Yeni Üyelik
4.
Bölüm

BÖLÜM 4: "ÖLÜM KIYMETLİDİR"

@endless_q

▏₰ Roxana

 

Terzi, önündeki kayıt defterinin sayfalarını çevirip bulduğu boşluğa adımı yazdıktan sonra yanına ölçülerimi ve hangi kumaşlardan, ne tarz elbiseler istediğimi de not aldı. Yazma işini bitirince başını kaldırarak nazikçe gülümseyip “Elbiseleri bir hafta içinde teslim alabilirsiniz.” dedi.

 

“Toplam borcum ne kadar? Ödemeyi önden yapmak istiyorum.”

 

Deftere dönüp hızlıca hesap yaparak “Seçtiğiniz kumaşlar, düğmeler ve dikim ücretiyle birlikte toplam iki drahmi ödemeniz gerekiyor.” dedi.

 

Belimdeki keseden söylediği ücreti çıkararak kadına uzattığım da terzi parayı alıp kasaya koydu. Deftere ödemenin yapıldığına dair bir açıklama eklediğini gördükten sonra “İyi günler.” diyerek dükkândan ayrıldım.

 

Dışarı çıkar çıkmaz sessizlik yerini şehir halkının gürültüsüne bırakmıştı. Sabahın erken saatlerinde işlerinin başına geçen esnaf canla başla çalışarak satış yapıyorlardı. Sokak boyunca belli aralıklarla asılmış bayraklara gözüm takıldı. Dikdörtgen şeklindeki kan kırmızı kumaşın üzerine kara, ters bir hilal ve içi boş bir güneş sembolü işlenmişti. Kara hilal, güneşten daha büyüktü. Bayrakta hilal ile güneşe saplanarak onları birleştiriyormuş hissiyatı veren ihtişamlı bir kılıç da vardı. Güneşin etrafını saran esrarengiz kara duman ise kılıcı sarmalarken hilale dokunmamıştı.

 

Gül şehrini temsil eden bu bayrak kökene aitti.

 

Yalnızca adıyla bütün kapılar size açılıyordu. Terzinin siparişler için tuttuğu defter ağzına kadar dolu olsa da benim gül kalesinde çalışan hizmetçilerden biri olduğumu öğrenir öğrenmez bana öncelik tanımış ve elbiseleri bir hafta içinde teslim alabileceğimi söylemişti.

 

Hâlbuki bunun daha uzun sürmesi gerekirdi.

 

Çarşıda yürümeye devam ederken bir yandan da aklımdan bugün yapmam gereken daha ne kaldı diye geçiriyordum. Bakışlarımı kalabalığın arasında gezdirdim. Çoğunlukla meyve, sebze çeşitleri satan tezgahlarda insanlar varken; takı, kumaş v.b. dükkanlarda ise vampirler alışveriş yapıyordu.

 

Gündüz vakitlerinde olduğumuz için her iki saatte bir Ay ışığı süvarileri devriye geziyordu. Akşam çöktüğünde bu görevi gece yarısı süvarileri devralacaktı. Her ne kadar çarşı hıncahınç dolu olsa da surun içi çok geniş bir alana sahip olduğundan şövalyeler bindikleri atlarla güvenliği sağlamak için etrafta dolaşırken zorlanmıyorlardı.

 

Elimi bileğime götürüp oradaki boşluk hissini ovuşturarak yok etmeye çalışsam da nafileydi. Dün gece olanlar aklıma gelince iç çektim. Yasağı çiğneyip üstüne birde yakalanınca işler benim için iyi gitmemişti tabii. Dolapta saklanırken vampirlerin kim olduğunu bilmediğim bir tarikat tarafından saldırıya uğradıklarına şahit olmuştum. Konuşmalarından bunun sık sık meydana geldiğini anlamış ve tarikat üyelerinin resmen intihar görevine gönderildiklerine emin olmuştum.

 

Kaşlarımı çattım, bu kişilerin insan olduklarına şüpheliyim. Karanlıkta çok bir şey seçemesem de saldırganların kırmızı gözlere sahip olmadıklarını görmüştüm. Vampir olmadıkları halde vampirlerle savaşabilmiş ve insanların yapamadıkları hareketleri sergilemişlerdi. Neydi onlar öyle? Bu dünyada vampirlere düşman farklı bir ırk daha mı vardı yoksa? Öyleyse niye kimse varlıklarını bilmiyordu?

 

Dışarı çıkma yasağının ilan edilmesinin ana sebebi de bu saldırılardı.

 

Anlaşılan onların gelişinden önceden bir şekilde haberdar oluyorlardı. Bu da tarikat üyelerinin içinde vampirlere çalışan biri var demekti. Aklımı kurcalayan diğer mesele de içlerinden birinin boynunda gördüğün şu dövmeydi. Ne kadar düşünürsem düşüneyim bir türlü bu sembolü nerede gördüğümü hatırlayamıyordum.

 

Ofladım. Saldırıdan sonra köken söz verdiği gibi beni almaya gelmişti. Dolaptan çıktığımda ortalık tamamen karanlık olsa bile eliyle gözlerimi kapatmış ve yaptıkları katliamı görmemi engellemişti. Beni hizmetçilerin kaldığı bodrumun kapısına kadar getirmiş ve gidip uyumamı söylemişti.

 

Azarlama ve ceza işinin yarına kaldığını düşünerek odama dönsem de doğru düzgün gözüme uyku girmemişti. Sabahta Meyra haftalık iznimin bugün olduğunu söyleyerek beni kaleden kışkışlamıştı. Çarşıya inmeden evvel yanıma para kesemi almıştım. Bu şehre yabancı olduğumdan Meyra kaleden çıkıp yolu indiğimde aşağıda bekleyen faytonlara binerek istediğim yere gidebileceğimi söylemişti. Başta çarşıya gitmeden evvel kökenin yanına gidip gitmemek konusunda kararsız kalsam da sonradan istese beni yanına çağırtırdı diyerek vazgeçmiştim.

 

Çıkmak için hazır olduğumda ise salona girmiş ve ortalığın halini görünce buz kesmiştim.

 

Her yer kandı.

 

Cesetler nereye gitti bilemesem de yer, koltuklar ve duvarlar mahvolmuştu. Hizmetçilerin bir kısmı kırık eşyaları topluyor, bir kısmı koltuk ve duvarlardaki kanı çıkarmaya çalışıyor, bir kısmı da yerleri siliyordu.

 

Hepsi bunu yapmaya alışmıştı.

 

Dün gece ortalıkta gözükmeyen muhafızlarsa yeniden işlerinin başlarındaydılar.

 

Saldırganların bilerek içeri girmelerine izin vermişlerdi.

 

Kırık camlar, çağrılan ustalar tarafından değiştirilirken Serket başlarında duruyordu. Kâhyanın da vampirlerle savaşmasını sağlayan bir sırrı vardı. Beni görür görmez kaşlarını çatınca gerilmiştim. Belli ki onunda dışarı çıkma yasağını ihlal ettiğimden haberi olmuştu.

 

Daha fazla burada oyalanıp bir güzel azar işitmemek için kaleden kaçmış ve faytona benim gibi izinli birkaç kişiyle binerek birinci sura gitmek için yola çıkmıştım. Diğer surlara nazaran birinci sur insanların çoğunlukta olduğu bir yer olduğundan ilk iznimde rahat edebilmek için buraya gitmeye karar vermiştim. Haliyle faytondan inen en son kişi de ben olmuştum. Benimle birlikte gelen hizmetçilerden ilki, üçüncü surda; diğer ikisi ise ikinci surda inmişti.

 

Günün sonunda dönüp dolaşacağım yer gül kalesi olsa da ilk kez kendi başıma çarşıya ineceğim için heyecanlıydım. On iki yaşımdan öncesini hatırlamadığımdan o zamanlar ne yaptığımı bilmiyordum. Yetimhanede ise bütün ihtiyaçlarımız ayağımıza geldiğinden dışarı çıkmamız yasaktı. Eh köleyken de nadiren bir şeyler satın almak için çarşıya yollanırdım o da yanımda illaki birileri olurdu.

 

Özgürlüğümü kazandığımdan beri ilk kez gönlümce gezip tozup alışveriş yapacaktım.

 

Faytoncuya elli fils (dirhemin alt birimi) verip ilk surda indikten sonra ilk işim tatlıcı dükkanına uğrayıp karnımı tatlıyla doyurmak olmuştu. Ne zaman tatlıcının yanından geçsem gördüğüm çeşit çeşit pastalar, kekler yüzünden hep ağzım sulanırdı fakat yememe iznimin olmadığını bildiğimden bu arzuya katlanırdım. İştah açıcı yemeklerdense en çok tatlı yiyememek zoruma giderdi çünkü ben tam bir tatlı aşığıydım!

 

Şimdiyse tadını çıkararak tatlı yemek bende ağlama isteği uyandırsa da bu isteği bastırmıştım. Tatlının yanına içimi ısıtsın diye sıcak bir çay da söylemiştim. İlkbahara yeni yeni girdiğimizden hava serindi. Ağzıma yayılan tatla inlememek için kendimi sıktım. Tanrım, vampirler nasıl bu tatlardan mahrum kalıyorlardı?

 

İlk kez onlara acıyordum.

 

Tatlıcıda bir buçuk saat kadar vakit geçirip yönümü terziye çevirmiştim. Çarşıda bir sürü terzi dükkânı olduğundan en iyisinin hangisi olduğuna karar vermeden önce birkaçına uğramıştım.

 

İlk dükkân bir elbiseye bir dirhem isteyince direkt orayı elemiştim. Resmen soygunculuktu bu! İkinci dükkânda ise beğendiğim bir kumaş bulamamıştım. Üçüncü dükkân hem uygun hem de güzel kumaşları olduğu için burayı seçmiş ve kendime beş elbise siparişi vermiştim. Seçtiğim modeller ne abartılı ne de çok sadeydi, tam istediğim gibilerdi.

 

Terziden sonra ayakkabı dükkânlarını gezmiş ve elbiselerime uygun üç ayakkabı almama rağmen elbiselerden daha çok ücret ödemiştim. Şöyle bir hesap yapınca bugün toplam altı dirhem para harcamıştım! İçim acıyordu…

 

Üzülme Roxana, hepsi ihtiyaçtı unutma. Hem uzun süre kıyafete ve ayakkabılara para vermen gerekmeyecek. İç sesime hak vererek giden parayı düşünmeyi bir kenara bıraktım. Bu her zaman yapabildiğim bir şey olmadığından keyfini çıkarmam lazımdı.

 

Başımı kaldırarak güneşin konumuna bakınca saatin öğlene yaklaştığını gördüm.

 

Karanlık çökene kadar iznim olsa da zaman su gibi akıp geçmişti.

 

“Gelin ve bugün imparatorlukta neler olmuş öğrenin! Bir gazete sadece yirmi beş fils!”

 

Boynuna eskimeye yüz tutmuş bir çanta asan çocuk, gazete satmak için çarşının ortasında bağırıyordu. Güzel giyimli vampir bir kadın, insan bir adamın koluna girmiş bir şekilde gazete satan çocuğa yaklaştı. Kadın güneşten çok etkilenmesin diye adam ona siyah bir şemsiye tutuyordu. Parmaklarındaki yüzükleri görünce evli olduklarını anlamıştım. İmparatorlukta insanlar ve vampirler birbirlerini düşman olarak görseler de küçük bir kısım bizim aksimize vampirlerle yaşamaya adapta olmuş hatta onlarla evlenmeyi sakınca olarak görmemişlerdi.

 

Bu evliliklerden sadece aristokratlar değil, asiller de memnun değildi.

 

Gözlerimi kadının şişkin karnına indirdim.

 

Bu birliktelikten doğan çocuklar genelde vampir olsalar da insan olarak doğdukları da oluyordu. Vampir anne veya babadan kan alıp insan olarak doğan çocuklar daha çabuk gelişip normal insanlardan daha güçlü oluyorlardı. İmparatorlukta bu yüzden insan ve vampir evliliklerini destekliyordu. Lakin insan anneden doğan vampir çocukların anneyi ölümün eşiğine sürüklediği de bir gerçekti. Bu tarz hamileliklerde insan anne ne kadar kusmak zorunda kalırsa kalsın bebeğini beslemek için kan tüketmek zorunda kalıyordu. Doğuma kadar karnındaki bebek yüzünden vampirlerin hassas olduğu her durumu yaşıyorlardı.

 

Kült düşünceye sahip vampirlerin bu şekilde doğan çocukları öldürdükleri duyulmamış şey değildi. Asiller kanlarının insanlarla karışmasını istemiyordu çünkü bu durumun saflıklarını bozduğuna inanıyorlardı. İnsanla evlenen veya birliktelik yaşayan sıradan vampirlere diğer vampirler kötü gözle baksalar da pek bir şey demezlerdi. Lakin bunu yapan safkanlardan biri olursa kıyamet işte o zaman kopuyordu.

 

İnsanlarında vampirlerden farklı olduğu söylenemezdi. Vampirle evlendiği veya bir vampiri sevdiği için aileden atılanlar, dövülenler hem de kovulanlar vardı. Öldürülenler bile…

 

Eskiden insan kadınların o yaratıklardan birini nasıl karınlarında taşımaya tahammül edebildiklerini sorgulardım. Hala bu düşünce beni ürkütse de kimsenin sırf bu yüzden öldürüldüğünü görmek istemez ve bunu doğru bulmazdım.

 

Vampir-insan çifti uzaklaşınca çocuğun çantasında daha satması gereken bir sürü gazete olduğunu gördüm. Gazeteci çocuk burada daha fazla satış yapamayacağını anlamış olmalı ki yerini değiştirmeye karar vererek ara sokağa doğru yürümeye başlamıştı. Adımlarımı hızlandırarak peşinden giderken “Bana da bir gazete verir misin?” diye sordum.

 

Çocuk beni duyar duymaz yüzünde büyük bir gülümsemeyle arkasını dönüp “Elbette, leydim.” diyerek çantasından bir gazete alıp bana uzattı.

 

Para kesemden bir dirhem çıkararak çocuğun avucuna koydum. “Al bakalım.”

 

Çocuk para kesesini açarak bir süre içini karıştırdı ardından yüzünü asarak “Paranızın üstünü verecek kadar birikimim yok maalesef.” dedi. Artan parayı veremediği için gazeteyi almaktan vazgeçeceğimi sandığından omuzları hüsranla düşmüştü.

 

Çocuğu gücendirmemek için “O zaman şöyle yapmaya ne dersin? Beni gördüğün her seferde artan para kadar bana bedava gazete verirsin.” dedim. Parayı ona hediye etmek istesem bile dilenci olmadığını söyleyerek bana alınabilirdi. Parmaklarıyla hesap yaparak “Üç kez daha!” deyince genişçe gülümseyerek “Evet.” dediğimde yaptığımız anlaşmaya sevinerek kafasını salladı.

 

“Anlayışınız için teşekkür ederim leydim!”

 

Saçlarını okşayarak “Asıl ben gazete teşekkür ederim.” dedim. Muhtemelen bir daha karşılaşmayacaktık. Çocuk gitmeden önce bana el sallayarak “Sonraki günlerde muhakkak burada olun!” dediğinde cevap vermeden sadece gülümsedim ve bende ona el salladım.

 

En azından bugün karınları doyacaktı.

 

Çocuk gidince elimdeki gazeteye döndüm.

 

Gazeteyi açarak sayfasını çevirip şöyle bir başlıklara göz atarken yanından geçtiğim faytona bir vampirin yaklaşarak içerideki kişiye “Tekerleği değiştirir değiştirmez yolumuza devam edeceğiz leydim.” dediğini duydum. Muhtemelen yolda bir çıkıntıya veya taşa takıldığı için faytonun tekeri kırılmıştı.

 

Hafızamdaki boşluklar yüzünden nasıl öğrendiğimi hatırlamasam da okuma yazma biliyordum, bu bir köle için büyük bir nimetti çünkü kölelerin yüzde doksanı, halkın ise küçük bir kesimi okuma yazma bilmezdi. Okumayı bildiğimi ise tesadüf eseri öğrenmiştim.

 

Gazetenin ilk sayfası, imparator ailesi ve çıkarılan yeni kanunlar hakkında bilgi verirken ikinci sayfa aristokrat ve asillere ayrılmıştı. Üçüncü sayfa işledikleri suçlar yüzünden arananların resimleri ve altlarında bulan kişilere verilecek ödüller yazarken dördüncü sayfada imparatorlukta işlenen suçlara yer verilmişti.

 

Dördüncü sayfada gördüğüm tanıdık resimle birlikte şaşırarak hemen altında yazan haberi okumaya başladım.

 

ÜNLÜ KÖLE TACİRİNİN ŞAHSİ KÖLELERİ KANALİZASYONDA ÖLÜ BULUNDU!

 

Arşidükün, kölelerini zorla kendisinden aldığını iddia eden tacir Cahir, adaleti sağlaması için üç gün önce imparatorluk mahkemesine başvurmuş ve yasaları çiğneyerek bir kökenin bölgesinden izinsiz geçtiği ortaya çıkarılınca suçlu bulunmuştu. Bu sabah ise şahsi kölelerinin kaybolduğunu görerek aramaya çıkan köle tacirinin bütün erkek kölelerini kendi evinin kanalizasyonunda ölü bulduğu öğrenildi.

 

Kim tacirin kölelerini öldürmek ister ki?

 

Yaptıklarından sonra bir de utanmadan gidip kökeni imparatorluk mahkemesine mi şikâyet etmiş? Domuz kumbarası suratlı şişko resmen beni akşam yemeği olarak yiyin diyerek vampirleri kışkırtmıştı. Gazeteye çıktıktan sonra vampirler kökene attığın iftirayı affederler mi sanıyorsun?

 

‘Bunu sana kim yaptı?’

 

‘Tacirin şahsi kölelerinden biri.’

 

Haberin devamını okurken birdenbire aklıma gelen anıyla birlikte kaşlarımı çattım. Saçmalama Roxana! Köken sırf bu yüzden gidip tacirin kölelerini öldürtmüş olamaz ya. Zaten gazetede cinayeti vampirlerin yaptığına dair hiçbir şey söylememiş.

 

Ama yapmadıklarına dair de bir şey söylememiş. Söz konusu şahıs arşidük olunca kanıtları gizlemiş olabilirler.

 

İç sesimin dediklerini umursamadım. Şayet bu olayı köken yaptırmış olsa bile tacirin cezayı kabul edip uslu durmak yerine birde gidip pişkin pişkin imparatorluk mahkemesine yalan yanlış şeyler söyleyerek başvurmuş olması bile bunu yapması için yeterli bir sebepti.

 

Benim olanlarla bir alakam yoktu.

 

Olamazdı.

 

Gazeteyi sıkarak ellerimin arasında buruştururken ara sokaktan gelen yardım çığlığıyla irkilip hızla arkamı döndüm. Az önceki çocuktu bağıran! Korkuyla sesin geldiği tarafa doğru koşmaya başladım. Tenha yerler fakir insanlar için en büyük tehlikeyi barındıran bölgelerdendir. Burada ne olursa olsun ancak cesediniz bulunurdu. Sizi kimin öldürdüğü ya da neden öldürdüğü sorgulanmazdı.

 

Birazdan olacağı gibi.

 

Kötü bir şey olmadan evvel çocuğa yetişmeye çalışırken ileriden gelen konuşma seslerini net duyabiliyordum.

 

“Özür dilerim efendim yemin ederim isteyerek yapmadım!”

 

“Kes sesini ölümlü velet! Ne cüretle ayakkabımı o pis ayağınla basarak kirletirsin? Ömrü hayatın boyunca çalışsan da bu ayakkabıların fiyatını ödeyemezsin!”

 

Çocuk ağlamaklı çıkan sesiyle “Yalvarırım affedin! Ne isterseniz yaparım.” dedi.

 

“Demek ne istersem yapacaksın, öyle mi? O halde neden pislettiğin yeri yalayarak temizlemiyorsun?”

 

Gülüşmeleriyle yumruğumu sıktım.

 

Aşağılıklar.

 

Ara sokağın biraz ilerisinde küçük bir çıkmaz alan vardı. Genelde bu tarz yerler de daha sonra toplanması için çöpler biriktirilirdi. Nefes nefese kalmış bir şekilde bu aralığa ulaştığımda iki erkek vampirin çocuğu sıkıştırarak onunla eğlendiklerini görünce sinirim tepeme çıkmıştı. Giyiniş tarzlarından asil olmadıkları anlaşılıyordu, daha aşağı tabakadanlardı.

 

“Çocuktan uzak durun!”

 

Üçü de bana doğru döndü. Diğerinden bir kafa daha uzun olan vampir alaycı bir gülüşle bana sırıtarak “Yemek birken ikiye çıktı. Bugün karnımızı tıka basa doyuracağız kardeşim.” dediğinde diğer vampirde ona katılırcasına gülmüştü.

 

Birbirlerine hitap şekilleri bana ikizleri anımsatsa da onlarla karşılaştırılamazlardı.

 

Karşılarında sinmek yerine göz dağı vermek amacıyla diklenerek “Gül şehrindeyken kökenin kurallarını çiğneyip zorla insan kanımı içeceksiniz!” dediğimde sırıtmaları kaybolarak yüzleri kararmıştı.

 

İkisinin de kanlı irisleri öfkeyle parlarken kısa olan “Yerini mi unuttun ölümlü? Hangi cüretle bizi, bizim efendimizle tehdit edersin?” diye sordu. Onları kışkırttığımı bilsem de cesaretime sıkıca tutunarak yumrumu sıktım. En ufak bir korku belirtisi gösterirsem işimiz biterdi.

 

“Yalan mı? Lord Zehel’in burada yaptıklarınızı öğrenirse size neler yapacağını gayet iyi biliyorsunuz.”

 

Hadi yutun, attığım yemi yutun.

 

Kısa boylu olan gözlerini kısarak “Nasıl öğrenecek ki?” dedikten sonra tekrar sırıtıp göz ucuyla yanındaki vampire bakıp “Sen burada ceset görüyor musun kardeşim?” diye sorunca uzun boyluda kardeşinin ne yapmak istediğini anlayarak ona ayak uydurmuştu.

 

“Ceset mi? Çok fazla kan tüketmekten hayal mi görmeye başladın kardeşim? Ben burada ceset falan görmüyorum.”

 

Bizi öldürüp kanlarımızı içtikten sonra cesetlerimizden kurtulacaklarını ima ediyorlardı.

 

Böylece yakalanmayacaklardı.

 

Kahretsin, işlerin tamda onların söylediği gibi ilerleyeceğini içten içe bende biliyordum hatta o çocuk bile bunu biliyordu. Diğer kozumu oynayıp onlara kökenin hizmetçisi olduğumu, bu akşama kadar kaleye dönmezsem muhakkak birilerinin beni aramaya geleceğini söyleyerek gözlerini korkutmayı planlarken, diğer yandan vampirleri işime yarayacak bir şeyle şaşırtıp çocuğu alarak kaçmayı umuyordum. Sokağın başına kadar gidebilsek kâfiydi, bağırırsak muhakkak Ay ışığı şövalyeleri bizi duyardı.

 

“Ne oldu? Korkudan dilini mi yuttun ölümlü?”

 

“Çok üzerine gitme kardeşim korktuklarında kanlarının tadı değişiyor biliyorsun.”

 

Bu ilk vukuatları değildi.

 

Kim bilir böyle kaç kişiyi öldürmüşlerdi.

 

Olanlar yüzünden bembeyaz kesilen çocuğa baktım, zangır zangır titriyordu.

 

Sakın bayılma. Bayılırsan seni kucağıma alıp vampirlerden kaçamam!

 

Gözüme kestirdiğim taşı yerden alıp vampirlerden birinin kafasına geçirerek onları afallatacak ardından da bu fırsattan yararlanıp çocukla birlikte kaçacaktım. Bir insanın, onların deyimiyle bir ölümlünün bunu yapacağını tahmin etmeyeceklerdir. Aklımda olayı kurgularken yanımdan gelen tatlı bir ses “Bir şeyleri bölmüyorumdur umarım.” deyince şaşırarak dona kaldım.

 

Ne ara gelmişti? Gelişini hissetmemiştim.

 

Üstelik yalnızda değildi.

 

“Leydi Cecia!” Az önce bana ahkam kesip duran vampirler kadına bakarken dehşete kapılmışlardı. Anında ikisi de tek dizinin üstüne çökerek kafalarını eğip kadına selam verdiler.

 

Bu kadın da kimdi?

 

Üzerinde mor renginde çok şık duran bir elbise vardı.

 

Kayık yaka elbisenin göğüs kısmı ile ters V şeklinde ayrılan etek kısmının kenarlarına gümüş ipliklerle çiçek motifleri işlenmişti. Omuzlarına düşen kollukların uçlarına diz kapaklarına dek uzanan mor tüller dikilmişti. Ters V şeklinde açılan etek kısmının iç tarafı ise düz, satenden mor bir kumaştı.

 

Kadının soluk bir teni vardı. Gözleri nedense siyah dantelden bir bağla bağlıydı. Kadının pembe tonlarındaki saçları beline dökülürken bir elinde siyah bir eldiven takılıydı. Sağında ve solundaysa iki vampir duruyordu. Üniformalarından kadını korudukları anlaşılıyordu.

 

Vampirler ancak kendilerinden üstünlere boyun eğerlerdi.

 

Bu kadın bir vampirdi.

 

Safkanlardandı.

 

Kadın gözlerini bağlayan dantelin ardından görebiliyor olmalı ki bana doğru dönüp “Burada neler olduğunu açıklayabilir misin?” diye sorunca diz çöken vampirler gerilmişti. Hallerinden bu kadının adaletli biri olduğunun kanısına vararak “Buraya geldiğimde vampirler çocuğa zorbalık ediyorlardı. Onları uyardığımdaysa bizi öldürüp kanlarımızı içmekle tehdit ettiler.” diyerek bütün foyalarını meydana döktüm.

 

Vampirler bana tıslayarak öfkelerini belirtirken Cecia’nın onlara doğru dönmesiyle dişlerini saklayıp tekrar kafalarını eğdiler.

 

“Zehel’in bölgesinde olduğunuzu unutacak kadar mı gözünüz döndü? Bu ne saygısızlık!”

 

Kökene direkt adıyla hitap ediyordu.

 

İçimi saran anlamsız sıkıntıyla kaşlarımı çatacak gibi olsam da kendimi durdurdum.

 

Ona adıyla hitap edebilecek biri vardı karşımda ve bu biri safkan vampir bir kadındı.

 

Onun kadınlarından biri miydi yoksa?

 

“Leydi Cecia bu ölümlünün sözlerine mi inanacaksınız!”

 

“Bize iftira atıyor!”

 

“Derdinizi bana değil şövalyelere anlatırsınız.” Bunu der demez sokakta toynak sesleri yankılanmaya başladı. Beyaz atlara binen Ay ışığı şövalyeleri çıkmaz sokağa geldiklerinde hepsi atlarından inerek eğilip Cecia’ya selamladılar.

 

“Leydim geleceğinizden haberimiz vardı lakin sizi bu kadar erken beklemiyorduk.”

 

Cecia cebinden elbisesine uygun bir yelpaze çıkararak açıp yüzüne doğru tutarken gülümsedi.

 

“Akşam kalede verilecek ziyafet için sabırsızlandığımdan kendime hâkim olamadım.”

 

Ziyafet mi? Ne ziyafeti? Benim niye bundan haberim yok? Kandan başka bir şeyle beslenemeyen vampirler ne ziyafeti verebilirlerdi ki? Bu kulağa bayağı uğursuz geliyordu.

 

Süvarilerin lideri gülümseyerek “Size hak vermeden edemeyeceğim doğrusu.” dedi.

 

Hak mı verirsin? Şu ziyafet iyice merakımı cezbetmişti.

 

İnsan erkekleri vampir kadınlara bayılırdı. Çünkü hepsi birbirinden güzel ve etkileyicilerdi. Süvariler Cecia’yı gördüklerine mutlulardı. Lakin onların duydukları bu mutluluk şehvetten doğmamıştı, bariz bir saygıdandı.

 

Konuşmasıyla, duruşuyla asil olduğu kadar fazlasıyla cazibeli ve alımlıydı.

 

Cilveli lakin sınırları olan bir kadın izlenimi yaratmıştı üzerimde.

 

Süvarilerin lideri diz çöken vampirlere ters ters bakarak “Götürün şunları.” dediğinde vampirler karşı koymadan onları bağlamalarına izin verdiler. Kökenin şövalyelerine zarar verirlerse kafalarının gövdelerinden ayrılıp sonrada yakılacaklarını bildiklerinden uslu duruyorlardı.

 

Vampirler, şövalyeler tarafından götürülürken süvarilerin lideri beni bir yerden tanıyormuşçasına “Siz kalede çalışıyorsunuz değil mi? Eğitim sırasında komutan Rheo ile konuştuğunuzu görmüştüm.” dedi.

 

“Evet, kalede çalışıyorum. Bugün izin günüm.”

 

Cecia elindeki yelpazeyi şak diye kapatıp eline vurarak “Vampirlere kafa tutacak kadar cesaretli bir kadın olmana bayıldım!” diyerek yine şen şakrak haline büründü.

 

“Siz olmasaydınız muhtemelen vampirler tarafından çoktan öldürülmüştük.”

 

Gazeteci çocuğu yanıma gelmesi için elimle çağırdığımda korka korka da olsa bana doğru yaklaşıp ardından eteğimin arkasına saklandı. Hala titrediğini hissedebiliyordum...

 

Umarım bugün olanları çabuk atlatır yoksa bütün hayatı kötü etkilenecekti.

 

“Leydim izin verirseniz çocuğu evine kadar bırakıp kaleye öyle dönmek istiyorum.”

 

“Buna gerek yok, şövalyeler çocuğu evine kadar bırakacaklar. Aynı yöne gittiğimize göre sen de benimle birlikte gelebilirsin.” Tam itiraz edecekken sözümü kesip gülümseyerek “Çekinme.” deyince mecburen kabul etmek zorunda kalmıştım.

 

Küçük çocuğa süvarilerin onu evine kadar bırakacağını söyledim. Çocuk başta çekinse de gül şehrinde yaşayan herkes gibi süvarilerin kökenin emri altında çalıştığını bildiğinden onlarla gitmek de sorun çıkarmadı. Hatta süvarilerin lideri bizzat kendi atına bindirirken çocuğun nasıl heyecanlandığını görerek iyi olacağını anlayıp rahatlamıştım.

 

Onlarla vedalaştıktan sonra Cecia ve yanındaki vampirlerle birlikte ara sokakta yürümeye başlayarak safkanın faytonunun önüne geldik. Tesadüfe bakın ki bu fayton ben gazete okurken kırık tekerleği değiştirilen faytondu. Demek yakınlarla olduğu için bizi duyup yardıma gelmişti.

 

Vampir şövalye faytonun kapısını açarak elini Cecia’ya uzattı. Cecia vampirin elinden destek alarak içeri girdi. Sıra bana geldiğinde aynı nezaketi gösterse de az önce yaşananlardan sonra bir vampire dokunmak istemediğimden “Teşekkür ederim, kendim binebilirim.” diyerek onu reddettim. Vampir ben faytona binene dek bekleyip ardından kapıyı arkamızdan kapattı ve faytonu koruyan atlardan birine bindi.

 

Faytoncu arabayı çeken atları kırbaçlayarak “Deh! Deh!” diyerek atları yürütüp bizi yola çıkardı.

 

Arabanın içi geniş ve oturak yerleri yumuşacıktı. Zaten dış görünüşü de sahibinin ne kadar zengin olduğunu işaret ediyordu. Safkanların arasında bildiğim kadarıyla aristokratlar gibi rütbe yoktu, onlar için geldiğin aile önemliydi. Aile isimleri bir nevi rütbe görevi görerek birini diğerlerinden daha öne çıkarıyordu. Vampirlerin hiyerarşisinde en tepeyi kökenler alır, bir alt kademeyi ise safkanlar işgal ederdi. Kökenler enderken, safkanlar nadirdi.

 

Safkan aileler az bulunsa da sayıları endişelendikleri kadar azalmamıştı.

 

Cecia faytonun açık penceresinden dışarıyı izliyordu.

 

Acaba o hangi aileden geliyordu?

 

“Adın ne?”

 

“Roxana leydim.”

 

“Geçen geldiğimde seni kalede gördüğümü hatırlamıyorum. Kalede çalışmaya yeni mi başladın?” Anlaşılan sık sık kaleye geliyordu. Lordu görmek için mi?

 

“Evet, birkaç gün oldu.”

 

Gözlerini göremesem de bakışlarının köprücük kemiğimin hemen altındaki köle damgasını yakıp geçtiğini hissedebiliyordum. Özgürlüğümü geri kazanmış olsam da o damgayı yok etmek mümkün değildi. Artık köle değildim lakin bu damgayı üzerimde taşıdıkça böyle hissetmekten kendimi alıkoyamayacaktım yani ölene kadar…

 

Köle damgası ateşte kızdırılmış demirin ete bastırılmasıyla yapılıyordu, eti dağlayıp yara izi bırakarak… Sen diz çökerken iki kişi kaçmayasın diye kollarından tutar, dağlama işlemini bizzat tacir yapardı. Demirdeki köle simgesi uzun süre ateşe tutulduğu için kor bir kızıl rengini alırdı. Demir tenine bastırıldığında ise etini cayır cayır yakar, kendi etinin yanık kokusu burnuna dolardı. Seni öyle bir azaba sürüklerdi ki acısı günlerce geçmezdi.

 

Ben damgalandığımda on altı yaşındaydım.

 

“Gazetedeki şu tacirin kölesi miydin?” Biliyordum, safkanlar çoktan tacirin peşine düşmüşlerdi.

 

“Evet, leydim.”

 

“Şimdi kalede ne iş yapıyorsun peki?”

 

“Güllerle ilgileniyorum.”

 

Parlak, pembe bir ruj sürülmüş dolgun dudakları aralanmış bir vaziyette “Neyle ilgileniyorum dedin?” diye sorduğunda ses tonu dahi hayretini ifşa ediyordu. Bu tepkiye alıştığımdan “Güllerle leydim.” diyerek tekrar aynı cevabı verdim. Köken yüzünden bu kadar şaşırdıklarını bilsem de biraz abarttıklarını düşünüyordum.

 

“Güllere hiç baktın mı peki? Yoksa bu görev sana daha yeni mi verildi?”

 

“Baktım, leydim. Ve evet, kovulmadım.”

 

Söylediklerimle birlikte duraksadı ardından kıkırdadı. “Demek olanlardan haberin vardı.”

 

“İlk gün güllere baktıktan sonra kovulmadığımı görünce baş hizmetçi bana durumu açıkladı.”

 

“Zehel kalmanı istediğine göre bahçe işlerinden gerçekten anlıyorsun demektir.”

 

“Yetimhaneden beri çiçeklerle ilgilenmeyi seviyorum. Geçen seneler bana onların dilinden anlamam için gereken tecrübeyi verdi.”

 

Elindeki yelpazeyi yeniden açarak yüzüne tuttu. Dantel bağın ardındaki gözlerinin bana dik dik baktığını faytonun içindeki havanın tekinsizleşmesinden anlayabiliyordum.

 

Safkanlar diğer vampirlerden daha gizemli ve tehlikeli varlıklardı.

 

“O zaman sana bir tavsiye vereyim; güllere çok dikkat et Roxana. Onlar sandığından daha mühimler.”

 

Lord Zehel’in güller konusundaki hassasiyeti yüzünden mi beni uyarıyordu yoksa güller hakkında bilmediğim bir şey mi vardı? Tavsiye diyordu fakat sözlerinin altında yatan uyarı açıkça tüylerimi ürpertmişti.

 

Sakinliğimi koruyarak “Güller konusunda bana güvenebilirsiniz leydim.” dedim.

 

Bana bir süre daha öyle baksa da sonunda gülümsedi. “Harika.”

 

Son konuşmamızdan sonra kaleye varana dek bütün yolu sessizlikle geçirdik. Demir kapılar gelen arabadaki sembolü görür görmez kim olduğunu sorgulamadan safkana açıldı. İçeri girerken pencereden nöbetçi vampirlerin eğilerek selam verdiklerini gördüm. Bahçeye girdikten beş dakika sonra kalenin önünde durmuştuk.

 

Faytonun vampirler tarafından açılmasını beklerken Cecia’nın birden yerinde dikleştiğini gördüm. Kötü bir şey mi sezmişti? Tedirginleşerek etrafa baktığım sıra da faytonun kapısını vampirlerden biri değil, kâhya açmıştı. Avucunu göğsüne bastırıp hafifçe eğilerek “Leydi Cecia hoş geldi--” diyemeden Cecia “Aşkım!” diye bağırarak kendini Serket’in kollarına atmıştı. Kâhya üzerine atlayan kadın yüzünden birkaç adım geriye doğru giderek dengesini ancak koruyabilmiş ve Cecia düşmesin diye de kolunu beline sarmıştı.

 

Şahit olduğum manzarayı hazmedemeden yeni bir şokla daha sarsıldım.

 

Cecia kâhyanın dudaklarına yapışmıştı.

 

Gözlerim ardına dek açıldı. Doğru mu görüyordum yoksa gözlerim mi bozulmuştu?

 

Bakışlarımı duyduğum kıkırtı ve gülüşme sesleriyle onlardan çekip arkalarına çevirdiğimde hizmetçilerin karşılıklı dizilerek kalenin önünde Cecia’yı selamlamak için beklediklerini gördüm. Kâhya ve safkana bakarken çaktırmadan gülüyorlardı sanırım bunu görmeye alışıklardı. Onların ortasında kollarını birbirine dolayarak tip tip öpüşen ikiliye bakan Theo ve Rheo vardı.

 

“Yedin adamı! Yedin!”

 

“Cecia kâhyayı rahat bırak.”

 

Cecia Serket’i öpmeyi bıraksa da sarılmayı bırakmadı. Serket’in omzunun üzerinden ikizlere bakarak “O benim! Çok rahatsız olduysanız gözlerinizi kapatın!” diyerek atışmaya başladıklarında kâhya ile bakışlarımız kesişti. Hafifçe kızararak bakışlarını benden kaçırınca daha çok şaşırdım. Sert bir mizacı olduğundan ortalıkta hep soğuk bir suratla dolaşan adam şimdi utanıyordu.

 

“Leydi Cecia lütfen durun.” Cecia ikizleri umursamazken Serket isteyince anında dinlemişti. Sarılmayı bırakarak bu sefer sıkıca koluna girdi. Sanki kaçmasını engellemeye çalışıyordu.

 

“Hadi içeri girelim o zaman aşkım. Uzun süre dışarıda olmak beni yordu.” Serket vampirden birinin uzattığı siyah şemsiyeyi alarak açıp Cecia’ya doğru tutmaya başladı. İkisi hizmetçilerin oluşturduğu koridordan kaleye doğru giderken herkes ona eğilerek selam veriyordu.

 

Faytondan indiğimde ikizlerin onların arkasından baktığını gördüm.

 

Theo iç çekerek “Hiç vazgeçmiyor.” dediğinde Rheo “İstediğini almadan durmayacağını biliyorsun. Serket için ailesini bile karşısına aldı.” demişti.

 

“Yıllar oldu Rheo, izin vermeyecekler.”

 

“Bu Cecia için önemli değil.”

 

Sanırım neden bahsettiklerini biliyordum.

 

Cecia koluna girdiği Serketle birlikte durarak bu tarafa doğru dönüp “Roxana sende benimle birlikte Zehel’i selamlamaya gel. Burada olduğum süre boyunca senin benimle ilgilenmeni istiyorum.” dedikten sonra cevabımı beklemeden birlikte içeri girdiler.

 

Niye sürekli bu başıma gelip duruyor?

 

Çarşıdan satın aldığım elbise ve ayakkabıları daha sonra gidip teslim alacağım için odama uğramadan çifte kumruların peşine takıldım. Görevliler Cecia’nın yanında getirdiği sandıkları odaya taşırken hizmetçilerde bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı. Ben çarşıya gidip gelene kadar salon eski haline getirilmiş ve kırık camlar değiştirilerek yerlerine yenileri takılmıştı.

 

Salonun sol yanında kalan geniş yemek masasını hazırladıklarını görünce hafiften kaşlarımı çattım. Ciddi ciddi ziyafet düzenleyeceklerdi ama nasıl? Fırsat bulduğumda Meyra’yı bulup sormam lazımdı.

 

Serket ve Cecia ile birlikte üçüncü kata çıkıp kökenin odasına yaklaştığımızda kalbim hızlanmaya başladı. Dünden sonra bu kökeni ilk görüşüm olacaktı, muhtemelen onları gönderdikten sonra cezamı söyleyecekti.

 

Cecia üzerinde siyah bir gül motifi olan kapıyı tıklattı.

 

“Gel.”

 

Serket kapıyı safkana açtığında Cecia yüzünde büyük bir gülümsemeyle birlikte içeri girdi. Bu sırada kâhyanın kolundan çıkmıştı. Peşinden bizde odaya girdiğimizde kökenin kurutulmuş etle Targanyen’i beslediğini gördüm.

 

Cecia koşarak “Ben geldim canım kuzenim!” diyerek kökenin beline sarıldığında yemin ediyorum üst üste yaşadığım şoklar yüzünden kalpten gidecektim. Bunu yapmaya aristokratların çocukları bile cesaret edemezdi. Cecia küçük bir çocuk gibi çenesini kökenin göğsüne yaslayarak “Beni özledin mi? Özledin biliyorum, bende aynı hisler içerisindeyim. Bence aramızdaki mesafeleri yıkabilelim diye benim kaleye taşınmam için annem ve babamla konuşmalısın, o zaman birbirimizi özlememiz gerekmez.” dediğinde içimi tuhaf bir hisle dolduran bir ana denk geldim.

 

Köken, Cecia’ya neredeyse gözükmeyecek bir tebessüm ederek saçını okşamaya başladı.

 

“Hoş gedin Cecia.”

 

Gözlerimi bir türlü onun Cecia’nın saçını okşayan elinden alamıyordum. Neydi ona gösterdiği bu duygu? Sevgi mi yoksa şefkat mi?... Yoksunluk hissi göğsümü sararak değdiği yerleri sızlattı. İçimi oyan bu sızı özlem miydi? Hiç tatmadığım bir duyguya nasıl özlem duyabilirdim ki?

 

Kökenin bakışları bana çevrildiğinde gözlerimde bir şey gördü.

 

Saklayamadığım o imrenmeyi belki de.

 

Bir saniye de olsa şaşırmıştı sonra bu duyguyu orada öldürdü.

 

“Hey insan derdin beni açıktan öldürmek falan mı! Nasıl olurda kahvaltımı getirmeyi unutursun!” Targanyen’in sesi bakışmamızı bölünce şaşırarak ona döndüm. Lanet olsun! Bugün izin günüm olduğu için Targanyen’i birileri illaki besler diye düşünmüş ve kaleden öyle çıkmıştım. Kimse bu kuşa yemek vermedi mi yani?

 

“Çok özür dilerim sayın karga! Bugün benim izin günümdü o yüzden diğer hizmetçilerin sizi besleyeceğini sandım.”

 

“Hıh! Herkes şu pembe kafalının gelişi yüzünden meşgul olduğu için senin ortalıkta olmadığını fark etmediler tabii. Nasıl olurda benim gibi üstün bir yaratığı aç bırakmaya cüret ederler! İşledikleri günahın farkında olsalar iyi olur gak!”

 

“Sen kime pembe kafa diyorsun kuş bozuntusu! Benim tepemin tasını arttırma yoksa seni karga heykeli yaparım!”

 

Targanyen yuvarlak, kırmızı gözleriyle Cecia’ya öfkeyle baktı. Kanatlarını kabartıp “Dene de gör bakalım kafesten çıktığım ilk anda şu çok sevdiğin kâhyanın gözlerini yerinden çıkarmıyor muyum gak!” derken korkutucu görünmeye çalışsa da en fazla elli cmlik bir kargaydı. Gerçi göz oyma konusunda kargaların üstüne kimseyi tanımam.

 

“Zehel şu kargana bir şey desene!”

 

“Efendim şu pembe kafalıya bir şey söyleyin gak!”

 

İnanılmaz. Safkan bir vampir ve büyülü bir hayvan beş yaşındaki çocuklar gibi kavga ediyorlardı. Bakışlarımı kökene çevirdiğimde onun hafifçe kaşlarını çatmış bir şekilde dik dik kâhyaya baktığını gördüm. Kavga eden ikili umurunda değildi. Kâhya da kökenin neden ona öyle baktığını anlamamıştı. Yere eğdiği gözlerini bana çevirince çaktırmadan elimle dudaklarına baksın diye dudaklarımı işaret ettim.

 

Kâhyanın dudaklarına Cecia’nın pembe, simli ruju bulaşmıştı.

 

Resmen öpüştüklerini ilan ediyordu.

 

Serket’in gözleri benim işaretimle kocaman olmuş ardından dudaklarını oynatarak sessizce “Aklımı sikeyim.” diyerek hızla arkasını dönüp dudaklarını koluna silmişti. Dudak okumak konusunda usta olduğum için küfrettiğini anlamak kolay olmuştu.

 

Düştüğü durum komikti aslında.

 

Ne yani Targanyen’i aç bıraktığın için onu köken mi besledi?

 

İç sesimin unuttuğum detayı bana hatırlatmasıyla birlikte suçluluk hissederek gözlerimi kapattım. Daha ne kadar işleri batıracaktım?

 

Köken iç çekerek parmaklarıyla alnını ovuşturmaya başlayınca kavga eden ikili işaret almışçasına anında susmuştu. Kâhya az önceki rezilliğini unutmuşçasına dimdik bir şekilde durarak hazır ol da bekliyordu. Onlar yüzünden bende diken üzerinde oturuyormuş gibi hissetmeye başlamıştım.

 

“Cecia odana gidip dinlen.”

 

“Şey peki ya kaleye taşınmam konusu?”

 

“Odana.”

 

Hüsran içerisinde omuzlarını düşürerek “Akşam yemeğinde görüşürüz o halde.” diyerek çıkarken Targanyen kafesine sinerek burada yokmuş taklidi yapıyordu.

 

Cecia gidince köken kâhyaya bakarak “Serket seni bir kez daha uyarmama gerek olmadığını düşünüyorum.” dedi.

 

“Size söz verdim lordum.” Ne sözü ki bu?

 

“Çık.”

 

Serket selam vererek dışarı çıktığında Targanyen’i saymazsak odada baş başa kalmıştık. Bana çık demediği için diğerleriyle birlikte gidememiştim. Gerginlikle konuşmasını beklerken köken çalışma masasına oturdu ardından masadaki çekmeceyi açarak içinden bir şey alıp “Dün gece bunu mu arıyordun?” diye sorduğunda elinde tuttuğu bilekliğimi gördüm.

 

Demek burada düşürmüşüm!

 

Heyecanla masanın önüne gelip “Evet, lordum.” dediğimde ağlamak üzereydim. Kaybettim diye öyle çok korkmuştum ki…

 

Bilekliği bana verdi.

 

“Emirlerimi çiğneyecek kadar mı değerli bu bileklik?”

 

Bakışlarımı bileklikten kökene çevirdiğimde onun dirseğini koltuğun kolçağına koyup başını da elinin üstüne yasladığını gördüm. Kızgın görünmüyordu.

 

“Ailemden geriye kalan tek yadigâr bu bileklik.”

 

Neden bilmiyorum ama ona anlatmak istedim.

 

Belki de ilk kez ailem hakkında konuşabileceğim bir an geldiği için.

 

Belki de sebepsiz yere.

 

“Ben on iki yaşımdan öncesini hatırlamıyorum. Ailem kimdi, nasıl öldüler, neden tek hayatta kalan benim bilmiyorum. Kafama aldığım darbe yüzünden hafıza kaybı yaşadım. Kendime geldiğimde yetimhanenin yatağında yatıyordum. O zamanlar adımı bile bilmiyordum yanımdaysa sadece kolumdaki bu bileklik vardı.”

 

Bir süre sadece bana baktı. Ona niye anlattığımı sorabilirdi ya da umurunda olmadığını söyleyebilirdi. Karşımda koskoca bir arşidük ve köken vardı. Bir yetimin hikayesi onu neden ilgilendirecekti ki?

 

“Aileni hiç aramadın mı?”

 

“On altı yaşını doldurur doldurmaz yetimhanenin müdürü benimle birlikte imparatorluk yasalarına göre atılması gereken yetimleri köle tacirine sattı. Üstelik ailem hakkında tek bir ipucum bile yokken onları aramak boşunaydı.”

 

Yetimhanenin müdürüne elimde hiçbir kanıt olmadığı için iftira attığımı düşünebilirdi nihayetinde ben değersiz bir hizmetçiydim. Yine de doğrusu bu olduğu için susacak değildim.

 

“Dün geceki itaatsizliğim yüzünden vereceğiniz her cezaya razıyım.”

 

Beni sorgulamadı, yalan söylediğimi iddia etmedi sadece dinledi ve “Bilekliği bir daha kaybetme ve akşam Targanyen’i beslemeyi unutma.” dedi.

 

Bu kadarcık mı? Yetimhane müdürünün gizli çamaşırlarını ortaya döktükten sonra beni iftira atmakla itham etmeyecek mi? Ceza da mı yok?

 

Targanyen konusunda hala suçluluk hissettiğimden utanarak “Emredersiniz.” dedim.

 

Odadan çıktığımda bilekliğimi koluma takarak dudaklarımı üzerine bastırdım.

 

Soğuktu.

 

O dokunduğu için mi?

 

Merdivenlerden aşağıya inip salona girdiğimde ismini bilmediğim bir hizmetçinin şamdanları masaya yerleştirip mutfağa geçtiğini gördüm. Merakla hazırlanmış masaya yaklaştığımda üzerine tabakların, yemek takımlarının, bardakların ve peçetelerin yerleştirildiğini gördüm. Gözlerimle masada farklı bir şeyler ararken hizmetçinin çatal, bıçak, kaşık dizilimini yanlış yaptığını fark ederek onları düzeltmeye koyuldum.

 

Titiz bir hanımefendinin evinde yaşıyor olsaydı bu yüzden kırbaçlanırdı. Bu akşam nasıl olacağını bilmesem de kalede bir ziyafet verileceğinden özel bir masa hazırlanıyordu ve masadaki düzene ayrıyeten dikkat edilecekti.

 

“Niye yerlerini değiştiriyorsun?” Kâhya sonunda leydi Cecia tarafından serbest bırakılmış olmalı ki işinin başına geri dönmüştü. Eh leydi Cecia kalede olduğu sürece ona rahat yoktu belli ki.

 

“Hizmetçi çatal bıçakları yanlış dizmiş.” Masaya şöyle bir göz attığında dediğim gibi olduğunu görerek “Doğrusunun bu olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu. Merak etmesi doğaldı. Genelde masa kurulumu tecrübeli hizmetçiler tarafından yapılırdı yani her hizmetçi masa adabını bilmezdi. Benim kısa süre önce bir köle olduğum göz önüne alınırsa bu tarz şeyleri nereden bildiğimi sorgulaması doğaldı.

 

“Öğrendim.” Gerçi nereden öğrendiğimi bende bilmiyordum.

 

Daha fazlasını sorup kurcalamadı. “Çatal bıçakları düzelttikten sonra leydi Cecia’nın odasına git. Burada olduğu süre de senin ona hizmet etmeni istiyor.”

 

Söyleyeceği şeyleri bitirdiği için gidecekken “Bir şey sorabilir miyim kâhya?” diyerek onu durdurdum. Kalede vampirlere en yakın insan Kâhyaydı. Meyra’ya sormaktansa ona sormak daha akıllıcaydı.

 

“Akşam leydinin gelişi için ziyafet verileceğini duydum.”

 

“Evet?” İfadesi neden bu kadar biraz olan bir şeyi soruyorsun der gibiydi.

 

“Nasıl bir ziyafet olacak bu? Yani vampirlerin kandan başka bir şeyle beslenemediklerini biliyoruz.” Sakın bana onlara içmeleri için çorba yerine kan servis edeceğimizi söyleme.

 

Bana anlam veremediğim bir şekilde bakarak tek kaşını kaldırdı. “Sen gerçekten vampirlerle ilgili hiçbir şey bilmiyorsun değil mi?”

 

Onlar hakkında başka bilmem gereken ne vardı ki? Başımı iki yana sallayarak “Daha önce hiç vampir efendim olmadı.” dedim. Haliyle vampirler hakkında herkesin bildiği kadarını biliyordum.

 

“Akşam verilecek ziyafetin menüsünde kan yok Roxana. Biftek, kuruyemişler ve şarap var. Tatlı olarak ise kakule ve safranlı armut var.”

 

Hafifçe kaşlarımı çattım. “Ama bunlar insan yemekleri.”

 

“Vampirler senin düşündüğünün aksine yalnızca kanla beslenmezler. Temel besinleri kan olsa da vücutları insan yemekleri de kabul ediyor, sadece sık sık tüketemiyorlar çünkü sindirimleri insanlarınkinin aksine çok yavaş.”

 

Aklım almıyor. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?

 

Kâhya yüzümdeki bozguna uğramış ifadeye bakarak “Aslında mantıklı düşünürsen bu o kadar da şaşırılacak bir durum değil.” dediğinde bir şey demeden söyleyeceklerinin devamını getirmesini bekledim.

 

“Vampirler yaşıyor Roxana.” Kusacaktım.

 

“Senin gibi nefes alıp veriyor, kalpleri atıyor, uyuyorlar… sadece bunu insanlara nazaran çok az yapıyorlar. Dört-beş saatte bir nefes alıp veriyorlar, dört-beş saatte bir kalpleri atıyor, iki-üç günde bir birkaç saat uyuyorlar. Kan, ihtiyaç duydukları besinin çoğunu karşıladığı için insan yemeklerine o kadar gerek duymuyorlar ama bazen özel günlerde bir araya gelerek yemekte yiyorlar. Tabii bu yemekler de birebir insan yemekleriyle aynı olmuyor. Tat duyuları köreldiğinden yoğun, baharatlı şeyleri tercih ediyorlar.”

 

Başım dönüyordu.

 

“İnsanlar vampirlerin ölü olduğunu bu yüzden sonsuza dek yaşayabileceklerini düşünüyor ama hiç akıllarına ölü bir şeyin nasıl yaşayacağı sorusunu getirmiyorlar. Ölü ölüdür Roxana. Ölüler yaşayamaz, yalnızca hayatta olanlar yaşayabilirler. Vampirler de öyle…”

 

Gözlerimin içine bakarak son darbeyi vurdu.

 

“Ölü olsalardı ölüme bu kadar hasret duyarlar mıydı sence?” Tek kelime edemedim.

 

Ölü olsalardı ölüme hasret duyarlar mıydı?

 

Duymazlardı.

 

“İşin bitince oyalanmadan leydinin yanına git, seni bekliyor.” Başka bir şey söylemeden gittiğinde bacaklarımdaki tüm güç çekilmiş, düşmemek için sandalyeye tutunmuştum. Ardından böyle de ayakta kalamayacağımı anlayınca yere, dizlerimin üstüne yığıldım.

 

Derin derin nefesler alıp verirken gözlerim yaşlarla dolarak görüşümü bulandırmıştı.

 

Yaşıyorlardı.

 

Titreyen dudağımı ısırdım.

 

Kalpsiz olduklarını düşünüyordum; bir kalpleri vardı.

 

Nefes alıyorlardı.

 

Ailemi öldürdükleri için onlardan her zaman nefret ettim. İçimde büyüttüğüm bu nefret yılların birikimi yüzünden top gibi sıkışarak siyah, katran ve karanlık bir şeye dönüşmüştü. Kalbimde, aklımda hep onlara karşı bir savaş vermiştim çünkü asla insanlar gibi olamayacaklarını düşünüyordum. Onlar; ruhları lanetlenmiş, dünyanın güzelliklerinden mahrum bırakılmış canavarlar olmalıydılar.

 

Öyle olurlarsa vampirlerden nefret etmem kolaylaşırdı.

 

Öyle değillerdi.

 

Gözlerimden akan iki damla yaş parkeye düşerken patır patır sesler çıkardılar.

 

Bu kalede ilk önce tanıdığım vampirlere benzemeyen hatta insanlardan bile daha adaletli olduklarına şahit olduğum vampirlerle tanışmıştım ama hala elimde onlardan nefret etmem için bir sebep daha vardı… onu da elimden almışlardı.

 

Şimdi kimden nefret edecektim ben?

 

Ailemin ölümünden kimi suçlayacaktım?

 

Ağır bir buhran yaşasam da leydinin beni beklediğini bildiğimden toparlanarak göz yaşlarımı sildim ve lavaboda yüzüme ağladığım belli olmasın diye bol bol su çarptım. Bunu sık sık yaptığımdan zor olmamıştı. Kendimden önce hep birileri gelirdi çünkü… akşama kadar dişimi sıksam yeterdi. Acımla odamda yüzleşecek ve onu orada yaşayıp tekrar kalbime gömecektim.

 

Bazen kalbimin bu kadar hüznü nasıl içine sığdırdığını sorguluyordum.

 

Sanki içinde sonsuz bir boşluk saklıyordu. Kederini, hayal kırıklıklarını, ağrılarını ne kadar koyarsan koy orada hep yer vardı. Sonsuz sandığım o boşluk bir gün ağzına kadar dolarda içindekileri dışarı boşaltır diye ödüm kopuyordu.

 

Daha iyi hissettiğime karar verdiğimde kâhyanın söylediği kata çıkarak leydinin odasının önüne geldim. Kapıyı üst üste tıklatsam da içeriden herhangi bir ses gelmemişti.

 

“Leydim içeride misiniz?” Hala cevap yoktu.

 

Acaba ben gelene kadar başka yere mi gitmişti? İyi de aşağıya inse muhakkak onunla karşılaşırdım. İyi olup olmadığını kontrol etmek için “Leydim içeri giriyorum?” diyerek önden haber vermiş, yine cevap alamayınca odanın kapısını açarak içeri girmiştim.

 

Bu odada kaledeki diğer odalar gibi geniş ve ferahtı lakin misafir odası olduğundan oda sahibini yansıtacak eşyalar yoktu. Köşeye yığılmış sandıklar gözüme çarparken “Leydim burada mısınız?” diye tekrar seslendim. O sırada her odanın içine fazladan yapılmış iki odadan sağdakinin aralık olduğunu fark ettim. Küçük aralıktan dışarıya yoğun bir buharın çıktığını görünce bu kapının banyoya açıldığını anlamıştım.

 

Yaklaşarak kapıyı tıklatıp “Leydi Cecia girebilir miyim?” diye sorunca tamda tahmin ettiğim gibi leydi sesimi duyar duymaz “İçeri gel Roxana.” diyerek beklediğim izni verdi.

 

Oda büyüklüğünde banyonun zeminine geniş bir havuz yapılmıştı. Havuz aşağı yukarı kırk cm derinliğindeydi. Boyu ise yaklaşık odanın yarısı kadardı. Havuz devasa bir küvet görevi görüyordu. Sıcak suyun havuza nereden taşındığını anlayamasam da suyun sürekli sıcak kalmasını sağlıyordu. Leydi Cecia ben gelene kadar suyu çeşitli kokularla köpürtmüş ve soyunarak içine girmişti. Sırtını mermere verip havuza uzandığından su göğüslerinin yukarısına dek çıkıyordu.

 

Kollarımı dirseklerime dek sıvayarak yanına gidip mermerin üzerindeki pamuktan yapılmış lifi aldım ve güzelce ıslatıp leydinin seçtiği sabunla köpürttüm. Cecia kolunu bana uzatınca lifle vücudunu ovmaya başladım.

 

Banyo yaparken bile göz bandını takıyordu.

 

“Kör değilim Roxana.”

 

Aklımdan geçeni okuyormuşçasına konuşunca duruma uğramıştım.

 

“Maksadım sizi gücendirmek değildi leydim.”

 

“Korkma, sana bunun için kızacak değilim. Banyoda bile göz bağı takan birinin kör olup olmadığını kim merak etmez ki? Üstelik kalede yeni olduğun için safkanlarla haşır neşir değilsin.”

 

Cecia’ya bakan herkes onun sıradan bir vampir olmadığını anlardı. Görünüşü, duruşu, giyim tarzı ve daha nicesi onun asil bir hanımefendi olduğunun deliliydi. Kâhya ve lordun yanında karakteri değişse de bu yönünün sadece onlara özel olduğunu akıl edebilecek kadar zekiydim.

 

“Affınıza sığınarak soruyorum leydim; göz bandı takmanızla safkan olmanızın arasında ne gibi bir bağlantı var?”

 

“Daha önce safkan bir aileye hizmet etmediğinden bilmemen normal. Buraya her gelişimde bana hizmet etmeye söz verirsen sana anlatırım.” Bunun için emretmesi yeterdi oysaki…

 

“Söz veriyorum leydim.”

 

Saçlarını sırtından alarak sol omzuna bırakırken “Vampirlerin safkanı korumayı takıntı haline getirmelerinin sebebini hiç düşündün mü? Aristokratlarında bu huyu var ama onların nedeni tamamen kendilerini diğer insanlardan üstün görmelerinden kaynaklanıyor. Vampirlerin ise gerekli bir sebebi var. Safkanların binde birinde özel güçlerle doğan vampir çocuklar oluyor. Safkanların azlığı düşünüldüğünde bu oran çok cüzi bir kesimi kapsıyor. Vampirler kısa süre sonra özel güçlerle doğan çocukların yalnızca safkanlardan çıktığını fark etti. Tabii bu da safkanın değerini ortaya çıkararak beraberinde köklü değişimler meydana getirdi. Sıradan vampirler bu çatışmadan uzaklaşsa da safkan aileler bu yüzden birbirlerinin rakibi haline geldiler.” dedi.

 

“Bu yüzden mi göz bandı takıyorsunuz?”

 

“Evet, bende bahsi geçen güçlerle doğan çocuklardan biriyim. Bu güçler bazen önemsenmeyecek derecede zayıf olabiliyor ya da herkesin gözünü üzerine dikecek kadar güçlü…” Karamsar bir şekilde iç çekerek “Ne yazık ki ben ikinci seçeneğe giriyorum. İster vampir olsun ister insan benimle göz göze gelen herkesin sonu ölüm oluyor.” dedi.

 

Gücünün ne olduğunu tam olarak açıklamasa da çok tehlikeli bir şey olduğu barizdi.

 

“Şu anda safkan beş aile var. Bu beş ailede farklı kuşaklardan da olsa toplam yedi özel güce sahip vampir var. Sayımız işte bu kadar az olduğu için bize hazine gözüyle bakıyor ve bu gücün bizim neslimizden devam etmesi için her şeyi yapabilecek kadar delirmiş haldeler. Gerçi ben ve muhafız şövalye ailesinden güç sahibi olan vampir Zehelle kan bağı sözleşmesi yaptığı için ağızlarını açamıyorlar yine de baskıları hep üzerimizde.”

 

Kan bağı sözleşmesi de ne? Hem ben ve muhafız şövalye ailesi mi dedi o?

 

“Leydim, muhafız şövalye ailesindeki güç sahibi kişide mi bu kalede kalıyor?”

 

Güldü. “Onu tanıyorsun Roxana.”

 

“Tanıyor muyum?”

 

“Evet, ikizlerden bahsediyorum. Onlar muhafız şövalye ailesinin varisleri.”

 

Ne! İkizlerde mi safkanlardı! Tamam, zincirlerimi tek bir parmak vuruşuyla bin parçaya ayıran Theo’nun safkan olabileceğinden şüphelenmiştim ama bunu hiçbir zaman kanıtlayacak bir dayanak bulamadığımdan yanılmış olabileceğimi düşünmüştüm. Kaledeki hizmetçiler insan komutanlara adlarıyla seslendikleri için bende başından beri onlara unvansız sesleniyordum! Hadi ben bilmiyorum diye bunu yapmıştım onlar niye beni hiç düzeltme gereği duymamışlardı ki?

 

Daha sonra gidip onlardan özür dilesem iyi olacak.

 

“İkizlerden Theo’nun benim gibi özel bir gücü var lakin onun gücü benim kadar tehlikeli değil. Her neyse, daha fazla bu konu hakkında konuşmak istemiyorum beni depresyona sokuyor. Hadi şu banyo işini bitirelim de akşam yemeği için hazırlanmama yardım et. Haftalardır insan yemeği yemiyorum!”

 

İnsan yemeği yemek şu anda diğer her şeyden daha mühimmiş gibi davrandığından güldüm.

 

“Merak etmeyin, sizi yemeğe yetiştireceğim.”

 

Banyo işini kısa sürede halledip Leydi Cecia’nın hazırlanması için iki saat uğraştım.

 

Akşam yemeği vakti geldiğinde dışı hafif kahverengi, içi kıpkırmızı olan az pişmiş biftekler; yanlarına konulmuş kuruyemişlerle birlikte servis edilmiş, şarap bardakları doldurulmuş ve şamdandaki mumlar yakılmıştı. Masanın baş köşesinde lord Zehel, kalan sandalyelere ise ikizler ve leydi Cecia oturmuştu. Dört asil yemeklerini zarafet içerisinde yerden bir yandan da Cecia’nın diğer vampir asilleri hakkında anlattığı dedikoduları dinleyerek kahkaha atıp bazen de laf dalaşına giriyorlardı.

 

Tabii lord Zehel yalnızca onları dinlemekle yetiniyordu. Ona bir şey sormadan konuşmuyor, sorarlarsa da kısa kısa cevaplar veriyordu. Yine de oraya aitti.

 

Ben bir yere ait olmanın verdiği hissi hiçbir zaman bilemeyecektim.

 

Leydi Cecia’nın hazırlanmasına yardım ettikten sonra Targanyen’i beslemiş ve aşağıya inmiştim. Ben geldiğimde çoktan yemeğe başlamışlardı. Gözlerimin önünde insan yemeği yiyen dört vampiri bir süre şaşkınlıkla izlesem de bön bön bakmanın kabalık olacağını bildiğimden bunu yapmayı kesmiştim.

 

Leydi Cecia yemekten sonra dinlenmeye çekileceğini söylediği için bugünlük işim bitmişti. Tatlı dağıtılırken mutfağa sızmış fazladan yapıp bir köşeye koyduklarından birini kaptığım gibi mideme indirmiştim.

 

Çok lezzetliydi.

 

Bugün tatlıyı fazlasıyla abartsam da kendime mukayyet olamamıştım.

 

Gizli saklı tatlımı yedikten sonra masadakileri rahatsız etmeden odama dönmüştüm. Günün yarısını çarşıda gezmekle geçirdikten sonra geri dönüp kalede de iş yapınca üzerime yorgunluk çökmüştü.

 

Yatağa yatar yatmaz uyuya kaldım.

 

Ertesi gün şafak sökerken uyanmış ve güzelce yıkandıktan sonra kıyafetlerimi giyip seraya gitmek için yola çıkmıştım. Saat daha çok erken olduğu için Leydi Cecia ancak beni birkaç saat sonra çağırırdı. O zamana kadar gidip biraz güllerle ilgilenebilirdim.

 

Seraya geldiğimde etrafa bakınsam da lordu görememiştim. Güllerin benimle iyi olacağından emin olduğu için mi gelmemişti yoksa her gün seraya uğramıyor muydu? Gerçi hem köken hem de arşidük olarak işi başından aşkın olmalıydı.

 

Gülleri kontrol ederek bugünde iyi olduklarını teyit ettikten sonra bahçe malzemelerinin içinde bulunduğu dolabı açarak içinden budama makasını ve içine gülleri koyabileceğim bir sepet alarak, kaleye geldiğimden beri gözüme batan boş vazoları doldurmak için işe koyuldum.

 

Bitkilerin bazen dinlendirilmesi gerektiğinden onları budamak gerekirdi. Böylece hem fidan taze kalır hem de gül daha fazla çiçek açardı. Lakin burada çiçeklerin hiçbiri solma belirtisi göstermediğinden mecburen taze olanlarla bu işi halledecektim. Eh kesilen gülleri atmaktansa onlarla kaledeki boş vazoları doldurabilirdik.

 

Budama makasıyla kestiğim güllerin vazoya koyacağım suyu içebilmesi için saplarının dibinden iki cm keserek sepete koydum. Sepet ağzına kadar dolunca bu kadarının yeterli olacağına karar vererek budama makasını dolaba geri koyup, yerdeki çöpleri toplayarak çöpe attım.

 

Güllerin birini okşayarak gülümsedim.

 

“Güzelce dinlenip bol bol çiçek açın tamam mı?”

 

İçi gül dolu sepeti koluma takarak seradan çıkıp kaleye doğru yürümeye başladım. Bir saate kalmaz herkes uyanmaya başlardı. Kaleden içeri girerken nöbetçilerin beni gördüğü gibi suratlarının olduklarından daha beyaz kesilip birbirlerine baktıklarını gördüm.

 

Bu tepki de neydi şimdi?

 

İçeri girdiğimde sepeti vazonun yanına bırakarak mutfaktan su taşıyıp ilk önce salondaki vazoların yarısına gelecek kadar içlerini suyla doldurdum. Ardından gülleri güzelce içlerine yerleştirmeye başlayarak duruşlarını ayarlamaya çalışırken gürültüyle yere düşüp bir şeyin kırıldığını duyunca korkuyla yerimden sıçrayıp arkama döndüm.

 

Leydi Cecia üzerindeki sabahlıkla birlikte merdivenlerin başında dikilirken elindeki fincanı düşürmüştü. Kırık fincan parçalarının içinde yüzdüğü kırmızı sıvı zemine yayılıyordu.

 

Kandı.

 

“S…Sen ne yaptın?” Beti benzi atmış bir şekilde dehşetle vazodaki güllere bakıyordu.

 

“Leydim siz iyi misiniz?”

 

Dişlerini sıkarak “Roxana gülleri mi kestin!” diye bağırdığında niye bu kadar kızdığını anlamamıştım. Yanlış bir şey mi yapmıştım?

 

“Ben--”

 

“Niye bağırıyorsun Cecia?”

 

Merdivenlerin yukarısında gözüken lordla birlikte iyice telaşa kapıldım. Cecia da benimle aynı telaş içerisinde Zehel’e bakarken ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Ne kadar tedirgin olduğunu görebiliyordum. Lord merdivenlerden aşağıya indiğinde ilk önce yerdeki kanın içindeki fincan kırıklarına bakmış sonra da gözlerini bana çevirmiş ve vazodaki gülleri görmüştü.

 

Cecia yutkunarak lorda bakarken köken gözlerini güllerden ayırmıyordu.

 

“Odana dön.”

 

Cecia tam itiraz edecekken son anda bunu yapmaktan vazgeçmiş ve bana özür dileyen bakışlar atarak hızlıca merdivenleri çıkmaya başlamıştı.

 

Bu sefer cezalandırılmayı bırak kesin kovulacaktım.

 

Güllerin kesilmesi yasak mıydı? Tepkilerinden başka bir anlam çıkaramıyordum.

 

Ama ben onları öylesine kesmemiştim ki… bitkinin dinlenmeye ihtiyacı vardı. Eğer bitki dinlenmezse bu uzun vadede daha çok kayba sebep olurdu.

 

▏₰ Roxana

 

Köken vazonun önüne gelerek elini gülün yaprağına götürdü ve nazikçe gülü okşadı.

 

Aynı renkteki gözleri güle bakarken hissizdi.

 

“Lordum ben--”

 

“Güllere ölümü bahşetmişsin.” Ne?

 

Parmaklarını gülün diğer yapraklarında da gezdirirken “Ne kıymetli bir hediye.” demişti. Bakışlarındaki ifade değişerek adını bilmediğim bir duyguyla gözlerini kıstı. Sanki… vazodaki gülleri kıskanıyordu.

 

Ne oluyor? Neden beni kovmak yerine anlamadığım şeyler söylüyor? Neden güllere öyle bakıyor? Kafamdaki sorular yüzünden beynim patlayacaktı. Köken elini güllerden çekerek bana döndü.

 

Gülleri okşayan elini bana uzanınca korkuyla gözlerini kapattım.

 

Vuracaktı.

 

Soğuk elini yanağımda hissedince birden gözlerimi açarak ona baktım. Hemen önümde dikilirken tıpkı gülleri okşadığı gibi yanağımı okşuyordu. Parmaklarından burnuma nüfus eden gül kokusu başımı döndürürken yüreğim kuş gibi çırpınıyordu.

 

“Ölüm kıymetlidir küçük ecelim.”

 

Sizce Zehel bu sözleri söylerken ne demek istedi? Kalbim pır pırr :D

Bölümde en sevdiğiniz yer neresi oldu?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3

Loading...
0%