıyordum. Hepsi farklı cinsti ve bir tanesinden ikincisi yoktu. Kelebekler çerçevelerin içine konularak duvara asılmışlardı. Her birinin cinsi ve adı altına yazılmıştı.

Duvarda neredeyse yüzden fazla çerçeve vardı ve hala yüzlercesini alacak kadar boş alan kalmıştı.

Kelebek koleksiyonu yapıyordu.

Müthiş.

“Neye öyle avel avel bakıyorsun gak? İlk defa mı kelebek gördün?”

Duyduğum tuhaf gaklama sesiyle korkuyla bağırıp arkamı döndüğümde kafesteki hayvanı gördüm. Yatak odası aynı zamanda çalışma odası olarak da düzenlenmişti. Lord Zehel’in geniş çalışma masasının hemen yanında kocaman, altın sarısı bir kafes vardı. Kocaman derken ciddi anlamda kocaman diyorum çünkü kafes en az üç metre uzunluğundaydı. Genişliği ise bir metre vardı.

Kafesin içerisindeki kuş salıncağında ise kara bir karga duruyordu. Karganın gözleri de vampirler gibi kırmızı renkteydi. Odaya girerken kelebekler yüzünden büyülendiğim için diğer hiçbir şeyi gözüm görmemişti haliyle bana sataşana kadar onu da görmemiştim.

İlk kez konuşabilen büyülü bir hayvan görüyordum.

O kadar nadirlerdi ki koskoca imparatorlukta onlara sahip olan kişi sayısı elliyi geçmezdi. Sıradan hayvanlarla nadiren farklı özellikler gösterdiklerinden ancak şans eseri yakalanabiliyorlardı. Yakalandıklarında bile kolay kolay onları satın alamıyordunuz çünkü açık arttırmada fiyatları dudak uçuklatacak sayılara dek çıkıyordu.

“Merhaba.”

Kafasını sağa yatırıp bana tuhaf tuhaf bakarak “Sen yeni hizmetçi misin gak?” diye sormuştu. Kaledekiler onun varlığından haberdarlar olmalılardı. Keşke beni buraya göndermeden önce karga hakkında uyarsalardı!

Onu daha yakından inceleyebilmek için yanına giderek “Evet.” dedim.

“Neye bakıyorsun sen? Daha önce benim gibi müthiş bir kuş görmedin mi hiç gak?”

Vay canına, bayağı da kibirliydi.

“İlk kez konuşabilen bir hayvan görüyorum.”

Göğsünü kabartarak “Anlamıştım zaten. Benimle tanışabildiğin için mutlu olmalısın insan.” deyince kahkaha attım. Çok kendini beğenmiş olsa da sevimli bir yanı da vardı.

Huyuna giderek “Evet, seninle tanıştığıma cidden sevindim.” dediğimde pohpohlamamdan gayet memnun kalmıştı.

“Bende seni sevdim insan. Bu yüzden sana benim yemeklerimi getirme şerefini bahşediyorum gak.” Niye beni her gören iş kitliyordu?

“Niye cevap vermiyorsun insan? Yoksa bu onuru ret edecek kadar küstahlaşacak mısın gak?”

Kızmaya başlamıştı. “Hayır, tabi ki de öyle değil. Sizin yemeğinizi getirmekten mutluluk duyarım sayın karga. Yalnız bu görevi yapan başkası yok muydu?”

Göz devirmişti. Bir karga karşımda ciddi ciddi gözlerini devirmişti!

“Bir tane var ama onun derdi beni beslemek değil, buraya gelerek efendimi bakışlarıyla yemeye çalışıyor.” Buna inanamıyormuş gibi bir tonda söylemişti.

“Lord Zehel’den mi söz ediyorsunuz?”

“Elbette efendimden bahsediyorum! O hizmetçi kızı hiç sevmiyorum. Efendimin kızmayacağını bilseydim kafesimden çıkıp kafasını didiklerdim gak!”

Hangi hizmetçiyi kastediyordu acaba?

“Ben kafama göre o hizmetçinin görevini elinden alamam. Eğer size yemek getirmemi istiyorsanız bunu Lord Zehele söylemelisiniz.”

“Sen o işi bana bırak insan!”

“Tamam o zaman. Şimdi sayın karga müsaade ederseniz lordun odasını temizlemem gerekiyor.”

“Tabi! Tabi! Efendimin odası temiz olmalı gak!”

Yanımda getirdiğim su dolu kovaya paspası sokarak iyice ıslatıp suyunu sıktım ve işe yerleri silerek başladım. Yeri silerken bir yandan da odayı inceliyordum. Kelebek çerçevelerinin olduğu duvarın çaprazınca çalışma masası ve konuşabilen karganın kafesi vardı. Sol köşede bir oturma grubu ve tam karşıda da devasa bir yatak vardı. Yatağın örtüsü kan kırmızısı, cibinliği ise siyah örtülerden oluşuyordu. Çalışma masasının arkasındaki duvarda içinde bir sürü kitap dolu raflar duruyordu.

Kafesin yanında ise perdesi çekilmiş bir pencere vardı.

Karga ben iş yaparken pencereden dışarıyı izliyordu.

Pencerenin yanında balkona çıkan cam bir kapı daha bulunuyordu.

Odanın içinde ayrıyeten üç yere açılan, üç kapı daha vardı. Birinin banyo olduğunu tahmin etsem de diğer ikisinin nereye açıldığını bilmiyordum. Gözüme çarpan boş vazolarla kaşlarımı yukarı kaldırdım. Kalenin her yeri güllerle doluyken neden vazoların içi boştu anlamıyorum. Asıl çiçeklerin vazolara konulması gerekmez miydi?

Kökenin yatak odasında tabutta yoktu.

Vampirlerin tabutta uyumayı sevdiklerini sanıyordum.

Yerleri paspaslamayı bitirince elime bez alarak bu sefer de toz almaya başladım. Görünen o ki Lord Zehel düzenli bir vampirdi. Yatağı toplanmış ve çalışma masasının üzerindeki bütün eşyalar güzelce dizilmişti. Bakışlarımı raflarda, oturma grubunun ortasındaki masada ve çalışma masasında gezdirsem de kana dair hiçbir şey görememiştim.

Solũthr imparatorluğunda vampirlerin insanların rızası olmadan onlardan kan içmesi yasaktı. Tabii yeraltında kan köleleri satılıyordu ancak yakalansalar bile kölelere zorla kendi rızalarının olduklarını söyletiyorlardı. Kalede hiç kan kölesine rastlamamıştım bu da buradaki vampirlerin kan torbalarıyla beslendiklerini düşünmeme sebep oluyordu. İnsanların rızası olmadan vampirlerin onlardan beslenmesi yasak olduğu için imparatorlukta kan torbası satışı başlamıştı.

Acaba kökenlerde mi aynı şekilde besleniyordu?

Vampirler kibirli yaratıklardı. Kökenler ise onlardan daha beter olmalılardı. Kan torbasından beslenmeyi hakaret olarak görebileceklerinden emindim. Soylu olmayan insanlardan beslenmeyi bile aşağılayıcı görürlerken kan torbasından mı besleneceklerdi?

“Ne düşünüyorsun insan?”

Temizlik yapmayı bırakıp düşüncelere daldığım için karganın dikkatini çekmiştim. Tam ona cevap verecekken “Targanyenle tanışmışsın.” diyen kökenin sesini duyunca hızlıca ona döndüm.

Ne ara içeri girmişti?

“Hoş geldiniz efendim!” Karga, Lord Zehel’i görmenin sevinciyle konuşurken köken kafesin yanına giderek kafasını okşamaya başladı. Karga bundan memnun bir şekilde daha çok kendisini sevsin diye altın sarısı, ince parmaklıklara yaklaşmıştı.

Targanyen.

Karganın adı bu muydu?

“Efendim insanla konuştum, kabul etti. Artık yiyecekleri mi insan getirse olur mu gak?”

Köken “Hım…” dedikten sonra bana baktı. Burada ne işim olduğundan haberinin olup olmadığını bilmediğimden “Kâhya artık odanızın temizliğinden beni sorumlu tuttu.” demiştim. Bu sırada karga -Targanyen- araya girerek “Hey insan efendime anlaştığımızı söylesene!” diye beni azarlayınca tekrar kökene dönüp “Targanyen bana ona yiyecek getiren hizmetçiden memnun olmadığını söyledi ve bundan sonra ona benim yiyecek getirmemi istedi lakin buna tek başıma karar veremeyeceğim için size sormasını söyledim. İzin verirseniz Targanyenin beslenmesiyle ben ilgilenmek istiyorum.” dedim.

Tek bir soru sormamıştı. Tek bir soru sormadığı halde her şeyi şakır şakır ortaya dökmüştüm!

Karga söylediklerimi kafasını sallayarak onaylarken bana aferin bakışları atıyordu.

Bir kargadan aferin aldığım için ne düşünmeliyim bilmiyorum.

“Eğer Targanyen senin onu beslemeni istiyorsa yapabilirsin.”

“Gördün mü insan! Ben sana efendim ben istersem izin verir demiştim!”

Kargaya ne zaman öyle bir şey dedin bakışları atarken birden çenemde hissettiğim soğuk dokunuşla taş kesilerek kökene bakmıştım. Uzun boyundan dolayı üzerime gölgesini düşürürken ince ve kemikli parmaklarını çenemde gezdiriyordu. Kalbim atmayı bırakmıştı. Yemin ederim durmuş gibiydi.

Bana bir vampir dokunuyordu.

Soğuk teni sıcak tenime değiyordu.

Gülün rengini taşıyan koyu renkli irisleri çenemdeki bir noktaya sabitlenmişti.

“Bunu sana kim yaptı?” Çalışmayı bırakan beyin hücrelerim yüzünden başta neyi sorduğunu anlamadım. Tuttuğu yerler buz keserken aklıma sabah aynada gördüğüm morluklar geldi.

Dilim damağım kurusa da “Tacirin şahsi kölelerinden biri.” demeyi başarabildim.

Neden onu itmiyordum? Ya da neden geri çekilip dokunuşundan kurtulamıyordum?

Gözleri yüzündendi.

Beni hapsetmişlerdi.

Aldığı cevabın ardından elini çenemden çekerek “Çıkabilirsin.” dedi.

Temizliği daha bitirmemiştim ama o gün tacire bakarken değişen gözlerinde tekrar o değişimi görünce itiraz edemedim. Odasının çıkışına yönelirken “Serket’e Targanyeni bundan sonra senin besleyeceğini söylemeyi unutma.” dediğinde sırtım hala ona dönüktü.

Bunun saygısızlık olduğunu bilsem de ona bakacak gücü kendimde bulamadım.

“Emredersiniz lordum.”

Odadan kendimi dışarı attığım gibi sırtımı kapıya yaslayarak avucumu göğsüme bastırdım.

Kalbim durduğu o bir saniyenin intikamını almak istercesine yerinden çıkacakmış gibi atıyordu.

Hep korkudan aklımı kaçıracağımı zannederdim.

Hatta bana bir vampir dokunursa kriz geçireceğimi falan.

İkisi de olmamıştı.

Sadece soğuk hissetmiştim.

İçimi saran o buz gibi soğuğu.

Sevdiğim soğuğu.

Akşam dışarı çıkma yasağı ilan edilmişti.

Bir vampirin bana dokunmasının ardından üstüme çullanan duygularla baş edemediğimden bir süre kendime gelememiştim. Odasının önünden ayrılıp Kâhyaya Targanyenle tanışmamdan sonra gelişen olayları anlatıp kargayı artık benim besleyeceğimi söylediğimi zar zor anımsıyordum.

Dokunuşu beni hiç olmadığı kadar derinden sarsmıştı.

Çünkü tiksinmemiştim.

Çocukluğumdan beri kan emici o yaratıklardan nefret eden beni, onun dokunuşu iğrendirmemişti.

Merdivenlerden aşağıya inerken kalede telaşlı bir hava olduğunu sezmiştim zaten. Mutfağa kâhyayı bulmak için girdiğimdeyse ilan edilen yasağı öğrenmiştim. Meyra arada sırada lordun bu yasağı ilan ettiğini söylemişti. Akşam saat yediden, sabah güneş doğana kadar kimse odasından çıkmayacaktı. Neden bu yasağın ilan edildiğini tam olarak bilmese de tahminlerinin olduğunu ve yarın göreceklerimden sonra benimde anlayacağımı söylemişti.

“İyi de kâhya başından beri Targanyen’i ben besliyordum, ne demek bundan sonra Roxana onu besleyecek! Bu kız daha yeni geldi ama şimdiden beni işimden ediyor!” Öğlen bana yemek verirken ters ters bakan hizmetçiydi bu.

Kızıl saçlarını tepeden bağlamış, burnunun üzeri ve elmacık kemikleri çillerle doluydu.

Demek Targanyen’in bahsettiği kişi oydu.

Onu neden baştan aşağı süzdüğümü bilmesem de yapmıştım. Güzel kızdı ama itici bir aurası vardı. Kâhya kıza bakarak “Bu senin, benim karar vereceğim bir şey değil Liz. Lord Zehel nasıl uygun görüyorsa o şekilde olacak.” dediğinde adının Liz olduğunu öğrendiğim hizmetçi kafasını bana seninle sonra görüşeceğiz anlamında salladıktan sonra öfkeyle mutfağı terk etmişti.

Beni korkutabileceğini mi sanıyordu o? Bana bulaşırsa onu pişman ederdim.

“Sen ona bakma Roxana. Onun derdini biliyorum ben de neyse işte.”

Sanırım bende biliyordum.

“Bu arada nasıl oldu da kendini Targanyen’e sevdirebildin? O kuşa ben bile katlanamıyorum.”

Güldüm. Bunu demesinin sebebi Targanyen’in kibirli olmasıydı. Eh bu zamana kadar öyle kişilerle çok çalışmıştım Targenyen mi bana diş geçirecekti? Tecrübelerim sayesinde onunla nasıl başa çıkabileceğimi iyi biliyordum.

“Bırakın dedikodu yapmayı da işleri yasağa kadar halletmeye bakın. Bu akşam kimse odasından çıkmayacak.” Kâhya bizi uyarıp mutfaktan çıktıktan sonra Meyra gittiğinden emin olup anında bana döndü.

“Aramızda sadece Serket bu yasağa dahil değil. Bana kalırsa o yasağın neden konulduğunu başından beri biliyor. Sende akşam olduktan sonra ne duyarsan duy sakın odandan dışarı çıkma.”

Ne duyarsam mı?

“Çıkmam merak etme.”

Yasağın başlamasından bir saat öncesine kadar herkes canla başla çalışıp günün işlerini bitirmiş ve odasına çekilmişti. Akşam yemeğini mutfakta yediğimizden karnım toktu. Odama döner dönmez üzerimdeki kıyafetlerden kurtulmuş ve sıcak bir banyo yaparak rahatlamıştım. Daha sabaha çok olduğu için canım sıkılacak olsa da dinlenip uyumayı düşünüyordum. Haftalık iznimde çarşıya inerken akşamları okumak için birkaç kitap satın almayı unutmamalıydım.

Daha önce bu kadar boş vaktim olmadığından ihtiyaç duymadığım şeylere ihtiyaç duymaya başlamıştım. Üzerimi değiştirip saçlarımı havluyla kuruttuktan sonra sağıma soluma bakarak bilekliğimi arasam da bulamayınca kalbime bir korku girmiş ve hızlıca her yeri aramaya başlamıştım.

Hayır. Hayır. Hayır.

Kaybetmiş olamam.

Bunu yapmış olamazsın Roxana!

Hızlıca banyoya dönüp burada mı çıkardım acaba diyerek bakınsam da hiçbir yerde yoktu işte!

Gözlerim anında dolmuştu.

O bileklik bana ailemden kalan tek yadigardı bu yüzden çok nadir çıkarırdım.

Bugün düşürmüş olabilir miyim? Sabah bileğimde olduğundan emindim. Öğlen yemeği yerken de bileğimde olduğunu hatırlıyorum. O zaman yemekten sonra kaybetmiştim. Aklıma Lord Zehel’in odası gelince yanağımın içini dişledim. İlk oraya gittiğimden bilekliğimin odasında olması yüksek bir ihtimaldi.

Hızlıca kapıya yönelerek elimi kapının kulpuna attığım sırada aklıma dışarı çıkma yasağı gelince duraksadım. Yasak başlayalı neredeyse iki saat olmuştu. Mümkünatı yok sabaha kadar bekleyemezdim, hem bilekliğim olmadan gözüme uyku girmeyeceğini biliyordum.

Bu sefer ciddi anlamda cezalandırılacaktım.

Kapıyı yavaşça açıp kafamı dışarı uzatarak koridorun sağına ve soluna baktım, çıt çıkmıyordu. Muhtemelen herkes yasak yüzünden gergin olduğu için erken uyumaya karar vermişlerdi. Odadan çıkarak aynı şekilde kapıyı sessizce örttüm. Ayaklarım çıplak olduğu için yürürken ses çıkarma gibi bir derdim olmasa da yasağı çiğnediğimden midir nedir parmaklarımın uçlarında yürüyordum.

Hızlıca koridoru aşıp zemin kata çıkan merdivenlere ulaştım.

Yapabilirsin Roxana.

Merdivenleri koridorun aksine olabildiğince yavaş çıkmıştım. Elimi kapıya götürerek kulpunu kavradım ve aşağıya doğru büktüm, kapı tık sesi çıkararak açıldı. İçime derin bir nefes çekerek kapıyı aralayıp bir süre bekledim. Herhangi bir ses duymayınca biraz daha cesaretlenerek zemin kata çıktım. Kapıyı küçük bir aralık kalıncaya kadar örttükten sonra yavaşça salona doğru yürümeye başladım.

Mumlar yandığı için önümü görebiliyor olsam da içerisi tam olarak aydınlık değildi.

Merdivenlerin oraya kadar bir şekilde gelmişken birden kulağıma havanın kesilirken çıkardığı o ıslık sesi ulaşmıştı. Beni uyaran sezgilerim tehlike çanlarını çalınca anında başımı o sese çevirmiş ve boynuma uzatılan kılıcın sivri ucuyla göz göze gelmiştim.

“Siktir! Roxana senin burada ne işin var!” Theo sıktığı dişlerinin arasından bana tıslarken boğazıma doğrulttuğu kılıcın karanlıkta parlayan ucuna ecel terleri dökerek bakıyordum. Eğer… benim olduğumu fark edip son anda durmasaydı kılıcı boğazımı delip geçecekti.

Ölüm düşüncesiyle omur iliğimden aşağıya soğuk bir ürperti inerken bakışlarımı kılıçtan çekip Theo’ya çevirdim. Kan kırmızısı göz bebekleri dikleşerek çentiklemişti. Vampirlerin ancak sinirli olduklarında ya da kışkırtıldıklarında göz bebekleri dikleşir ve parlardı.

Konuşmama izin vermeden “Yasaktan haberin yok mu senin? Ya boğazımı kesseydim!” dediğinde içgüdüsel olarak elimi boğazıma götürüp ovuşturmak istesem de kendimi tuttum.

“Ben… ben sadece.” Kahretsin, şoktan konuşamıyordum. Az önce resmen ölümle burun buruna gelmiştim. Theo bana kızgın bakışlar atarken arkamda gelen ses “Onun yukarı ne işi var?” diye sorunca asıl hapı şimdi yuttuğumu anlamıştım.

Çekinerek arkamı döndüğümde Lord Zehel’in bana baktığını gördüm.

“Bilmiyorum şoka girdi herhalde konuşmuyor.” Sinirle saçlarını karıştırarak “Odana dön Roxana ve bir daha sakın dışarı çıkma.” dediği sırada dışarıdan yükselen gürültüyle birlikte köken en yakın pencereye doğru bakıp “Artık çok geç.” dedi.

“Sen onları karşıla, bende geliyorum.” Theo itiraz etmeden salona doğru giderken Lord Zehel yanıma gelerek bileğimi tutup beni peşinden sürükledi.

O soğuğu tekrar hissetmek tüylerimi diken diken etmişti.

Beni salonun solunda kalan yemek masasının olduğu tarafa götürdü. Duvarın köşesine yerleştirilen büyük dolabı açarak “İçeri gir.” deyince şaşırarak ona bakmıştım. Ne demek içeri gir? Neden böyle bir şey istediğini soracakken salonun içerisindeki mumların hepsi aynı anda biri onlara üflemişçesine sönmüştü. Ortalık, karanlık basınca daha da temkinsiz hale gelince korkudan ne yapacağımı şaşırmış ve en yakındaki kişiye sarılmıştım.

Karanlıktan korkup bir vampire sarılmıştım.

Aklımdan geçen düşünce zihnimde şimşekler çakarken köken kolunu kaldırıp belime dolamıştı. Soğuk bu sefer yalnızca bileğimde değildi, tenimde ilerleyerek bütün vücudumu işgal ediyordu.

“Korkma.” Korkma.

Kendimi geri çekeceğim sırada göğsünden gelen kokuyu soludum.

Güldü.

Bu vampir buram buram gül kokuyordu.

Belime bastırarak beni dolaba doğru iteleyince itiraz etmeden içeri girdim. Kafamı kaldırıp ona bakınca karanlıkta parlayan gözleriyle karşılaştım. Çentikli, kırmızı irislerle… Kalbim sıkıştı.

Karanlık nasıl olurda kırmızıya böylesine hayat verebilirdi?

Dolabın kapaklarını tutarak “Ben gelip seni alana kadar buradan çıkma.” dediğinde dilimi yuttuğumdan kafamı salladım. Nasıl olsa görebiliyordu.

Dolabın kapaklarını üzerime kapatırken “Seninle sonra görüşeceğiz.” dedi.

Pekâlâ, son söylediğiyle güzel bir ceza alacağım kesinleşmişti.

Dolabın içinde endişeyle beklerken az önce yaptığım şeyi düşünmemek için kökenin Theo’ya karşılamasını söylediği kişilerin kim olabileceği sorusuna tutundum. Hiç ses gelmediği için niye beni buraya kapattıklarını artık sorgulamaya başlamışken birden salonun bütün camları şangırdayarak yere inmişti. Çıkan sesin gürültüsü yüzünden yerimden sıçrarken kalbim korkuyla çarpmaya başladı.

Ne oluyor?

“Bu aralar sizce de çok sık görüşmeye başlamadık mı?” Theo’nın alay eden sesini duyunca birileriyle konuştuğunu anlamıştım. Kulağımı dolabın kapağına dayayarak dinlemeye başladım.

“Aynı düşünceler içerisindeyiz kardeşim. Diego bizi çok seviyor olsa gerek ki sık sık ziyaret etmeyi ihmal etmiyor.”

“Bak şimdi öyle deyince mahcup oldum doğrusu. Sence de iadeyi ziyaret yapmamızın vakti gelmedi mi Rheo?”

“Kesin sesinizi sizi kan emici pis yaratıklar!”

“Liderimize saygı göstereceksiniz!”

“Bu agresif tavırlarınız bana bir yerden tanıdık geliyor. Serket’in akrabaları falan olabilir misiniz?”

“Lütfen kapatır mısınız artık çenenizi?”

Meyra haklıydı, Kâhya’da onlarla birlikteydi! Diego kimdi acaba?

“Sizin kökünüzü kurutana kadar vazgeçmeyeceğiz!”

Theo gülerek “Tek yapabildiğiniz ellerimizde ölmesi için daha çok insan göndermekken sence de çok büyük laflar etmiyor musunuz?” diye sordu.

Kadının biri, Theo’nun onların kendilerine olan güvenini kırmaya çalışmasına karşılık vererek “Merak etmeyin hepinizi öldürmek gibi bir niyetimiz yok, ölmesini istediğimiz tek kişi Asilzade. O ölünce vampirlerin arasında çıkacak savaşı en önden zevkle izliyor olacağımıza emin olabilirsin. Bizim uğraşmamıza gerek kalmadan siz zaten birbirinizi öldüreceksiniz.” deyince bir süre sessizlik meydana gelmişti.

Daha sonra biri boğuluyormuşçasına boğuk sesler çıkarmaya başlamış, hemen ardından da duvara saçılan ıslak bir ses salonun içini doldurmuştu.

“Zayıf bir insan nasıl olurda Asilzadenin adını ağzına alabilir? Haddinizi bilmiyorsunuz.” Theo’nun bir saniye önce keyifli çıkan sesi yerini çatallı ve ürkütücü bir tona bırakmıştı.

Asilzade kimdi ki vampirlerin üzerinde böylesine bir etki yaratabiliyordu?

O kadını öldürmüştü.

Öldürdüğüne emindim.

“Saldırın! Bu akşam buradan vampir kanı dökmeden ayrılmayacağız!”

Kâhya bıkkınlıkla iç çekerek “Ne diye Asilzadeden bahsedip şunları kışkırtıyorsunuz ki? Tüm temizlik sonra bize kalıyor.” dedikten sonra “Efendi Theo, Efendi Rheo lütfen ortalığı çok batırmayın!” diye ikizleri uyarmıştı.

O Asilzadenin kim olduğunu biliyordu.

Hayır, yapmayacaksın. Hayır, Roxana görebileceklerini tahmin edebiliyor musun? Üstelik yerini belli edemezsin! İç sesim beni yapmamam konusunda uyarıyordu. Dışarıdan gelen demirin demire çarpma sesi, bağırtılar ve yere düşen bir şeylerin sesi de yapmamam için iç sesim gibi beni uyarsa da dinlememiştim.

Elimle hafifçe dolabın kapağını iterek araladığımda karanlık yüzünden başta hiçbir şey göremedim. Kaleyi basanlardan biri birden ne yaptıysa güneş ışığına benzer yoğun bir ışığı önündeki kişiye göndererek onu kör etmeyi planlasa da kötü şansı yüzünden ışık kâhyaya denk gelmişti.

Kâhya, üzerindeki pelerin yüzünden yüzü gözükmeyen adama bakarak gözleri kısmış ve “Beni vampirlerle karıştırman gururumu kırdı doğrusu.” diyerek elindeki bıçağı fırlatmış ve bıçağın pelerinlinin gözünden içeri girmesini sağlamıştı. Adamın delinen gözünden yere fışkıran kana bakarken sinirle dişlerini sıkmıştı. Cidden şu anda ortalığın kirlenmesini dert edinecek zaman mıydı? Bu adam kesinlikle temizlik hastasıydı!

Güneş ışığına benzer şey sönüp ortalığı tekrar karanlığa boğmadan evvel ölü bedenleri, cam kırıklarını, salonun her yerine sıçrayan kanı ve yerde yatan adamın düşerken başlığının açıldığını görmüştüm. Gözlerim boynundaki dövmeye takılı kaldı.

Hançere dolanmış bir yılan dövmesiydi bu.

Yılan ölüydü çünkü hançer ona saplanmış vaziyette duruyordu.

Gördüğüm amblem başıma birden ağrı sokunca sıkıca gözlerimi kapatmıştım.

Bu sembolü bir yerde görmüştüm.

Görmüştüm ama nerede?

Daha fazla risk almak istemediğimden dolabın kapağını kapatarak sırtımı arkama yasladım ve kayarak yere oturdum. Ağrı geldiği gibi kaybolurken vampirlerin işi bitene dek beklemeye karar verdim.

Hançerle öldürülmüş bir yılan.

Tanıdık geliyordu.

 

Sizce Roxana bu işareti nereden hatırlıyor olabilir?

Kaleya saldıran bu kişiler kim?

Azilzade kim olabilir?

En sevdiğiniz yer neresi oldu?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3

Loading...
0%