Yeni Üyelik
10.
Bölüm

BÖLÜM 10: "TANRILAR"

@endless_q

▏₰ Mana

Kalın perdeleri delip geçen yoğun güneş ışığı yüzüme vuruyordu. Hayatımda hiç bu kadar rahat bir yatakta yatmamıştım. Yüzü koyun uzandığım yastığımın içi tüyle doldurulduğundan yumuş yumuştu. O kadar mayışmıştım ki yavaş yavaş uyanan bilincime direniyor, bütün günümü yatakta tembellik ederek geçirmek istiyordum. Oysaki birazdan kapının gürültüyle açılacağını ve Saya’nın birkaç gündür ettiği işkenceye kaldığı yerden devam edeceğini biliyordum.

Kabuslarıma dadanan şölen gününün bir an evvel gelip geçmesi için dua ettirecek seviyeye getirmişlerdi el birliğiyle beni.

Tık! Tık!

Çalan kapıyı duyan kulaklarım beynime doğru 'Kalkma vakti!' diyerek bağırsa da onu dinlemeden, el yordamıyla arayıp bulduğum yorganı kafama kadar çekip kendimi karanlığa boğdum.

Hiç rahatımı bozmadan ucundan kaçan uykumu geri kazanmaya yoğunlaştım. Günlük rutinimiz eksiksiz, aynı planı devredip durduğundan yanıt alamayan Sayanın dal düz odaya girişi beklediğim şeydi. Tamda düşündüğüm gibi üç saniye sonra kapı açılıp kapandı. Yatağın karşısında ellerini beline koyarak dik dik bana baktığını göremesem de biliyordum.

"Hanımım yatağın içine saklanarak kaçamazsınız. İki buçuk saat sonra dersleriniz başlayacak."

"Offff bıktım artık! Gelinliği bırakıyorum ben!"

Saya bıkkınlıkla nefesini dışarıya üfürdü. "Böyle bir seçeneğe sahip olmadığınızı bildiğiniz halde her gün inadınızdan taviz vermiyorsunuz." Bu kıza aramızdaki resmiyeti bir kenara bırakmasını söylerken iyi mi etmiştim gerçekten?

Kafama kadar çektiğim yorgan hışımla çekildiğinde az kalsın bende onunla birlikte yeri boyluyordum. Gözümün tekini zoraki bir şekilde açıp Saya’ya baktım. Kısılmış gözlerinde biraz daha oyalanıp kalkmazsam kirli yöntemlere başvuracağı yazıyordu.

Yanaklarıma doldurduğum havayı usanmış bir tavırla bıraktım. Hala uyku mahmurluğundaydım. Saya tekrar yatmayacağımdan emin olduktan sonra yatağın hemen karşısında ki -bir köyün tüm ihtiyacını karşılayacak çoklukta içi kıyafetle dolu- gardırobu açarak içinden bugün için giyeceğim elbiseyi seçmeye koyuldu.

O beğenmediği kıyafetleri elerken yataktan doğrularak ayaklarımı yere sarkıttım. Gelin için dizilen oda da uyuşukça gözlerimi gezdirdim. Eski odamın dört, beş katı büyüklüğündeydi. Duvarlar mavinin en güzel rengine boyanmıştı. Az önce bahsettiğim deniz köpüğü rengindeki dolap kapının çaprazındaki bütün köşeyi kaplıyordu. Giysi dolabının alt çekmeceleriyse a’dan z’ye kadar çeşit çeşit ayakkabıya ayrılmıştı. Askılara asılmış sayısız elbise, üst çekmecelerde iç çamaşırları ve pijamalar vardı. Tam karşısına makyaj masası konulmuştu.

Oda da en sevdiğim şey cibinliği olan yatağımdı. Çift kişilik bir yataktan biraz daha genişti. Kar beyazı cibinliğin tülleri yere dek uzanıyordu. Akşama kadar haşatı çıkan bedenimi güçlükle odama sürüklüyor ardından kendimi yatağa atıyordum. Bütün günün yorgunluğunu alıp götürüyordu üzerimden.

Ayrıca oda da oturmak için üç kişilik ve tek kişilik koltuklar yerleştirilmişti.

Anlayacağınız oda da yok yoktu.

Sağ tarafta kalan duvar ise boylu boyunca camdı.

Yataktan kalktığım gibi kalın telli saçlarım omuzlarından belime düştü. Kollarımı iki yana açarak iyice gerindim. Perdeleri çekerek belli konumlara göre hiza almış muhafızları es geçip manzaranın tadını çıkardım.

Hala inanasım gelmiyordu.

Küçük bir köyde doğup büyümüş bir kızdım ben. Şimdiyse bu koca ülkenin hanımı olmuştum. Her ne kadar kocam olacak adam tarafından nefret ediliyor ve istenmiyor olsam da hakikat buydu. Bunu her düşündüğümde nedense göğsümde bir acı hissediyordum. Sanki içime bir cam parçası saplanmış, etimden çıkmak yerine gittikçe daha derine gömülüyordu.

Ne o cam parçasını içimden çıkarabiliyordum ne de beni yaralamasına engel olabiliyordum.

Sahi onu ne zamandır görmüyorum? En son görüşümün üzerinden epey bir zaman geçmiş gibi gelse de aslında sadece birkaç gün olmuştu.

Omzumda hissettiğim dokunuşla düşünmeyi keserek Saya’ya döndüm. Elinde gece mavisi, üstünde beyaz güllerden motifleri olan bir elbise tutuyordu. Dudaklarındaki geniş gülümseme elbiseye bayıldığının göstergesiydi.

"Kesinlikle bu elbiseyi giymelisiniz! Size çok yakışacak!" Cıvıl cıvıl olan enerjisi bulaşıcı olduğundan artık güne hazır olduğumu hissediyordum.

Gülümseyerek üzerimdeki saten geceliğin askılıklarını indirdim.

"Hadi deneyelim!"

-Şölene dört gün kala-

"Davetlerde, şölenlerde masa adabını bilmek önemli kurallardan biridir. Günün her öğününde değişen yemeklere göre kullanacağınız kaşık, çatak ve bıçakları ayırt edebilmelisiniz. Hemen ardından görgü kuralları gelir. Bir gelin olarak nasıl konuşmanız gerektiğini, oturuşunuzu, duruşunuzu takip etmek zorundasınız. Sizin her hareketiniz Su Tanrısının itibarını etkileyeceğinden en ince detaylarına kadar nizamı öğrenmeli ve ezberlemelisiniz.”

Sofra kurallarını bana öğretmek için gelen kadın öğretmen saçlarını ensesinde sıkı bir topuz yapmıştı. Kıyafetinde en ufak bir kırışıklık yoktu. Fazlasıyla olgun giyindiğinden yaşından büyük gösteriyordu. Gözlerindeki gözlükleri alışkanlıktan iki dakika da bir yukarı doğru itiyordu. Kadının her hareketi disiplin kokuyordu.

Günlerdir bana adap öğretecek diye kafamın etini yiyip durmuştu. O kadar saçma sapan kurallar vardı ki hepsini hafızama kaydedecek kadar yerim yoktu! Yaptığım küçücük bir hataya dahi tahammülü olmadığından saatlerce azar işitiyordum. Öfkemi içime atıp durmaktan çatlayacak vaziyete gelmiştim. Normal de ağzının payını vermesini iyi bilirdim de dişimi sıkıyordum işte. Zira altıncı hissim bana böyle bir işe kalkıştığım takdirde soluğu Aron’un odasında alacağını söylüyordu.

Şölende başarısız olmak istemiyorsam bu cadalozun söylediklerine bir süre daha katlanmalıydım.

“Mana hanım dinliyor musunuz!?” Cırtlak sesini işittiğim gibi sandalyedeki duruşumu düzelttim. Kafamı dinlediğimi göstermek amacıyla salladığımda imayla tek kaşını kaldırdı. Bu tarz bir yanıtın yakışık almadığını söylediğini anımsadığımda boğazımı temizleyip “Tabi ki de dinliyorum Becca hanım.” dedim. Bir süre bana tip tip baksa da kazık yutmuş yürüyüşüyle örnek hazırlanmış masanın başına gitti. Tuttuğum nefesi çaktırmadan bıraktım, fırça atmayacaktı.

Eliyle üst üste konulmuş tabakları gösterdi.

"Servis tabağı en altta olur. Onun hemen üzerinde ana yemek tabağı yer alır. Ana yemek tabağının üzerine ara sıcak tabağı ve onun üzerinde de çorba kasesi konur. Yemekler üstten alta doğru servis edilir." Sıkıntıyla önümdeki yığına baktım. Biri bana bu kadar tabağa ne gerek olduğunu açıklayabilir miydi? Çorba kaseleri neyse de aynı tabaktan iki çeşit yemek yiyince mideleri mi bulanıyordu? Hanedan üyeleri bazı evlerin yemek koyacak kap bile bulamadığından haberdarlar mıydı? Kuşkusuz hayır.

İsraftan başka bir şey göremiyordum.

"Anladım."

Tabakların yanındaki envai çeşit çatal bıçağa geçti.

"Ana yemek çatalı tabağın solunda, tabaktan bir parmak uzaklığa, sivri tarafı havaya kalkık biçimde yerleştirilir. Ana yemek bıçağı ise tabağın sağına, tabaktan bir parmak uzaklıkta, bıçağın keskin tarafı içe bakacak şekilde konur. Ara sıcak çatalı ana yemek çatalından biraz daha küçüktür. Unutmayın, tatlı çatalı kadar da küçük değildir..." Saatlerce süren eziyeti pardon dersi özetleyecek olursam; ara sıcak bıçağı, çorba kaşığı, tatlı kaşığı, bardakların duruşu diye devam etti. Kadının ağzından çıkan her bilgiden sonra kaşlarım git gide daha çok çatılıyordu. Kaşlarım çatıldıkça da başıma ağrılar giriyordu. Kafam davul gibi olmuştu.

Tanrı aşkına bir çatal kaşık neyine yetmiyordu bu insanların!

Gözüm Becca hanımın gösterdiği takımlarda gidip geliyordu. Acaba şu bıçağı sonsuza kadar susması için gırtlağına saplasam zindanda kaç yıl yerdim diye düşünmedim değil.

Hem belki yeraltındaki şu tilkicikle de arkadaş olurdum.

“Mana hanım dikkatinizi buraya verin lütfen!”

Ağlamak istiyorum.

-Şölene iki gün kala-

"Evet, işte böyle!"

"Omuzlarınızı dikleştirin ve dümdüz çizgide yürüyün."

Kafamdaki üç kalın kitabı düşürmeden ayağımdaki on üç cm yüksekliğindeki topuklarla yürüyüş dersi alıyordum. Hanım olmanın lanet olası kurallarından ikincisi olan güzel yürüyüş dersime; kırklı yaşlarda, siyah küt saçları olan Bolton adında bir öğretmen giriyordu. Elindeki bastona yaslanmış köşede dikiliyordu. Odanın bir ucundan, bir ucuna tebeşirle çektirdiği düz çizgide yürürken beni izliyor, hatalarımı söyleyerek düzeltmemi bekliyordu.

Bastonu sakatlığı olduğundan falan kullanmıyordu. Artık kim uydurduysa centilmen bir adamın gereksinimlerinden biri olduğunu söylemişti. Hah! Ne centilmen ama! Cehennemden fırlamış topukluları ayağıma geçirerek ders boyunca üstlerinde durmamı emretmişti.

Oturup dinlenmeme izin vermediğinden zavallı bacaklarım artık yürürken titriyordu.

Bileğimi burkacaktım. Tabi bu durum onun pekte umurunda değildi. Topukluların üstünde gün boyunca ayakta durmaya alışmalıymışım.

"Şölen neredeyse kapımıza dayandı. Lakin siz hala düzgün yürümenin eşiğinden geçemiyorsunuz! Rezalet!" Derslerin hocalarının hepsi mi gıcıktı yoksa özellikle bana mı denk gelmişlerdi?

"Çizginin dışına çıktınız!"

Orta yaşlı bir adamdan çıkmasına şaşıracağınız tiz nida dikkatimi yerle bir etti. Zaten topukluların üzerinde güç bela duruyorken korktuğum başıma gelmiş, bacaklarımın ikisi de bükülerek kendimi yerde bulmuştum. Kafamdaki kitaplar ayrı yere, ayağımdan çıkan ayakkabı ayrı yere uçmuştu.

"Aahh!"

Önceki günlerden kalan yer yer kızarıkları ve çürümeleri düşüşümle birlikte yeniden tazelemiştim. Acı nüks ederek aklımı almıştı. Zemine dayadığım ellerimi yumruk haline getirerek sinirimin geçmesi için derin derin nefesler alıp içimden ona kadar saydım.

Bastırılmaya çalışılmasına rağmen ‘Pufft!’ diye gelen boğuk gülüşün sahibini tanıdığımdan, başımı korkutucu bir yavaşlıkla kapının kenarında bir ihtiyaç olursa diye bekleyen Saya’ya çevirdim. Sinirden seğiren kaşımı gören Saya gülüşünü anında silerek korkuyla yutkundu.

Her şey o saniyede gerçekleşti.

Gerilerek zihnimde kopan ip sabrımdı.

Gözüm dönmüştü. Ayağımdan ne ara çıkardığımı bilmediğim topukluyu hızla fırlattım.

“Ayyyy!”

Saya’nın çığlığı oda da yankılanırken ayakkabı kaçtığı için duvara çarpıp sekerek yere düşmüştü.

"Mana hanım kendinize gelin! Bu davranışlar Su Tanrısının gelinine yakışmıyor!"

-Şölene bir gün kala-

Bir sağa... bir sola... bir ileri... bir geri... bu hareketleri döne döne yap.

Salonda çalan dans müziği hoş bir ortam oluştururken notaların keyfine varamıyor, müziğin ritmine göre hareket edebilmek için tüm kaslarımı son raddesine kadar zorluyordum. Bir elim Towa’nın omzunda duruyor, diğer elim ise avcunun içerisindeydi. Dans partnerim olmayı kabul ederken hayatının hatasını yaptığını zırt pırt sövmesinden değil, patavatsızlığından anlamıştım. Hatalarımı direkt yüzüme söylemekten çekinmiyordu çünkü!

Ne olmuş yani on beş, yirmi kere topuklularımla ayağına bastıysam?

Şölenden önceki son alıştırmalarımın olmasının yanı sıra Towa’nın tahammülsüzlüğü iyice strese girip sakarlaşmamı sağlıyordu. Şimdi siz diyorsunuz ki neden Towayla dans ediyorsun? Cevap benim kadar sizi de şok edecektir. Kırk yıl düşünsem ihtimal vermezdim ama bu adamın bildiğiniz dans geçmişi vardı. İnanabiliyor musunuz? Towa usta bir dansçıydı!

İlk dans edişini görünce cidden etkilenmiş hatta bol bol övmüştüm de. Keşke merakıma yenilmeyip dans öğrenme fikrinin nereden çıktığını sormasaydım. Ne dese beğenirsiniz? ‘Güzel kadınları gönlünü çalabilmek için.’ Bütün hayranlığımı, taktirimi beş kelimeyle altüst etmişti. Görünüşe göre Towa’nın masum yüzünün altında bir çapkın yatıyordu.

"Hayret, bugün ayağındaki kazıklarla ezmedin parmaklarımı." Huysuzluğu bir yana hafif bir merakta vardı konuşmasında. Ona bilmiş bir bakış attım.

“Hızlı öğrenirim.”

“Tabi Tabi. Son bir haftada delik açmamış ayakkabımı bırakmadın. Gerçekten de hızlı öğreniyormuşsun!” Alay barındıran cümlelerine gözlerimi kısıp kötü kötü baksam da ters bir tepki vermedim. Bir haftadır söylenip durmasına rağmen bana usanmadan dans etmeyi öğretmeye çalışması dudaklarımı mühürlemişti. İtiraf etmek istemesem de verdiği dersler çok yardımcı olmuştu.

"Ee heyecanlı mısın? Şölen yarın ve seni görmeye gelecek en az beş yüz kişi var." Gözümü korkutmaya çalıştığının gayet farkındaydım. Şu bir haftadır öğrendiklerimden mi, yoksa hissettiğim baskıdan galip çıkmamdan mı bilinmez gayet rahattım. En sevindiğim tarafıysa bu kahrolası derslerden kurtuluyor oluşumdu.

"Küçük bir heyecan olsa da merak daha üstün geliyor." Diğer üç Tanrının nasıl birileri olduklarını görmek istiyordum. Kaşlarını yukarı kaldırdı, sakin olmamı beklemiyordu.

"Hmm demek öyle. Ben olsam stresten uyuyamazdım herhalde." Pişman olacağımı adım gibi bilsem de sormadan edemedim.

"Niye?"

"E onlarca kişinin karşısında Aronla dans edeceksin de ondan."

Sanırım vücuduma inme inmişti. Ben ve Aronla dans etmek? Dans etmek Aron ve ben? Kalbime sert bir tekme atılmış gibi hissetmenin hemen ardından gözlerimi sonuna kadar irileştirdim. Heyecan tüm vücuduma pompalanmaya başladığı sıra dansın ritminden tamamen koptum ve bacaklarım resmen birbirine dolandı. O anda acı dolu bir inleme doldurdu boş salonu.

"Sikeyim böyle işi! Bu sefer kesin ayağımı deldin!”

Omuzlarımı tamamen açıkta bırakan elbiseyi üstüme geçirdiklerinde başlarda epey cüretkâr olduğunu düşünsem de elbise o kadar göz kamaştırıcıydı ki pek üstünde duramadım. Koyu mor rengindeki elbisenin tül kolları sıkıyken dirseklere doğru bollaşıyordu. Aynı şekilde dar dikim olan elbise sıkıca vücudumu sarıyor, belimden aşağısı genişleyerek etekleri yeri hoş bir kabarıkla süpürüyordu. Göğüs dekoltem derin olmasa da alışık olmadığımdan biraz rahatsız hissetmiştim.

Elbise leylak rengindeki irislerimi ön plana çıkarmıştı. Kalın telli, siyah saçlarım Saya’nın yetenekleri sayesinde parlıyor, belime doğru bukle bukle iniyordu. Göz makyajım elbiseme uyumlu olsun diye koyulaştırılmıştı. Bu yüzden dudaklarıma sadece parlatıcı sürülmüştü.

İki buçuk saat süren uğraşın sonunda aynada gördüğüm kadına afallayarak baktım.

Bu ben miydim?

Karşımdaki yirmi bir yaşında olmasına rağmen daha genç gösteren o kız değildi. Aynadaki yansıma Kaldera’nın yeni hanımına aitti.

"Hoşunuza gitmeyen bir yer var mı hanımım?" Yatak odama benimle birlikte gelen ve hazırlanmama yardımcı olan altı hizmetçi kızın gözlerinde büyük bir beğeninin izleri vardı. Hepsi hayran hayran baktığından utanıyordum.

"Hayır. Hayır, her şey mükemmel. O kadar iyi iş çıkardınız ki bir an kendimi tanıyamadım."

"O sizin kendi güzelliğiniz hanımım. Biz sadece ufak dokunuşlarla içinizdeki gerçek sizi ortaya çıkardık."

İçimdeki gerçek ben.

"Birazdan size eşlik edecek muhafız gelir tam zamanında yetiştik!"

Onlar aralarında sevinirken başımı kaldırarak duvardaki saati kontrol ettim. Saat akşamın yedi çeyreğini gösteriyordu. Şölen on beş dakika önce başlamıştı. Sohbet etmeye kaldığımız yerden devam ederken bir yandan da kızlar odada ki dağınıklığı topluyordu. Bir süre sonra kapı tıklatıldı. Davet salonuna kiminle gideceğimi bilmiyordum. Saya kapıyı açmaya gidince makyaj masasından kalkıp heyecandan ellerimi elbisemde gezdirdim.

Görüş açıma giren adamı görünce dudaklarım da güzel bir tebessüm çiçek açtı.

Gelen Towaydı.

Beni gördüğü anda olduğu yere çivilendi. Üzerimi baştan aşağıya süzüp en sonunda yüzümde takılı kaldı. Fal taşı misali açılan çay kırmızılarını ağzı takip etmişti. Neredeyse otuz saniyedir aynı şekilde kaldığından endişeyle yanına yaklaştım. Elimi yüzünün önünde sallayarak bir tepki vermesini sağlamaya çalışsam da kirpiklerini bile kırpmıyor olması endişemi arttırıyordu.

"Towa? Hey! Towa?" Ses yok.

Saya Towa’nın beline çimdik atınca yerinden sıçradı. "Ananın!" Dediğinde odadaki kızların kınayan bakışlarına maruz kalmıştı. Çimdiklendiği yerin acısını dindirmek için hızlıca elini sürtüyordu boşluğuna. O sırada ne dediğinin farkına vararak "Üzgünüm, ağzımdan kaçtı." dese de kızlar pek inanmışa benzemiyorlardı.

"Mana’yı nereye sakladınız? Bu kadın da kim?"

Elbisenin kenarından tutup ayağıma dolanmayacak şekilde kaldırarak etrafımda döndüm.

"Nasıl olmuşum?"

"Fıstık gibi olmuşsun kız! Aron ne kaçırdığını bilse kafasını pişmanlıkla taşlara duvarlara vururdu." Sözleriyle sıcaklığın boynumdan yukarıya doğru tırmandığını hissettim. Omzuna vurup "Suyunu çıkarma!" diye cırladım. Tek yaptığı gülmek oldu.

"Hadi gidelim misafirlerin gözleri seni arıyor."

"Neden üstünü değiştirmedin?" Üzerindekiler günlük giydiği kıyafetlerin bir benzeriydi. Tamam, bunlarda şatafatlı kıyafetlerdi ama şölen için pekte uygun sayılmazlardı. Hem zırhını da geri giymişti.

"Biz şölene katılmıyoruz kurabiyem. Özel birlik olarak koruma görevindeyiz." Suratım düşecek gibi olsa da kolunu uzatınca bir şey demeden girdim. Towa yanımda olacak sanıyordum. Of! Şimdi daha çok stres yapacağım.

"Gülümse. Az sonra onlara Kaldera’nın hanımının kim olduğunu göstereceksin.”

Towa’nın yönlendirmesiyle daha önce görmediğim koridorlar ve dönemeçlerden geçiyorduk. Şaşalı sarayın her bir yanı insanın nefesini kesen cinstendi. Heyecanım şu dakikalarda hat safhada olduğundan istediğim kadar tetkik edemiyordum haliyle ortalığı. Yol boyunca şölende nasıl davranmam gerektiği konusunda tavsiyeler veren Towa’yı can kucağıyla dinliyordum.

"Aronla birlikte kabul salonuna girdikten sonra seninle konuşmaya çalışan Tanrılardan biri değilse diyalogu başlatan kişi olma. Sen Kaldera’nın hanımısın konumun diğerlerinden üstün olduğu için ağır başlılığını koruman lazım. Aron zaten seni gereken kişilerle tanıştıracaktır."

Gelinlerin dikkat etmesi gereken ne çok husus varmış! İmdat diye bağırmama ramak kalmıştı.

“Tamam.”

"İşte somurtkan kocan da bizi bekliyor." Towa’nın kısık sesle kurduğu cümle istemsizce başımı kaldırıp Su Tanrısına bakmamı sağladı. Onu görür görmez yutkundum. Bu ikinci karşılaşmamız olacağından gerilmiştim.

Nefretini bir kez daha görmek istemiyorum.

Kolundaki düğmeyle uğraştığından gelişimizi fark etmemişti.

Baştan aşağıya siyahlara sarınan adamı gizliden gizliye inceledim.

İnce ve kaslı bacaklarını saran pantolonu boyunu normalden daha uzun göstermişti. Deriden botları, gövdesine tam oturan ceketiyle çok yakışıklı görünüyordu. Saten gömleğinin ilk üç düğmesini açık bıraktığından gerdanı gözler önüne serilmişti. Pantolonun içine koyduğu gömleğini şık bir kemerle tamamlamıştı. Saçlarını geriye doğru taramış lakin asi birkaç tel alnına dökülmüştü. Kısık bakışlarıyla kol düğmesiyle uğraşırken bile tablodan fırlarmış gibi görünüyor olması normal miydi?

Beni görünce ne tepki verecekti?

Aklımdan geçen düşünceyle elim ayağım buz kesti. Kaygım beni görünce tekrar çileden çıkmasından yana olmalıydı. Bense beni beğenip beğenmeyeceğinden mi dert yakınıyordum? Tam dayaklıktım. Mendebur herif düşüncelerimi bile birbirine düşürmüştü.

Kolundaki düğmeyle işi bitince gözlerini bizden tarafa kaydırdı. Leylaklarım kehribarlarla buluşunca baştan aşağıya ürperdim. Hala bir Tanrının baskın aurasına alışamadığım gibi bu adamın ruhsuz bakışlarına da tepkisiz kalamıyordum.

Ölçüp biçercesine üzerimi yokladı.

Hareleri koyulaşıyordu. Yanaklarımda hissettiğim sıcaklıkta neyin nesiydi? Utanıyor muydum? Acele etmeden süzüyor olması çıplakmışım hissiyatıyla dolmama neden oldu. Göz bebeklerinin büyümesini iyiye mi yorsam kötüye mi bilemedim. Şaşırmış mıydı? Sürpriz olmuş gibiydi. Ne hissettiğini çözemeden o duyguyu yutarak boş bakışlarına geri döndü.

"İşte karın burada; sağ salim ve tek parça."

Towa kolundaki elimi Aron’a tutması için uzattığında açıkça kışkırttığı için kaskatı kesilmiştim. Su Tanrısı Towa’ya tehlikeli bir bakış atsa da saçmalamasına tenezzül etmedi. Şu anda Towa’yı tekmelemek için büyük bir istek duyuyordum. ‘Seninle sonra görüşeceğiz!’ anlamında ters ters baktım ona.

Elimde hissettiğim serin dokunuşla birlikte karnıma ağrı girmişti. Leylaklarım anında Su Tanrısını buldu. Elimi kaba tutumunun aksine nazikçe alıp koluna yerleştirmişti. İtiraz etmeyi geçtim kayıtsız kalır sanıyordum.

Onun yaptığı gibi duygularımı içimde yaşamaya çalıştığımdan şaşkınlığımı yüzüme yansıtmadım. Zaten bana bakmaya lütfediyor falan da değildi.

Towa bol şans dileyip vazifesini yerine getirmek için yanımızdan ayrılınca baş başa kalmıştık. Ne kadar tedirgin olursam olayım ilk karşılaşmamızda ki gibi sessiz kalmayacaktım. Zira istenmediğimi öyle veya böyle kabullenmiştim. Üstelik birinin karşısında ezilip büzülecek bir insan değildim ben. Hakkımı aramayı gayet de biliyordum.

Aron davet salonunun kapısını çene hareketiyle açmalarını emrettiğinde nöbetçiler varaklı kapının kollarından tutarak kendilerine doğru çektiler. İki kanatlı kapı genişçe açıldığında içerideki gürültü dışarıya taşmıştı. Gördüğüm kalabalığın aşıladığı korkuyu karalayarak, öğrendiğim gibi dudaklarıma küçük bir tebessüm yerleştirip duruşunu düzeltim.

Kapının açılırken çıkardığı ses konuşmaları bıçak gibi keserek misafirlerin bakışlarını üzerimizde topladı. Sanırım çarpıntım vardı.

Salonda o kadar çok kişi vardı ki gecenin hiçte kolay geçmeyeceğini anlamıştım. Üstüme dikilen yüzlerce gözün değerlendiren bakışlarından kaçınmak için davetlilerdense dikkatimi süslemelerde tuttum. İçeceklerden tutun örtülere dek mavinin her tonu kullanılmış olmasına rağmen boğucu değil tam aksine içeride mavi bir cennet havası yaratmıştı.

Salonun güzelliğine dalıp gittiğim için Aron yürümeye başlayınca öne doğru tökezleyecek gibi olmuştum. Son anda kolundaki elimi sıkılaştırarak ondan güç almış, sendelediğimi kimseye fark ettirmeden örtbas etmiştim.

Bir kişi hariç herkesi kandırabilmiştim diyelim şuna.

Aron kulağıma eğilip "Kendini rezil etmemeye çalış." diyerek fısıldadı. Boynuma vuran sıcak nefesi, sesinin tınısındaki ısırıcı soğukluğa tezattı.

Elimi nefesinin değdiği yere götürmek istiyor, oradaki buz yanığını yok etmek istiyordum.

Köyden geldiğim için beni hafife alıyordu. İlk durağımıza az bir mesafe kaldığından dedikleri bir bir boğazıma otursa da zorla yuttum. Hanedana anlaşamadığımızı ilk dakikadan belli edemezdim. Gerçi benim hassasiyetime nazaran o aldırışsızdı.

Yanağımın içini dişledim. Bilerek mi yapıyor?

Önüme döndüm. Eğer öyleyse görelim bakalım kazanan kim olacak.

Hiçbir yere uğramadan yöneldiğimiz masa da anlaşılan ana konuklar vardı. Üç erkek ve bir kadın olmak üzere dört kişilerdi. Yürürken bizi takip eden bakışlar resmen sırtımı deliyordu. Hepsinin iyi niyetli olmadığı içlerindeki kini saklamadan ifşa etmelerinden belliydi. Anlamadığım konu kim olduğum göz önüne alındığında nasıl bu kadar cüretkâr davranabildikleriydi.

Yerimde başkası olsa sırf bu bakışları ezmek için onları zindana attırırdı. Derslerini alana dekte orada tutardı. Beni zayıf gördüklerinden miydi rahatlıkları? Kaşlarım çatılacak gibi olsa da izin vermedim. Elbet yeri geldiğinde onlara kim olduğumu gösterirdim.

"Bakın sonunda kimler teşrif etti. Bu güzel kadın yeni eşin olmalı Aron.”

Güneş sarısı rengindeki saçlarını yukarı diktiğinden diken diken bir görüntü yaratmıştı. Altından yapıldığı bariz olan kocaman halka küpeler takıyordu. Kibri sadece yakutu andıran gözlerinde değil, sesinde de yer etmişti. Bu adam kimse ondan şimdiden hoşlanmamıştım. Giydiği altın zırh, ışıkların üzerine yansımasıyla parıl parıl parlıyordu.

Zırhı gözümü kamaştırdığından yüzüne odaklanmaya çalıştım.

Ateş.

Ondan ateş kokusu alıyordum.

Aron kolunu indirince bozuntuya vermeden elimi geri çektim. Nedense bu hareketi içimde kara bulutları toplamıştı. Gerçi bunca zaman susup ona dokunmama tahammül etmesi bile mucize sayılırdı. Ortamdan kopmuş, kocamın nefreti ve sevgisizliğini sezdirmeden içimdeki karmaşayı idare etmeye çalışıyordum. Bir saniye sonra belime dolanan beklenmedik kolla kasılmıştım. Aklımdan geçirdiğim bütün olumsuzluklar utancımı katladı. Su Tanrısının bana yaptığı gibi bende peşin hüküm veriyordum hakkında.

Aramızdaki bu yanlış anlaşılmalar uzun bir süre düzelecek gibi durmuyordu.

Beni iyice kendisine doğru çekerek gıcık sarışına bakıp konuştu. “Evet. Tanıştırayım; karım, Mana Aqua.” Karım! Bana karım demişti! Şölende hanedanın ve soyluların gözünü evliliğimizle boyamaya çalışsak da karım hitabını kullanacak kadar ileri gitmesini beklemiyordum. Üstelik Su Tanrılarının nesilden nesle miras olarak taşınan soy ismini de adımın yanına koymuştu. Kafamdan aşağıya kaynar su dökülmüş etkisi yaratan sesleniş etimi haşlamıştı.

Dudaklarından aslen kim olduğum çıksa da onun için boş bir kavramdan ötesi değildi.

Her daim kehribarlarını saran o uğursuz karanlık karşısındaki adama bakarken ziftlenmişti. Su Tanrısının harelerindeki in uğulduyordu. Biraz daha bakarsam orada yatan Tanrıyı görecek gibi olunca vücut ısım düşüşe geçti. Leylaklarımı sarışın adama döndürüp tepkisini irdeledim.

İyi geçinemedikleri apaçıktı.

Gösteriş meraklısı adamın yanında neredeyse aynı boylarda bir adam daha vardı. Sarmaşığa benzeyen saçları dalgalı ve çok uzundu. Geleneksel olarak nitelendirebileceğim koyu yeşil renginde kıyafetler giyiyordu. Başında dal ve yeşil yapraklardan yapılma bir taç takıyordu. Adamın göz rengi de yeşildi. Ona baktığımı fark ettiğinde gülümsedi.

“Su sarayı uzun zamandır bir gelinin özlemini çekiyor. Eminim senin gelişin Kaldera’nın halkına mutluluk, dostumun yalnızlığına ise şifa olacak. Ben Toprak Tanrısı Hades. Tanıştığımıza memnun oldum Mana.”

Toprak.

Bu adamdan ferah bir toprak kokusu geliyordu.

Tanrılar özleriyle bütünleştiklerinden varlıklarının kokularını taşıyorlardı.

Şaşırmıştım açıkçası. Bu kadar cana yakın bir yaklaşım beklemiyordum.

Nihayetinde Tanrıların olduğu masadaydım.

Yalnız... Aron yalnız mıydı?

Uzattığı elini sıkarak tebessüm ettim. "Bende sizinle tanıştığıma memnun oldum Toprak Tanrısı." Samimi sözlerim Toprak Tanrısını mutlu etmişti. Sanırım ondan geçer not almıştım.

Geldiğimizden beri sessizliğini koruyup seyirci kalan çifte baktım. Barbar bir kılıkla örtünmüş adamın aurası sertti. Yaydığı baskıdan dolayı yanında kolay nefes alınamıyordu.

Rüzgâr.

O Hava Tanrısı olmalı.

Hemen arkasındaki masada oturanların sıkıntıyla ellerini boyunlarında gezdirdiğini, bazılarınınsa boğazlarını sıkmamasına rağmen gömleklerinin düğmelerini açışına şahit olmuştum. Yaptığı kabalıktı. Gelin görün ki bunu yüzüne söylemektense darlanmayı seçecekleri aşikardı.

Hava Tanrısının kıyafet konusunda da garip bir zevki vardı.

Üst gövdesi tamamen çıplaktı. Altına bilek kısımları dar, şalvarı andıran bir pantolon giymişti. Kar beyazı rengindeki kabarık saçları beline dek iniyordu. Açıkta kalan vücudunun birçok kısmını beyaz renkli dövmeler süslemişti. Gri göz bebeklerinin içinde şimşekler çakıyordu. Yanındaki kadının yakınlığına bakılırsa aralarında samimi bir ilişki vardı.

Kadında adamdan farksız bir soğukluk dağıtıyordu etrafına.

“Ben Hava Tanrısı Balder ve karım Aje.”

Benimle tanışıp tanışmaması çokta önemli değilmiş gibi bir tonlamayla tanıtmıştı kendini. İnsanlara kıyasla asırlarca yaşayan Tanrıların bir kısmı duygu ipliklerini ömürlerinin uzunluğuna göre kaybedebiliyorlardı. Görüp geçirdikleri şeyler bilgeliklerini arttırsa da hayattan aldıkları zevk bitiyordu. Durumlarının akıbetinin farkına varamayıp akışa kapılanların sonu ne yazık ki hezeyanla bitiyordu.

Umarım sadece kişiliği böyledir.

En iyisinin uyum sağlamak olduğunu bildiğimden başıyla selam vermekle yetinen Aje gibi bende selam verdim.

Sonuçta beni ilgilendiren Tanrı o değildi.

"Herkes kendini tanıttığına göre eksik kalmayayım." İzin alma gereği bile duymadan elime yapışan münasebetsiz sarışın birde elimi dudaklarına götürüp üstüne ıslak bir öpücük kondurmuştu. Saygısızlığı beni öfkelendirse de dilimi ısırdım.

Aron’un itibarı söz konusu Mana. Sabırlı olmasın. Sabırlı ol.

"Ben Ateş Tanrısı Loki."

Bakışlarını arsızca dekoltemde gezdirip yüzüme çıkarması beni acayip huzursuz etmişti.

“Gelinini daha işaretlememişsin Aron.” Bu işareti üçüncü duyuşumdu. Hala ne olduğunu öğrenememenin verdiği cehaletle anlamsızca baksam da belimdeki kol sıkılaştığından istemsizce bende gerilmiştim. İşaret hususu sık sık ayağımıza dolandığına göre önemli bir mevzu olmalıydı.

Masaya bir anda düşen sessizlik çığ gibi büyüdü.

Ateş Tanrısı diğer Tanrıların çirkinleşen ifadelerine aldırmadan devam etti.

"Bu kadar güzel bir karın varken onu işaretlememek… Cidden kıymet bilmeyi bir türlü öğrenemiyorsun." Tavrı hayıflanıyormuş gibi dursa da aslında söylediklerinin altında gizli bir iğneleme seziyordum.

"Yeter bu kadar Loki! Bu bizi ilgilendirmez." Toprak Tanrısının ikazını Ateş Tanrısı takmayarak omuzlarını silkti. "Sadece düşüncelerimi dile getirdim."

Belimden çekilen el hemen ardından Loki’nin bırakmayı ret ettiği elime uzandı.

Aron elimi Ateş Tanrısının elinden kurtararak avucuna hapsetti.

"Acele etmeye lüzum yok, günler ve geceler hala bize ait. Şimdi susarsan karımı dansa kaldırmak istiyorum." Aralarında şiddetli esen rüzgâr Aron’un Ateş Tanrısına haddini bildirmesiyle fırtınaya dönerken Loki’nin kaşları sinirle çatılmıştı.

Su Tanrısı beni masadan uzaklaştırırken belli etmemeye çalışsa da kendini sıkıyordu. Farkında değildi ama ara sıra canımı acıtacak güçte elimi sıkıp bırakıyordu. Kontrolü onca misafirin içinde kaybetmesi iyi olmazdı.

Salonun ortasına ilerlediğimizi gören çalgıcılar çalan melodiyi sonlandırıp dans müziğini başlattılar. Onunla dans edeceğim gerçeği az önce olanları tamamen halının altına süpürmemi sağlamıştı.

Salonun ortasına geldiğimizde Aron elimi bırakarak karşıma geçti. Dansa başlamadan evvel birbirimize geleneksel bir selam vermemiz gerekiyordu. Elini kalbinin üstüne koyarak önümde hafifçe eğildiğinde, bende elbisemin iki yanından tutarak selamına karşılık verdim. Ardından yanıma gelerek tuttuğu elimi omzuna koyup boştaki elini ise belime yerleştirdi.

Edeceğimiz dansın pozisyonunu alırken gözlerinin içine bakıyor, Ateş Tanrısıyla ettiği kavganın açtığı çatlaklardan fışkıran lavları izliyordum. Nedense benimle dans ederken bütün olumsuzlukları arkasında bıraksın istemiştim. İlk adımı atarak müziğin ahengine göre hareket etmeye başladık.

Bir sağa, bir sola. Bir yukarı, bir aşağı ve etrafında dön.

Uyum içinde dans ediyor oluşumuza dahi sevinemiyordum. Bu adamın gözlerinin içine bakarken, dokunuşunu tenimde hissederken kalbimin gürültüsü kulaklarımdaki tek ses oluyordu. Dilememem gereken bir dileğin etrafında dönüyor ama vazgeçemiyordum da.

"Ben senin karınım." Tanrım, bunu söylemekte nereden çıktı şimdi! Aklımdan geçirmemiştim bile.

"Bunu her seferinde hatırlatmana gerek yok, biliyorum." Bazı kelimeler yan yana gelince ateş yutmuş gibi oluyor insan, şimdi de öyle. Bu adamın dilinden dökülen her satır beni yakmak, yaralamak içindi.

"Benden sonsuza kadar kaçamazsın Su Tanrısı. Senin karınım, bunu bugün sen ilan ettin. Konuşup anlaşmamız gerekiyor." Altını çizerek söylediklerime karşı dudağının sol kenarı yukarı doğru büküldü. Lanet olası adam alay ediyordu benimle!

"Demek karım olmaya bu kadar heveslisin." Söylediklerimi edepsizliğe vurması yüzümde volkan patlatsa da omzundaki elimi sıkarak güç aldım, yenilmeyecektim.

"Gelinin olmayı ben istemedim ama gel gör ki kader bizi bu şekilde birleştirdi. Bak, sana ihanet eden gelininden haberdarım tamam mı."

Kehribarlarını neredeyse siyaha bürüyen nefret bir an için beni gafil avladı. Artık belimi tutan eli daha sertti. "Bunu sana kim söyledi? Tabi ya, Towa." Cevap vermeme gerek kalmadan neler döndüğünü anladığında dudaklarımı mühürledim. Towa’yı satacak değildim.

"Kimin söylediği veya söylemediği mühim değil. Ben eski karın değilim, onun gibi olmayacağım da." Söylediklerimin sonuna dek arkasındaydım.

Hafifçe kaşlarını çattı. "Yalnızca sözlerden ibaret olan palavralarına güvenecek değilim. Kahrolası kadınlar her zaman lanetim oldu. Senin de olmayacağın ne malum?" Tiksinerek ve en ufak bir şüphe barındırmayan inançsızlığını gün yüzüne çıkarıyordu. Boynundaki kalın damar öfkeden belirerek, nabız gibi atmaya başladı.

İhanet kolay aşılabilen bir yük değildi.

"Beni tanımıyorsun."

Tek kaşını kaldırdı. "Seni tanımamı istiyorsun?"

Benimkisi yüzme bilmeden suya balıklama atlamaktı. Boğulacaktım, boğulacak ve derinlerinde kaybolacaktım. Bahse koyduğum şey canım olduğu halde denizin kıyısında dolaşmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Konuşmak için dudaklarımı araladığım gibi beni etrafımda döndürerek koluna yatırdı. Benimle birlikte eğildiğinden dudakları neredeyse çeneme çarpacaktı. Kehribarları ikaz doluydu. İleri gitmemi söylüyordu. Muhtemelen boyun eğmeyişimden hoşlanmamıştı.

Şu an da insan suretinde olsa da o bir Tanrıydı.

“İstiyorum.” Ciddi olduğumu anlasın diye gözlerinin içine korkusuzca bakıyordum. Kirpikleri biraz daha alçaltı. Bir şey söylemedi. İyi yandan bakarsak hayır da dememişti. Anın verdiği kalp çarpıntısıyla parmaklarım buz keserken o nefesimin ayarıyla oynuyordu. Başını aşağıya daha çok eğerek burnunu ilk önce gerdanımda gezdirdi. Dokunuşuyla küçük bir soluk çektim içime.

Ne yapıyordu?

Burnu seyahatine devam ederek göğsümden aşağıya kayıp dekoltemin bitimine kadar indi. Derin bir nefes çektikten sonra pozisyonunu bozmadan gözlerini kaldırıp kehribarlarını leylaklarıma mıhladı. Fal taşı misali açılmış gözlerim yaptığı şeye bir açıklama arar şekilde ona bakıyordu.

Yutkundum.

Göz bebeklerindeki bin bir damar birbirlerine savaş açmıştı. Ne nefret ne öfkeydi kazanan. Daha yoğun, daha koyu, daha yasak bir renkti. Bataklık gibi içine çekiyordu beni.

"Sana güvenmemi isteyemezsin." Tir tir titriyordum. Kollarında yeni doğmuş bir ceylan yavrusu gibi tir tir titriyordum. O da bunun farkındaydı. Ukalaca tebessüm etti. Ufacık bir dokunuş beni nasıl bu hale sokmuştu? Kahretsin, bacaklarım beni taşıyamayacak gibiydi. Lütfen, beni yarı yolda bırakmayın.

Dans etmeyi bıraktığımız için müziğin ritmini kaybetmiştik. Kulağıma uğultu şeklinde sesler geliyordu, misafirler bizim hakkımızda konuşuyor olmalılardı. Öfkeyle kıvrılan dudakları yavaşça düzleşti. Harelerindeki koyuluktan bir şey kaybetmemişti. Kafası karışmış gibi duruyordu.

Kaşlarını çattı.

“Ne kokuyorsun sen böyle? Kafam allak bullak oldu.” Boğuklaşan ses tonu kokumdan etkilendiğinin işareti olsa da konuşma tarzı rahatsız olmuş gibi çıkıyordu.

Müzik sonlandı.

Su Tanrısı kendisiyle beraber beni de kaldırdı. Etrafımızda yankılanan alkış sesleri salonu inletiyordu. Bense gözlerimi bu adamdan ayıramıyordum.

“Sana güvenmemi istiyorsan bunu bana kanıtla.” Kehribarlarını kısarak “Değeri olmayan sözlere itimadım yok.” dedi.

Bana şans tanıyordu.

Bir defaya mahsus.

Başımı sallayarak kabul ettim.

Bu bir sınavdı. Ve ben ne olursa olsun bu sınavdan geçecektim.

Dinen alkışların ardından ortaya çıkan sessizliği tiz bir çığlık yarıp geçti.

Korkuyla yerimden sıçramıştım. Sesin nereden geldiğini anlamak için bakışlarımı salonda dolaştırırken bir kez daha kopan çığlıkla penceredeki kadını gördüm. Dışarıda neye bakıyorsa beti benzi atmıştı. Göz yaşları sicim gibi yanaklarından akıyor, durmadan çığlık çığlığa bağırıyordu.

Aron anında kadına doğru yürümeye başladığında bende peşinden koşturdum.

Kalabalıkta neler olduğunu görmek için pencerenin önüne toplanmıştı. Kadının yanına gidip bakan herkes benzer tepkileri veriyordu. Aron’u görenler yolundan çekilerek ona yer açmıştı. İkimizde dışarı baktığımızda başta karanlıktan dolayı bir şey göremedim.

Daha sonra bakışlarım yerdeki kan izlerini yakaladı.

Takip ettiğim kan izleri, yerde yatan bedende sonlanıyordu. Ölü gibi duran kişinin kim olduğunu seçince kötürüm kaldım sanki. Aklım da kalbim de gördüğü şeyi inatla yalanlıyordu fakat gözlerim ne gördüğünü biliyordu.

Karnına saplanmış mızrağın yarattığı boşluktan süzülen kan, mermer zeminde sığ bir nehir gibi akıyordu.

“T…Towa?”

 

Boğazımda bir düğümle yazdım bölümü :(

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3

Loading...
0%