Yeni Üyelik
6.
Bölüm

BÖLÜM 6: "SEN KİMSİN?"

@endless_q

Bölüm 32 sayda! İki bölüm birden atmışım gibi düşünün <3

İşaretlediğim yerde "Billie Eilish'in What Was I Made For?" şarkısı ile dinlerseniz sahneyi daha iyi hissedersiniz.

▏₰ Roxana

Rheo cebinden çıkardığı mendille kanlı kılıcını sapından ucuna kadar sildikten sonra temizlenen kılıcı belindeki kına geri koydu. Beyazdan kızıla çalan kanlı mendili ise gelişi güzel bir şekilde hemen önünde yanan ateşin içine atmıştı. Theo onun aksine mendille uğraşmak istemediğinden kılıcını sertçe savurup üzerindeki kanı toprağa akıtarak kurtulmayı tercih etmişti. Bakışlarımı ikizlerden alarak Vampir-İnsan karışık şövalyeler de gezdirdim. Bir kısmı yerdeki cesetleri kaldırarak ateşin içine atıyordu. Attıkları her cesette ateşten kıvılcımlar yükselerek havada uçuşuyordu. Diğerleriyse az önce çıktıkları çatışmadan geriye kalan dağınıklığı toparlıyordu.

Nereye baksam kan izleri ve ölü bedenler görüyordum.

Gül şehrinden ayrıldığımızdan beri saldırıya uğruyorduk.

İlk önce haydutlar tarafından önümüz kesilmiş sonra da ailelerinden ayrılarak isyancı olmaya karar vermiş vampir çetelerinden birinin tuzağına düşmüştük. Ve bu durum yolculuğa çıkışımızın üçüncü gecesine dek tekrarlanarak devam etmişti. Başlarda saldırganların sıradan haydut ve isyankarlardan oluştuklarını ve tek dertlerinin para/kan olduğunu düşünüyordum lakin peş peşe devam eden saldırıların ardından işlerin benim sandığım kadar basit olmadığını anlamıştım.

Bunu biri ya da birileri yaptırıyordu.

Şüphelenmek için birçok sebebim vardı. Öncelikle atlı birliklerden önde ve arkada olmak üzere altı kişi kökenin bayrağını taşıyordu. İmparatorlukta bu bayrağın kime ait olduğunu bilmeyen mi kalmıştı? Haydut ve çete liderleri bu bayrağı gördükleri halde bize saldırmaktan çekinmemişlerdi. Ayrıca her durak noktamızda istisnasız saldırıya uğramıştık. Sanki biri imparatorluğa gidiş güzergâhımızı bu bölgeyi mesken tutmuş bütün suçlulara vermiş -satmış- gibiydi. Ya içimizde başka birine çalışan casuslar vardı ya da bize ihanet eden hainler.

Gerçi hain ya da casus fark etmez her ikisi de bu bilgiyi kimin satın aldığını veya bu bilgiyle ne yapacaklarını önemsemezdi.

Sadece işlerini yapmaya bakıyorlardı.

Asıl mesele neyi amaçladıklarıydı. İmparatorluğa gitmemizi engellemek mi istiyorlardı? Hayır, yalnızca bunu isteselerdi bizi durdurmak için bu kadar adam tutmazlardı. Saldırıların sayısını gittikçe azaltarak bizi yanılgıya düşürmeye çalışıyorlardı ancak her girişimlerinde önümüze daha güçlü rakipler çıktığını göz ardı etmek mümkün değildi. Başta ikizler geri planda kalarak düşmanı öldürme işini şövalyelere bırakıyorlardı fakat şimdi çatışmaya onlar da katılıyordu. Saldırganların öldürülen onca kişiye rağmen geri çekilmeyi ret edecek kadar gözleri döndüğüne göre bu işin arkasında güçlü bir figür var demektir.

Her zaman aklımın bir köşesini çelen fakat son ana kadar görmezden geldiğim ihtimal işte şimdi daha da kuvvetlenerek oradan bana bakıyordu.

Kökenin peşinde olabilirler mi?

Gecenin serinliği kıyafetlerimin arasından bulduğu boşluklardan içeri girerek beni ürpertirken gözlerimi ısınalım diye yakılan ateşin önünde oturan vampire çevirdim.

Korunaklı kalesinden dışarı çıktığı için onu ortadan kaldırma şansını kaçırmak istemiyor olabilirlerdi. Nihayetinde Lord, imparatorluk için yeri doldurulamaz bir öneme sahipti ve onun pozisyonunu kıskanan, varlığından rahatsız olan onlarca kişi vardı.

Lakin bize saldıranlar tek insanlar değildi.

Bir konuşmamız sırasında Rheo vampirlerin şu sıralar kargaşa içinde olduklarını ima etmişti. Acaba kanla beslenen bu yaratıklar iç karışıklar nedeniyle birbirleriyle kavga mı ediyorlardı? Kurcaladıkça önüme daha çok olasılık çıktığından bunu yapmayı kestim ve önümüzdeki soruna odaklandım.

Her şekilde başımız ciddi anlamda beladaydı.

Tabii böyle düşünen yalnızca bendim.

Vampir şövalyeler de insan şövalyeler de önlerine çıkanı acımadan katlediyorlardı. Hiçbirini tutsak aldıklarını ya da konuşturmaya çalıştıklarını görmemiştim. Ya bunu yaptıranların kim olduklarını merak etmiyorlardı ya da kim olduklarını zaten biliyorlardı.

Havadaki baskın kan kokusunun hala ağırlığını korumasına rağmen vampir şövalyeler herhangi bir susuzluk belirtisi göstermiyorlardı.

İlk saldırılar da kanın fazlalığı yüzünden endişelensem de beni boşa çıkarmışlardı.

Her an yeni bir saldırıyla karşılaşabileceğimizden sürekli tetikteydim fakat şövalyeler en ufak bir gerginlikten yoksundu. Sanki her gün başlarına böyle bir olay geliyormuş gibi davranıyorlardı. Elbette yılların getirdiği tecrübelerin onları bu tarz durumlara alıştırdığını biliyordum fakat bu hissizlikleri bana fazla geliyordu.

Kesiyor, biçiyor, öldürüyor ancak mimikleri oynamıyordu.

Açıkçası bu biraz ürkütücüydü.

İkizler ise onların tersine eğleniyorlardı.

Döktükleri her kanla biraz daha coşuyor, fazlasını istiyorlardı. Hatta bir ara imparatorluğa ulaşana dek kimin daha fazla leşi olacak diye iddiaya girdiklerini duymuştum. Kaybeden bir ay kan içmeden insan yemekleriyle beslenecekti.

Önlerinde yükselen ateşin içinde cayır cayır yanarak kömüre dönen bedenlere bakarken gülümsediklerini gördüm. Bu gülümseme her zamanki neşelerinden kaynaklanan bir gülümseme değildi. Öldürmekten aldıkları zevkten geliyordu… Lothbrok ailesinden geldiklerine ve bu ailenin kanlarındaki deliliğe neden kapıldıklarını şimdi daha iyi anlıyordum.

Tüm saldırılar boyunca bana faytonun içinde kalmamı söylemişlerdi. Böylece daha iyi korunacak ve önlerine çıkmayacaktım. Faytonun pencerelerini herhangi bir riske karşılık kapattıkları için haliyle şövalye ve ikizlerin nasıl dövüştüklerini görememiştim. Yine de bu zamana kadar ufak tefek yaralarla kalmış olmaları ne kadar iyi eğitim aldıklarının göstergesiydi.

Eşlikçi korumalardan çok seçkin şövalyelerden oluşan lejyonerler gibilerdi.

Kökenle üç gün boyunca aynı faytonu paylaşmıştık.

Ve bu durum beklediğim kadar kötü geçmemişti. Gündüz vakitleri aramızdaki konuşma bir-iki kelimeden fazlasını geçmediği için bayağı sıkılmış olsam da arada faytonun penceresinden at üzerinde ikizlerle sohbet ederek can sıkıntımı gidermiştim. Geceleri ise onun aksine uykuya ihtiyaç duyduğumdan kibar davranarak faytonu yatak olarak kullanmama izin vermiş ve dışarıda ikizlerle dinlenme süresi bitene dek oturmuştu.

Saldırı zamanlarında da dışarı çıkmak yerine benimle faytonda kalmıştı.

Etrafımızda kıyamet koparken o sakince şövalyelerin işini bitirmesini beklemişti. Bu rahatlığı sayesinde bende sakin kalabilmiştim. Her ne kadar dışarıda düşmanın uzuvlarını doğrayan, kafalarını kesen şövalyelerin savaş nidalarını, düşmanın acı dolu haykırışlarını duymak beni korkutsa da onun varlığını hemen yanımda hissederek her şeye katlanabilmiştim.

Buradaki en büyük tehlike oydu çünkü.

“Al bakalım sıcak çorba içte için ısınsın.” Theo yanıma oturup elindeki ahşap kâseyi bana uzatınca üzerinde dumanlar çıkan kâseyi avuçlarımın arasına alarak dizlerime koydum. Çorbayı şöyle bir karıştırınca içinde yüzen et parçalarını, yeşil yaprakları ve doğranmış bitkileri görmüştüm.

Baharatlı, otlu tavuk çorbasıydı bu.

Çorba iştah açıcı dursa da hemen arkamda çıtır çıtır yanan insan-vampir cesetleri ve havadaki kan, yanık et kokusuyla birleştiği için bunu yiyebileceğimi sanmıyordum.

“Siz yemeyecek misiniz?”

Theo karnını ovalayarak yüzünü buruşturdu “O lanet elmaları hala hazmedemedim.” dedi. Üzerinden neredeyse bir ay geçmişti ve o elmalar hala midesinde miydi yani?

Rheo “Sana çok fazla yememen gerektiğini söylemiştim.” deyince Theo parmaklarını kulaklarına sokarak “Başlama yine dır dır etmeye.” demişti. Bunun üzerine Rheo sinsice gülerek daha çok söylenmeye başlamıştı. Onlar atışırken Lord Zehel yemeyip kaşıkla karıştırıp durduğum çorbaya bakarak “Damak tadına uygun değil mi?” diye sordu.

Damak tadı mı? Bunu cidden uzun süre köle olarak yaşamış birine mi soruyordu? Bir parça kuru ekmek bulamayıp günlerce açlığın ağrısını tatmış birinin yemek seçebileceğine ihtimal vermesi dahi komikti. Ama o bunu nereden bilecekti ki?

Söyleyip söylememek arasında kalsam da sonunda söylemeye karar verip “Koku yüzünden.” dediğimde birçok insan şövalyenin de benim gibi çorbalarına dokunmadığını görmüştüm. Kendimi zorlayıp çorbayı içersem muhtemelen kusacaktım. Vampirlerin koku alma duyusu insanlarınkinden daha hassas olsa da onlar pek rahatsız olmuş gibi durmuyorlardı.

Rheo, Theo’nun yüzünü itip ona ulaşmaya çalışan pençeleri yüzünü çizmesin diye kafasını geriye çekerken “Yanık kokusu gerçekten de rahatsız edici.” dedi. Kan kokusuna laf etmemişti zira o koku yalnızca acıkmalarına neden oluyordu.

Cesetleri yakan ateş birden biri üzerine üflemişçesine sönerken çıkan sesten dolayı şaşırarak o tarafa döndüm. Sönen ateşle birlikte ortaya çıkan ölülerden geriye kalanlar yavaşça çözünerek küle dönüşmüş ve rüzgâr tarafından ormanın içine doğru taşınmışlardı. Aynı rüzgâr havadaki kan ve yanık et kokusunu da temizlemiş ardından kötü kokunun yerini enfes bir gül kokusu almaya başlamıştı.

Saniyeler içerisinde gerçekleşen bu garip olay silsilesini izlerken benden başka kimsenin bu duruma şaşırmadığını görünce başımı Lorda çevirmiş ve gözleri eski halini almadan önce parlayan kırmızı irislerini görmüştüm.

“Şimdi nasıl?”

Benim için mi yapmıştı? Sırf yemeğimi yiyemedim diye… Tuhaf bir duygu hançer kemiğimin tam ortasına kıvrılıp otururken aynı anda her nefesimde ciğerlerime gül kokusu doluyordu. Gül kokusunu her soluduğumda kalbim seyrinden çıkarak ritmini kaybediyordu. Yanaklarımda hissettiğim sıcaklıkla başımı kâseye eğdim. Çorbamdan ilk kaşığımı alarak ağzıma götürdüm.

Mide bulandırıcı o koku olmadan yiyebiliyordum.

Adını koyamadığım bu duyguyla başa çıkamadığımdan bakışlarımı aşağıda tutarak “Daha iyi.” derken ve çorbadan her kaşık aldığımda gül rengindeki bakışlarını üzerimde hissetmiştim.

Kulağıma gelen fısıltılarla bakışlarımı çaktırmadan bizden biraz ötede oturan şövalyelerde gezdirdim. Gruplara ayrıldıkları için hepsinin önünde küçük bir ateş yanıyordu. Çoğunun gözleri Lord ve benim aramda gidip gelirken yanlarındakilere gülüyor ve aralarında konuşuyorlardı. Lordun bu nazik davranışı hakkında dedikodu ettiklerine emin olduğum için daha çok utanmıştım. İlgi odakları bizdik… Sonra birden aklıma sinsi bir yılan gibi sokulan o gerçeğin dişlerini etimde hissettim ve o dişlerin sancısının bana hatırlattığı gerçekle yüzleştim.

Benim için yapmamıştı.

Oynadığımız roller daha inandırıcı olsun diye bilerek herkesin bu olaya şahit olmasını sağlamıştı. İçtiğim çorbanın içinde kılçığa dair bir şey olmamasına rağmen lokmalarım boğazıma takılmıştı. Kaşığımı indirerek çorbanın içine bıraktım.

Sahi niye benim için yaptığını düşündüm ki?

Oyundu.

Hepsi bir oyundu.

Hala dolu olan kâseyi oturduğumuz kütüğün kenarına koydum. Bütün iştahım kaçmıştı.

“Lordum eğer izin verirseniz biraz dinlemek istiyorum.”

Ona bakma.

Ona bakma.

Gözlerimi önümde tutmaya özen göstererek bir cevap beklediğim de istediğim cevap birkaç saniye sonra geldi. Ona bakmamı mı beklemişti?

“Gidebilirsin.” Aldığım izinle birlikte kütükten kalkarak faytona doğru yürürken Theo’nun arkamdan “Şafakta imparatorlukta olmamız gerek! Bir saat sonra yola çıkacağız” dediğini işittim. Saldırılar yüzünden çok vakit kaybetmiştik zaten.

Faytonun kapısını açıp içeri girdikten sonra kapattım. Serileşen ve bir an önce bu duygudan kurtulmak için uyumak istediğimden, üzerime her zaman örttüğüm örtüyü alarak faytonun koltuğuna uzanıp bacaklarımı kendime doğru çektim. Pencereler kapalı olduğundan içerisi ışık almıyordu.

Elimi sol göğsüme götürerek yokladım ve oradaki ağrının yerini aradım.

Her şeyin bir oyun olduğunu bilmeme rağmen bir an için bunu unutmuş ve tekrar hatırladığımdaysa canım yanmıştı. İstemeden çoktan beri var olan yaralarımdan birine dokunmuş ve yarayı saran kabuğu kaldırmıştım.

Sızlayan gözlerimi yumarak yaşların geri gitmesini sağladım.

Hayatımda ilk kez birinin beni düşünerek hareket ettiğine inanmıştım. Yanıldığımı öğrenmek en tepeden yere çakılmamı sağlamıştı. Ve şimdi bir kez daha kendi ellerimle çakıldığım yerden ayağa kalkmak zorundaydım. Bu kaçıncı düşüşümdü? Kaçıncı kalkışımdı bilmiyorum. Bildiğim tek şey artık yorulduğumdu.

Bir gün düştüğüm yerden kalkamazsam bana ne olacaktı?

Islanan kirpiklerimle üzerimdeki örtüye daha çok sarıldım.

Hep değersiz hissettirilen birine yalandan da olsa değerli olduğunu hissettirmek zalimlikti. Çünkü kanardı. Değersiz olan hep kanardı.

Zehel Asmodeus bu yüzden bir zalimdi.

Tekerleklerin çıkardığı takır tukur seslerinin hemen ardından birinin parmağının eklemiyle faytona birkaç kere vurduğunu duydum. Kapalı pencereler bu tıklatılmadan sonra açılmış ve gün ışığı direkt yüzüme düşmeye başlamıştı. Işıktan rahatsız olarak hafifçe kaşlarımı çatsam da uyumaya devam ettim.

“Giriş yapmak üzereyiz.”

“Tamam.”

Acaba benim yanılsamam mı diye düşündüren soğuk bir el, bir saniye için narince yanağımda gezmiş ardından birinin adımı seslendiğini işitmiştim.

“Roxana.” Uykumun en güzel yerinde hangi münasebetsizdi şimdi bu?

“Uyanma vakti.”

Ne ara sabah olmuştu? Daha yeni yatmıştım. Beni uyandırmaya çalışan kişiye tamam şimdi kalkıyorum demek istesem de ağzımdan anlamsız birkaç mırıldanma çıkmıştı. Kirpiklerimi açılmaları için zorlayarak araladığımda bulanıkta olsa karşımda birinin durduğunu ve o kişinin yoğun bir güneş ışığıyla yıkandığını gördüm. Gözlerimi alan ışık yüzünden kim olduğunu göremesem de dudaklarındaki küçük tebessüm oradaydı.

“Odana yerleştiğinde birkaç saat daha uyumak için zamanın olacak. Şimdi karşılama töreni için kalkman gerekiyor.”

Karşılama törenimi mi? O da ne?

‘Lord, insanların arasında İmparatordan sonra gelen en önemli ikinci kişi olarak biliniyor. Bu yüzden diğer misafirler vampirler ve insanlar arasında yapılan barışın yıl dönümü için verilecek olan davette ilk kez görünecekken, siz imparatorluğa varır varmaz imparatorluk ailesi tarafından karşılanacaksınız. İlk izlenim oynadığınız oyunun temelini oluşturacak. Orada seni değerlendirip kendilerince yargılayacaklar bu yüzden ne olursa olsun karşılama töreninde imparatorluk ailesinin aklına lordun kadını olabilecek bir kadın olduğunu kazımalısın.’

Doğru ya selamlama töreni! Gözlerimi sonuna kadar açarak hızla yerimden doğrulduğumda bakışlarımı pencereden dışarı çevirdim ve tepedeki güneşi gördüm. Sadece biraz dinlenmek istemiştim. Kaç saattir uyuyordum ben?!

Telaşla “Lordum imparatorluk şehrine vardık mı?” diye sorduğumda “Daha değil.” Cevabını alınca rahatlayarak tuttuğum nefesimi bıraktım. Hala vakit var demek ki… Bakışlarımı çekingen bir şekilde kökene çevirerek “Özür dilerim, ben bu kadar uyuyabileceğimi düşünemedim.” dedim. Bütün molalarda birkaç saat uyumuş sonra da lorda bir sonraki molaya dek eşlik etmiştim. Dün akşamında farklı olmaması gerekirdi.

“Bu senin suçun değil. Seni uyandırabilirdim ama yapmadım. Çok yorgun görünüyordun.”

Fark etmişti. Bunu görmezden gelmek yerine ise bütün gece uyumama müsaade etmişti.

Bütün gece…

Tanrım, beni uyurken mi izlemişti yani?

O kadar utanmıştım ki yerin dibine girmek istiyordum. Acaba uyurken tuhaf görünüyor muydum? Ya horladıysam! Diğer kölelerle tek göz odada beraber yatarken kimseden bu şikâyeti almamıştım yine de günlerin bitkinliğini, stresini biriktirdiğim için bunun olma olasılığı çok yüksekti…

Dizlerimin üstündeki ellerimi sıkarak “Ben… umarım sizi rahatsız edecek bir şey yapmamışımdır.” derken yüzüne bakamıyordum.

“Yapmadın.” Şükürler olsun.

Uyurken bozulabilmiş olabileceğinden endişe ederek parmaklarımla saçlarımı düzeltmeye başladım. Normalde yanımda benimle ilgilenecek bir nedime getirmeliydim lakin imparatorlukta bana bir hizmetçi vazifelendirileceğinden yanıma kimseyi almama gerek olmadığını söylemişlerdi. Kısacası kendi işimi kendim görmem gerekiyordu. Saçlarıma bir şekilde çekidüzen verebilsem de makyajımın ne alemde olduğunu göremediğimden moralim bozulmuştu. Karşılama töreninin bizim için ne kadar önemli olacağını bildiğim halde nasıl böyle bir hata yapardım? Keşke yanıma en azından ayna alsaydım.

“Bunu kullan.”

İçimden kendimi azarlarken Lordun bana uzattığı küçük, yuvarlak şeyi görünce şaşırarak ona baktım. Cep saatine benzetsem de öyle değildi. Zira kullandığı saat yaka iğnesiyle ceketinin kenarına tutturulmuş, cebindeki saatin zinciri ise ceketinin ön cebine doğru uzanıyordu. Eşyanın görünüşü çok şıktı. Siyah, değerli bir taştan yapıldığı belliydi. Üzerine ise kırmızı bir gül kabartması yapılmıştı. Yoksa… bu düşündüğüm şey miydi?

Yuvarlak nesneyi elinden alıp açtığımda bunun gerçekten de küçük bir ayna olduğunu gördüm. Aklımdan geçeni nasıl tahmin etmişti ki? Aynaya bakarak saçlarımda göremediğim yerleri düzeltip makyajımın dağılmadığından emin oldum. İçim rahatlamıştı… Aynanın kapağını kapatıp tekrar kökene uzatarak “Teşekkür ederim Lordum” dedim.

“Sende kalabilir.” Bu işin bitince bana geri getir mi yoksa senin mi olsun demekti?

“Hazır mısınız? Şehre giriyoruz.”

Rheo sırıtarak “Burası biraz gürültülü olacak.” dedi.

İkizler iki pencereden görünüp konuşmamızı sonlandırdıklarında aynayı tutan elimi kucağıma koydum ve yüzümdeki gülümsemeyle parmağımı gül motifinin üzerinde gezdirmeye başladım.

Sanırım bu bir hediyeydi.

“Arşidük Zehel burada!”

“Köken gelmiş!”

“İmparatorluk şehrine hoş geldiniz Arşidük!”

Rheo gürültülü olacağından bahsederken biraz diyerek kesinlikle mütevazı davranmıştı. Yıl dönümünden haberi olan halk zaten imparatorluktaki bütün asil ve aristokratların imparatorluğun şehrine yani Amaris’e geleceğinden haberdardı. Amaris sık sık aristokrat ve asiller tarafından ziyaret edildiği için haliyle burada yaşayan kişilerde onları görmeye alışıktı. Lakin bazen gelen asil ve aristokratların arasında dahi kimsenin doğru düzgün yüzünü göremediği ancak hakkında birçok rivayetler, hikayeler uydurulduğu kişiler vardır ki onlar merak konusudur ve merak insanın içini gıdıklardı.

Zehel A. Asmodeus’un gizemi ise herkesin merakını kabartıyordu.

“İmparatorluğun kahramanı gelmiş!”

Kalabalığın içinden yükselen övgü dolu sözlerin arasından seçtiğim iltifatla birlikte duraksadım.

İmparatorluğun kahramanı.

Lord Zehel, insanlar ve vampirlerin arasında yıllarca süren savaşı görmüş hatta o savaşta insanlara karşı savaşmış olabilir miydi? Bildiğim kadarıyla iki ırk arasındaki barış iki yüz yıl önce imzalanmıştı. Savaşın ne zaman başladığı tam olarak bilinmese de insanların hayatta kalmak için vampirlerle yüz yıldan fazla savaştığı tarih kitaplarında yazmaktaydı. Vampirler için üç yüzyıl, otuz yıl gibi geldiğinden imkânsız sayılmazdı.

Gözlerimi insan ve vampirlerin heyecanlı, mutlu ve gülümseyen suratlarından alıp imparatorluk şehrinin sokaklarında, gösterişli binalarında gezdirdim. Bu şehir hem imparatorluğun en zengin şehri hem de başkentiydi. Haliyle diğer şehirlerle kıyaslanması mümkün değildi.

Amaris.

Tanrının vaat ettiği şehir anlamına geliyordu.

Denilene göre altı, yedi yüz yıl önce -tarih net değildi- vampirler buraya saldırmadan evvel bu şehirde insanların kurduğu eski bir krallık varmış. Yıkılan krallığın soyu şimdiki imparatorluğun ilk kurucusundan devam ediyordu. Krallığın son varisi ölmeden önce çocuklarına ve torunlarına tek bir vasiyet bırakmıştı;

Ne kadar uzun sürdüğü mühim değil, bir gün kovulduğumuz toprakları vampirlerden geri alıp yeniden insanlara hükmedeceksiniz.

Vasiyet iki yüz yıl önce yerine getirilmiş ve ışık tapınağındaki din görevlileri toprakların tekrar bize geri dönmesiyle birlikte bu şehir insanlara Tanrı tarafından vaat edildi demiş ve sözleriyle vampirlerin başından beri buraya sahip olamayacaklarını ima etmişti. Böylece imparatorluğun kurulduğu bu şehre Tanrının insanlara vaat ettiği şehir anlamına gelen Amaris adı verilmişti.

Bana göre burası kanla yıkanmış bir şehirdi.

Ölenlerin arkasında bıraktıklarının feryatlarıyla yankılanan bir şehir.

Göz yaşlarıyla yıkanmış bir şehir.

Yerin altı koca bir mezarlıktan ibaret olan bir şehir.

Böylesine bir yer kutsal bir isimden çok daha farklı çağrılmayı hak ediyordu.

“Anne o atların gözleri neden kırmızı?” Dört, beş yaşlarındaki insan çocuklarından biri annesinin eteğine korkuyla yapışmış bir şekilde faytonu çeken atlara bakıyordu. Yaşı daha küçük olduğu için bu vampir atları ilk görüşü olmalıydı. Kalabalıktaki çoğu kişinin de temkinle bu atları izlediklerini seçebiliyordum. Eh bende onları yakından görünce başta faytona binmekte tereddüt ettiğimden ne hissettiklerini anlıyordum.

Beni ısırmalarından korka korka faytonun içine girene dek gözlerini üstümden çekmemişlerdi. Normal atlardan daha zeki olduklarını gözlerinin içlerine bakarak anlayabiliyordunuz. Sizi dinliyor, izliyor ve kendilerince tehdit olup olmadığınızı ölçüyorlardı. Acaba Targanyen gibi isteseler konuşabilirler miydi? Hayır, nadir bir ırk olsalar da büyülü hayvanlardan sayılmıyorlardı.

Normal atlardan boyut, yapı ve cins olarak farklılardı. Daha cüsseli, kaslı ve büyüklerdi. Yeleleri gür ve hepsinin gözleri aklarına dek kıpkırmızıydı. Tüyleri ve toynakları ise kömür karasıydı. Dördününde yelesindeki birkaç tutam saç örülmüştü tabii bu da onlara daha ürkütücü bir görüntü kazandırmıştı. Vampir-İnsan şövalyeler, Racer cinsi genellikle imparatorluktakilerin kullandığı savaş atlarının üzerindeyken faytonu vampir atlar çekiyordu. Tüm atlara zırhlar giydirilmişti.

Onca gürültüye rağmen vampir atlarının burun deliklerinden hava üfleyip izleyicileri kendilerinden uzak tuttuklarını duyabiliyordum. Kalabalıktan pek haz etmedikleri aşikârdı.

Köleyken vampir atları ve onları kullanan asilleri duysam da bu atları benimde ilk görüşümdü. Kale de seyis tarafından eğitilen, bakımı yapılan özel atlardandı. Bu atlar kara ormanda yakalanıp getirilmişti ve yalnızca orada yaşıyorlardı. Uzun, sivri köpek dişleri ağızlarından dışarıya çıkık duruyordu. Çok huysuz olduklarından genelde kimse onları evcilleştirmekle uğraşmıyordu. Kontrol etmekte zorluk çekecekleri için nadiren bu atları beslemeye cüret edenler vardı.

Toynaklarının altında ezilip dişleriyle parçalanmak istemiyorsanız bu atlardan uzak durmanız şarttı.

Şehri arkamızda bırakıp imparatorluk sarayına giden yola girdiğimizde Amarislilerin tezahüratlarını hala duyabiliyorduk. Burası imparatorluğun başkenti olduğundan insan ve vampir nüfusu neredeyse eşitti. Vampirlerin kökeni görmesiyle sevinmesini anlayabiliyor olsam da insanlarında onlarla aynı duyguları paylaştığına şahit olmanın verdiği karın ağrısına bir türlü alışamıyordum. Asillerin arasında çok sevilen vampirler yoktu. Gerçi aristokratlar da pek insanlar tarafından sevilmezlerdi. Çünkü onların ne kadar zalim ve vahşi olabileceklerini bütün insanlık biliyordu. Vampirlerin ise aristokratlar umurlarında değildi. Onlarla yalnızca bir işin içine gireceklerse ilgilenirlerdi.

Belki de konu vampirlik değildi de bu kişiydi.

Vampir olduğu için değil, Lordu lord oldukları için seviyorlardı.

Bunu anlayabilirdim işte.

Kartal sesini andıran tiz çığlık sesi tüm gökyüzünde yankılanınca şaşırarak başımı kaldırıp pencereden gökyüzüne baktım. Düşüncelerime öylesine dalmışım ki saraya varmak üzere olduğumuzu şimdi fark ediyordum. Griffin’in üzerine binmiş, baştan aşağıya zırhla donatılmış bir muhafızın sarayın önünden uçarak geçtiğini görünce gözlerimi bir süre bu manzaradan alamadım.

Saray devasaydı.

Kubbe biçimindeki onlarca çatı ve göğe meydan okuyan kulelerden oluşuyordu.

Saraya girmek için uzun bir köprüden geçip ardından da saray kadar antik duran taştan bir geçidi aşmamız gerekecekti. Binalar bölüm bölüm inşa edildiğinden bazı yapılar eski, bazıları ise yeniydi ve bu mesafeden onlarca binayı bir arada görebiliyordunuz. Sarayın sol tarafında kalan büyük bir nehir vardı. Nehirdeki teknecilerin attıkları ağlarla balık tutmaya çalıştıklarını görebiliyordum. İmparatorluk sarayı o kadar geniş bir araziyi kaplıyordu ki gül kalesi yanında küçük bir malikane gibi kalıyordu.

Daha demin gördüğüm muhafız yalnız değildi. Gövdesi aslan, kanatları ve kafası kartalın birleşiminden oluşan Griffin sürüsüne binen muhafızlar sarayın etrafında dolaşarak gözcülük yapıyorlardı. Kafalarındaki miğferler yüzünden hiçbirinin suratları gözükmüyordu. Ellerinde ise iki metrelik çatal şeklinde mızraklar vardı. Mızraklar elektrik saçıyordu.

Yapılacak olan yıl dönümü kutlaması için güvenlik hat safhaya çıkarılmıştı.

Köprüyü ve geçidi geçip sarayın önüne geldiğimiz anda sırasıyla fayton ve atlar durdu. Saraya giden merdivenlerin aşağısında karşılıklı bir şekilde dizilen şövalyeler ve trompetçiler duruyordu. İkizlerin atlarından inip faytonun kapısını açmak için bize doğru geldiklerini görünce heyecandan kalbim duracakmış gibi hissetmeye başlamıştım.

“Hazır mısın?”

Kafamı sallayarak “Hazırım Lordum.” derken derin bir nefes alıp verdim ve heyecanımı bastırarak yüzüme ifadesizlik maskemi geçirdim. Cecia ile Serket’in öğretileri ve tavsiyeleri aklımdaydı. Yapmam gereken her şeyi biliyordum… her şey yolunda gidecek.

Faytondan dışarı adım attığım anda tüm hayatım değişecekti. Yalnızca aristokratların değil, vampirlerin dünyasına da girecektim.

Theo faytonun kapısını açtığında şövalyeler kılıçlarını çekip havaya kaldırdılar. Trompetçiler de ellerindeki trompetlere üflemeye başladılar. Etrafta karşılama marşının sesi yükselirken faytondan ilk önce Lord Zehel indi. Ardından elini bana doğru uzattı. Parmaklarımı soğuk avucunun içine bırakarak faytondan aşağıya indim. Ben şu saatten sonra gül kalesinde çalışan bir hizmetçi değil, bu vampirin müstakbel geliniydim.

Lord elimi tutarak koluna götürdüğünde bunu yapmaya alışkınmışçasına yadırgamadan koluna girdim. Üzerinden gelen baş döndürücü gül kokusunu soluyarak birlikte sarayın merdivenlerinin önüne gelene dek yürüdük. Bizi peşimizden ikizler, onları da siyah ve beyaz giyinen şövalyeler takip ediyordu.

Trompetler durup sarayın ana kapısı iki yana açıldığı anda müzik çalmayı durdurdu ve içlerinden biri “Arşidük Zehel A. Asmodeus imparatorluk sarayına teşrif etmiştir!” diye bağırarak gelişimizi saraya haber etmişti.

Aynı adam bu sefer de “Majesteleri Reynard L. Solũthr giriş yapıyor!” diye bağırarak imparatorun gelişini haber etti. Sarayın kapıları tamamen açıldığında önde Lorddan daha şaşalı bir biçimde giydirilmiş, kumral saçlarında ve sakallarında tek tük aklar bulunan, ela gözlü bir adam ve onun kolunda; kendisinden beş, altı yaş daha küçük duran, kestane renginde kısa saçları ve masmavi gözleri olan zarif bir kadın çıkmıştı

Bu imparator ve imparatoriçeyi ilk görüşümdü.

Merdivenlerden inerek bize doğru yaklaşan beş kişi imparatorluk ailesinin esas üyeleriydi. Geriye kalan aile üyeleri, asiller ve aristokratlardan oluşan saray görevlileriyle akşamki kutlamada tanışacaktım.

Lordu gören yüzleri gülümsemelerle dolu olan aile üyelerinin beni fark etmesiyle birlikte yüzlerindeki gülümsemeler bozularak yerini çeşitli duygulara bırakmıştı. İmparator şaşkınlıkla, imparatoriçe ise dudaklarındaki düz bir çizgiyle lordun koluna girmiş elime bakıyordu. Hemen arkalarında duran iki erkekten biri kaşlarını yukarı kaldırırken diğeri merak doluydu.

En arkadaki kadın ise buz kesmişti.

Bir an için yürümeyi bıraksa da sonradan yutkunarak öndekilerle birlikte aşağıya indi.

İmparator az evvel ki şaşkınlığını anında örtbas ederek “Hoş geldin eski dostum! Nasılsın? Yolculuk seni zorlamamıştır umarım.” diyerek Lordu büyük bir coşkuyla karşılamıştı.

Köken “Her şey yolundaydı. Siz nasılsınız?” diyerek imparatorun aksine resmiyetini koruyarak sorduğunda imparator hep bu duruma maruz kalıyormuşçasına “Gayet iyiyim. Sevgili dostum sen ve senin ırkınla insanların arasında süren barışın bugün 201. Yıl dönümünü kutlayacağız nasıl iyi olmam!” dedi.

İmparatoriçe bu sırada nazikçe araya girerek “Umarım iki ırk arasındaki barış bundan sonra hep böyle devam eder.” diyerek iyi dileklerini sundu.

“Bende öyle olmasını ümit ediyorum.”

İmparator bu seferde ikizlere dönerek “Asil Lothbrok ailesinin potansiyel varisleri nasıllar?” diye sorduğunda ikizler hiçbir duygu barındırmayan yüzleriyle sağ ellerini sol göğüslerinin üzerine koyarak, kafalarını hafifçe eğip geleneksel selamı verdiler. Eğlence odaklı kişiliklerini ortadan kaldırıp iki soğukkanlı asillere dönüşmüşlerdi.

Theo “Sorduğunuz için teşekkür ederiz imparator Reynard. Lakin burada Lothbrok ailesini temsilen gelmediğimizi belirtmek isterim.” dedi. Ailelerinden bahis açılınca ikisi de belli etmese de gerilmişlerdi. Ceciayla birlikte bu ikisi de ailelerinden kavgalı ayrılmışlardı. Cecia’nın sebebini tahmin edebiliyor olsam da ikizlerinki tamamen muammaydı.

İmparator hassas bir noktaya değindiğini fark edemeyerek “Ah şu kan bağı meselesi değil mi? Doğrusu siz vampirlerin arasındaki hiyerarşiye hayran olmamak elde değil! Bir kere kan bağıyla birine bağlandığınızda tamamen o kişiye sadık kalıyorsunuz.” diyerek olayı çok farklı bir noktaya çekmişti.

En sonunda bakışları bana düşünce “Peki bu güzel leydi kim?” diyerek aslında başından beri kim olduğumu merak eden herkesin bakışlarının bana dönmesini sağladı. Etime iğne gibi batıp çıkan gözlere rağmen duruşumu bozmadım. Alacakları cevaba göre o iğneler ya körelecek ya da bana saplanmak için keskinleşerek birer kılıca dönüşeceklerdi.

Lord “Roxana benim kadınım.” dedi.

Fazla açıklama yapmadan ama tek bir hitabıyla kim olduğumu vurguladığında beni gördüğü andan itibaren hiçbir konuşma ile ilgilenmeyip, dik bakışlarını üzerimde tutan kadının ela gözlerindeki cam bu sözlerle birlikte çatırdayarak patlamıştı.

Kırık camlar hayal kırıklığının eseriydi.

Onun kim olduğunu daha onu görür görmez anlamıştım.

O, imparatorun Lord Zehel ile evlendirmek istediği kızıydı.

Prenses Ophelia Solũthr.

Herkes Lordun sözleriyle şoka uğrarken ben kibarca kökenin kolundan çıkarak elbisemin bir kenarını tutup genişçe açtım. Hafifçe eğilerek selam verip “Tanıştığımıza memnun oldum İmparatorum.” dedim.

İmparator hafifçe kaşlarını çatarak “Safkanlar ondan haberdar mı?” diye sorunca Lord “Yıl dönümü kutlamasında hepsi Roxana’yla tanışacak.” demişti.

“Ve öylece kabul edecekler öyle mi?”

“Yalnızca benim izin verdiğim kadar istediklerini düşünmekte özgürler.” Lord kanlı gözleriyle dik dik imparatora bakıyordu. İmparator bir süre daha bu gözlere baktıktan sonra “Yorgun olmalısınız. Akşamki kutlamaya kadar size ayrılan odalar da dinlenin.” diyerek arkasını dönüp saraya yöneldiğinde diğerleri ilk önce Lord Zehel’e selam vermiş ardından da imparatorun peşine takılmışlardı.

Kalan tek kişi prensesti.

Titreyen gözleri kökenin üzerindeydi.

Ve tek kelime etmiyordu.

Kökenden ne bekliyordu? Bir açıklama yapmasını mı? Niye yapacaktı ki? Lord onu ret etmişti ve ret etmeye de devam etmişti. Israrcı davranıp onun canını sıkan onlarken bir de utanmadan açıklama yapmasını mı isteyecekti?

Lord da ona bakıyordu.

Hiçbir şey demeden.

Onların bakıştıklarını gördükçe ruhumdaki en taze yarayı biri kaşıyormuş gibi hissetmeye başladım. Kaşıyor, kaşıyor ve onu yeniden kanatmaya çalışıyormuş gibi.

O yaranın varlığından kendini belli edene dek haberim olmamıştı.

Kime aitti? Kim açmıştı o yarayı ruhumda?

Açarken niye hiç acıtmamıştı peki?

Prenses sonunda istediğini elde edemeyeceğini anlayınca elbisenin eteğini tutarak kökene selam verdi ve arkasını dönerek sessizce merdivenleri çıkmaya başladı.

Ağlamamıştı lakin ne kadar çok ağlamak istediğini gözlerinde görmüştüm.

“Roxana.”

Hala giden prensesin arkasından bakıyordum. “Efendim Lordum?”

“Odana çıkıp artık uyuyabilirsin.”

Dediğine şaşırsam da sonradan faytonda söylediklerini hatırlayınca o yara kaşınmayı bıraktı ve dudaklarımda bir tebessüm belirdi.

 ●

Kapı tıklatıldığında gözlerimi açarak yataktan doğruldum.

“Leydim elbisenin son denemesi için geldim.” Elimle gözümü ovuştururken kapının ardından gelen sesin terzi kadına ait olduğunu anlamıştım. Zaten gelmesini bekliyordum. Kutlama için giyeceğim elbisenin dikimi bittiğinden üzerimde nasıl duracağını görecek ve düzeltilmesi gereken herhangi bir kısım varsa burada halledecekti. Ardından kutlama için hazırlanmaya başlayacaktık.

Yataktan kalkarak yoğun geçecek saatlere başlamak için kapıyı açtığımda terzi kadın, ilk yüzümdeki uykulu ifadeye bakmış sonra da uyumadan önce giydiğim uzun geceliği süzmüştü.

Ayıplayan bakışlarını görmezden gelerek “Geçin lütfen.” dedim. Dört gün boyunca doğru düzgün uyuyamayıp saatlerce oturmaktan ağrıyan kıçıyla faytonda yolculuk eden o değildi. Yolculuk boyunca uğradığımız saldırıların verdiği ruhsal yıpranmaya değinmiyorum bile! Bu kadar saat uyumamı kınamasına rağmen hala tam olarak dinlendiğimi hissetmiyordum.

Önde terzi, arkasında sarayın görevlendirdiği iki hizmetçi ve biri büyük diğeri küçük iki kutu taşıyan terzinin iki çırağı daha içeri girdi. Hizmetçilerden biri dağınık yatağı hızlıca toparladığında kutuları taşıyan kadınlar elindekileri yatağın üzerine bıraktılar.

Çıraklardan biri heyecanla bana dönerek “Leydim elbiseniz o kadar güzel oldu ki bu akşamki kutlama da kimse gözlerini sizden ayıramayacak.” dedi. Buraya gelene kadar elbiseyi övmek için sabırsızlandığı heyecanından belliydi. Diğeri de ona katılarak “Bu zamana kadar diktiğimiz bütün elbiselerin arasında baş yapıt olabilir!” demişti.

Eh bende kutlama boyunca yüzlerce bakışın ağırlığını üzerimde taşıyacağıma emindim ama bunun nedeni kesinlikle elbise olmayacaktı.

“Gevezelik etmeyi bırakında elbiseyi leydiye gösterin! Çok fazla zamanımız yok!”

Çıraklar terzinin azarlamasıyla telaşa kapılarak anında dediğini yapmaya koyuldular. Benimle konuşan ilk çırak, büyük kutuyu açıp içinden elbiseyi tutarak kaldırdığı anda onlara hak vermeden edemedim.

Elbise nefes kesecek güzellikteydi.

Her yer güldü.

Üzerine o kadar çok kırmızı gül dikilmişti ki elbiseyi bitirmek için gece gündüz çalışmış olmalılar.

Elbisenin kumaşı siyahtı. Omuz askıları olmadan tasarlanan üst bölgesi straplezdi. V şeklindeki kayık yakanın tümünü kaplayan üç gül vardı. Diğer güllerde onların altına dikilerek elbisenin beline doğru inmişlerdi. Elbisenin eteği ne çok kabarık ne de basıktı. Belden aşağıya, eteğe doğru inen güller seyrekleşse de sayıları az değildi.

Benimle birlikte elbiseyi ilk kez gören hizmetçiler de hayran hayran bu şahesere bakıyorlardı.

Elbise o kadar harika duruyordu ki onu giydiğimi hayal edemiyordum.

Neden bilmiyorum ama elbiseye her bakışımda o vampiri görüyordum.

Onun izlerini.

Elbiseyi tutan çırak bana ben size demedim mi bakışları atarken birden zihnimde iz kelimesi nabız gibi zonklamaya başlamış ve hafızamdaki anılar uyanarak bana kendilerini hatırlatmışlardı. Birinde avazım çıktığı kadar acıyla çığlık atarken burnuma kendi etimin yanık kokusu doluyor, diğerinde ise peş peşe sırtıma inen kırbacın havada şaklayan sesini duyuyordum.

Bir adım geriye attım. Ne yapacağım?

Halimden bir tuhaflık olduğunu anlayan kadınların hevesleri kaçarak gülümsemeleri soldu. Birbirlerine bakıp tekrar bana döndüler.

“Leydim elbiseyi beğenmediniz mi yoksa?”

Ne yapacağım?

“Hayır, hayır elbise harika sadece şey… be… benim lordun yanına gitmem gerekiyor.”

Terzi bana garipseyen bakışlar atarak “Şimdi mi?” diye sordu. Az vaktimiz kaldığını biliyordum ama ne olursa olsun gitmem lazımdı.

“Söz veriyorum çok uzun sürmeyecek.”

Cevap vermelerini dahi beklemeden arkamı dönüp kapıyı açtığımda içlerinden biri telaşla “Leydim üzerinizdekiyle mi gideceksiniz?!” diye bağırdı. Kapıyı açık bırakıp telaşla koridorda yürümeye başladım. Lord odasının bana çok uzakta olmadığını söylemişti. Burada bir yerlerde olmalıydı.

Hızlı adımlarla koridorda ilerlerken kafamın içinde tek bir kelime yankılanıp duruyordu.

İz!

İz!

İz!

Nasıl bunun olabileceğini düşünmeyip elbise konusunda fikrimi belirtmemiştim! Şimdi ne olacak? Artık istesem de elbisede bu kadar büyük bir değişiklik yapamazlar! Kutlamada giyebilecek yedek elbisem de yoktu.

Berbat edeceğim.

Her şeyi berbat edeceğim.

Üzerimdeki baskı yüzünden nefesim daralmış ve boğuluyormuş gibi hissetmeye başladığım sırada birinin endişeyle “Leydim, siz iyi misiniz?” dediğini duyunca sağırlaşan kulaklarım birden tekrar duymaya başlamış ve başımı kaldırarak ne yapacağını bilemez bir şekilde bana bakan vampir şövalye ile karşılaşmıştım. Şaşırarak etrafa baktığımda koridorda bayağı ilerleyip en sonunda iki vampir şövalyenin beklediği kapıya dek geldiğimi fark etmiştim.

Bana seslenmeseler yanlarından geçip gittiğimi anlamazdım bile.

“Lord içeride mi?” Sesim titremişti.

Vampir bana cevap verecekken kapı açılmış ve köken bana bakmaya başlamıştı. Sesimi duyup mu gelmişti? Titreyen sesimi… Kırmızı gözleri yüzümde dolaşırken bir an için üzerime düşmüş ve hafifçe kaşları çatılmıştı. Kapıyı daha çok açıp “İçeri gel.” demişti. Hiçbir şey demeden açtığı aralıktan içeri girdiğimde kapıyı arkamızdan kapatmıştı.

Odası karanlıktı.

Dışarıda güneş daha yeni yeni batıyorken kalın perdeler örtülerek içerisi karanlığa boğulmuş ve oda şamdanlarda yanan mumlar yakılarak loş bir şekilde aydınlatılmıştı.

“Sorun ne?” Geceliğimin kumaşını avuçlarımın içine alıp sıkarken o kadar çok küçük düşmüş hissediyordum ki… bundan nefret etmiştim.

Kendimden nefret etmiştim.

Ne zaman önüme geçtiğini bilmediğim köken, soğuk eliyle çenemin ucunu tutup kaldırarak “Hadi söyle bana.” demişti. Derinden gelen sesi… karanlıkta daha da belirginleşen kan kırmızı gözlerinin içine bakarken “Özür dilerim.” dedim. Gülleri kestiğim için, yasağa rağmen sözünü dinlemeyip odamdan dışarı çıktığım için ve bilmediğim daha birçok hatamı telafi etmek için bu vampire yardım etmek istemiştim ama şu kadarcık şeyin bile nelere mâl olabileceğini akıl edemeyecek kadar hayal kırıklığıydım ben.

“Yine ne için özür diliyorsun?”

“Terzi az önce kutlama da giyeceğim elbiseyi getirdi. Elbisenin yakası çok geniş… eminim arkası da öyledir.” Bunu söylemek ne kadar rencide edici olsa da alt dudağımı ısırarak “Köle damgam köprücük kemiğimin hemen altında ve…”

“Ve?”

“Sırtımdaki kırbaç izlerini de saklayamayacağım.” Kırbaç izlerinden bahsettiğim anda çenemi kaldıran parmaklarından vücudunun nasıl kasıldığını hissedebilmiştim.

Bu sorun olacaktı.

Yalnızca kırbaç izleri olsaydı bir şekilde dayak yediğim anlaşılır ve bu durumu şiddetle terbiye eden bir vampirle beraber olmama ya da mazime yorabilirlerdi. Fakat köle damgası… buna bahane üretemezdim.

“Bu tamamen benim ihmalkarlığımın suçu.”

Hepsi benim suçum olmasına rağmen bir de yüzsüzce ondan çözüm bulmasını istemek için gelmiştim. Daha ne kadar beceriksiz olabilirdim gözünde?

Bir süre hiçbir söylemeden sadece bana baktı.

Elini çenemden çekerek “O izlerin gitmesini ister misin?” diye sorduğunda böyle bir şey demesini beklemediğimden şaşırarak “Ne?” dedim.

“Sırtındaki izleri ve köle damgasını vücudundan silebilirim.”

Söylediği sözlere inanamayarak gözlerim büyüdü. Silebilir mi? “Nasıl?”

“Vampir kanının iyileştirici özelliği vardır.” Doğru ya. Kan bankerleri!

Bu bankerler vampirlere insan kanı, insanlara ise vampir kanı temin ediyordu. Ağır yaralı ve iyileştirilemeyecek denli kötü hastalıkları olan insanlar, tedavileri umutsuz kalınca vampir kanına başvuruyorlardı. Lakin vampir kanı almak insan kanı almak kadar kolay değildi. Risk olasılığı çok yüksek olduğundan yüksek meblağlara satılıyor ya da ödeme kanla alınıyordu. Tedavi edilecek kişi ise yirmi dört saat boyunca gözlem altında tutulma koşuluna uymak zorundaydı.

Kan bankerleri bu yüzden imparatorluk tarafından denetleniyordu.

Köken kanı ise paha biçilemezdi.

Tırnaklarımı avuç içlerime bastırarak korkumu dizginlemeye çalıştım. “S… Siz kanınızı içmemi mi istiyorsunuz?”

Verdiğim tepkiyi görünce dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. “Hayır, bu riski ben bile göze alamam.”

Şayet kanı damarlarımdayken başka bir vampir tarafından ısırılırsam onlardan birine dönüşürdüm. Kanını içmemi istemediğini anlayınca kafamda ondan kaçmamı söyleyen sesi susturdum. Bir an için… beni zorlayacak sanmıştım.

Öyle bir şey yapmayacaktı.

“O halde nasıl yapacaksınız?”

“İzlerine kanımı süreceğim. Derin kanımı emince oradaki kusurlu dokular iyileşecek.”

Yıllardır bedenimde taşıdığım izlerden kurtuluşumun olmadığını bu yüzden de geçmişimin beni her zaman takip edeceğini sanırdım. Kaçışım yoktu çünkü. Şimdiyse nefret ettiğim soyun en güçlülerinden bir tanesi beni onlardan azat edebileceğini söylüyordu. Tıpkı kölelikten kurtardığı gibi geçmişimden de kurtaracaktı beni.

Yutkundum. “Ne yapmam gerekiyor?”

“Geceliğini çıkar, yatağa gir ve yüz üstü uzan.”

Arkasını dönerek “Hazır olduğunda bana seslen.” dediğinde bir süre kıpırdamadan yerimde dona kalsam da sonrada yavaşça üzerimdeki geceliğin askılarını omuzlarımdan indirip ardından kumaşın tenimi yalayarak ayaklarımın dibine düşmesini sağladım. Titreyen ellerimle ellerimi sırtıma götürüp sütyenimi de çıkardım ve ikisini yerden alıp koltuğun üzerine bıraktım. Altımda kalan tek iç çamaşırımla yatağa yönelerek saten örtüyü kaldırıp içine girdim, soğuk çarşaflar yüzünden iç çeksem de yüz üstü uzanıp örtüyü belime dek örttüm.

Ellerimle yüzümü gömdüğüm yastığın kenarlarını sıkarak “Gelebilirsiniz lordum.” dediğimde derin bir nefes alarak başımı çevirip komple yastığa bastırdım.

Ne diye kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu?

Alt tarafı izlerimi silecekti.

Karşısında yarı çıplak olduğumdan mı yoksa kanının tenimle temas edeceğinden korktuğum için mi böylesine çarpıyordu yüreğim? Belki de izlerimi bir yabancıya açacağım için utanıyordum. Bu onun karşısında yarı çıplak kalmamdan daha utanç vericiydi benim için.

Bilerek boş bıraktığım yatağın kenarına oturduktan sonra soğuk parmaklarını sırtımda hissedince kaskatı kesilerek yastığı sıktım. Ne yapıyordu? Sırtıma sürtünen parmaklarının verdiği hisle birlikte yastığı daha çok sıkarak gözlerimi kapattım.

Saçlarımı kenara çekiyordu.

Ne yaptığını anlayınca tedirginliğim geçmişti. Diğer efendiler olsa bu fırsatı kaçırmaz ve beni taciz edebilirlerdi ama o herhangi bir efendi değildi… Yastığı sıkmayı bırakıp gözlerimi açtım. Kökene baktığımda onun başından beri verdiğim tepkileri izlediğini görmüş ve kalbim yerinden oynamıştı. Koyulaşan bakışlarıyla ürpererek yutkunduğumda gözlerini gözlerimden ayırmadan baş parmağını ağzına götürdü. Mum ışığı sivri dişlerine vurup iyice belirginleştirirken, baş parmağını dişine batırıp orayı kanattı ardından diliyle kan değen dişini yalayıp dudaklarını kapattı. Hipnoz olmuş bir şekilde hareketlerini izlerken neden bu görüntünün beni heyecanlandırdığını anlamayarak hafifçe kaşlarımı çattım.

Delirmiş olmalıyım.

Gül rengindeki gözlerini sırtımdaki izlerde gezdirmeye başladı.

Çok fazla iz vardı.

Her gördüğü izle gözlerindeki ifade kararıyor ve kaşlarını çatıyordu.

“Pek uslu bir köle değildin anlaşılan.”

“Sadece kendimi savundum.”

Baş parmağını ilk izin üzerine bastırıp yara boyunca kaydırmaya başlayınca hissettiğim soğuklukla birlikte inledim. İkimizde benim inlememle birlikte duraksamıştık. Tanrım… “Soğuk.” diyerek neden öyle bir ses çıkardığımı açıklasam da kızarmadan edememiştim. Lord bir şey söylemeyip kanını izlerin üzerinde gezdirmeye devam etti. Sanki sırtımda buz gezdiriyordu… kanı o kadar soğuktu ki... Soğuğun yanında birde ufak bir sızı hissediyordum, muhtemelen bu da iz iyileştiği içindi.

Sırtımdaki izlerin tamamını iyileştirene dek her inleme ihtiyacı duyduğumda dişlerimi yanaklarımın içine geçirerek bu hissi bastırmıştım. Dayanamayıp sertçe ısırdığım yerler kesinlikle yara olacaktı…

“Bana damganı göster.” Sırtım bitmişti demek ki.

Herhangi bir yerim görünmesin diye belimdeki örtüyü omuzlarıma dek çekerek dikkatlice kalktım. Sırtım kökene dönükken örtüyü tekrar omuzlarımdan aşağıya indirip göğüslerime doladım. Saçlarım belime düştüğünden çok bir şey görünmüyordu zaten. Damgayı açık bıraktığımdan emin olduktan sonra kökene doğru döndüm. Kanlı gözler bir süre damgaya sertçe bakmış ve “Bu sırtından daha çok acıtacak.” demişti. Damga etimi dağlayıp sırtımdaki izlerden daha derine indiğinden bunun olacağını tahmin etmiştim zaten.

“Sorun değil.”

“Dayanamayacak gibi olursan bana tutunabilirsin.”

Baş parmağını damganın üzerine bastırdığı anda biri orayı bıçaklamış gibi hissederek iki büklüm oldum ve elimle omzuna tutundum. Sırtımdaki izleri iyileştirmesi neredeyse yirmi dakikasını aldığından sürekli devam eden sızıdan dolayı saç diplerim terlemişti. Damgamdaki acı ise sırtımda hissettiğimle kıyaslanamazdı.

Çıt çıkmayan odada yalnızca benim ağzımdan alıp verdiğim sık nefes sesleri duyuluyordu.

Köken kanını iyice damganın üzerine yayarken dişimi sıkarak acıya dayanmaya çalışsam da yapamıyordum. Omzundaki elimi sıkarak inledim. Köken acı çektiğimi görse de durmadı. Gücüm tükendiğinden başımı yığılırcasına omzuna bıraktım. Derin derin nefesler alıyor, alnımda ter damlalarının birikmeye başladığını seziyordum.

“Korkuyor musun?”

Konuşmaya mecalim kalmadığından alnımı omzuna sürterek de olsa sağa sola salladım. Şimdiye dek korku belirtisi göstermediğim halde neden birdenbire böyle bir soru sorduğunu anlamam ise neredeyse yarım dakikamı almıştı.

Benimle konuşarak acımı unutturmaya çalışıyordu.

Omzundaki elimi çekip koluna götürdüm ve sıktım. “Az kaldı mı?” diye sorduğumda parmaklarını saçlarımın arasına sokarak başımı daha rahat omzuna koymamı sağladı. Acıdan aklım gitse de yine de çekinmeden edememiştim.

“Az kaldı.” Az kalmıştı.

Kafamı meşgul etmek amacıyla içimden saymaya başladım.

Daha yeni ona gelmiştim ki “Küçük ecelim.” diye fısıldadığında kalbim bu hitabı ilk duyduğunda verdiği tepkinin aynısı vererek tekledi. Eli saçlarımın arasında okşarcasına dolaşırken “Onları istemiyorsun değil mi?” diye sordu. Neden bahsettiğini anlasam da susarak konuşmaya devam etmesini bekledim.

“İstemiyorsun.” dedi.

Yatağın yanındaki komodinin üzerinde yanan mumların ateşi dalgalanırken aramızdaki sessizlik biraz daha uzadı.

“Belki anılarını senden alamam ama o izleri senden söküp alabilirim.”

Bana nasıl yük olduklarını gözlerimde mi görmüştü yoksa?

Söküp alıyordu.

O izleri.

Dolan gözlerimi görmediği için şükrederken, belki savunmasız düştüğüm için belki de sadece istediğim için alnımı iyice omzuna yaslayıp, benden ailemi alan vampirlerden birine içimden gelen şu sözleri sarfettim.

“Teşekkür ederim Lordum.”

Beş dakikadır aynanın karşısında dikilmiş bir şekilde eskiden damganın olduğu boş yere bakıyordum.

Gitmişti.

Yoktu.

Geçmiş geçmemişti belki ama vücudumdaki izi kaybolmuştu.

Hayal gibi geliyordu.

Kölelikten azat edildiğimde özgür hissedememiştim.

Etime kazınmış bu damga benden zorla aldığı özgürlüğü orada kaldıkça bana iade etmeyeceğini hatırlatırken nasıl özgür hissedebilirdim ki?

Şimdiyse alıyordum.

Özgürlüğün tadını.

Hepsi o vampirin sayesindeydi.

Kefaret miydi bu? Ailemi öldürenler onun soyuyken bana yeni bir hayat bahşedende de onlardan biriydi.

Yeni bir hayat.

Evet, bugünden itibaren yeni bir hayata başlıyordum.

Özgür bir kadın olarak.

“Leydim su hazır.”

Bakışlarımı aynadaki yansımamdan çekerek “Geliyorum.” dedim ve sarayda bana verilen odanın içindeki banyoya yönelerek içeri girdim. Hizmetçi kızlardan biri havuz şeklinde yere gömülmüş küvetin su sıcaklığını kontrol ettikten sonra sepetin içindeki kokulardan ekleyip belli bir kısmını eliyle köpürtmüştü. Diğeri ise dolapların yanında gerekli malzemeleri hazırlıyordu.

Daha rahat soyunayım diye hizmetçi kızlar arkalarını dönerek işlerini hallederken bende o sırada üzerimdeki gecelik ve iç çamaşırlarından kurtulup suyun içine girdim. Sırtımı havuzun kenarına yaslayıp sıcak suyun kemiklerime dek işlemesinin hazzını yaşarken hizmetçi kızlar yanıma geldi. Biri saçlarımı yıkarken diğeri tül bir lifle kolumu liflemeye başlamıştı.

Hep kendi başıma yıkandığımdan başkaları tarafından temizlenmek tuhafıma gitse de onları ret edemezdim. Kökenin kadını rolünü oynadığım için seçkin bir soydan geliyormuş gibi davranmam lazımdı.

Saçlarımı yıkarken başıma yapılan masajla sıcaklık birleşince iyice mayıştığımdan gözlerim kapanmaya başlamıştı.

Köken köprücük kemiğimin altındaki köle damgasını tenimden silince yataktan kalkmış ve bana “Toparlan.” demişti. Çıplak ve terli olduğum için berbat görünüyordum tabii. Lord arkasını dönünce örtüyle birlikte yataktan kalkıp zar zor koltuğa bıraktığım eşyaların yanına gitmiştim. Tutmayı bıraktığımda saten örtü tenimi yalayarak aşağıya düşmüştü. İlk önce sütyenimi, onun üzerine de geceliğimi geçirmiştim. Halim kalmadığından giyinmek normalden daha çok vaktimi almıştı. Bir ara titreyen kollarım yüzünden sütyenimin kopçasını takamayacağımı bile düşünmüştüm.

Bir şekilde giyinmeyi başardığımda yerdeki örtüyü alıp yatağa bırakmıştım. Yatağı dağınık bırakamayacağım için toplamaya kalkıştığımda ise lord “Bırak, hizmetçiler halleder.” demiş ve düzeltmeme izin vermemişti.

“O halde ben odama geri döneyim lordum.” Yanından geçip kapıya gittiğim sırada “Roxana.” diyerek beni durdurmuştu.

“Buyurun lordum?”

Koltuğun kolçağına konulmuş küçük örtüyü alarak yanıma gelmiş ve örtüyü açıp omuzlarıma örterek önümü kapatmıştı. “Bir dahaki sefere ortalıkta gecelikle dolaşma.”

Tamda gözlerimi kapatıp biraz dinleneyim derken odaya gelmeden önce yaşananları hatırlayınca yanaklarına basan ateş yüzünden gözlerimi tekrar açmıştım. Ne diye aklıma gelmişti ki şimdi bu! Elbisenin yakasını görüp izlerim yüzünden ne yapacağımı şaşırmış, korkmuş bir vaziyette yanına koştururken üzerimdeki gecelik aklımdan çıkmıştı. Şükürler olsun ki gelirken koridorda kimseyle karşılaşmamıştım.

Buradayken lordu temsil ediyordum sonuçta.

Eğer biri beni o halde görüp dedikodu başlatsaydı ne yapardım?

Gerçi o koridor lordun odasına gittiği için nereden geldiğimi tahmin edip muhtemelen bizim oynaştığımızı falan düşünürlerdi… Tanrım! Böyle düşünmeleri de iyi değil Roxana!

“Leydim yıkanmayı bitirdiyseniz sizi hazırlamaya başlayacağız.”

Hizmetçi kızlardan biri havlu getirip sarınmam için açtığında utana sıkıla sudan çıkıp havluyu üzerime sardım. Diğer hizmetçide hızlıca saçlarımdaki fazla suyu havluyla alınca birlikte içeri geçtik. Tuvalet masasının önüne oturduğum gibi hepsi başıma üşüşerek beni hazırlamaya koyuldular.

İki buçuk saat süren uğraşın sonunda işleri bittiğinde hepimiz tükenmiş vaziyetteydik.

Terzi elbiseyi tam üzerime göre diktiğinden değiştirilecek bir yer bulamamıştı. Bu da bize kaybettiğimiz zamanı -benim yüzümden- geri kazandırmıştı.

“Leydim bu elbiseyi sizden başka kimse böyle güzel taşıyamazdı!”

“O kadar muhteşem gözüküyorsunuz ki elbise güzelliğiniz karşısında sönük kaldı.”

Bu kadar övgü aldığıma göre aristokratların yanında sırıtmayacaktım.

Bakışlarımı boy aynasına çevirip yansımama baktım.

Elbisenin önü arkasından biraz daha kısa olduğu için altına giydiğim ayakkabılar gözüküyordu. Ayakkabılar da elbise kadar şıktı, gözükmeseler üzülürdüm doğrusu. Elbiseye uygun olsun diye siyah ve ince topuklu bir seçim yapılmıştı. Önleri sivri ayakkabının üzerine kırmızı bir gül konulmuştu. Bağcıkları ise bileğinden yukarı doğru dolanarak gülün sarmaşıklarını andırırcasına bacağımı sarıyorlardı.

Saçlarım doğuştan su dalgası şeklinde kıvrımlı olduğu için ekstra bir şekil verilmemişti. Önlerden alınan tutamlar döndürülerek arkadan tutturulmuş ve yarı at kuyruğu yapılmıştı. Kıvırcık birkaç tel toplanan kısımlardan serbest bırakılarak sade ve şık bir görüntü yaratılmıştı.

Dolgun dudaklarımda kan kırmızı bir dudak boyası vardı. Kıvrık kirpiklerime, kömür tozu ile vazelinin karıştırılarak elde edildiği macun sürüldüğünden daha uzun ve dolgun gözüküyorlardı. Göz kapaklarımı boyamak yerine kenarlarına siyah bir boyayla hafifçe renk verilmişti.

Aynadaki yansımamı dikkatlice incelerken aristokrattan çok asillere benzediğimi fark ederek duraksadım.

Gözlerim onlarınki gibi kırmızı olsaydı yanlarında göze batmazdım.

Bu da mı Lordun fikriydi?

Tık! Tık! Tık!

Kapının çalınmasıyla birlikte herkesin bakışları o tarafa dönmüştü. Hizmetçi gidip kapıyı açınca vampir şövalyelerden birinin içeride beni arayan bakışları gözlerimle buluşmuş ve ağzı aralanarak dona kalmıştı. Diğer kızların kıkırtılarını duyana dek şaşkınlıkla bana bakmaya devam etmişti. İrkilerek ne yaptığını kavrayıp anında bakışlarını yere indirerek “Lord sizi kutlama salonunun orada beklediğini söyledi leydim.” demişti.

Vakit gelmişti.

“Geliyorum.”

Vampir bana eşlik etmek için beklerken içerideki kızlara dönerek gülümseyip “Çabalarınız için teşekkür ederim.” dediğimde hepsi alçak gönüllülüğüme şaşırsa da sonradan mutlulukla teker teker önümde eğilip “Onur duyduk leydim.” demişlerdi.

Bilmeseler de bende onlardan biriydim ve onca uğraşa rağmen leydilerin bir teşekkürü bizi çok görüp üstüne birde burun kıvırmalarının nasıl berbat hissettirdiğini birçok kez deneyimlemiştim. Şimdi sahte bir leydi rolüne bürünsem de küçük bir teşekkürü onlardan esirgemeyecektim.

Vampirle birlikte odadan çıkıp yürümeye başladığımda yanından geçtiğimiz pencerelerden dışarıdaki Ay’a baktım. Karanlık çökeli biraz oluyordu… Şimdiye kadar herkes kutlama salonunda toplanmış olmalı. Saray geleneklerine göre kutlamalar da salona en son en üst rütbedeki kişiler girerdi. Bu yüzden salona en son köken ardından da imparator teşrif edecek, giriş ve çıkışlar onlardan sonra kapatılacaktı.

Birazdan imparatorluktaki soyluların neredeyse yarısının dikkati üzerimde toplanacaktı. Parmaklarımı sıkıp sıkıp bıraktım… heyecanlanmadan edemiyordum. Koridordan sağa dönüş yaptığımızda altın varaklı, üzerinde imparatorluğun simgesi olan geniş kapı görüş alanıma girdi.

Ayaklarımdaki topuklu ayakkabıların her adım atışımda çıkardığı sesten dolayı bu tarafa bakan ve beni orada bekleyen kökenle gözlerimiz buluştuğu anda adımlarım bıçak gibi yarıda kesilerek yerime çakıldım.

Gül kırmızısı gözleri bana bakarken büyümüştü.

Şaşkındı.

Şaşkındım.

Her zaman şık giyinse de şu an ki kıyafetleri daha önce gördüklerimin yanında hiçti.

Uzun bacaklarını saran siyah kumaşın üzerine yine siyah bir gömlek geçirilmişti. Boynuna taktığı fular siyah ceketinin içine sokulmuştu. Altın sarısı düğmeleri olan ceket baldırlarına dek iniyordu ve düğmeleri iliklenmemişti. Sol omzunda duran kürke bağlı pelerin yere değiyordu. Ceketinin kenarından cebine doğru altın sarısı rengindeki saatin zinciri sarkıyordu. Belinde daha önce taktığını görmediğim bir kılıç duruyordu. Kılıcın ‘+’ şeklindeki kabzası altından işlenmiş ve tam ortasına kırmızı bir yakut yerleştirilmişti.

Güneşten daha açık renkli olan saçları günlük kullanımından daha resmi şekillendirilmiş ve iki taraftan çıkan ince sarı teller kısa kaldığından şakaklarına düşmüşlerdi.

Vücudunu sıkıca saran kıyafetleri kaslı gövdesini daha da ön plana çıkarmıştı.

Tanrım.

O kadar görkemli duruyordu ki bir an için yanına yakışmayacağımdan endişelenmiştim.

Ben ona gitmediğimden o bana doğru gelmişti.

Soğuk dudaklarını elimin üstünde hissedince iç çekmemek için kendimi zor tutmuştum.

Beğeniyle dolu kırmızı gözlerini gözlerime sabitledi. “Üzerindeki gülleri kıskandırıyorsun.”

Bugünden beri aldığım tüm iltifatların arasında yalnızca bu sözler sahte gelmediğinden yanaklarımda hafif bir yanma sezdim.

“Çok naziksiniz lordum.”

Gülleri kıskandırıyorsun.

Köken cebinden çıkardığı siyah kutuyu bana doğru tutup açtığında gördüğüm kolyeyle birlikte duraksadım. İnce, altın bir zincirin ucunda bir dal gül sarkıyordu. Dalın gövdesi ve yaprakları da altındandı lakin ucundaki gül yakuttan yapılmıştı. Kolyeyi kutudan alıp kutuyu benimle birlikte gelen vampire verdi. Arkama geçince heyecandan parmaklarım uyuşmuştu.

Ne istediğini bildiğimden saçlarımı bozmadan toplayıp kaldırdım. Kolyeyi boynuma takınca saçlarımı tekrar indirdim. Hala arkamda duruyordu… Geniş göğsü sırtıma değerken eğilerek kulağıma “Biliyordum, güller en çok sana yakışıyor.” dediğinde bayılacak gibi hissetmeye başlamıştım.

Midem buruluyor, kalbim anlamadığım bir şekilde küt küt ediyordu.

Bunların olmaması gerekirdi.

Böyle hissetmemem.

Yanıma gelerek girmem için kolunu uzattığında içimde kopan fırtınayı belli etmeden elimi koluna sardım.

Altın varaklı kapıya doğru birlikte yürümeye başladık. Kapı muhafızlar tarafından açılırken kökenin gelişini haber eden adamın sesinin tüm salonda yankılandığını işittim.

Birazdan kutlama salonuna girecek ve oradaki herkesin kökenin kadını olduğum için bana düşman kesileceğini bildiğim halde benim istediğim tek şey boynumu yaktığını hissettiğim kolyeye bakmaktı.

En çok bana yakıştığını söylediği güle bakmak.

Asillerden birinin elindeki kadeh bardağı yere düşüp parçalara ayrılınca salondaki herkes çıkan gürültüyle birlikte yaşadıkları derin şoktan sıyrılarak kendisine gelmişti. Son günlerde sürekli insanlardan/vampirlerden bu tarz tepkiler aldığımdan olsa gerek artık yavaş yavaş bu duruma uyum sağlayıp üstümdeki bakışları görmezden gelebiliyordum.

‘Sadece bana bak.’

‘İçeridekileri görmezden gel ve orada yalnızca ikimiz varmışız gibi gözlerini üzerimden ayırma.’

Kapıdan girmeden önce söyledikleri zihnimde canlandı.

Sadece ona bakıyordum.

Sadece ona.

Devasa salonun tavanından aşağıya sarkan kristal avizelerden üzerimize düşen ışık, kökeni rahatsız etmiş olmalı ki güneş rengindeki kirpiklerle sarılı bakışlarını kısmıştı. Geniş omuzları doğuştan gelen asil aurasıyla dik duruyor, attığı sarsılmaz adımlarla buradakilere varlığının ağırlığını aşılayarak onlara boyun eğdiriyordu.

Bense onun azametinin yanında küçücük kalıyordum.

Üzerime düşen gölgesi bütün kötülüklerin önünde dikilerek beni koruyor gibiydi.

İçeri girdiğimiz anda müzik sesi kesilmiş ve herkes gördüklerine inanamıyormuşçasına bize bakakalmıştı.

Aristokratlar bu durumu çabuk kabullenseler de asillerin çoğunun gözlerinden saçtıkları ateş bizi diri diri yakmak istiyormuşçasına üzerimizden bir an olsun ayrılmıyordu. Lord kimsenin tepkisini umursamadan beni kendisiyle beraberinde yürütürken salonun ortasına ulaştığımız anda soylular yavaş yavaş eğilmeye başlayarak kökeni selamlamışlardı.

Yüksek ayaklı, iki-üç kişilik masalardan imparatorluk ailesinin hemen sağında yer alanın önüne gitmiş ve oradaki yerimizi almıştık. Masaya varana dek eğilmeye devam eden kişiler selamlamayı bitirip doğruldukları anda müzik yeniden çalmaya başlamıştı.

Göz ucuyla salona şöyle bir göz attığımda misafirlerin hemen dedikoduya başladıklarını görebiliyordum. Çoğunlukla nefret, kıskançlık ve daha nice kötü bakışlar ok gibi üzerime yağarken ifademi düz tutmak epey zordu. Hepsi bu vampirin yanında olmam en büyük günahmış gibi davranıyordu.

Belki de öyleydi.

Günah işliyordum.

Günah işliyordu.

İkimizde yan yana durarak kendi soylarımıza ihanet ettiğimizi ilan ediyorduk.

Günahkâr bir insan ve günahkâr bir vampirdik onların gözünde.

Yanımıza yaklaşan erkek hizmetçilerden biri elindeki tepsiye yerleştirilmiş içecek ve ufak tefek atıştırmalıklarla ilk önce selam verip sonra da masamıza iki kadeh bırakıp ayrılmıştı.

Biraz alkolün stres atmamda bana yardım olacağını düşünerek elimi kadehlerden birine attığımda soğuk parmaklar anında bileğimi kavrayıp “O değil.” dedikten sonra diğer kadehi bana uzatarak “Bunu al.” demişti.

Neden kadehleri değiştirmişti? Merakla bardakların içlerindeki kırmızı sıvılara bakınca almaya çalıştığım bardaktaki içeceğin bana verdiğinden renk olarak da kıvam olarak da daha yoğun ve koyu olduğunu fark edince bunun şarap değil de kan olduğunu anlayıp kasılmıştım. Vampirlere ve insanlara özel içecekler dağıtıyorlardı demek. Her ihtimale karşı bu yaratıkları kutlama da kanla beslemek bayağı akıllıca bir hareketti.

Eğer beni durdurmasaydı az kalsın şarap diye kan içecektim.

Düşüncesi bile yüzümü buruşturmaya yetmişti.

Lord önündeki kadehi alıp dudaklarına götürerek gözlerimin içine baka baka kandan ilk yudumunu aldı. Tuhaf… Az önce kan içme düşüncesinin iğrençliği midemi bulandırırken onun önümde bunu yapması aynı duyguyu çağrıştırmamıştı bende. Gözlerimin önüne odasında, karanlıktayken mum ışığının vurduğu sivri dişleri geldi. Acaba o dişlerin bir insanın boynuna saplandığını görsem… bir insandan beslendiğini… yine de aynı hisseder miydim?

Beslenirken nasıl göründüğünü merak ediyordum.

Vampirler dinlenmiş kan içerken -bardaktan içtikleri gibi- herhangi bir tepki vermiyorlardı lakin direkt beslendiklerinde… taze kan onları baştan çıkarıyordu.

Aklımda dolanan bu düşüncelerle bende onu taklit ederek gözlerinin içine baka baka kırmızı şaraptan bir yudum aldığımda dilime ekşi, acı ve buruk bir tat yayılmıştı. Mükemmeldi.

“Alkolle aran nasıl?”

“Kötü sayılmaz lordum.” Sarhoş olmamdan mı endişe ediyordu? Köleyken ev sahiplerinin mahzenindeki şarapları sık sık yürütüp içtiğim için alkole toleransım yükselmişti yine de bu gerçeği kendime saklasam daha iyi olur sanırım. Zira Gül kalesinde de bir ara şarap avına çıkmayı planlıyordum.

Verdiğim yüzeysel cevap ona yetmişçesine daha fazla bu konuyu irdelemedi.

Sözlerimden bir kez olsun şüphe etmiyordu.

“Görüşmeyeli uzun zaman oldu lordum.” Bu tarafa gelen biri kadın, ikisi erkek üç vampirle ona bakmayı kestim. Gayet şık giyinmiş üç vampir, lordu selamlayıp tekrar doğrulmuşlardı. Bakışlarım sol göğüslerinin üzerine koydukları ellerinin orta parmaklarındaki yüzüklere düştü, üçü de aynı yüzükten takıyordu.

O yüzük…

Kökende öyle bir yüzük takıyordu.

Aynı elin aynı parmağında.

Siyah bir yüzüktü. Üzerine bilmediğim bir alfabe ile bazı harfler kazılmıştı. Ve tam ortasına oval bir şekilde kesilmiş küçük bir mücevher yerleştirilmişti. Lordun yüzüğündeki mücevher mavi renkliydi. Bu zamana kadar bütün eşyalarının siyah renkte olduğunu gördüğüm için mavi taşlı bir yüzük takması dikkatimi çektiğinden yüzüğü aklımda kalmıştı.

En önde duran vampirin yüzüğü sarı taşlı, kadının ki yeşil, diğer vampirin ise turuncuydu.

Her yüzükte farklı bir yazı yazdığı farklı harfler kullanılmasından anlaşılıyordu. Her harf hangi renk taşa sahipse o renkteydi.

Sarı taşlı yüzüğü takan vampir “Kabalığımızı maruz görün. Yanınızda uzun zamandır bir kadın görmediğimiz için sabırsız davranıp sizi selamlarken onunla da tanışmayı ümit ediyorduk.” dedi. Saçları neredeyse beyaza yakın bir sarı olan vampir kadın küfredercesine “İnsan bir kadın.” diyerek insan olduğumu bastırarak söylemişti.

Diğer ikisinin aksine geldiğinden beri bana ters bakışlar atıp duruyordu zaten.

Beni sırf insanım diye aşağılayan vampir kadına attığı bakışların aynısını atınca buna cüret etmeme daha da öfkelenmiş ve gözleri bir an için parlayıp sönerek dişlerini sıkmıştı. Daha demin konuşan adam boğazını temizleyerek dikkatimi üzerine çekerken, yanakları içe çökmüş, zayıflıktan bir deri bir kemik kalmış diğer erkek vampir; dişi vampire “Onu kızdırmak istemezsin.” diye fısıldamış ve uslu durması konusunda uyarmıştı.

Dişi vampir ona kötü kötü bakıp önüne dönmüştü.

İlk konuşan vampir “Ben Alastor Mammon.” dediğinde açlıktan ölüyormuş gibi boş bakışlar atan diğer vampir “Ben Gavril Beelzebub.” diyerek kendilerini tanıtmışlardı. Kız yapmak istemiyor olsa da Gavril tarafından dirseğiyle dürtülünce “Ben Melantha Leviathan.” demişti.

Mammon, Beelzebub, Leviathan… niye hepsinin soy adı bir şeytanla bağlantılıydı?

Lordunki de öyleydi.

Alastor üçünün adına “Tanıştığımıza memnun olduk leydim.” deyince küçük bir tebessüm ederek “Roxana Vulwin, bende sizinle tanıştığımıza memnun oldum.” desem de Melantha ile tanıştığıma memnun falan olmamıştım.

Melantha gözlerini kısarak “Vulwin mi? O çatlak profesörle aynı aile adını taşıyorsun.” dediğinde Alastor’da ilgiyle “Aranızda bir bağlantı mı var yoksa leydim?” diye sorarak Melantha’nın dile getirmeyip şüphelendiği soruyu sormuştu.

İki vampir sürekli onun kabalığını örtbas etmeye çalıyordu. Alastor benimle saygı çerçevesinde konuşurken Melantha senli benli konuşuyordu. Bu şekilde beni kışkırtabileceğini sanıyorsa yanılıyordu.

Şüphelerini yalanmayarak “Evet, ben Profesörün manevi kızıyım.” dedim.

Melantha hafifçe kaşlarını çatarak “Onun manevi bir kızı olduğunu hiç duymamıştım.” dediğinde bana söylendiği gibi “Duymamanız normal. Profesör beni yetimhaneden aldığında zaten on altı yaşındaydım. Öz kızı olmadığım için imparatorluğa takdim edilmeme gerek yoktu. Bu zamana kadar Profesörün işlerinde ona yardım edip gizli kaldım.” diyerek sözlerini doğruladım. Ardından utanıyormuş gibi yaparak lorda çekingen bakışlar atıp “Lord ile tanışınca daha fazla gizli kalamayacağımı biliyordum.” dediğimde Melantha’nın gözü seğiriyordu.

Körkütük aşık kız rolünü başarıyla oynuyordum.

Gavril ölü bir sesle “Profesör ne yazık ki çok fazla düşman edindi. Bu yüzden sizi neden saklamak istediğini anlayabiliyorum.” diyerek bilmeden de olsa bana yardım etmişti.

Aristokrat bir arka plana sahip olmadan lordun kadını olursam bütün soyluların tepkisini alacağım için beni iki ırka da profesörün manevi kızı olarak tanıtmaya karar vermişlerdi. Profesör dedikleri adamın kim olduğunu bilmesem de soylu unvanına sahip olduğu sürece kim olduğunun bir önemi yoktu.

İkinci sınıfta olsa soyluydum.

Alastor, Lorda dönerek “İmparator birazdan teşrif eder daha fazla size rahatsızlık vermeyelim.” diyerek tekrar Lorda selam verip kendi masalarına dönmüşlerdi. Bakışlarımı lorda çevirdiğim de anında ne soracağımı anlayıp “Kökenler.” deyince tamda tahmin ettiğim cevabı almıştım.

Onlar vampirlerin yedi liderlerindendi.

Anlamadığım şeyse aynı sınıfa sahip olmalarına rağmen neden Lorda bu denli saygılı yaklaştıklarıydı. Acaba kökenlerin arasında da mı güç sıralaması vardı? Yedisinin içinden biri kayıp, biri lorddu. Geriye beş kişi kalıyordu. Üçü burada olduğuna göre kalan ikisi farklı ülkelerdelerdi. Böylesine mühim bir günde burada olmamalarının tek açıklaması buydu.

Her neyse. En azından vampirlerle kökenleri ayırt edebileceğim bir yöntem bulmuştum.

Yüzükler.

Onları yalnızca kökenler takıyordu.

Kökenlerin ziyaretinden sonra masaya bir grup insan yaklaşmıştı. Neredeyse bir saat boyunca masaya gidip gelen kişilerle tanışmak ve muhabbet etmek zorunda kalmıştım. Lordun pek konuşmayı sevmediğini bildiklerinden sürekli benimle konuşmaya çalışmışlardı. Tabii bunun bir diğer nedeni de bir gün ihtiyaç duyma ihtimallerine karşı benimle samimiyet kurmak istemeleriydi.

Soylular için ben lorda giden yoldum.

Şanşölye, yüksek makamdaki senato görevlileri, tüccarlar, yargıçlar ve daha nicesi... Bunların arasında dükler, markiler, baronlar, kontlar ve eşleri de yer alıyordu. O üçü hariç kalan vampirler lorda selam verseler de benimle tanışmaya tenezzül etmemişlerdi.

Serket’in dediği gibi benim gelip geçici biri olduğumu düşünüyorlardı.

Aristokratlar ise bana karşı daha ılımlılardı.

Tam sonunda herkes gitti, rahat bir nefes alacağım derken bu sefer de “İmparator giriş yapıyor!” diye bağıran haberciyle birlikte konuşmalar kesilmiş, hep beraber kapıya dönmüştük. Altın varaklı kapının kanatları iki muhafız tarafından açılınca sırasıyla imparator ve imparatoriçe, iki prens, prenses, imparatorun ikinci ve üçüncü eşi, en arkada ise tapınak kıyafetleri giyen bir sürü kişi daha içeri girmişti.

Bende salonda niye ışık tapınağından kimse yok diyordum. İmparatorun peşine takılmışlar…

Köken hariç salondaki herkes -bende- eğilerek imparatora ve ailesine selam verdik.

İmparator ve ailesi bir masaya, ışık tapınağının dini görevlileri bir masaya geçmişlerdi. Salondaki masaların dizilişine şöyle bir bakınca ortada imparatorun, solda bizim, sağda ise tapınak görevlilerin masasının yerleştirilmiş olduğunu görebiliyordunuz. Sol tarafta asiller, sağ tarafta ise aristokratlar vardı. Böylesi bir günde masaları ayrıştırmak yerine karışık yapmaları gerekmez miydi? Ne derse desinler insanlar ve vampirler arasında hala görünmez bir duvar vardı. İki yüz yıl sonra bile bu değişmemişti.

İmparator masasındaki kadehi eline alıp kaldırınca salondaki herkes onu taklit etti.

“Sevgili halkım! bugün burada insan ve vampirlerin arasında yapılan barışın 201. Yıl dönümünü kutlamak için toplanmış bulunmaktayız. Atalarımız bu anlamsız savaşa son verdiklerinde bu barışın kimse uzun süreceğini düşünmüyordu. Ancak bizler bu barışı 201 yıl boyunca sürdürerek onlara yanıldıklarını gösterdik! İnsan ve vampirlerin kavga etmeden de bir arada yaşayabileceklerini kanıtladık! İki yüzyıldır süren barışın ömrünün daha da uzun sürmesini diliyor ve imparatorunuz olarak kutlamaların başlamasını emrediyorum!”

“Barış için!”

“Barış için!”

Asil ve Aristokratların yükselen seslerinin ardından İmparator kadehinden ilk yudumu alınca bizde aynısını yapıp bardaklarımızı masalarımıza bıraktık. İmparatorun konuşmasıyla duran müzik tekrar başlamış ve geleneklere göre gecenin ilk dansının yapılması için dans müziği çalmaya başlamıştı.

Ve gecenin ilk açılışını prenses yapacaktı.

Geleneğe göre imparatorluk prensesi kutlamalarda kimi seçerse onunla ilk dansını edecekti. Aristokratlar prensesle edilen ilk dansı büyük bir onur olarak görüyorlardı. İlk dansın ardından kalanlarda eşlerini dansa kaldırabileceklerdi.

Prenses Ophelia zarif hareketlerle salonun ortasına yürürken giydiği elbisenin uzun kuyruğu arkasından yere sürülüyordu. Kırık beyaz olarak seçtiği elbisenin üzerine pembe, mavi ve pudra renginin en açık tonlarında kelebekler dikilmişti. Kanatlarını açmış bir şekilde duran kelebekler her an uçacaklarmış gibi bir izlenim veriyorlardı. Ve çiçekler… üzerinde bir sürü açmış çiçek vardı. Elbise hem çok şık hem de çok sade tercih edilerek prensesin zarafetini ön plana çıkarmıştı.

Bukle ve örgülerle yapılmış saçlarına ise inciler dizilmişti.

Saçları sarı renkte olduğu için inciler üzerlerine düşen her ışıkla parıl parıl parlıyorlardı.

Prenses, imparatorun ikinci eşindendi. O yüzden saçlarını annesinden, ela renkli gözlerini ise babasından almıştı.

Çok güzeldi… tarif edilemeyecek kadar.

Salondaki erkeklerin hepsi ilk dans için kimin seçileceğini bildiklerinden hevesli değillerdi. Zira prenses imparatorluğa takdim edildiğinden beri ilk dansını hep Lord Zehel ile yapmıştı.

“Ekselansları bu dansı bana lütfeder mi?” Vazgeçmemişti, kolay kolay vazgeçmeyecekti de. Ben yanındayken Lorda dans teklifi etmesi tek bir anlama geliyordu; bana meydan okuyordu.

Lord “Elbette.” diyerek salonun ortasına yürüyüp prensesin karşısına geçtiğinde ilk önce birbirlerine selam verdiler. Ardından prenses bir elini lordun omzuna koyup diğer eliyle de elini tutarak müzik eşliğinde dans etmeye başladılar.

Üstümdeki bakışların arttığını hissedebiliyordum.

Bir kısmı lord, prensesle dans ettiği için nasıl tepki vereceğimi görmek istiyordu. Diğer kısım ise prenses varken benim varlığımın bir öneminin olmadığını yüzüme vurmak istiyordu.

Onlara istediklerini verecek değildim elbette. Yine de bir an için lordun prensesi ret etmesini beklediğimi inkâr edemezdim. Bunu yapmasının imparatora karşı bir hakaret olarak algılanacağını bile bile…

Dans ederken o kadar doğal duruyorlardı ki… uyumları muhteşemdi.

Prenses zarifçe hareket ediyor, lord ona ayak uydurarak bütün ihtişamını sergiliyordu.

Sol göğsümde hissettiğim karıncalanmayla bakışlarımı onlardan alıp imparatorun masasında gezdirdim. Niyeyse lordun yanındayken her hareket edişimde ruhumdaki yara yerinden oynuyormuş gibi hissediyordum… Herkes büyülenmiş bir şekilde ikisi izliyordu. Eminim hepsi birbirine bu kadar yakışan başka bir çift daha olmadığını düşünüyordur.

Kendimi birden fazlalıkmış gibi hissetmeye başlamıştım.

Elimi masadaki kadehime götürerek şarabımdan bir yudum daha alırken bakışlarım ışık tapınağındaki görevlilerle takıldı. Salondakilerin aksine onlar dans eden ikiliye ekşi bir şey yemiş gibi bakıyorlardı. Vampirleri kâfir olarak gördükleri için lord onların gözünde baş kâfir olmalıydı. Hiçbiri gözlerindeki art niyeti gizlemiyordu.

Aralarında en süslü giyinen tapınak lideri olmalıydı. Mabutların elçisinin bu kadar genç yaşta olmasını beklemiyordum doğrusu. Otuz belki otuz beş yaşlarındaydı. Ona baktığımı sezercesine göz göze geldiğimizde beni görmezden gelmek yerine nazikçe gülümsediğini görünce şaşırmıştım.

Şarkıyı burada açınnn >_<

“Roxana.”

Yüreğim Lordun sesini duyarak yerinden hoplarken bakışlarımı ona döndürdüğümde müziğin çoktan bitip prensesle olan dansının sonlandığını yeni fark ediyordum. İlk dans yapıldığı için salondakiler eşlerini teker teker dansa kaldırıyorlardı. Lord bana elini uzatarak “Benimle dans eder misiniz leydim?” diye sorunca gözlerimin önüne salonda yaptığımız dans gelmişti. Yavaşça yutkunarak elimi avuç içine bırakıp “Onur duyarım lordum.” cevabını verdim.

O gün ki gibi.

Elimden tutup beni çiftlerin arasına sokarken tutuşan ellerimize bakıp duruyordum.

Ortalarda bir yerde kendimize yer bulduğumuzda elbisemin kenarını tutup hafifçe eğilerek lorda selam verdiğimde lord da elini sol göğsünün üzerine koyup selamıma karşılık verdi. Aynı selamlamayı etrafımızdaki çiftlerde yapmışlardı. Müziğin ritmine göre birbirimize yaklaştık. Lord eliyle belimi kavrarken ben elimi omzuna koydum. Diğer ellerimiz birbiriyle buluşunca bir ileri, bir geri gitmeye başlayıp dönüyor ve gözlerimizi birbirimizden bir an olsun ayırmadan kendimizi müziğe kaptırmıştık.

Müziğin ortasına geldiğimizde normalde lordun beni kolunda geriye doğru yatırıp kaldırması gerekiyordu ama o bunu yapmak yerine ellerimizi birbirinden ayırmış ardından beni belimden tutup yukarı kaldırarak etrafında döndürmeye başlamıştı. Kalbim bu hareketiyle küt küt ederek göğsümde hızlanırken sanki zaman yavaşlamış gibiydi.

Tekrar yere ayak bastığımda dansı kaldığımız yerden devam ettirmiştik.

Sesler yoktu.

Kalabalık yoktu.

Burada sadece ikimiz vardık.

Lord elimden tutup beni etrafımda döndürürken nereden geldiğini bilmediğim yumuşak bir meltem yüzüme vurmuş ardından başımdan aşağıya gül yaprakları yağmaya başlamıştı. Şaşırarak başımı kaldırıp yukarı baktığımda tepemizden aşağıya yağan gül yapraklarının sanki yoktan var oluyormuşçasına havada belirdiklerini gördüm. Yapraklar lordun ve benim saçlarımıza takılıyor lakin dans etmeyi asla bırakmıyorduk.

Tanrım.

Çok geçmeden hareketlerimiz yavaşlayıp en sonunda durduğunda müzikte bizimle beraber sonlanmıştı. Lord önümde eğilerek selam verince bende elbisemin eteğimi iki elimle birden açarak eğilmiş ve ona dansın son selamını vermiştim. Tekrar doğrulduğumuz vakit zaman tekrar aynı hızını yakalamış, sesler geri gelmiş ve kalabalığın farkına varmıştım.

Kimse dans etmiyordu.

Herkes kitlenmiş bir şekilde bizi izliyordu.

Bakışlarımı şaşkınlıkla soylularda gezdirirken prensesin asılan suratını görmüştüm. İmparator da bize düz bakışlar atıyordu. Dansımızdan pek hoşlanmış gibi durmuyorlardı.

Lord elimi tutup avucumu kalbinin üzerine bastırarak “Benim için zevkti leydim.” deyince göğsünün altında attığını hissedemediğim kalbine karşın kulaklarımın içinde güm güm eden bir kalbin sesini duyuyordum.

Benim kalbimin sesini.

Mutlulukla gülümsedim. “Aynı hisleri paylaşıyoruz lordum.”

Neden bana öyle bakmaya devam ediyordu?

Kalbinin üzerinde duran avucumun altında minik bir kıpırtı hissettiğimi sandığım sırada dışarı da korkunç bir çığlık kopmuş ve peşinden onlarca çığlık daha gelerek tüm imparatorluğa korku salmıştı. Kalın ve gırtlaktan gelen bu sesler git gide çoğalırken imparator “Ne oluyor!” diyerek bağırmış ve balkona doğru yürümeye başlamıştı. Kutlama salonunun kapısı birden açılarak içeriye imparatorluk şövalyeleri dolarken lord bileğimi kavrayarak “Yanımdan ayrılma.” diyerek imparatoru takip etmişti.

Balkonun kapısından bütün soylularla birlikte dışarı çıktığımızda sarayın bu cephesine bakan binanın tepesinde siyah pelerinler giyerek yüzlerine beyaz maskeler takan beş kişi görmüştük. Esen rüzgarla birlikte pelerinleri dalgalanan bu beş kişiden en önde duranının maskesi yanındakilerin aksine altından işlemelerle süslenmişti.

“Mutantlar! Mutantlar sarayı basmış!”

Soylulardan birinin bağırmasıyla birlikte hepimiz yere baktığımızda aşağıda soluk tenleri, ağızlarından akan salyalar ve kıpkırmızı kesilmiş gözlere sahip yaratıkların hırlayarak bize doğru baktıklarını gördüm.

Bu şeyler de ne?

Vampirlere benziyorlardı ama akıl sağlıklarını kaybetmiş gibi duruyorlardı.

Hayır.

Susuzluktan çıldırmışlardı.

Altın işlemelere sahip maskeli adam kollarını iki yana açarak kutsal bir vazife edinmişçesine “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi.” dedi.

Tapınak lideri şaşkınlıkla “Kutsal kitaptan alıntı yapıyor.” dediğinde maskeli adam konuşmaya devam ederek “Tanrının sözlerini inkâr edip insanlığa ihanet ederek vampirlerle bir olan siz kâfirler için hesap günü yaklaşıyor!” diye bağırdı.

Şaşkınlıkla maskeli adamın dediklerini dinlerken kökene baktım.

Kırmızı gözleri onun üzerindeydi.

Tekrar bakışlarımı maskeliye çevirdim.

Sen kimsin?

 

დ Ay bu nasıl bir bölümdü böyleee yaz yaz bitmedi ama çok güzel sahneler olduğu için yorulmama değdiiii.

დ Bölümde en sevdiğiniz kısım neresi oldu? Ben Zehelin Roxananın yaralarını sildiği sahneye bayıldım.

დ Saray entrikaları burada bitmeyecek elbette ileride daha çok kişiyle tanışacağız şimdilik şöyle bir giriş yaptık.

დ Sizce son sahnede gelen maskeliler kim? Ne istiyorlar?

დ Prenses Ophelia sizce Zehelden vazgeçecek mi?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzereeeee

   

   

   

 

        

    

 

 

   

 

 

 

 

 

 

     

 

   

 

 

 

Loading...
0%