Yeni Üyelik
5.
Bölüm

BÖLÜM 5: "İMPARATORUN ARZUSU"

@endless_q

▏₰ Roxana

‘Ölüm kıymetlidir küçük ecelim.’

‘Ölüm kıymetlidir küçük ecelim.’

‘Ölüm kıymetlidir küçük ecelim.’

Kafamın içindeki ses sürekli aynı cümleyi kurup duruyordu.

Kökenin güllere nasıl değer verdiğini gerek kalede yaşayanlardan gerekse kökeni gözlemleyerek anlamıştım. Nasıl anlamazdım ki? Görmemek için kör olmak lazımdı. O vampir güllerle ilgilenirken birazcık sert davransa incineceklermiş gibi davranıyor, her bir yaprağına dikkatlice dokunuyordu.

Gülleri öldürmüştüm.

Öldürdüğüm halde sanki onlara göz alıcı bir hediye vermişim gibi konuşmuştu benimle.

Ölüm bir hediye olabilir miydi?

Sabahtan beri bunu düşünüp duruyordum. Gülleri kesip vazolara koyduğum haberi kalede kısa sürede yayılmıştı ve şimdi herkes bana gerçek bir cinayet işlemişim gibi tuhaf bakışlar atıyordu. Lord Zehel’in bu olayın üzerine beni kovmayı bırak tek bir laf etmemesi ise bu bakışların ağırlığının artmasına sebep olmuştu tabii. Muhtemelen benim diğerlerinden ne gibi bir farkımın olduğunu sorguluyorlardı ki bu konuda haklılardı.

Aynı şeyi bende sorguluyordum.

İç çektim. Umarım bizim hakkımızda saçma sapan dedikodular çıkarmazlardı.

Ne kadar hata yaparsam yapayım beni cezalandırmıyor, yaptığım her şeye kendince bir kılıf uyduruyordu sanki. Nazik değildi. Köle tüccarını cezalandırırken gözlerindeki acımasızlığa şahit olmuştum, gazeteci çocuğu sıkıştıran vampir kardeşlerin kökenin adını duyunca nasıl yerlerine sindiklerini görmüştüm. İkiz vampirler de kökenin kurallarını çiğneyen vampirlere merhamet göstermemiş, hepsinin kafasını kopararak yakmışlardı.

Nazik bir adam etrafına böylesine bir korku salmazdı.

Elimi yanağıma götürerek okşadığı yere dokunmak istesem de yapamamıştım.

Parmakları soğuk olmasına rağmen tenimi yakmıştı.

Ecelim.

Bana niye öyle hitap etmişti ki?

Onun gözünde ben ölümle eş değer biri miydim? Hayır, ölümle değil… onun ölümüyle.

“Balıkları böyle beslemeye devam edersen çatlayacaklar.” Meyra’yı bir anda yanımda görünce irkilerek yerimden sıçradım. Düşüncelerime o kadar derin dalmıştım ki geldiğini fark etmemiştim.

Az önce söyledikleri aklıma gelince panikle bakışlarımı süs çeşmesinin içindeki balıklara çevirdim. Kalede çalışanların beni gördükleri anda kendi aralarında fısıldaşıp hakkımda dedikodu etmelerine daha fazla katlanamadığım için kendimi seraya atmıştım. Gidip kavga çıkarsam onların ekmeklerine yağ sürüp olayları daha da büyütecek ve herkesin nefretini kazanacaktım.

En iyisi kimsenin beni görüp sinir etmeyeceği bir yere gitmekti bende çözümü seraya gelmekte bulmuştum.

Lord sık sık serada vakit geçirdiğinden kaledekiler buraya zorunda olmadıkça gelmiyorlardı.

Güllere daha sabah baktığımdan bende kendime yeni bir iş çıkarıp süs çeşmesindeki balıkları beslemeye karar vermiştim. Gül kalesindeki her şey gibi bu balıklarda normal değildi. Yem olarak canlı hayvanları tercih ediyorlardı zira onların etini yemiyor, kanını içiyorlardı.

Çeşmedeki bu balıklar; vampir balıklarıydı.

Onlara attığım canlı hayvanlara saldırarak kanlarını emip cesetlerini bir kenara atıyorlar ve ben yem attıkça durmuyorlardı. Sürekli karınlarını doyurmaya devam ettiklerinden su kıpkırmızı kesilmişti.

Hayvanlardan geriye kalanları daha sonra havuz kepçesi ile temizlemem gerecekti.

Kuyruklarını çırpıp duran vampir balıkları ilk gördüğüm hallerine kıyasla daha şişko duruyorlardı.

“Bu kadar fazla attığımı fark etmemişim.”

“Emin ol doysalar bile durmazlar. Onları beslerken yemin miktarına dikkat etmelisin.”

Bakışlarımı su da çoğalan ceset parçalarının üzerinde gezdirdim, orası kesindi.

“Sen neden gelmiştin?”

Biraz mahcup bir ifadeyle “Aslında yine kalede işler çığırından çıktı ve ben nereye yetişeceğimi şaşırmış vaziyetteyim o yüzden birazcık yardımını istemeye geldim.” dediğinde kararsız kalmıştım. Elbette ona yardım etmek istiyordum fakat kaleye dönüp yine arkamdan atıp tutmalarını ve bana attıkları bakışları ne duymak ne de görmek istiyordum.

Meyra ne düşündüğümü anlamışçasına elimden tutarak “Sabahki konu yüzünden sana bu şekilde tavır almalarına bakma. Lord güller konusunda o kadar hassas ki senin gülleri kesip vazolara koymana kızmadığı için çok şaşırdılar. Hem vampir ya da insan fark etmez bir dedikodu duydukları anda gerçeğin üzerine bin katıp olayları büyütüyorlar. Bak görürsün birkaç güne kalmadan herkes yaşananları unutup başka bir dedikodunun peşine düşecektir.” dedi.

İşlerin böyle yürüdüğünü bende biliyorum ama sinir olmadan edemiyorum işte.

Eğer ağızlarından kötü bir laf duyarsam susmazdım.

“Diğer hizmetçilerde sana yardım edebilir.”

Sanki kabul edilemez bir öneride bulunmuşum gibi gözlerini büyüterek “Katiyen olmaz! Onların tek yaptığı bana daha çok iş çıkarmak! Sen diğer hizmetçilere nazaran bir evin nasıl çekip çevrileceğini iyi biliyorsun. Lütfen Roxana… hem söz veriyorum seni rahatsız ederlerse onları uyarması için kâhyayla bizzat konuşacağım.” dediğinde biraz daha ikna olmuştum.

Kaledeki bütün hizmetçiler, görevliler hatta komutanlar bile kâhyadan çekiniyordu. Hizmetçiler neyse de komutanların bile ondan çekinmesi Kâhya’nın arka planını daha çok merak etmeme yol açıyordu.

Pes ederek “Pekâlâ, ne yapmam gerekiyor?” diye sorduğumda genişçe sırıtarak “İşe posta kutusundaki mektupları Lord Zehel’in odasına götürmekle başlayabilirsin.” dedi.

Anında suratım düştü. Daha şimdiden ona yardım etmeyi kabul ettiğime pişman olmaya başlamıştım bile.

Artık sözümü geri alamayacağıma göre tıpış tıpış mektupları almaya gittim.

Posta kutusu kalenin ana girişinin hemen yanına konulmuştu. Mektupları teslim etmeye gelen görevliden nöbetçiler mektupları alarak inceliyor, herhangi bir tehlike barındırmadıklarına emin olunca da lorda götürülmesi için posta kutusuna bırakılıyordu. Nöbetçilerin bakışları altında posta kutusunu açarak içindeki mektupları aldım. Kaleye doğru yürürken mektupların üzerindeki çeşitli ailelere ait mum mühürlerine bakıyordum.

Her asil ve aristokrat gönderecekleri mektuplara kendi ailelerinin armalarını taşıyan mum mühürleri basarlardı. Ayrıca eritilip dökülen bu mühürler sayesinde mektupları gönderdikleri kişi haricinde kimsenin okumadığına da emin olurlardı. Çünkü mühür kırılmadan mektup açılmazdı. Mektuba yeniden mühür basabilmek içinse pirinç mühre sahip olmak gerekiyordu.

Sırasıyla gelen mektuplara bakarken gördüğüm armayla duraksadım.

Diğerlerini tanımasam da bu armayı tanımamak mümkün değildi.

Şaha kalkarak karşılıklı kükreyen aslanların ortasında büyük bir ‘S’ harfi vardı. S harfinin arkasında çapraz duran iki mızrak ve üstünde gösterişli bir taç duruyordu.

Bu imparatorluğun sembolüydü.

Mektubun arkasını çevirerek güzel bir el yazısıyla yazılmış isimlere baktım.

Reynard L. Solũthr’den Zehel A. Asmodeus’a gönderilmiştir.

Mektup bizzat imparator tarafından yazılmıştı. Dahası isimler yazılırken unvanlar göz ardı edilmişti. Sanki iki mektup arkadaşının yazışmasından ibaretti her şey.

Zehel A. Asmodeus.

Demek kökenin tam ismi buydu.

İkinci ismini kullanmıyor olmalı ki herkes ona Lord Zehel diyordu. Üstelik Asmodeus mu? Aile ismi (Soy isim) bir iblisin ismiyle aynı mıydı?

Kaşlarımı çatarak bir süre bu isme bakıp dursam da daha sonra mektuplarla birlikte yürümeye devam ederek kaleden içeriye girdim. İmparator neden lorda mektup yazmıştı acaba? Gerçi kökenin konumu düşünülürse ülkenin problemleri hakkında sık sık mesajlaşıyor olmalılar. Yukarı kata çıkmak için merdivenlerin başına geldiğim sırada mutfaktan Liz çıkmıştı.

Beni gördüğü anda gözlerinden ateş püskürterek yanıma gelip kolumu kavradı.

Tüm gücüyle sıkıyordu.

“Bilerek yaptın değil mi? Lordun gülleri ne kadar sevdiğini bildiğin için onları kestin. Sonra da utanmadan kestiğin gülleri gözüne sokmak için kaleye getirdin. Onun ilgisini çekmek istiyorsan daha çok beklersin. Lord Zehel senin gibi bir köleye bakar mı sanıyorsun?”

Bir an için ağzından çıkanlara inanamadım. Beni itham ettiği şey yüzünden kulaklarım çınlıyordu. Ne cüretle! Kolumu silkeleyerek hışımla tutuşundan kurtuldum. Şeytan şuracıkta saçına yapış dese de kendime hâkim olmak için tırnaklarımı avuç içlerime sapladım.

Bu kadının benimle derdi neydi? Her gördüğünde laf sokup bana sataşıyordu.

Öfkeyle üzerine yürümeye başladığımda afallayarak geri çekildi. “Beni kendin gibi mi sanıyorsun? Senin aksine ben ne lordun dikkatini çekmeye ne de güllere zarar vermeye çalışıyorum. Gülleri kesmemin tek nedeni bunun onlara faydasının olacağını bilmemdendi.”

Suratı kıpkırmızı kesildiğinden yüzündeki çiller daha da belirginleşmişti. Çirkefliğinden ödün vermeden “Hah! Sen onu benim külahıma anlat! Senin gibi kaç hizmetçi gelip geçti bu kaleden ama hiçbiri amacını ulaşıp lordu elde edemedi.” dedi. Onun niyetini bildiğimi ima ettiğim için telaşlanarak konuyu bana çevirmeye çalışsa da yemezlerdi.

Bakışlarımın değiştiğini görünce ürkmüştü. Biraz daha konuyu uzatırsa işlerin onun için kötü biteceğini anladığından omzuyla omzuma vurup yanımdan geçerken “Lord da yakında senin gerçek yüzünü görüp kaleden kovacak sadece bekle!” diyerek çekti gitti.

Arkasından ters ters bakarken kaşlarım daha çok çatıldı.

Kaledekiler de mi böyle düşünüyordu?

Canım sıkılsa da elimdeki mektupları lorda götürmem gerektiğinden merdivenleri tırmanarak yukarı çıktım. Söz konusu bir hizmetçiyle soylu olunca böyle düşünmeleri sıra dışı değildi. Hizmetçilerin bir kısmı daha rahat bir hayat için ya da sırf para için çalıştıkları yerlerdeki efendileriyle ilişki içerisine girmeye hayır demiyorlar, metres olmayı umursamıyorlardı bile… Bu tarz gizli saklı ilişkilerin sayısı son dönemler de imparatorlukta artış göstermişti. Aristokrat veya asillerin kocası-karısına yakalananlar yüzünden çıkan tartışmalar diğer soylular tarafından paha biçilmez dedikodu malzemeleri olduğundan bir duyuldu mu imparatorluk günlerce çalkalanıyordu.

Lordun bekar oluşu ise para avcılarının gözünde onu eşsiz bir yemek yapıyordu.

Yine de yapmadığım bir şey yüzünden beni yargılamaları iğrenç hissettiriyordu.

Aklıma gelen ihtimalle bir sonraki basamağa atacağım adımı durdurdum.

Kaskatı kesilmiştim.

Ya kaledeki söylentiler lordun kulağına giderse? Kalbim korkuyla sıkışarak yerinde büzüştü.

O da öyle düşünürse… boğazımı delip etime geçen kanca yüzünden yutkunamadım.

Öyle düşünmesin.

Düşünürse neden bilmiyorum ama bununla başa çıkamazmışım gibi geliyordu.

Köleyken aşağılanmış, itip kakılmış, dayak yemiş ve küçük düşürülmüş olsam da hiçbir zaman iffetime leke sürdürmemiştim. Hala bir parça gurura sahiptim ve biliyordum ki o gurur burada daha fazla çalışmama müsaade etmezdi.

İyice saçmaladın Roxana! Lord Zehel basit birisi değil. O işin aslı astarını öğrenmeden ahkam kesmez! İmparator bile ona güveniyor ki bizzat yazdığı mektubu gönderirken şüphe duymuyor.

O hem vampirlerin hem de imparatorluğun kabul gördüğü birisi.

Mantıklı düşünmeye başlayınca içimde yanmaya başlayan ateşe su serpilmişti.

O bende güven duygusu yaratan ilk vampirdi.

Kalan merdivenleri hızlıca tırmanarak lordun odasına gelip kapıyı tıklattım.

“Gel.” İçerideydi.

Derin bir nefes alıp vererek kapıyı açıp içeri girdiğimde çalışma masasında oturmuş, masaya dağ gibi yığılan belgelerle ilgilendiğini gördüm. Önündeki kâğıda imzasını attıktan sonra bana bakınca “Posta kutusundaki mektupları getirdim lordum.” dediğimde odanın içerisini kütürtüyle ısırılarak yenilen elma sesi doldurmuştu. Bakışlarımı sesin geldiği tarafa çevirince koltukta oturan Theo’yu gördüm. Bacaklarını çaprazlayarak masaya uzatmış bir şekilde elma yiyordu. Hemen arkasındaki rafın önünde ise elindeki kitabı inceleyen Rheo dikiliyordu.

Gürültü çıkarana kadar varlıklarını sezmemiştim.

“Masaya bırak.” Emrettiği gibi yaparak mektupları masaya bıraktığım da gözleri anında en üstte duran imparatorun mektubuna sabitlendi. Çektiği çekmeceden mektup açacağını alıp imparatorun mührünü kırarak içindeki kâğıdı açıp okumaya başladı.

Bu sırada Targanyen önündeki elmayı didiklemeye ara vererek “Sende elma ister misin insan! Çok lezzetliii” derken ağzından sular akarak delik deşik olmuş elmaya bakıyordu. Onun elmaya verdiği tepkiye gülümseyerek kibarca “Teşekkür ederim sayın karga. Tok olduğumdan ikramınızı geri çevirmek mecburiyetindeyim.” dedim.

Aslında ondan ‘Gözlerini elmamdan çek! Bu benim atıştırmalığım!’ gibisinden bir cümle bekliyordum.

Theo tek kaşını kaldırarak “Elma acıkınca yenilen bir şey mi ki?” diye sorarken bir yandan da bunun doğru olup olamayacağını sorgulayan bir ifadeyle bana bakıyordu.

Birden öyle sorunca benimde zihnimi kurcalamıştı. “Açsan yemek niyetine de yenebilir. Nasıl tercih ettiğinize bağlı.”

Elmanın son parçasını sapıyla birlikte ağzına attı. “Doğru dedin.”

Rheo elindeki kitabın sayfalarını karıştırırken “Bu ikinci elmandı. Biraz daha yemeye devam edersen akşam hazımsızlıktan kıvranacaksın.” diyerek ikizini uyarınca Theo’nun masanın üzerine konulmuş tabaktaki elmalara giden eli yarı yolda duraksamış ve geri çekilmiş olsa da gözleri halen elmalardaydı.

Vampirlerin insan yemeği yiyebiliyor olmalarını hala garipsiyordum.

Dikkatini elmalardan uzaklaştırabilmek için Lorda dönerek “İmparator ne diyor?” diye sordu.

Mektuplarla arasındaki mesafeye rağmen Theo amblemi görmüştü demek ki.

“Yaklaşan kutlama için davetiye göndermiş.”

Gülerek “O kurnaz velet sizi bir araya getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor.” dediğinde kurnaz velet diye bahsettiği kişinin imparator olmasına nasıl bir tepki vermem gerektiğini bilemedim. Vampirlerin insanların imparatorunu dinlemelerinin yegâne sebebi onlara bunu yapmalarının emredilmesiydi. Yine de velet demek biraz abartı kaçmıyor muydu?

Şu anki imparator bildiğim kadarıyla ellilerinin ortasındaydı.

Bugüne kadar sormak hiç aklıma gelmemişti… kalede ikamet eden bu vampirler kaç yaşındalardı acaba?

Lord cevap vermeden kapı tekrar çalmış, içeriye Cecia ile kâhya birlikte girmişti. Lordun elindeki mektubu gören Cecia “Ne oluyor! Ne oluyor! İmparator niye mektup göndermiş?!” diyerek heyecanla sesini yükseltirken Theo’nun yanına oturmuştu.

Theo aynı sırıtmayla “Niye olacak yine bir bahane ile Zehel’i imparatorluğa çağırıyor.” dediğinde Cecia kahkahaya atarak “Bir insanın bu kadar ısrarla vampir damat istemesine akıl sır erdiremiyorum.” deyince şaşırmıştım.

Ne damadı? İmparator mu damat istiyormuş? Kimi? Vampir mi?

Kafam durmuştu.

“Prenses şimdiden yirmi üç oldu değil mi? Çocukluğundan beri Zehel’i bekliyor bu gidişle yaşlansa bile evlenmeyecek.”

“Hem safkanların Zehel’in bir insanla evlenmesine onay vereceklerini mi sanıyor? İmparatorluk prensesi dahi olsa ancak ikinci eş olabilir.”

Rheo elindeki kitabı kapatıp koltuktaki ikiliye baktı. “Prenses kaçıncı eş olursa olsun Safkanlar Zehel’in damarlarında insan kanı bulunan bir çocuğu olmasına göz yummayacaklardır. Geçmişe duydukları kin yüzünden kanlarının bir insanla birleşmesi düşüncesine bile katlanamazken bu çocuk birde imparatorluk kanı taşıyıp tahtın potansiyel varislerinden biri olacak.”

“Safkanları kim takar? Zehel istediği müddetçe ona karşı çıkamazlar.”

Rheo kırmızı gözlerini dişi vampire çevirerek “Her şey o kadar basit olsa keşke Cecia.” dedi.

Cecia omuzlarını hüsranla düşürerek “Keşke” diye mırıldandı.

Theo lorda bakarak “Ee bu konuda ne yapacaksın peki? Sen sessiz kaldıkça imparator vazgeçmeyecek.” dedi.

Lord elindeki mektubu katlayıp kenara bıraktı. “Onu birçok kez ret ettim.”

Kâhya iyi bir noktaya değinerek “İmparatorluktan bahsediyoruz efendim. Orada dönen entrikalar safkanların oyunlarıyla boy ölçüşecek güçte. Yanınızda bir kadın görmedikçe İmparator da prenseste evlilik hususunda ısrar etmeye devam edecek.” dedi.

Theo ve Rheo’da ona hak verircesine kafalarını salladılar.

Duyduklarıma inanamıyor, inanmak istemiyordum. İmparator kızını kökenle evlendirmek istiyordu… bu resmen insanlığa ihanet etmekti.

Reynard L. Solũthr ülkede yeni bir karışıklık mı çıkarmayı amaçlıyordu? Böyle bir şey söz konusu olursa hem vampirler hem de insanlar ayaklanırdı. İstemsizce kaşlarımı çatarak kökene baktım… prensesi daha önce görmesem de dillere destan bir güzelliği olduğu söyleniyordu. Üstelik küçük yaştan beri aldığı derslerde veliahttan daha başarılıydı. Zekası sayesinde imparatorlukta bir kukla olmak yerine imparatorun bile yeri geldiğinde akıl danıştığı sarsılmaz bir makam elde etmişti.

Elbette zamanı gelince imparatorluğa güç kazandırmak için başka bir ülkenin varislerinden biriyle evlenerek aile bağıyla müttefiklik kuracaktı ancak kiminle evleneceği değerine bağlıydı. Mevzu bahis ülkede söz hakkı olan bir prensesle tabi ki de imparator onu basit biriyle evlendirmezdi.

Zehel A. Asmodeus… hem vampirler için hem de imparatorluk için inkâr edilemez bir nüfuza sahipti. Vampirler için kıymetli bir safkan, nadir bir kökendi. İnsanlar için ise imparatorlukta tek Arşidüktü.

İmparatorluk prensesine ondan başka kim yakışırdı?

İrdeledikçe bu evliliğin olumsuz yanlarındansa olumlu yanları baskın çıkıp durduğu için nedense biri karnıma tekme atıyormuş gibi değişik bir ağrı çekiyordum. Ayrıca bütün bunları benim yanımda konuşmaktan çekinmiyor muydu bunlar? Kimse de çık dememişti.

Cecia aklına parlak bir fikir gelmişçesine ellerini çırparak “Doğru! İmparatoru evlilikten soğutmak istiyorsan kutlamaya yanında bir kadınla gitmelisin!” dediğinde Theo bu öneriyi alaya alarak “Mesela kimle? Safkanlardan biriyle gitti diyelim hadi. Ne olacağını ben sana söyleyeyim anında ailesiyle birlikte evlilik hayalleri kurmaya başlayacaklardır.” dedi.

“Theo haklı. Zehel’in kişiliği düşünülürse öyle bir yere götürdüğü kadının kimse birkaç gecelik bir şey olacağını varsaymaz. Onu ciddi ciddi vampirlerin potansiyel kraliçesi olarak göreceklerdir.”

Kâhya düşünceli bir şekilde “Yani lordla birlikte kutlamaya katılacak kadının evlilik vaadine kapılmaması, imparator ikna olduktan sonra ayrılması kolay birisi olması gerekiyor.” dedikten sonra “O halde neden kutlamaya insan bir kadınla katılmıyorsunuz?” diyerek kimsenin beklemediği bir teklifte bulundu.

“İnsan mı?”

“Evet. Şayet lord insan bir kadınla kutlamaya katılırsa safkanlar ilişkilerini ciddiye almayacaktır fakat imparator safkanların bu takıntısından haberdar olsa bile beraberinizdeki kadını hafife almayacaktır. Çünkü tüm imparatorluk soyluları yanınızda ilk kez bir kadın görecek.”

Theo bu fikir aklına yatmışçasına sırıtarak diğerlerine dönüp “Aslında bu mahkeme suratlı bayağı mantıklı konuşuyor. Siz ne diyorsunuz?” diye sordu.

“Bu planı uyguladık diyelim öyle bir kadını nereden bulacağız peki?”

Herkes ciddi ciddi böyle birisi var mı diye düşünmeye başlamıştı. Lordun ne diyeceğini hesaba katmadan bu işi olmuş sayarak birde plan kuruyorlardı. Kabul ettiğini söylememişti ki... Köken yanındaki vampirlerin kendi aralarında tartışmasını duymuyormuşçasına işiyle ilgileniyordu.

Sessiz kalışı onlar için bir onaylama mıydı yoksa?

“Roxana’ya ne dersiniz?”

Ne?

Dördünün bakışları anında bana dönmüştü. Lord bana bakmasa da adımı duyunca elindeki kalem hareket etmeyi bırakmıştı. Bir saniye sonra gül rengindeki gözlerini üzerime çevirdi.

O bakışları her üzerimde hissettiğimde olduğu gibi kitlenmiştim.

Kâhya vampirlerin ilgisini çektiğini görünce beni değerlendirmeye devam etti. “Roxana masa adabını iyi biliyor ayrıca okuma yazması da var, böylece bunları öğretmekle vakit kaybı yaşamayacağız. Üstelik bu işin altından kalkabilecek kabiliyette.” Okuma-yazma bildiğimi nereden biliyordu? Yoksa… çantamda o çocuktan satın aldığım gazeteyi mi görmüştü?

“Aristokrat ailesinden bir kadın baş ağrısı olurdu zaten. Roxana iyi bir seçenek.”

Theo vampir dişlerini sergileyerek gülerken bana “Vampirlerle evlilik düşünür müsün?” diye sorunca bön bön suratına baktım. Delirmiş olmalı.

“Ay sana ne acaba Theo! Roxana sadece bir süre rol yapacak o kadar.”

Kâhya onların didişmelerini görmezden gelip araya girerek “Ne diyorsun? Yardım edecek misin?” diye sorduğunda üzerime bir cevap almak için dikilen bir sürü kanlı gözlerle iyice gerilmiştim. İtiraz etmesi için panikle lorda baksam da o da bir yanıt bekliyormuş gibi durduğundan afallamıştım.

Onunla gitmemi mi istiyordu?

İmparatorun ısrarından bu denli mi bıkmıştı? Gerçi konuşulanlara bakılırsa gece gündüz başının etini yiyor olmalı. İmparatoru kandırmak ayrı bir dertken yaptığımız plan suya düşerse vatan haini sayılıp asılabilirdim bile! Bunun sorumluluğunu almamı isterken hiçte başarısızlığı göz önünde bulundurmuyorlardı. Eğer ifşa olursak bana ne olacaktı? Lord beni korur muydu?

Nedense içimden bir ses koruyacağını söylüyordu.

Köken aklımdan geçenleri okuyormuşçasına “Kimse seni bunu yapman için zorlamıyor.” dedi.

Beni rahatlatmak için hayır desem de sorun olmayacağını söylüyordu. Doğru ya ben kabul etmesem de kalede bu plana atlayacak daha bir düzine hizmetçi vardı… Liz gibi. Aklıma gelen çilli kızla kaşlarım çatıldı. Herkes olabilir ama o kız olmasın!

“Endişelenme Roxana. Hepimiz kutlamada sana el altından destek olacağız.” Leydi Cecia’nın gözleri dantel göz bağının ardından kutlamanın gelişi için sabırsızlıkla parlıyordu.

Sabah bana güller konusunda kızmış olsa da şimdi hiç öyle bir şey yaşanmamış gibi davranıyordu. Az önce fark ettim de kalede dönen dedikoduların aksine buradaki vampirler bana tavır almamış ve kestiğim güller konusunda tek bir kötü laf etmemişlerdi.

Göz ucuyla lorda baktım. Bu da mı onun sayesindeydi?

“Vampirlerle-İnsanların arasında imzalanan anlaşmanın yıl dönümüne daha bir ay var. Gül şehrinden at arabalarıyla çıkıp imparatorluğa gitmek aşağı yukarı dört gün sürüyor. Biz bu süreye her ihtimale karşı bir gün fazladan ekliyoruz yani hazırlanmak için yirmi beş günün var.”

Odaklan Roxana. Şu anda bunu düşünmenin sırası değil.

“Serket sana bilmen gereken her şeyi özellikle öğretecek.” Kâhya Rheo’nun dediklerini onaylarcasına kafasını salladı.

Cecia’da heyecanla “Bende özel terzime hemen haber gönderip buraya gelmesini söyleyeceğim. Senin ölçülerini alıp giyeceğin elbiseleri hemen hazırlaması lazım!” dedi.

Daha kabul ettiğime dair tek kelime etmemiştim ama şimdiden plana uygun bir program oluşturmaya koyulmuşlardı bile. Eh başından beri oynayacağımız oyunda en çok vampirlerin eğleneceği aşikârdı.

Onları böyle çabalarken görünce hayır demek gittikçe güçleşiyordu.

Pekâlâ, onlar kazanmıştı.

Bakışlarımı lorda çevirerek “Eğer yapabileceğimi düşünüyorsanız size yardım etmekten onur duyarım.” dedim.

Gülümsedi.

Bana gülümsemişti.

“Hem de üçüyle aynı anda mı dedin!”

Çayımdan bir yudum alarak kafamı salladım. “Kontes kocası öldükten sonra çok göz yaşı dökmüş gibi dursa da aslında yıllardır ölmesi için gün sayıyordu. Kocasının ölümüyle birlikte yasalara göre eşine ait bütün mirası ve unvanı ona kaldı. Kontun cenazesinden yaklaşık birkaç ay önce ilk metresini bulmuştu zaten. Daha önce de malikaneye birçok erkek girip çıkmıştı ama hiçbirini metresi olarak almadı. Diğer metresleri de öyle önemli bir aileden gelmiyor yine de kontesin parasını yiyip içtikleri için kimse ötekinin varlığından şikayetçi değil.”

“Aristokratlar nasıl oldu da bu duruma göz yumabildiler? Çoktan imparatora mülklerinin ve unvanının alınması için şikâyette bulunmaları lazımdı.” Aristokrat eşlerinin doyumsuz kıskançlıklarını bilen biri -Leydi Cecia gibi- elbette ilk iş olarak olup biteni imparatora gammazlamalarını beklerdi.

“Kontes öyle görünmese de dikkatli ve titiz bir kadın. Kont ölene dek bütün gizli saklı işlerini el altından yürüttü. Kontu da onun zehirleyip yatağa düşürdüğü hakkında birçok söylenti dolanıyor ortalıkta buna rağmen herhangi bir hapis ya da idam cezası almadı. Bu kurnazlığı sayesinde hala imparatorlukta güçlü bir figür olarak ayakta durabiliyor. Kocalarından bezmiş leydilere ufak tefek yardımlarının dokunduğunu duydum. Aristokratlar her ihtimale karşı kontesi ellerinin altında tutuyorlar.”

Cecia gözlerini büyüterek “Aristokrat kadınlarının arka planda bu şekilde birleşmeleri onları gözümde daha da tehlikeli bir hale getirdi. Eğer zehir işiyle ilgileniyorsa kontesin kesinlikle yer altı dünyasının köstebeklerinden birileriyle iletişimi olmalı. Eh yeraltıyla bağlantı kurmak zor ve yasak olduğundan bu yönteme başvurmaları anlaşılabilir.” dedi.

Fincanına dört küp şeker ekleyip -çayın tadını alabilmek için bu kadar çok ekliyordu- çay kaşığıyla bardağını karıştırmaya başladı.

“Ee sen kontesle çalışırken bu metresleri gördün mü peki?”

“Bir tanesini gördüm ama gördüğüm adamın hangisi olduğunu bilmiyorum. Zaten Kontes sadece güvendiği hizmetkarları yanında tutardı.” Yani ağzı sıkı olanları.

“Artık metresleriyle etkinliklere gittiğini duydum.”

“Saklayacak bir şeyi kalmadığından kimin görüp görmediğini umursamıyor olmalı.” Leydi Cecia’nın ihtimal verdiği gibi kontes gerçekten de yer altı dünyasından bağlantılara sahipse arkası sandığımızdan daha sağlam olmalı.

Neredeyse burada olduğunu unuttuğumuz kâhya bıkkınlıkla burun kemerini sıkarak “Buraya Roxana kutlamada tanışacağı önemli Asil ve Aristokrat aileleri öğrensin diye çalışmaya geldik sanıyordum. Sizse oturmuş dedikodu yapıyorsunuz!” dediğinde ikimizde dudaklarımızı suçlu bir şekilde birbirine bastırarak birbirimize baktık.

Kutlamanın yapılacağı güne kadar eksik yanlarımı yamalamak için her gün öğrenmem gereken dersler almama karar verilmiş ve kaledeki işlerime bu süre zarfında lordun izniyle ara vermiştim. Vampirlere; lord ve prenses arasında yapılmak istenen evliliği bozmak için yardım edeceğimin sözünü verdiğim günün ertesi sabahı ise leydi Cecia tarafından esir alınarak odasına çıkartılmıştım.

Bir süre sonra da kâhya bize katılmıştı.

Şu anda kutlama da farkında olmadan yanlış bir söz ve davranışta bulunmayayım diye imparatorluktaki aristokratların kim olduklarını, ne iş yaptıklarını ve aile üyelerini öğrenmem gerekiyordu. Soylulardan birini gücendirerek daha ilk tanışmadan onları kendime düşman edinmem yararıma dokunmazdı. Fazlasıyla kindar olabiliyorlardı…

Leydi Cecia bana soyluları anlatmaya başladığında neredeyse anlattığı her kişinin evinde çalıştığım için bilmediği kısımları ben tamamlamıştım. Tabii bu durum dişi vampirin dikkatini çekince asıl meseleyi unutup bana daha fazla soru sormaya başlamış, kâhya bizi uyarana dek kendimizi dedikodu yapmaya kaptırmıştık. Suçumuzu nihayet anladığımıza emin olunca bizi azarlamayı bir kenara bıraktı. Yine de kısıtlı zamanımızı heba ettiğimiz için sinir olduğundan -ya da sadece dedikoduyu sevmediğinden- bana laf sokmaktan da geri durmadı.

“Roxana aristokratları gayet iyi tanıdığına göre burada boşa vakit kaybetmemize gerek yok. Asillere geçelim.”

İtiraz etmedim. Aristokratları ne kadar iyi tanıyorsam Asillere bir o kadar yabancıydım.

Kâhya sandalyeden kalkarak yanında getirdiği tekerlekli tahtaya tebeşirle isimler yazıp oklar çizerek asillerin şeceresini çıkarmaya başladı. Noktayı koyup yazmayı bitirince tahtayı görebilmemiz için kenara çekildi.

“Vampirler üç imparatorluğa yayıldıkları için bütün asiller Solũthr imparatorluğunda ki kutlamaya katılmayacaklar yine de riske girmemek için safkan beş aileyi de bilmen akıllıca bir karar olacaktır.” Sonuçta vampirlerin ne yapacağı belli olmazdı.

Elindeki tebeşirle en alta yazdığı ismi göstererek “Aileleri önemliden en önemli sırasına göre anlatacağım.” dediğinde kafamı salladım. Safkanların arasında önemsiz kimse olamayacağı için aileleri anlatırken böyle garip bir terim kullanmıştı.

Beşinci sıradaki aile ismine baktım.

Wertheimer.

“Wertheimer safkanları vampirlerin para akışını elinde tutan önemli bir ailedir. Üç imparatorluktaki ticari yolların büyük bir kısmı onlara aittir. Ayrıca ithal ve ihracatta da payları vardır.”

Leydi Cecia gözlerindeki yabani bir açlıkla “İstediğin her şeyi dünyanın diğer ucunda hatta yerin dibinde dahi olsa bulup getirebilirler yeter ki onlara paradan söz et. Safkan ve vampirlerin arasında bu kadar ünlü olmalarının sebebi hayal gücünün sınırını zorlayan her çeşit şeyi elde edebilecek kabiliyette olmalarından kaynaklanıyor.” dediğinde kâhya Cecia’nın övgü dolu sözlerinden rahatsız olmuş bir şekilde ona bakıyordu. O gözlere serpilmiş bir tutam şüpheyi yakaladığımda aynı soru benimde kafamda canlanmıştı.

Acaba leydi daha önce Wertheimerlerden bir şey talep etmiş olabilir mi?

Vampirlerin sınırı aştığı birçok hadise meydana gelmiş ve hepsi kanlı bir sonla bitmişti.

İçimden bir ses bu hadiselerin birçoğuna Wertheimerlerden dilenen dileklerin sebep olduğunu söylüyordu. Anladığım kadarıyla bu aile sadece paraya bakıyordu, ne istendiğine ya da istenen bu şeyle ne yapıldığına değil… işte bu bela demekti.

“Ne? Niye bana öyle bakıyorsunuz? Yoksa benim onlardan kafa yapıcı maddeler ya da yasak kanlardan falan mı talep ettiğimi düşünüyorsunuz?” Kahkaha atarak “Bu zamana kadar beni tek bir yasak cezbetti. O günden beri de bu tarz şeylerden uzak durmaya özen gösteriyorum.” diyerek Serket’e imayla bakıp öpücük atmıştı.

Yasak derken kimden bahsettiği apaçıktı.

Kâhya’nın mavi gözleri bir saniyeliğine Cecia’nın dudaklarına kaysa da ateşe dokunmuşçasına irkilerek boğazını temizlemiş ve “Devam edelim.” diyerek tahtaya dönmüştü. Tabii bu tavrı Cecia’nın daha çok hoşuna giderek kıkırdamasını sağlamıştı.

Buldukları her fırsatta cilveleşiyorlardı.

“Bilgi denilince akla ilk gelen aile Ventruelerdir. İmparatorluklarda kullanılan araç-gereçlerin neredeyse yarısı onlar tarafından icat edildi. Şu anda otuzdan fazla şehirde kendi laboratuvarları bulunuyor. Gece gündüz deneyler üzerinde çalışarak elde ettikleri verilerle keşfedecekleri şeylerle dünyada yeni bir çığır açmak istiyorlar. Tabii sahip oldukları bilgi yalnızca bilimle alakalı değil.”

Cecia Ventrueler hiç ilgisini çekmiyormuşçasına elini çenesine yaslayarak çay kaşığını bitmiş bardağın içinde dolaştırıyordu. “Loncalar. İmparatorlukta aradığın biri varsa onlar kesinlikle aradığın kişiyi tanıyor ve nerede olduğunu biliyorlardır.” dedi.

Her yerde bilgi ağları vardı demek ki.

“Deney yapıyorlar derken tam olarak neyi kastediyorsunuz?”

Cecia sırıttığı için vampir dişleri ortaya çıkmıştı. “Deneylerin insanları içerip içermediğini mi soruyorsun?”

İçime basan sıkıntıyla “İçeriyor mu?” diye sorduğumda sırıtmasını koruyarak “Kesinlikle. Hem insanları hem de vampirleri inceliyorlar. Merak etme, canlı deneklere zarar verilmiyor daha çok ölüleri kesip biçerek aramızdaki farkın nedenlerini arıyorlar.” dedi.

Burası rahatlamam gereken kısımsa hiç işe yaramamıştı.

“Ventruelerin Wertheimerlerle aralarında sıkı bir dostluk var.”

Eh biri paraya diğeri de bilgiye sahipti tabi ki de iş birliği içinde olacaklardı.

“Üçüncü aile Lafitleler. Güzelliklerini düşmanlarına karşı zaaf olarak kullanırlar. Bu özellikleri aracılığıyla daha çok casusluğa uygun olduklarından kendilerini bu doğrultuda geliştirdiler. Uzun yıllardır imparatorlukların her yerinden iş teklifi alıyorlar. İşleri sebebiyle öne çıkmaktansa gölgelerde saklanmayı tercih ettiklerinden haklarında çok az bilgi var.”

“Casussan doğal olarak tanınmamak için pek ortalıkta gözükmemen gerekiyor.”

Leydi Cecia’nın gözleri donuk bir şekilde Lafitle adının üzerinde dolaşıyordu.

“Leydim siz Lafitle ailesinden misiniz?”

Dudaklarında eğrelti bir gülümse belirdi. “O kadar mı belli oluyor?”

Alımlı, tehlikeli ve göz alıcı bir güzellik.

Kur yaparak hedefini etkisiz hale getirip zehriyle son darbeyi vuruyorlar.

Tıpkı karadul gibi.

Gülümseyerek “Size bakan herkes Lafitle ailesinden olduğunuzu tahmin edebilir.” dediğimde az da olsa keyfi yerine gelmişti. Her kadın gibi güzel olduğunu duymak gururunu okşuyordu. Güzeldi… hem de çok güzel. Adının anlamı gibi ölümcül bir akrebi andıran kâhyayı bile güzelliğiyle baştan çıkarmışken kim tam tersini iddia edebilir ki?

Biri zehirli bir örümcekken diğeri zehirli bir akrepti.

Birlikte olmak kaderlerinde vardı.

Tabi birbirlerini öldürmezlerse.

Kâhya Cecia’nın moralinin düzeldiğini görünce tahtaya tekrar döndü. Leydinin ailesi konusunda ne iyi ne de kötü tek kelime etmemişti.

Geriye iki aile kalmıştı ve bu son iki aile en önemli safkanları içeriyordu. “Lothbrok ailesi güçleriyle bilinirler. Kuşaktan kuşağa miras olarak aktardıkları bir sinir hastalığına sahipler. Tehditkâr, kaba kuvvet düşkünü olduklarından ilk aile hariç diğer aileler genel olarak onlardan çekinirler.” dedi.

“Hah! Sadece insanlara değil bütün canlılara karşı bir nefret duyduklarından bakışlarıyla milleti kaçırıyorlar. Onlarla sohbet ederken sanki hangi kemiğini kırsalar diye düşünüyormuş gibi hissediyorsun.” Ailenin şımarık çocukları bunlardı demek. Bu tipler başlarını belaya sokmaktan çekinmedikleri için genelde etraflarına sorun çıkararak ortalığı ateşe verirlerdi.

Leydi Cecia ciddi bir ifadeyle “Eğer tek başınayken bu aileden biri sana yaklaşmaya kalkarsa oradan uzaklaşmak için bir yol bulmalısın. Her ne kadar Zehel’in kadını olarak kutlamada bulunacak olsan da insan olduğun için senden kurtulmanın bin bir çeşidini deneyeceklerdir. O takıntılı manyaklar safkanı korumak için her türlü riske girerler.” dedi.

Zehel’in kadını…

“Lothbroklardan biri olduklarını nereden anlayacağım?”

“Bütün vampirler ya aile dövmelerini ya da kan bağı yaparak emri altına girdikleri vampirlerin dövmelerini vücutlarında taşırlar, bundan kaçış yoktur. Serket daha sonra sana safkanların aile armalarını gösterecek. Hepsini ezberlediğinden emin olmalısın.”

Leydinin sol elinde sürekli taktığı eldivene baktım. Sadece o değil, ikizler ve Serket de aynı eldiveni sol ellerinde takıyorlardı. Üçünün eldiveni siyahken Serket’in ki beyazdı. Vampirler lordla kan bağı yaptıkları için onun simgesini taşıyorlardı tamam da kâhya neden eldiven takıyordu onu anlamıyorum.

O insandı.

“Anladım.”

“Son olarak Malkavian ailesi ise kanlarını büyü kullanmak için feda eden ailedir.”

Afalladım. “Büyü yapabilen vampirler mi var?”

İmparatorluk, bünyesine kattığı sihirbazların ürettiği büyü parşömenleri sayesinde biraz da olsa büyü kullanabiliyordu ancak peri masallarında anlatılan güçlü büyüleri insan vücudu kaldıramadığından kimse aracı olmadan büyü yaratamıyordu. Yapmayı deneyenler ise arkalarında kopuk vücut uzuvları bırakıyordu.

“Evet, çok nadir bir kabiliyete sahip oldukları için en değerli safkan aile Malkavianlardır. Üstelik sayıları da diğer ailelere nazaran daha az olduğundan bütün vampirler ve imparatorluk onlara ayrı bir önem veriyor.”

Aklımı çelen soruyla birlikte “İkizler ve Lord hangi aileden geliyor?” diye sordum. Lord’un soy adı hiçbir aileyle eşleşmiyordu, ikizlerin ise soy adlarını bilmiyordum. Leydi çok komik bir şey duymuşçasına genişçe sırıtarak “Çok şaşıracaksın ama ikizler Lothbrok ailesinden.” dediğinde gözlerim fal taşı misali açılmıştı.

Birden aklıma kuralları çiğneyen vampirlere neler yaptıkları gelince o aileden olduklarına biraz daha inandım. Dışarıdan eğlenceli, her şeyi dalgaya alan karakterde göründükleri için onlara sinirli demek absürt kaçıyordu. Lakin kan beyinlerine bir kez sıçradı mı ailelerinden gelen kindarlık açığa çıkıyordu.

“Peki ya Lord?”

“O Malkavianlardan.” Kanını büyü için harcayanlardandı.

“İmparator’un yolladığı mektupta farklı bir aile adı yazıyordu. Lord aile adını kullanmıyor mu?”

Cecia sorum üzerine kâhyaya bakınca kâhya başını olumsuz anlamda iki yana salladı.

“Köken olduğunda ailenle ilişkin kesiliyor.” Sesi bu konu hakkında daha fazla soru sormamam gerektiğini söyler tonda çıktığından üstelemedim. Aileler arasındaki dengeyi korumak için muhtemelen vampirler kökenleri ayrı bir sınıf olarak görüyorlardı.

Başıma aniden saplanan ağrıyla birlikte gözlerimi kapattım. Hafızamdaki kayıp hatıralardan biri daha vakti gelmişçesine yerini belirterek bana geri dönmüştü. Bu hatıra görüntüye değil, sese sahipti. Bu yüzden zihnim karanlıkta kalmıştı.

‘Onlar ailelerinin lanetlerini taşıyorlar. Kökenler… günahlarla lanetlendiler.’

Lanet mi? Ne laneti?

“Roxana sen iyi misin?”

Hafızam binlerce boşluktan ibaretti. Hatırladığım dediğim her anı aslında bir bütünün küçük bir parçasıydı. Zihnim çökmüştü. Çökerken tarifi imkânsız bir acı çekmiştim. Azar azar geri dönen her görüntü, sesle birlikte yeniden inşa edilmeye başlayan belleğim, çökmeden önce çektiğim acıyı bana aratacak bir eziyete çevirmişti kendini.

Her anı acıydı.

Her ses acıydı.

Izdıraptı.

Geldiği gibi geri çekilen ağrıyla birlikte gözlerimi açtım. Kirpiklerimi kırpıştırarak bulanık görüntüyü netleştirdiğimde ikisinin de kaşlarını çatmış bir şekilde bana baktığını gördüm.

“İyiyim leydim, sadece bir an şey oldu…” Ne mazeret uyduracaktım şimdi? “Hayır, bir şey yok devam edelim lütfen.”

“Emin misin? Mola verebiliriz. Yüzünün rengi kaçtı.”

“Mühim bir şey değil, küçük bir baş ağrısı o kadar.”

Leydi Cecia pek ikna olmuş gibi durmasa da kâhya olaya el atarak “Ağrın artarsa söyle.” diyerek diğer konuya geçmişti. Anlattıklarına odaklanmaya çalışsam da kafamı bir türlü derse veremiyordum.

Kökenler hangi günahın lanetlerini taşıyorlardı?

Terzinin ölçü alırken iğneyi orama burama batırmasıyla geçen işkence dolu saatlerin ardından sonunda kendimi salona atabilmiştim. Leydi, terzinin biraz sakar olduğunu fakat muhteşem elbiseler diktiği için bu hatasını herkesin görmezden geldiğini söylemişti. Bense bundan pek emin değildim… Kollarımı, belimi inceleyip bana arada attığı meraklı bakışları görmediğimi falan mı sanıyordu? Leydi Cecia benim kim olduğumu terzi kadına söylememişti o da sormaya cüret edemediğinden iğneyi nereye batırdığını göremeyecek kadar meraktan kudurmuş olmalıydı.

Terzi, leydinin herhangi birine elbise diktirtmek için kendisini çağırtmayacağını, üstelik bu elbiselerden birinin kutlamada giyileceğini ve özellikle kırmızı rengiyle gülleri bir arada kullanması gerektiğini öğrenince kıllanmıştı. Onu çağırıp bunları yapmasını emreden lordun akrabasıydı. Nasıl şüphelenmesin?

Leydinin söylediğine göre imparatorlukta Lord Zehel’in güllere olan sevgisini bilmeyen yoktu. Lord güllerin solmasını görmeyi sevmediği için imparatorluktaki kadınlar sözsüz bir anlaşmaya vararak özellikle gül bulunan elbise, toka v.b. şeyler giyip takmamaya dikkat ediyorlarmış. Bu kuralı çiğneyenleri dışlıyorlarmış bile… Kulağa şaka gibi gelse de leydinin ciddiyeti söylediklerine inanmamı sağlamıştı.

Bakışlarımı şifonyere çevirdim.

Yaklaşarak vazonun içinde ki solmaya yüz tutmuş güllerden birine dokundum. Çiçekler boyunlarını bükmüş, yaprakları daha koyu bir tona bürünmüştü… Birkaç gün içerisinde onları atmam gerekecekti.

Solan güllere bakarken kalbim acıyla sıkıştı. Lordun neden ölü gülleri görmeyi sevmediğini biraz da olsa anlıyordum. Güller hala ilk gün ki kadar zariflerdi ancak solan hiçbir gül bir daha açmayacaktı.

Onu incitmiştim.

İstemediğim halde hem de.

Oysaki istemem gerekirdi.

Ailemi benden alan ve köle olmamı sağlayan o kan emicilerden biriydi.

O halde neden böylesine hüzünlüyüm?

Elimi gülden çektim. Kutlamada iyi bir iş çıkararak en azından yaptığım yanlışı telafi edebileceğimi umuyordum.

Bakışlarımı salona çıkan kapılarda, merdivende gezdirerek bu tarafa gelen birileri var mı diye kontrol ettim. Herkes bu saatte işinin başında olduğundan salonda yalnızdım. Bugün terzi gelecek diye sabah programıma herhangi bir ders koymamışlardı. Bundan bir hafta önce kutlamayı başlatacak dansın nasıl yapıldığını öğrenebilmem için bana dans hocası tutmuşlardı. Ünlü bir aileye mensup bu kadın derslerimizde hareketleri unutmayayım diye sık sık pratik yapmamı tembihlemişti.

Köşedeki sarkaçlı saate baktım. Hocanın gelmesine daha birkaç saat vardı.

Salonda kendi kendime biraz pratik yapabileceğime karar verince duruşumu alarak kollarımı karşımda partnerim varmışçasına kaldırıp gözlerimi yumdum. Kendimi balo salonunda hayal ediyordum. Her zaman dans etmek için çaldıkları melodiyi mırıldanmaya başlayarak öne doğru ilk adımımı attım.

“Hım. Hım. Hım. Hım. Hım. Hım…” Kafamın içinde çalan piyanoya eşlik eden keman sesiyle birlikte kollarım havadayken etrafımda dönüyor, giydiğim elbisenin takip ettiğim ritimle birlikte savrulduğunu düşlüyordum. Piyano ve kemanın ardından melodiye giriş yapan diğer müzik aletlerine ayak uydurarak hızlanıyor, yavaşlıyor ve partnerimi takip ediyordum.

Bir ileri, bir geri ve dön.

Döne döne salonu bir kez turlayıp başladığım noktaya varırken göz kapaklarımın ardında görünmez olan partnerim yoktan var oluyormuşçasına düşümde cisimleşmeye başlamıştı. İlk belimi kavrayan eli, daha sonra elimi avucuna almış ince, kemikli parmakları ve her zaman giydiği siyah kıyafetleri belirdi. Geniş omuzları, heybetli gövdesi derken güneşi kıskandıracak denli güzel olan sarı saçları geriye doğru uçuşmaya başladı. En sonunda yüzü belirdiğinde gördüğüm gül rengi gözlerle irkilerek birden gözlerimi açmıştım.

Kalbim göğsümde güm güm ederek atarken durup soluklanmaya başladım. Dans ederken kendimi kaptırdığım için nefes nefese kalmıştım.

O görüntü de neydi öyle?

Tamam, kutlamada Lordla dans edeceğimi biliyordum fakat pratik yaparken bile onu hayal etmek de ne demekti? Kaşlarımı çatarak yaptığım şeye bir sebep, bahane, mazeret… artık kalbimin sesini hangisi susturacaksa onu ararken arkamdan biri “Çabuk kavrıyorsun.” deyince korkuyla yerimden sıçramıştım.

Dönüp baktığımda kökenin salonun girişinde durmuş bir şekilde beni izlediğini gördüm.

Tanrım, beni izliyordu. Ne zamandır?

Gül rengindeki gözlerini sarkaçlı saate çevirerek “İşiniz erken bitmiş.” dediğinde kuruyan boğazımı yumuşatmak amacıyla yutkunup “Evet, lordum.” dedim.

Sus. Yalvarırım, sus. Seni duyacak!

İstekle kasılan parmaklarımı bükerek sıktım. Kalbimi sussun diye yumruklayıp durdurmak için kıvranıyordum.

“Çalışkan bir öğrencisin.” Dans hocası gelene dek pratik yaptığımı anlamış olmalı. Bir dakika… o programımı biliyor mu? Nasıl? Niye?

Şifonyere giderek solmuş güllerin hemen yanında duran Gramofonun iğnesini kaldırıp plağın üzerine bıraktı. Gramofon garip bir cızırtı çıkardıktan sonra mırıldandığım müziği çalmaya başlayınca Lord karşıma geçti. Bir elini arkasına koyup hafifçe önümde eğilerek diğer elini bana uzatıp “Bu dansı bana lütfeder misiniz leydim?” diye sorunca soluğum kesilmişti.

Az önce durması için yalvardığım kalbim dileğimi yerine getirmiş fakat bu sefer de beni nefessiz bırakmıştı.

İçimdeki kargaşaya rağmen sakinliğimi koruyarak öğretildiği gibi eteğimi selam vermek için tutup hafifçe önünde eğildim. Ardından doğrularak elimi lordun soğuk avucuna bıraktım. “Memnuniyetle.” Köken avucundaki parmaklarımın üzerine parmaklarını kapattığında diğer elimi de omzuna yerleştirdim. O da boşta kalan eliyle belimi kavrayarak beni kendine doğru çekti.

Yakıyordu.

Soğuk parmakları kıyafetimin kumaşını geçerek dokunduğu yeri ısırıyordu.

Ürpermemek için kendimi kassam da faydasızdı.

Ensemdeki tüyler diken diken olmuştu.

Bu hisse alışamıyordum.

“Rahatla.” Gevşemeye çalışırken salonu dolduran Gramofonun melodisine ayak uydurarak dans etmeye başladık. Köken tek bir ritmi bile kaçırmadan bana önderlik ediyordu. Bir ileri, bir geri giderek dönüyor ve zeminde ayakkabılarımızın dans ederken çıkardığı tıkırtılar hoş bir şekilde melodiye karışıyordu. Lord beni zarifçe kolunda geriye doğru yatırıp kaldırırdı. Belimin bükülmesine alışık olmadığımdan derslerde bu kısma her gelişimizde sık sık hata yapardım. Bu kez sakarlık etmediğim için kendimi tebrik ederken kökenin dudaklarının köşesi hafifçe yukarı doğru kıvrılıp “Aferin.” deyişi kalbimi tekletmişti.

Gülümsedim.

Gül bahçesini andıran kırmızı gözler gözlerimden bir saniye olsun ayrılmıyordu.

Bir sonraki hamlede onun belimdeki eli, benimde omzundaki elim ayrılmış; tutuşmaya devam eden ellerimizi yukarı kaldırarak etrafımda iki tur dönmemi sağlamıştı. Tekrar indirdiği eliyle beni tekrar kendine çekince dansa kaldığımız yerden devam etmiştik.

Ahenkle.

Birlikte.

Tıpkı düşümdeki gibi.

Melodi çok geçmeden durduğunda hareketlerimiz yavaşça sonlanmıştı. Hiç hata yapmadan dansı tamamladığımız için mutluydum. Birbirimize bakmayı sürdürürken lord elimi dudaklarına götürerek parmaklarımın üzerine zarif bir öpücük kondurdu.

“Benim için bir zevkti leydim.”

“Aynı hisleri paylaşıyoruz lordum.” Bunlar kutlamada söylenmesi gereken sözlerdi… bu yüzden söylüyordu, başka bir anlamı yoktu. Öyleyse niye midemde garip gıdıklanmalar hissediyordum? Sanki… binlerce kelebek aynı anda kanat çırparak midemde uçuşuyordu.

Elimi soğuk parmaklarından çektiğimde niyetim ona pratik yapmam da yardım ettiği için teşekkür etmekti lakin daha ağzımı açamadan kale kapısının önünde büyük bir nefretle bana bakan kadınla göz göze gelmiş ve kelimelerimi yutmak zorunda kalmıştım.

Liz’di.

Bizi görmüştü.

-İki hafta sonra-

Aynada gördüğüm yansıma bana aitti.

Ama yabancıydı.

Üzerimde dantel askılı, kalp yaka şeklinde hafif bir dekoltesi olan şahane bir elbise vardı. Siyah ve eflatun rengi kullanılarak dikilen elbisenin belden aşağısı kat kat, kabarık pilelerden oluşarak yeri süpürüyordu.

Terzi o kadar iyi bir iş çıkarmıştı ki elbise tam olarak üstüme oturmuştu.

Makyajımda elbiseye yakışacak şekilde yapılmıştı. Kıvrık kirpiklerime, kömür tozu ile vazelinin karıştırılarak elde edildiği macun sürüldüğünden daha uzun ve dolgun gözüküyorlardı. Dudaklarım da ise neredeyse şeffaf bir renge sahip pembe, parlak bir ruj vardı. Su dalgası şeklindeki kıvrık saçlarımın uçları kalın bukleler haline getirilerek belime dökülüyordu.

Meyra tüm bu olanlarından haberdar olduğu için beni hazırlama görevini üstlenmişti ve harika bir iş çıkardığını söyleyebilirdim. Aynaya bakarken kendimi tanıyamıyordum.

Az sonra imparatorluğa doğru yola çıkacağımız için heyecandan karnıma ağrı girip duruyordu. Kapı tıklandığında zamanın geldiğini anlayarak derin bir nefes alıp verdim. Hazırlanırken kullanmam için verilen odadan çıkıp elbisemin eteğine dikkat ederek ilk merdiveni inip diğer merdivenin başına geldiğimde durarak karşılıklı bir şekilde sıralanmış hizmetçileri gördüm.

Onlarda beni görmüştü.

Hepsi ağzı beş karış açık bir biçimde üzerimi süzüyordu. Benim hakkımda dedikodu yapmayı bırakmalarını dilerken onlara daha çok dedikodu malzemesi verip durduğum için daha sonra aptallığıma yakınacak olsam da şu anda hiçbiri umurumda değildi.

Çünkü beni merdivenlerin sonunda bekleyen kökenle göz göze gelmiştim.

Sarı saçları her zamanki gibi geriye doğru taranmış ve ince birkaç tel alnına düşmüştü. Bugün imparatorluğa gittiğimiz için normalden daha şaşalı giyinmişti. Omuzlarına attığı ceket bu sefer üzerindeydi. Arkasına uzun siyah bir pelerin takılmıştı. Baştan aşağıya siyahlar içerisinde olsa da kırmızı gözleri ilk göze çarpan şeydi.

Elini bana uzatınca kalan merdivenleri inerek parmaklarımı soğuk avuç içine bıraktım.

Lord elimi katladığı kolunun üzerine koyunca kalenin kapıları nöbetçiler tarafından bizim geçmemiz için iki yana açıldı.

“Hazır mısın?”

“Hazırım lordum.”

Kale sakinlerinin şaşkın bakışlarının altında yürüyerek imparatorluktaki oyunumuzu başlatmak üzere yola koyulduk.

 

Sizce imparatorlukta neler olacak?

Bölümü sevdiniz mi? En sevdiğiniz yer neresi oldu?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3

Loading...
0%